Ama bu temel ve önemli tartışmaların kenarında, Avrupa Parlamentosu seçimleri, genç ve farklı bir politik girişimin adını bir kez daha duyurmasını sağladı. Korsan Parti’nin (Piratpartiet), İsveç seçimlerinde aldığı 7.13’lük oy oranı ile İsveç’in Avrupa Parlamentosu’nda sahip olduğu 18 sandalyeden birini elde etmesi, Türkiye’de1 ve Dünya’da pek çok çevrenin dikkatini çekti. Burada, 1996 yılında kurulmuş bir politik hareketin 3,5 yıllık bir sürede böylesi hızlı bir ivmeyle gelişmesi, üye sayısı açısından İsveç’in 3. büyük partisi olması ve son seçim sonuçları önemliydi mutlaka. Ama aslında, Korsan Parti, İsveç’le sınırlı bir hareket de değildi. Dünya’nın 26 ülkesinde, 8’i resmi olarak kurulmuş, 18’i girişim düzeyinde faaliyet gösteren başka “Korsan Parti”ler de var. Ve tabii, bunların dışında, Türkiye’de de böyle bir parti kurulması için internet forumlarında kimi tartışmalar da sürmekte.
Korsan Parti’nin ortaya koyduğu talepleri incelediğimizde, içinde yaşadığımız çağda nasıl bir ihtiyacı karşıladığı ve nasıl böyle bir kitle tabanı bulduğu daha kolay anlaşılabilir. İsveç Korsan Partisi, ilkelerini açıkladığı bildirgeyi2 üç temel fikir üzerinde şekillendiriyor; yurttaş haklarının korunması ve kişisel bilgilerin gizliliğinin savunulması, insanlık kültürünün ve farklılıklarının savunulması ve bu alandaki özgürlüklerin arttırılması, patentlerin ve özel tekellerin topluma zarar verdiği…
Parti bildirgesinde, bu temel inanışlarını ayrıntılandıran dikkat çekici cümlelere de farklı başlıklar altında yer verilmiş. “Demokrasi, Yurttaş Hakları ve Kişisel Özgürlük” bölümünün altında:
“…Devletin herhangi bir suçun şüphelisi durumunda olmayan sıradan yurttaşlarına karşı gözetleme gücünü kullanması kesin olarak kabul edilemez ve açıktır ki bu durum yurttaşların mahremiyet haklarının ihlalidir. …Devlet anayasasına sadece sözde değil eylemde de saygı göstermek zorundadır. … Kişisel postaların gizliliği yasası genel iletişimin (internet iletişimi, telefon dinleme vb.) yasası olarak geliştirilmedir.”
Bu cümlelerde, özellikle 11 Eylül’den sonra dünyada terör paranoyasına eşlik eden ve artan “devlet gücünün vatandaş aleyhine kullanımı”na tepki görülebiliyor. Bu taleplerle Korsan Parti, internet üzerinden yapılan iletişimin, özel hayatın gizliliği prensibi yok sayılarak devlet tarafından kontrol edilmesine karşı çıkıyor. Bildirgenin asıl “Kültürümüze Özgürlük” bölümüyle birlikte, Korsan Parti’nin fikri mülkiyet hakları üzerine radikal ve karakteristik bakış açıları sergileniyor:
“Telif hakları başlangıçta yaratıcı kişinin eser sahibi olarak kabul edilmesini düzenliyordu. Ancak daha sonra eserlerin ticari kopyalarını düzenleyen bir hal alıp genişlerken, kişilerin ve kâr amacı gütmeyen organizasyonların kültürü paylaşımı üzerinde bir baskı unsuru olarak hizmet etmeye başladı. …Milyonlarca klasik şarkı, film, kitap büyük medya şirketlerinin mahzenlerinde rehin tutulur oldu. …Biz kültürel mirasımızın özgür bırakılmasını ve herkes için erişilebilir olmasını istiyoruz. …Fikirler, bilgi ve haber alma özgürlüğü doğaları gereği dışlanamazdır (non-exclusive) ve bunların ortak değeri, özlerinde yatan paylaşılma ve yayılma özelliklerinde yatmaktadır.
“…Biz telif haklarının özüne dönmesini istiyoruz. Bu yasalar yalnızca ticari kullanımlar ve özel korumada olan eserleri kapsamalıdır. Kültürel ürünleri kopyalamak, paylaşmak ya da kar amacı gütmeyen kullanımlar yasadışı sayılmamalıdır.
“…Biz adil ve dengeli bir telif hakkı düzenlemesi yaratmak istiyoruz. …Biz kültürümüzün özgürce paylaşılabilmesini istiyoruz.”
Telif hakları düzenlemeleriyle ilgili yukarıdaki fikirler, aslında, İsveç polisinin Pirate Bay (Korsan Koy) isimli kültürel ürünleri ücretsiz paylaşan internet sitesine yaptığı baskın sonrası, bu müdahaleye karşı gelişen tepkiyle iyice güçlenen ve üye sayısını katlayan Parti için normal karşılanabilir. Ancak yine de, bu gerçeklik, bildirgenin “Patentler ve tekeller topluma zarar veriyor” bölümünde izlenen tekel karşıtı yaklaşımları açıklamaya yetmiyor:
“Patentlerin bir yığın zarar verici etkisi var. İlaçlarla ilgili patentler, yüksek ilaç fiyatlarını karşılayamayacak insanların ölümünden sorumlu, tıbbi araştırmaların önceliklerini saptırıyor ve ilaç fiyatlarını boşu boşuna yükseltiyor. Hayatın, yani genlerin patentlenmesi, patentli tohumlar gibi mantıksız ve olumsuz birçok sonuçları oluyor. Yazılım patentleri teknolojik gelişmeyi geciktiriyor ve İsveç’in ve Avrupa’nın birçok enformasyon teknolojileri alanında faaliyet sürdüren küçük ve orta ölçekli girişimcilerini tehdit ediyor.
“…Patentlerin mucitleri koruyarak ve icatları ve yeni üretim metotlarının gelişimini sağladığı söyleniyor. Gerçekte ise, büyük şirketlerin küçük girişimcilerle eşit şartlarda faaliyet göstermelerini engelleyen bir araç olarak artarak kullanılıyor. …Biz patentlerin modasının geçtiğine inanıyoruz. Ve patentler şimdi inovasyonu ve yeni bilgi yaratılmasını boğan bir işlev görüyor.
“…Biz patentlerin kademeli olarak ortadan kaldırılmasını istiyoruz.
“…Büyük şirketler patentleri kötüye kullanmanın ötesinde tekel olmaya da çalışıyorlar. Bu şekilde rekabeti sınırlayıp özgür ve adil piyasayı fikrini takmadıklarını ortaya koyuyorlar. Bu da yüksek fiyatlara ve düşük oranlı inovasyona neden oluyor.
“…Tekeller ortadan kaldırılmalıdır.”
Bildirgenin sonunda, Korsan Parti, “…Biz adalet, özgürlük ve demokrasi talep ediyoruz” derken, geleneksel herhangi bir siyasi oluşumla ilişkilendirilmekten özenle kaçınıyor. İktidara gelmek gibi bir amaç taşımadıklarını, aksine, parlamentoda ortaya koydukları bu platformla muhalif bir çizgide çalışacaklarını söylüyorlar. Herhangi bir iktidar, doğruluğuna inandıkları bu talepleri hayata geçirmek için çalışırsa, onu destekleyeceklerini de ekliyorlar.
Korsan Parti’nin temel olarak içinde yaşadığımız kapitalist sisteme doğrudan karşı çıkan bir tavrı, bütünlüklü bir dünya görüşü iddiası yok. Kimi yerde, bilginin, düşüncenin ve fikrin üzerinde özel mülkiyetin esaretine karşı çıkıyor. Bu noktadan bakınca, Marksist bir bakış açısının izlerini görebiliyoruz bildirgelerinde. Kimi yerde de, tam da söylemlerinin en radikal, içinde yaşadığımız tekelci kapitalist sistemle en uzlaşmaz noktasında, patent sisteminin toptan ortadan kaldırılmasını talep ettikleri, tekellere bayrak açtıkları yerde, “serbest rekabet”e, “girişim özgürlüğü”ne ve “piyasa”ya sarılarak, liberal bir çizgiye yaklaşıyorlar. İsveç Korsan Partisi’nin birbirinden uzlaşmaz çelişkilerle ayrılmış iki sınıfın ideolojisinden de kök alan ilkeleri, işte bu özellikleriyle, günümüzde fikri mülkiyet hakları üzerinde yürüyen tartışmaların bir resmini de ortaya koyuyor aslında.
ADAM SMİTH’DEN GÜNÜMÜZE FİKRİN MÜLKİYETİNİN EKONOMİ POLİTİĞİ
Yukarıda, Korsan Parti’nin 2008’in Aralık ayında yazılmış, belli kısımları aktarılan bildirgesinde gördüğümüz çelişkinin bir farklı örneği, aslında, 1776 yılında yayınlanan Adam Smith’in “Ulusların Zenginliği” adlı eserinde başka şekilde karşımıza çıkmaktadır.
Smith’in eserinde, birbiriyle çelişen iki piyasa biçimiyle karşı karşıyayız. İlk piyasa biçimi, serbest rekabetin işlediği piyasa ve burada, ünlü “görünmez el” de çalışmakta. İkincisi ise, eksik rekabetin söz konusu olduğu “görünmez el”in işlemediği bir piyasa. Birinci tezde, insanların bireysel çıkarları için gösterdikleri çaba, niyetten bağımsız olarak toplumsal çıkarı da maksimize etmektedir. Bu pozitif dışsallığın ardındaki yegâne etken, rekabete dayalı piyasanın bireyleri doğru miktarda ve çeşitlilikte üretim yapmak için yönlendiren görünmez elidir.3 Adam Smith’in “görünmez eli” piyasanın, insan ihtiyaçlarını serbest rekabet ve fiyat mekanizması vasıtasıyla nasıl karşılayacağını anlatır. Piyasada, fiyatı, arz talep dengesi belirler. Eğer bir malın arzını aşan bir talep, yani kıtlık söz konusuysa, malın fiyatı artacak ve ortaya çıkan yüksek fiyat ve buna bağlı olan yüksek kâr oranı, piyasaya başka üreticilerin girmesine sebep olacak ve fiyatların, sonunda, üreticiler arasındaki fiyat rekabeti nedeniyle düşmesine sebep olacaktır. Ayrıca kıtlığı çekilen ürününün fiyat dışında farklı özellikleriyle de, tüketiciyi (daha kaliteli ürünler, reklam, itibar vs…) cezp etmesi gerekir. Yani teker teker üreticilerin ve tüketicilerin yalnızca kendi çıkarlarını gözettikleri bu modelde, sonunda, toplum daha ucuza daha kaliteli ürünler tüketecek, kıtlık ortadan kalkacaktır. Tabii, bu durum, üreticiler için ölçeğe göre azalan getiri demektir. Serbest rekabette fiyatlar düşeceği için üreticinin kâr oranının düşeceği kabul edilse de4, toplumsal refah muhakkak artacaktır.
Ulusların Zenginliği’nin “görünmez el” kadar gündeme gelmeyen ve “görünmez el”le ters düşen bölümü, kitabın daha ilk sayfalarında yer almaktadır. Burada, Smith, toplu iğne fabrikası örneğinden yola çıkarak, iş bölümü ve uzmanlaşmanın iş gücü verimliliğini arttıran yönü üzerinde durmaktadır. Adam Smith, eserinde, verimlilik artışını şu sebeplere dayandırmaktadır5:
“…İşbölümü6 sonucunda, aynı sayıda insanın iş miktarında sağlayabildikleri bu büyük artış7 üç ayrı nedenden kaynaklanmaktadır; birinci olarak, her bir işçinin becerisinin artması; ikinci olarak, bir işten diğerine geçerken genellikle yitirilen zamanın tasarrufu ve son olarak da, işi kolaylaştırıp kısaltan ve tek kişiye birçok kişinin yerini tutma olanağını sağlayan çok sayıda makinenin bulunması.”
Aslında “işbölümü ve uzmanlaşma”, Adam Smith’in yaşadığı çağda, başlı başına yeni bir “teknoloji”dir. Çünkü büyüme ve gelişme iktisadında teknoloji kavramının özel bir anlamı vardır: teknoloji, üretim sürecinde, girdilerin çıktılara dönüşme yöntemidir8. Ayrıca “işbölümü” aynı zamanda büyük bir yaratıcı fikirdir de9. Üretim sürecinde Smith’in belirttiği gibi üç yönden verimliliği arttırıcı etki taşımaktadır. Günümüzde üretim sürecinde emeğin verimliliğini arttıran yöntemler için ‘yenilikler’ bulma konusunda fikir üretmesi için, kapitalistler ayrı departmanlar çalıştırmaktadır. Bu da, bugün, başka bir AR-GE faaliyet alanıdır.
Adam Smith’in ikinci tezinde, toplu iğne üretimi, artık bir fabrika tarafından yürütülmektedir. Fabrika’yı kuran kapitalist10, birkaç sebeple ölçeğe göre artan getiri bekleyebilmektedir artık. Öncelikle piyasada toplu iğne konusunda bir kıtlık söz konusuysa, bunun önemli bir bölümünü piyasanın “doğal fiyatının” üzerinde bir fiyata satıp, piyasada fiyat belirleyebilme olanağından faydalanabilecektir. Ayrıca kapitalist, üretimin ölçeğini büyüttüğü için, ölçeğe göre düşük parça başı maliyet avantajından da faydalanacaktır. Yani artık üretilen her bir toplu iğnenin maliyeti göreceli olarak düşecektir. Toplu iğne fabrikasının sahibi, piyasada diğer üreticiler karşısında fiyat üzerinde etkili olabilmek için başka üstünlüklere de sahiptir. Artık üretim biçimi başka bir patikaya girdiğinden, piyasaya girmek isteyen yeni bir üretici, rekabet edebilmek için ciddi bir yatırım yapmak zorundadır. Rekabet için tüketicilere kendini tanıtmak, reklam yapmak, daha kaliteli toplu iğne üretmek, üretimi daha verimli kılacak yenilikler bulmak ya da yeni makineler icat etmekle yükümlüdür. Bu da, ciddi bir sermaye birikimini gerekli kılmaktadır. Yani toplu iğneyi kendi atölyesinde gün boyu çalışarak üreten bir ustanın, toplu iğne fabrikası kurması ve rekabet etmesi, neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Çünkü artık piyasaya giriş de, kısmen, monopol durumundaki kapitalistin denetimine girmiştir. Bu noktada, piyasanın genişliği, bir başka ifadeyle talep, kapitalistin kârını ve tekelleşme eğilimini belirleyecektir. Piyasada talep ne kadar fazlaysa, tekelleşme ya da “işbölümü” eğilimi o kadar hızlı ve güçlü olacaktır.
Ulusların Zenginliği’nin sayfalarında gizli olan bu çelişki, yani “görünmez el”le “işbölümü” arasındaki ya da ölçeğe göre azalan getiri ile artan getiri arasındaki çelişki, serbest rekabet söz konusu olduğunda, gelir dağılımının toplum açısından daha eşitlikçi olabilmesini sağlarken, tekelleşme söz konusu olduğunda, zenginin daha fazla zengin olduğu bir süreç yaratmaktadır.
Adam Smith’in eserinde dikkat çektiğimiz karşıtlık, sonrasındaki iki yüz küsur yıl iktisatçıları uğraştıran temel ayrım noktalarını açık eden bir yön de taşır. Piyasanın her hangi bir müdahale olmaksızın iyi işleyeceğini savunan iyimser liberallerle piyasa sisteminin çeşitli ufak düzenlemelerle iyi işleyeceğini savunan kötümser liberaller arasında ya da piyasanın içsel dinamikleriyle birçok sorun barındırdığını ve devlet müdahalesinin bir zorunluluk olduğunu savunan Keynesçilere kadar, iktisatçıların uğraştıkları temel sorunlardan biri budur. Piyasa, kendi başına kendini sürdürebilir olmasını engelleyen başka aksaklıkları da içinde barındırmaktadır, bunla,r Adam Smith’den yıllar sonra, birçok bilim insanı tarafından modellenmiştir. Piyasa başarısızlıkları arasında, asimetrik bilgi problemi ve bilgi edinmenin maliyeti sorunu, doğal tekeller, gelir dağılımı adaletsizliği, ortak mülkiyet konusu olan mallar (kamu malları) ve dışsallıklar sayılabilir. Ve artık ne kadar iyimser olursa olsun, bir iktisatçı, içinden geçmekte olduğumuz krizi de göz önüne aldığımızda, piyasanın kendini tedavi edebilen, sürdüren bir mekanizma olduğu konusunda eskisi kadar ısrarcı olamamaktadır. Bir başka ifadeyle iyimser kamp oldukça daralmıştır, piyasaya güven sarsılmıştır11. Yani “görünmez el” bir düş, tekelleşme ise gerçek olmuştur.
TOPLU İĞNE FABRİKASINDAN YARATICI FİKİRLER İKTİSADINA
Yukarıda, Adam Smith’in toplu iğne fabrikası örneğinde “işbölümü”nün ve “uzmanlaşma”nın üretim sürecinde içselleştirilmesini, yeni bir teknoloji ve ‘yaratıcı bir fikir’ olarak nitelendirmiştik. Burada, üretimin ölçeğinin, pazarın büyüklüğünün ve özellikle teknolojinin sermaye birikimini arttıran ve piyasada eksik rekabetin önünü doğal olarak açan yönünün altını çizmiştik.
Ekonomik büyüme, kapitalist üretim sürecinde, sermaye birikiminden başka bir şey değildir. Bunu sağlayan dinamikler de, büyüme teorilerinin konusuna girer. Söz konusu bir ülke ya da ülkeler arasında mukayese olduğunda, “kimi ülkeler neden zengin12, kimileri neden yoksul” sorusunun cevabı da, bu büyüme teorilerinde saklıdır. Oysa Adam Smith’den neredeyse 20. yy’ın son çeyreğine kadar ortaya atılan iktisadi büyüme teorileri, oluşturdukları modellerde, ölçeğe göre sabit getiri varsayımı altında çalışmışlardır. Bunlar, sermaye tabanlı modellerdir ve daha çok fiziksel ve beşeri sermaye birikiminin modellenmesi üzerine yoğunlaşmışlardır13. Bu neo-klasik modellerde, teknoloji, dışsal bir değişkendir. Ekonomik büyüme, uzun vadede teknolojik gelişme olmadığı takdirde gerçekleşemese de, teknolojik gelişmeyle ekonomik ilişkiler arasında analitik bir ilişki kurulamamıştır. Yani neo-klasik büyüme modelinde, teknoloji, kapitalistin kafasına gökten düşen bir elma gibidir.
1980’lerin ortalarından başlayarak, teknolojik gelişmeyi iktisadi büyüme modellerinin içsel bir parçası haline getirmek için çeşitli çalışmalar yayınlanmıştır. Paul Romer’in bu alanda yayınladığı makaleler (1986, 1990, 1994) ise, içsel büyüme teorileri için temel kabul edilir. Ve aslında Romer’in de çıkış noktalarından biri, “Adam Smith’in çelişkisi”dir14. Romer’in yaptığı katkı, içinde yaşadığımız toplumsal düzende hemen her şeyin alınıp satılabilir bir mal, bir meta haline geldiği süreçte, “yaratıcı fikirlerin nasıl bir mal olduğu” sorusuyla başlayıp, ekonomik büyümenin motoru olan teknolojik yeniliklerin piyasayı nasıl etkilediğini göstermesinde yatar. Bu sayede geleneksel birkaç varsayımı yeniden tartışmaya açar. Ayrıca teknolojik gelişme için yaratıcı fikirleri belirleyen değişkenleri modeller. Yani bu alanda düşünmek isteyen kişilere faydalı araçlar sağlar.
Romer’e göre, yaratıcı fikirler, doğaları gereği, rekabetçi olmayan (non-rival) mallardır. Bir malın rekabetçi olup olmamasını belirleyen, o malın bir kişi tarafından kullanımının bir başkasının kullanımını engelleyip engellememesidir. Örneğin; eğer siz pazartesi sabahı saat 9.00-10.00 arası dişçi randevusundaysanız, bu durum, bir başkasının o saatlerde diş hekiminizin hizmetinden yararlanamayacağı anlamına gelir. O halde, dişçilik hizmeti, rekabetçi bir maldır. Oysa yaratıcı fikirler böyle değildir. Henry Ford’un, otomobil üretiminde verimliliği büyük ölçüde arttıran “bant sistemi” fikrini kullanması, bir başka otomobil üreticisinin bu fikirle aynı sürede daha fazla otomobil üretmesini engellemez. Bu nedenle, yaratıcı fikirler, bir kez üretildiklerinde, her hangi bir aşınmaya uğramadan defalarca kullanılabilir. Çünkü rekabetçi olmayan malların, rekabetçi mallardan farklı olarak, bir kez üretilmesi yeterlidir. Artık sonsuza kadar, sonsuz sayıda kullanılabilirler. Üretilmesi için gereken sabit maliyetin ötesinde sıfır marjinal maliyet15 taşımaktadırlar. Yaratıcı fikrin bu özelliği, aynı Adam Smith’in toplu iğne fabrikasında olduğu gibi, onun, aynı zamanda, ölçeğe göre artan getiri sağlamasının da kaynağıdır. Ölçeğe göre artan getiri, aksak rekabetin, bir diğer deyişle, piyasa başarısızlığının ya da tekelleşmenin nedenidir. Çünkü verimliliği arttıran teknoloji, daha önce açıkladığımız gibi, fikrin sahibi, firmaya, piyasada önemli birçok avantajlar sağlar.
Kapitalist, kendisine pazarda önemli güç sağlayan bir yeniliğe, yaratıcı fikre sahipse, bunu, diğer kapitalistlerle paylaşmak istemeyecektir. Bu noktada bu yeniliğin “dışlanabilirlik” (exclusive) derecesi belirleyici olur. Bir malın dışlanılabilirlik derecesi, üreticisinin kullanıcıya yükleyebileceği fiyattır. Dışlanabilirlik özelliği taşıyan mallar, üreticilerine, ürettikleri faydaları, fiyat yoluyla elde etmeleri olanağını sağlar. İktisat dilinde, rekabetçi olmayan malların dışlanılabilirlik özelliği taşımayanlarına, kamusal mallar denir: Ulusal savunma, sokak aydınlatması vb…
Dışlanabilirlik özelliği olmayan mallar, üreticilerinin elde edemediği faydalar sağladığından, piyasa mekanizması tarafından yeterli oranda üretilmezler. Genellikle devlet eliyle kamusal yatırımlar vasıtasıyla sağlanırlar. Örneğin özel olarak pazarda satılmaya yönelik bir buluşu hedeflemeyen, ama yarattığı pozitif dışsallıkla başka buluşları tetikleyebilen temel bilimsel araştırma faaliyetleri de, çoğunlukla devlet sübvansiyonuyla finanse edilir. Ya da insanlara temel becerileri (okuma, yazma, temel matematik gibi) kazandıran ve yine pozitif dışsallık yayan ilköğretim de, büyük oranda, devlet eliyle sürdürülmektedir. Romer’in, bilgiyi, hem özel hem de kamusal mal olarak sınıflandırması, yaratıcı fikirlerin birer kamusal mal olarak kabul edildiği önceki büyüme modellerine göre, içinde yaşadığımız sistemin dinamiklerine daha uygundur. Çünkü elinde icat tutan kapitalistler, bu yaratıcı fikirlerinin dışlanabilirlik derecesini arttırarak, bu şekilde kişisel çıkar elde etme şansını saklı tutmak isteyebilirler ki, tekel durumuna gelmek istemesi ‘doğal’ karşılanacak kapitalist açısından, bu, temel bir amaçtır.
Yaratıcı fikirler, rekabetçi olmadıkları için, dışlanılabilirlik derecelerini belirleyen de, üreticilerinin bu fikirlerini gizleme uğraşı16 ve patent sistemi, telif hakları gibi fikri mülkiyet hakları düzenlemeleridir. Fikri mülkiyet haklarının savunusu, fikirlerin birer mal olarak(!) dışlanılabilirlik derecelerini arttırabilmek anlamına gelmektedir. Bu nedenle, yeni buluşlar ya da yöntemler, çoğunlukla belirli bir sabit maliyetle ve sıfır marjinal maliyetle tekrar tekrar kullanılabilen rekabetçi olmayan mallar olsalar da, oldukça pahalıya satılmaktadırlar. Örneğin AIDS ilaçlarının hasta başına yıllık maliyeti 10-12 bin doları bulmaktadır. Ancak aynı ilaçların Hindistan ya da Tayland kaynaklı ithal eşdeğerlerinin fiyatı, yıllık olarak, hasta başına 3 ila 500 dolara düşmektedir17. ‘Gerçek’ ilaçlarından %2-5 daha ucuz olan bu ilaçlar, Afrika’da binlerce hayat kurtarmaktadır. Aynı şey, yazılım ve kültür ürünleri için de geçerlidir. İnternetten ücretsiz bir biçimde paylaşılabilen bu ürünler, pazarda yüzlerce dolara alıcı beklemektedir.
“FİKRİ MÜLKİYET HAKLARI”NIN GEREKÇELERİ
Günümüzde, yaratıcı fikirlerin yayılmasının sağladığı pozitif dışsallıkların bilimsel, teknolojik ve kültürel ilerlemeyi sağladığı ve ekonomik gelişmenin temelini oluşturduğu, kabul edilen bir gerçektir. Buluşların ve yaratıcı faaliyetlerin, sahiplerine, patent ve telif gibi fikri mülkiyet düzenlemeleri vasıtasıyla tekel imtiyazı sağlanması, piyasayı kontrol etme gücü vermesi, ciddi bir toplumsal refah kaybına neden olmaktadır, bu, monopollerin varlığının bilinen, normal bir sonucudur.
Buna rağmen, fikri mülkiyet haklarının geliştirilmesinin teknolojik ve kültürel yaratıcılığın gelişiminin itici gücü olduğu yönünde yaygın propaganda söz konusudur. Bu yaklaşım, bireylerin yaratıcı faaliyetler sürdürmesinin temel nedeninin maddi kazanç beklentisi olduğunu varsayımından hareket etmektedir18. Bir diğer ifadeyle, fikri mülkiyet hakları, bir buluş için, o ‘sihirli’ son dokunuşu yapan kişilerin ödüllendirilmesi anlamına gelir. Oysa yaratıcı fikirlerin temel girdileri, başka yaratıcı fikirlerdir. Patent ve telif sistemi, bir dönem önceki yaratıcı fikirleri fiyatlandırdığından, yeni bir buluş gerçekleştirmenin de daha pahalı hale gelmesini sağlamaktadır. ABD’nin eski ünlü başkanlarından Thomas Jefferson bile, patent sistemine karşı çıkarken, “fikirlerin aynı hava gibi birilerine ait olamayacağını” söylüyordu19. Jefferson gibi, yaptığı hiçbir buluşun patentini alma girişimi bile olmayan ‘iyimser’ bir liberalin patent tartışmalarında söylediği bu söz, tabii ki, tesadüf değildi. 18. ve 19. yy’ın ilk yarısında kurumsallaşmaya başlayan fikri mülkiyet hakları düzenlemeleri, o dönemin birçok serbest piyasa yanlısı düşünür tarafından da eleştirilmişti20. Bu eleştirilerin çıkış noktası, yine piyasadaki tekelleşme eğilimiydi.
Diğer yandan, ilk patent yasaları, uluslar arasındaki teknoloji rekabetini21 pek de etkilemiyordu. Hemen hiç bir ülke bir başka ülkenin fikri mülkiyet düzenlemelerini tanımıyordu. Örneğin ABD, 1790’daki telif yasasında, başka ülkelerin telif haklarını korumayı reddediyordu22. Ayrıca 19. yy’da kurumsallaşan23 fikri mülkiyet hakları üzerine yasal düzenlemeleri, günümüzdeki patent sistemiyle karşılaştırdığımızda, birçok kusurları vardı. Örneğin birçok ülkede patent sisteminde, açıklama yükümlülükleri yoktu; patent başvurusu yapmanın ve işlemleri sürdürmenin maliyeti yüksekti ve patent sahibi yeterince korunmuyordu24. Ayrıca yine birçok ülke, ithal buluşların ülke içinde patentlenmesine izin veriyordu. Sanayi devriminin üretimin ölçeğini arttıran buluşlarının ülkeden ülkeye transferi, çoğunlukla, yeni teknolojilere hakim kalifiye işçilerin ülkeden ülkeye transferiyle sağlanıyordu. Teknolojik gücü elinde tutan ülkeler, bu avantajlarını korumak için, kimi yerde teknolojik yeniliği içeren makinelerin ülke dışına çıkışını engelliyor25, kimi yerde kalifiye işçilerin yurtdışına çıkışlarını zorlaştıran düzenlemeler oluşturuyor, kimi yerde ise, patent haklarının 19. yy’daki gevşek korumasından faydalanmaya çalışıyorlardı. Yani bugünün gelişmiş ülkeleri, ithal teknolojileri kopyalayıp kullanma konusunda oldukça istekliydiler ve o günlerde, “fikrin mülkiyeti”nin korunması konusunda pek de ‘ilkeli’ davranmıyorlardı.
Bu gerçeklere rağmen, bugünün teknoloji yoksunu ülkeleri üzerinde fikri mülkiyet hakları üzerine yapılan tartışmalar, 1980’lerden başlayarak, uluslararası ticaret üzerine tartışmaların temel noktalarından birini oluşturmuştur. Özellikle Dünya Ticaret Örgütü’nün kuruluş anlaşmalarından biri olan TRIPS26 Anlaşması’yla birlikte, erken kapitalistleşmiş, teknoloji üreten ülkelerin, azgelişmiş ülkeler üzerinde fikri mülkiyet haklarının geliştirilmesi yönünde baskıları yoğunlaşmıştır. Dünyada bugüne kadar alınmış patentlerin %97’sini elinde bulunduran bu ülkeler, patentlerin %3’ünü elinde bulunduran azgelişmiş ülkeleri, patent sistemlerini kendilerininkiyle uyumlu hale getirmeye zorlamışlardır. TRIPS Anlaşması 1995 yılında imzalandığında, merkez ülkeler, fikri mülkiyete konu olabilen bilgisayar yazılımı, mikro elektronik, kimyasallar, ilaçlar, eğlence endüstrisi ve biyoteknoloji gibi alanlarda azgelişmiş ülkelerin zaten çok önündeydiler.
Uluslararası fikri mülkiyet düzenlemeleri ve denetim mekanizmaları öncesinde, merkez ülkelerin büyük şirketleri, azgelişmiş ülkelerdeki yetersiz koruma düzeyi nedeniyle büyük ekonomik ve ticari kayıplara uğradıklarını iddia etmekteydiler. Onlara göre, yetersiz koruma düzeyleri, teknoloji yoğun ürün ihraç ederek elde edecekleri kârların önünde bir engel oluşturuyordu. Yaratıcı taklitçilik ve korsan etkinliklerine yerel düzeyde gösterilen tolerans, tekelleri, azgelişmiş ülkelerden gelecek lisans ve telif gelirlerinden de yoksun bırakıyordu. Dünya Bankası’nın verilerine göre, TRIPS Anlaşması sonrasında, gelişmiş ülkeler, azgelişmiş ülkelerden, patentlerin zorunlu lisans ödemeleri vasıtasıyla, yıllık olarak, ortalama 45 milyar dolar27 kazanıyor.
Ayrıca söz konusu ‘korsan’ faaliyetler, sermayenin, daha ucuz iş gücüne ve el değmemiş doğal kaynaklara ulaşma hedefine rağmen, teknoloji üreten büyük şirketlerin azgelişmiş ülkelerde yatırım yapmalarını engelleyen bir faktör olarak sürekli dile getiriliyordu. Zaten fikri mülkiyet haklarının geliştirilmesi bir kalkınma reçetesi olarak azgelişmiş ülkelere pazarlanırken kullanılan temel argümanı da, bu büyük ölçekli uluslararası şirketlerin gerçekleştireceği doğrudan sermaye yatırımlarının, azgelişmiş ülkelerde, hem sermaye birikimini arttıracağı hem de teknoloji transferi sağlayacağı iddiası oluşturuyordu. Oysa günümüzde fikri mülkiyet ihlalleri noktasında en çok sabıkası bulunan Çin, Rusya, Hindistan28 gibi ülkelerin, hali hazırda ellerindeki ucuz ve nitelikli emek gücü ve doğal kaynakları sayesinde, en çok doğrudan yabancı sermaye yatırımını çektikleri bir gerçek olarak karşımızda duruyor.
Buna rağmen, fikri mülkiyet hakları konusunda ciddi yaptırım mekanizmaları ABD öncülüğünde sürdürülmeye devam ediyor ve merkez ülkeler, ellerindeki askeri-politik gücü kullanarak, azgelişmiş ülkeleri, bu konu için sürekli bir baskı altında tutuyor. Mahfi Eğilmez, 1993 yılında, ABD’de Washington Büyükelçiliği Ekonomi ve Ticaret Başmüşaviri olarak çalıştığı dönemde, fikri mülkiyet ihlalleri üzerine bir toplantıda yaşadığı tecrübeyi şöyle aktarıyor29:
“…Büyükelçimiz Nüzhet Kandemir konuyu savunmakla beni görevlendirdi, ben de ABD’li avukatlarımızla birlikte görüşmenin yapılacağı yere gittim. Mahkeme salonu gibi bir yerdi. Çeşitli bakanlıkların temsilcileri ellerinde dosyalarla uzun bir masanın bir tarafında oturuyorlardı. Masanın ortasında, başkan konumunda ABD Ticaret Temsilciliği’nin (USTR) yetkilisi vardı. Masanın önündeki salonda izleyicilere ayrılmış koltuklar vardı. Oldukça kalabalıktı içerisi. Türkiye ile birlikte başka ülke temsilcileri de savunmaya davet edilmişlerdi. Sırayla masaya oturup soruları cevaplıyordu temsilciler. Benden önce Tayvan, Rusya ve Polonya temsilcileri soruları yanıtladılar. Bakanlık temsilcilerinden birisi Michael Jackson’ın Rusya’da basılmış korsan kasetlerini gösterip bunlarla ilgili olarak ne gibi önlemler aldıklarını sordu. Sıra Tayvan’a geldiğinde Hollywood filmlerinin Tayvan’da çoğaltılmış korsan kasetleri dizi dizi çıktı ortaya. Daha da kötüsü Polonya temsilcisinin başına gelendi. ‘Jurassic Park’ filmi sinemalarda oynamış ve yapımcısı video kasedini uzun süre piyasaya çıkarmayacağını açıklamıştı. Oysa Polonya’da Jurassic Park filminin 60 bin adet korsan video kasedi piyasaya sürülmüştü. Bunun için ceza uygulanıp uygulanmadığını sordular. Sıra bana geldiğinde içimden ‘İnşallah Türkiye’den korsan kaset ya da kitap örnekleri çıkarmazlar’ diye geçirerek oturdum masaya.”
İlk bakışta bile, 1990’larla birlikte fikri mülkiyet haklarının küresel ölçekte kurumsallaştırılması için gerçekleştirilen yoğun baskıların; temelde, başta ABD olmak üzere, diğer erken kapitalistleşmiş ülkelerin lehine, az gelişmiş ülkelerin aleyhine bir süreç yarattığı açıkken, sanayi devriminden günümüze bilimsel-teknolojik ilerlemeyi patent ve telif hakları sisteminde gerçekleştirilen düzenlemelere bağlayan yaygın, yerleşik bakış açısının; bugünün geri kalmış, geç kapitalistleşmiş ülkelerine teknoloji yoğun sektörlerde üretim yaparak, katma değeri yüksek ürünler üreterek kalkınabilmeleri için temel sanayi politikası olarak fikri mülkiyet haklarını geliştirmeleri gerektiğini öğütlemesi ‘doğal’ karşılanabilir.
Ancak gerçekte teknoloji ve yaratıcı fikirler, aynı suyun akış yönü gibi, hep çok olduğu yerden az olduğu yere doğru ilerleme eğilimi göstermiştir. Bu yayılma etkisi de, sanayi devriminin ve yeni buluşların itici gücü olmuştur. 18 ve 19. yy’daki fikri mülkiyet düzenlemelerine bakarak, bugünün teknoloji üreten ülkelerinin bu fikri mülkiyet hakları üzerinde yasal düzenlemeler sayesinde bu aşamayı kat ettiklerini söylemek de, bu nedenle pek mümkün değildir. Daha ziyade bu ülkeler, kendi teknolojik güçlerini; teknoloji yoğun sektörler için çeşitli korumacı politikalar ve bu alana devlet eliyle uyguladıkları sübvansiyonlarla, diğer ülkelerde üretilen teknolojileri de, ‘fikri mülkiyet hakları’ ihlalleriyle elde etmeye çalışarak geliştirmişlerdir30.
Öte yandan, fikri mülkiyet haklarının gelişmesi ile teknolojik-bilimsel ilerleme arasında pozitif bir ilişki kuran diğer bir diğer tez de, günümüzde Ar-Ge çalışmalarının maliyetinin çok yüksek olmasını gerekçe göstermektedir. Bir kâşifin çok yüksek olan bir defalık maliyetlere katlanarak yeni bir yaratıcı fikir üretmesini teşvik edecek tek şey, marjinal maliyetten daha yüksek fiyat belirleyebilme ve kâr elde edebilme beklentisidir31 cümlesiyle özetleyebileceğimiz fikri mülkiyet haklarının gerekliliğini açıklamaya çalışan bu argüman da, birkaç farklı noktadan eleştirilebilir.
Araştırma-geliştirme faaliyeti gerçekten de oldukça pahalı bir alandır. Diğer yandan, Ar-Ge faaliyeti, sonu baştan kestirilemez bir uğraştır. Yani yıllarca yüksek maliyetlere katlanarak sürdürülen bir araştırmanın, sonunda, bu maliyeti karşılayacak bir fayda sağlayacağını kestirmek neredeyse imkânsızdır. Ar-Ge çalışmalarının bu niteliği, tümüyle özel sektör tarafından finanse edilebilmesinin önüne geçer. Diğer yandansa, sermayedarlar, bu alandan tamamen çekilip, denetimsiz bırakmak da istememektedirler. Bu ise, sermayeler arası ileri teknoloji rekabetinin sonucudur. Bu mücadelede, en yeni teknolojiye sahip kapitalist, rakiplerinin sermayesini değersizleştirerek, piyasanın kontrolünü elinde tutmak istemektedir. Bu nedenle, sermayenin araştırma-geliştirme ünitelerine olan yaklaşımı, maliyetlerin büyük bölümünü sosyalize ederek, sonuca mutlak olarak hakim olmaktır. Bunun yolu da, büyük bölümü itibariyle kamusal finansman içindeki araştırma-geliştirme kurumlarını başat sermaye kesimlerine bağımlı kılmaktır. Başka bir ifadeyle, başat sermayenin temel hedefi, araştırma-geliştirme ünitelerini üniversitelere bağlı tutup, oralarda proje-destekli faaliyetler gerçekleştirerek, finansmanın tümüne katılmadan sonuca ulaşmaktır32. Zaten günümüzde araştırma-geliştirme faaliyetleri, önemli ölçüde kâr amacı gütmeyen organizasyonlar tarafından sürdürülüyor. ABD’de bile, 2000 yılında gerçekleştirilen ilaç araştırmalarının sadece %43’ü ilaç endüstrisi33 tarafından finanse ediliyor. Geriye kalan kaynağın %29’u ABD devleti, %28’i de hayır kurumları ve üniversiteler tarafından fonlanıyor34. Bu durum, Türkiye’de de benzer bir özellik taşımaktadır. TÜİK’in verilerine göre, 2007 yılında Türkiye’de yapılan tüm Ar-Ge harcamalarının % 48.2’si yükseköğretim, % 41.3’ü ticari kesim ve % 10.6’sı kamu kesimi tarafından gerçekleştirilmiştir. Ar-Ge harcamaları, finanse eden kesimler itibarıyla incelendiğinde ise; harcamaların % 48.4’ü ticari kesim, % 47.1’i kamu kesimi, % 4’ü diğer yurtiçi kaynaklar ve % 0.5’i ise yurtdışı kaynaklar tarafından karşılanmıştır35. Yani rakamların bize gösterdiği şudur ki; günümüzde keşifler, büyük oranda keşiflerinin “bir defalık büyük maliyetine marjinal maliyetin üzerinde fiyat beklentisiyle” katlananlar tarafından değil, hala büyük oranda kamu kaynaklarının kullanılması yoluyla sürdürülüyor.
Ar-Ge faaliyetlerin finansmanı konusunun ötesinde, kapitalist kâr mantığı, bu çalışmaların yönünü de saptırıyor, Ar-Ge faaliyetinin verimliliğini de düşürüyor. İngiltere merkezli yardım kuruluşu Oxfam’ın “Patent Injustice: How World Trade Rules Threaten the Health of Poore People” raporuna göre: “Bugün dünya çapındaki hastalıkların yüzde 90’ıyla ilişkili AR-GE çalışmaları, toplam AR-GE çalışmalarının sadece yüzde 10’u”36. Bunun nedeniyse basit, hastalıkların büyük ölçüde kaynağını oluşturan geri kalmış ülkelerin iyi ilaç pazarları olmaması. Çünkü Obezite ya da yüksek kolestrol ilaçlarını merkez kapitalist ülkelere pazarlamak, çok daha büyük kârlar getiriyor.
Kapitalistlerin kârlarını arttırma ve tekel olma güdüsünün yaratıcı fikirleri, keşifleri engelleyen başka yönleri de var. Daha 20. yy’ın başında, V. İ. Lenin; kapitalistlerin, tekel olmanın büyülü gücüyle keşiflerin yaratacağı toplumsal fayda arasından hangisini seçtiğini şöyle aktarıyordu:
“…Tekel fiyatları, geçici olarak bile olsa, uygulamaya sokulduğu ölçüde, teknik ve dolayısıyla da diğer bütün ilerlemelerin, gelişmelerin itici gücü bir dereceye kadar yok olur ve o ölçüde, teknik ilerlemeyi yapay olarak engelleme yolunda ekonomik olanaklar doğar. Bir örnek verelim: Amerika’da Owens adında biri, şişe üretiminde devrim yaratan bir makine icat etmiştir. Alman şişe fabrikatörleri karteli, Owens’in patentini satın alır ve uygulamaya konulmasını engellemek üzere rafa kaldırır.”37
Günümüzde de, patentlerin ve tekelleşmenin bilimsel, teknolojik ilerlemeyi baltalayan yönü üzerine örnekler de bulmak mümkün. Özellikle son yirmi yılda insanlığın büyük ilerleme kaydettiği alanlardan biri olan genetik ve biyoteknoloji alanında da patent tartışmalarının etkisi giderek artıyor. 2005 yılında sonuçları açıklanan bir araştırmaya göre, insan genlerinin yaklaşık beşte biri ABD’de patentlenmiş durumda. Bu patentlerin yaklaşık beşte üçü özel firmalara, kalanı ise üniversitelere ve onların kurduğu çeşitli AR-GE firmalarına ait38. Bu durumun biyoteknoloji alanında yürütülen insan sağlığı için büyük önem taşıyan bilimsel çalışmaları nasıl etkilediğini Evrensel Gazetesi’ndeki yazısında Günseli Bayram şöyle aktarıyor:
“…Örneğin meme kanserine sebep olan BRCA genindeki bozuklukların tanı testinin patenti, ABD’li bir firma tarafından alınmış. Firma bu alanda tek. Ancak sonradan anlaşılıyor ki, bu testte bazı eksiklikler var. Ancak testin patenti bu firmada olduğu için dışarıdan bir müdahale yapılması oldukça zor görünüyor. Ayrıca başka araştırma laboratuarlarında bu konunun yaygın olarak çalışılmasının önüne geçildiği için bilimde istenen ilerlemenin sağlanamayacağı da ortada. Testin tamamlanması için firmanın adım atmasını beklemek gerekiyor.”
Patent ve telif düzenlemelerinin, pazar içinde kapitaliste sağladığı yaratıcı fikirleri sahiplenme, gizleme ve bunlardan kâr elde etmenin ötesinde ne gibi bir faydası olduğu, karşıt tezlerin öne sürülebileceği ciddi bir tartışma konusu. Ancak örnekler gösteriyor ki:
Fikri mülkiyet haklarının geliştirilmesi, bugün teknoloji üreten konumda olan ülkelerin bu gelişimlerinde temel bir etken değildir. Aksine onlar, fikri mülkiyet düzenlemelerini çiğneyerek, rakiplerinin teknolojilerini elde etmenin hep bir yolunu bulmuşlardır. Bugünün gelişmiş ülkelerinde devlet koruması ve desteği, bilimsel teknik ilerlemede atılım yapmalarında, teknoloji yoğun sektörde lider konumda firmaları barındırmalarında daha büyük rol oynamıştır39.
Bugün fikri mülkiyet haklarının kurumsallaştırılması, kâşiflerin yeni fikirler üretmesini tetikleyen ekonomik motivasyonu sağlayarak bilimsel-teknolojik gelişmeyi arttıran bir faktör olarak görülemez. Günümüzde yenilikleri ve icatları sürükleyen, 200 yıl önce olduğu gibi, kendi atölyelerinde buluşlar yapan mucitler değildir. Günümüzde yaratıcı fikirler, büyük ekonomik kaynaklara sahip çeşitli organizasyonlar içinde görev alan ve insanoğlunun birikimini sentezleyerek kullanan yaratıcı insanların kolektif emeğiyle üretiliyor. Bu araştırmacıların önemli kısmı, özel sektörde değil, kamu kesiminde ya da üniversitelerde istihdam ediliyor40. Yeniliklerden ve buluşlardan yalnızca kâr beklentisine sahip olanlar ise, rakipleri karşısında amansız, ölümcül rekabet sürdüren firmalar. Bu nedenle, doğası gereği kâr elde etme amacıyla var olan şirketlerin motivasyonlarıyla, özel ya da kamusal organizasyonlarda çoğunlukla maaşla çalışan araştırmacıların motivasyonlarının aynı olduğu düşüncesi oldukça zorlama bir tezdir.
Fikri mülkiyet rejimi, temel girdisi başka yaratıcı fikirler olan yeniliklerin maliyetini, önceki fikir, düşünce, bilgileri fiyatlandırarak yükseltiyor. Oysa bilgi, tarihsel bir olgu olarak, tarih içinde insanoğluna ait eylemlerin bir bütünü, bu nedenle de, aslında, önceki ve gelecekteki kuşaklara ait. Patent ve teliflerle insanlığın bilgi birikimi kimi şirketlerin eline geçtiğinde, bu durum, yeni bilgi üretilmesini engelleyen, yönünü saptıran bir işlev görüyor. Bilgi üzerinde tekeller yaratıyor ve ancak bilgi birikimi, bu tekellerin ‘canı istediğinde’ insanlığın hizmetine sunulabiliyor. İçinde yaşadığımız kapitalist üretim ilişkilerinin doğal bir sonucu olan tekeller; insanlığın yaratıcı eylemini, insanlardan yaratıcı bilgiyi gizleyerek engelliyor.
KORSAN PARTİ, LİBERALLER VE TEKELLER; SONUÇ YERİNE
İçinde yaşadığımız çağda, internet, insanlığın tüm bilgi hazinesinin her haneye ulaşabilmesini sağlayabilecek bir teknoloji. Sadece internet erişimine sahip bir bilgisayarla tüm bu bilgi birikimine ulaşma şansına artık sahibiz. Ve de her ne kadar büyük film şirketleri, filmlerin; dev plak firmaları, şarkıların; yayın evleri, kitapların; yazılım tekeli, bilgisayar yazılımlarının paylaşmasını istemese de, insanlar bunların hepsini paylaşma eğiliminde. Dünyada, sadece bilginin özgürce paylaşılabilmesini talep etmek için kurulmuş partiler bile var, hem de azımsanmayacak sayıda taraftara sahipler.
İnsanların tekellere ‘ait’ gizli, patentlenmiş ya da telif ‘koruması’ altına alınmış bilgiye ulaşma özgürlüğü yok, ama tekellerin mahremiyetini fikri mülkiyet haklarıyla koruyan hükümetlerin insanların e-postalarını onlardan izinsiz gözetlemeye yetkisi var!
Bilgiye ulaşmak ve kullanabilmek noktasında sıradan vatandaşlarla kâr amacı güden organizasyonlar arasındaki bu orantısızlık, içinde yaşadığımız tekelci kapitalist sistemin bir ürünü. Daha bundan 250 yıl önce, bağrında, sonunda tekellere yol açacak dinamikleri barındıran sistem, bireylere özgürlük, topluma refah vaat ediyordu, bugün insanlara değil tekellere özgürlük, toplumun çoğunluğuna da yoksulluk veriyor. Korsan Parti’nin haklı taleplerine karşın kafa karışıklığının nedeni, kapitalizmin şafağında bile bir hayal olan işte bu vaatlerde saklı. Ve tabii kimi liberal söylemlerin günümüzde prim yapmasının da nedeni bu.
Karl Marx insanlığın toplumsal gelişimini belirleyen dinamikleri incelerken, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi devrimlerin temel sebebi olarak göstermişti. Ona göre; üretici güçlerin gelişimi üretim ilişkilerinin ötesine geçtiğinde, toplumun üretici güçlerinin ulaşmış olduğu gelişme düzeyine ve karakterine denk düşen yeni üretim ilişkileri, er ya da geç, eski üretim ilişkilerinin yerine geçecekti. İçinde yaşadığımız çağda da insanların bilgiye ulaşmasını ve onu kullanmasını kolaylaştıran teknolojiler, üretici güçlerin gelişimini tarihte görülmemiş ölçüde arttıracak olanaklar sağlarken, mevcut üretim ilişkileri ve fikri mülkiyet hakları bunu engelleyen ve saptıran bir işlev görüyor. Ve bu da yine “Marx haklı mı?” sorusunu akla getiriyor.