Cilalı “Yeni Dünya Düzeni” Devri

Türkiye Mart ayını, yerel seçimler etrafında yoğun bir iç politika gündemi ile geride bıraktı. Nisan ayının ilk haftasında ise, bir yandan 29 Mart yerel seçimlerinin sonuçları tartışılırken, diğer yandan G -20 Zirvesi, NATO toplantısı ve ABD’nin yeni Başkanı Barak Hüseyin Obama’nın Türkiye ziyareti nedeni ile dış politika ağırlıklı tartışmalar, değerlendirmeler gündeme damgasını vurdu.
Türkiye’nin çeşitli alanlardan önde gelen burjuva ideologları, yerel seçimlerin sonuçlarının ardından çıkan tabloyu, hükümet partisi AKP ve karşısındaki rakip sistem partileri açısından değerlendirip, sonuçlar çıkarmaya çalışırken, daha tam bir mutabakata varamadan, G -20 zirvesi, NATO’nun 60. yıl toplantıları ve ABD Başkanı Obama’nın Türkiye ziyareti çerçevesinde “yeniden kurulan Dünya ve Türkiye’nin konumu” tartışmalarına daldılar. Öyle görünüyor ki, önümüzdeki günlerde ekonomiden iç ve dış politikaya kadar geniş bir yelpazede yaşanan bu tartışmalar, olayların gelişmesine göre farklı öncelikler kazanarak devam edecek.
Biz de, bu yazı kapsamında, elden geldikçe bu tartışmaların temel iddialarını, geçmişle bağları içinde ele alıp irdelemeye çalışacağız.

***
Dünya ve Türkiye halkları, “Yeni Dünya Düzeni” iddialarına 80’li yılların sonu ve 90’lı yılların başında tanık olmaya başladı. O yıllarda, başta G – 7 (ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Kanada ve Japonya) ve ardından Rusya’nın katılımıyla G – 8 ülkeleri olarak adlandırılan ülkelerin devlet ve hükümet temsilcilerinin bir araya geldiği toplantılarda, dünya kamuoyunun karşısına geçip “barış, kardeşlik, eşitlik ve ortak çıkarlara dayalı uluslararası ittifak temelinde yeni bir dünya düzeninin kurulmaya başladığı” mesajlarını vermek neredeyse bir moda haline gelmişti.
Kurulmaya başlandığı iddia ve ilan olunan “Yeni Dünya Düzeni”, esas olarak Sovyetler Birliği (SB)’nin yıkılışı ve eski Sovyet cumhuriyetlerinin, uluslararası kapitalist-emperyalist sisteme tam entegrasyonuna dayandırılıyordu. 90’lı yılların ilk çeyreğinden o güne kadar dünya halklarının yaşadığı bütün yıkımlar; yoksulluk, eşitsizlikler, adaletsizlikler, sömürü ve baskılar, savaşlar, ne varsa her şey, kapitalizm karşısında alternatif sistem olan sosyalizmin dünyanın yaklaşık üçte birine hükmetmesine bağlanıyordu. Kapitalist-emperyalist sistem ve sosyalizm (ve halk demokrasisi ile yönetilen ülkeler) arasında bölünmüş olan dünya, “soğuk savaşın ve iki kutupluluğun egemen olduğu dünya” olarak adlandırılıyor, SB’nin çöküşüyle de bu dönemin ilişkilerinin şekillendirdiği dünyanın sonuna gelindiği söyleniyordu. Hatta hızını alamayan kimi burjuva ideologlar, bu tarihsel dönemi daha da gerilere götürüyor, Avrupa’da bir “hayalet”in (komünizm hayaleti) dolaşmaya başladığı bin 800’lü yıllara kadar gidiyorlardı.
Kurulmaya başlandığı iddia ve ilan olunun “Yeni Dünya Düzeni”, “kapitalist sistemin, insanlığın bugüne kadar kurabildiği tek ileri ve gerçekçi sistem olduğu, sosyalizmin yenilgisi ile birlikte tarihin sonuna gelindiği, ‘soğuk savaş’ın sona ermesi ile tek kutuplu bir dünyanın hakim olacağı, insanlık açısından ‘yeni bir altın çağ’ın başladığı, bu çağın globalleşme ve küreselleşme çağı olduğu, kapitalizm ve onun egemen sınıfı olan burjuvazinin artık dünyayı refaha ve barışa götüreceği vb.” bir dizi süslü, etkili ve umut vadeden ideolojik-politik propagandayı esas alıyordu.
Sosyalizmin, kapitalist-emperyalist sistem karşısında almış olduğu geçici yenilgi ve SB’nin çöküşü, o günün koşullarında, “Yeni Dünya Düzeni” adı altında sürdürülen ideolojik-politik propagandaya somut bir dayanak oluşturuyordu. Bu propaganda karşısında durmaya çalışan, itiraz eden, sosyalizmin başta işçi sınıfı olmak üzere insanlığa kazandırdığı büyük değerleri hatırlatan herkes, “geçmişte kalmış ve geçmişi özleyen dinozorlar” olarak mahkum edilmek isteniyordu.
Bu rüzgarı arkasına alan uluslararası sermaye ve işbirlikçileri, G-8 ülkeleri de dahil olmak üzere, bütün dünyada işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen halkların elde ettiği birçok ekonomik, sosyal, demokratik, siyasal hakları tırpanlamaya başladı. Sosyalizmin yenilgisi ile zincirlerinden boşanmış emperyalist güçler, SB ve halk demokrasisi ülkelerin çöküşüyle birlikte ortaya çıkan yeni pazarlar başta olmak üzere, dünyanın birçok bölgesinde yeniden paylaşım ve yeni bir sermaye birikimi yolunda hızla ilerlemeye başladılar.
İçine girilen bu dönemin ardından günümüze kadar gelen yaklaşık çeyrek asırlık dönemin, işçi sınıfı ve ezilen halklar başta olmak üzere, bütün insanlığa nasıl bir kayıp, yıkım ve acılara mal olduğunu sıralamaya kalksak sayfalar ve ciltler dolusu bir suçlar dosyasıyla yüz yüze kalacağımızı söylemek bir abartı olmayacaktır. Ancak yazımızın amacının bu olmadığını ve böyle bir döküm açısından oldukça dar kalacağını belirtip, geride bıraktığımız yaklaşık çeyrek asırlık dönemin ana iddialarının özetini hatırlatmakla yetineceğiz.
Bugün karşı karşıya olduğumuz tablo, artık bu iddiaların çöktüğünü, iddia sahiplerinin bile kabul ettiği bir tablodur. Ama şimdi onlar, geride bıraktığımız bu dönemi hatırlamak istemezcesine, yeniden dünya halklarının karşısına çıkıp, “asıl Yeni Dünya Düzeni’nin şimdi kurulmaya başladığını” ilan ve iddia etmektedirler. Bugüne kadar yaşananların ise bir geçiş süreci olarak görülmesi gerektiğini söylemektedirler. Bir dönemin geride kalmasının öyle hemen olup bitecek bir şey olmadığını, “soğuk savaş dönemi ve iki kutuplu dünyanın” damgasını vurduğu ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal ilişkilerin öyle bir çırpıda yok olup, yerlerini yenilerinin almasının zaten zor olduğunun görüldüğünü söyleyip, dünyanın esas olarak şimdi “Yeni Dünya Düzeni”nin kurulduğu bir “yeni” sürece girdiğini propaganda etmektedirler.
Elbette bunun yeni bir sahtekarlık olduğunu, başta işçi sınıfını olmak üzere bütün dünya halklarını aldatmak için yeni bir oyun olduğunu söyleyip, işi kestirmeden bitirebiliriz. Ancak olup bitenlere baktığımızda, işçi sınıfı ve bütün dünya halklarını tehdit eden yeni bir saldırıyla karşı karşıya olduğumuz gerçeğini daha yakından görmek anlamlı olacaktır. Çünkü o zaman göreceğiz ki, dün sadece pembe hayaller ve umut dolu vaatlerle dünya halklarının ömründen çeyrek asırlık bir dönemi çalanlar, şimdilerde, bir yandan aynı süslü sözleri söyleyerek, ama düne göre daha gerçekçi görünmeye çalışarak, geleceğimize ipotek koymaya ve hırsızlıklarına yeni yıllar eklemeye karar vermiş durumdalar.

ULUSLARARASI EKONOMİK KRİZİN YARATTIĞI YAKINLAŞMA
ABD’de başlayan ve 2007-2008 yılına damgasını vuran uluslararası ekonomik kriz karşısında alınacak tedbirler konusunda, başta ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa olmak üzere, kapitalist-emperyalist sistemin önde gelen ülkeleri birçok kez bir araya geldiler ve ortak bir çözüm planı üzerinde tartıştılar. Ancak 2009 yılının Nisan ayının ilk haftasında toplanan G-20 zirvesine kadar yapılan hemen hemen bütün uluslararası toplantılardan bir türlü istenilen uzlaşma yakalanamadı. Bırakın krize karşı ortak bir müdahale programını, bir araya gelinen her uluslararası platform, ayrışmaların, çelişkilerin ve çatışmaların öne çıktığı tartışmalara sahne oluyor ve dağılıyordu. Geriye, “herkes başının çaresine baksın, kendini kurtarmanın yolunu arasın”dan başka bir seçenek kalmıyordu.
Diğer taraftan ise, başta ABD olmak üzere, adı geçen ülkeler ve Avrupa Birliği (AB)’nin önde gelen diğer ülkeleri, krizin etkisini durdurmak üzere bir dizi müdahale paketleriyle çöküşü engellemeye çalışıyordu. Yüzlerce milyar dolar ve avroluk çözüm-müdahale paketleri kâr etmiyor; uluslararası emperyalist sistemin bel kemiği kabul edilen finans kuruluşları, bankalar, sigorta ve yatırım şirketleri birbiri ardına iflas ediyordu. Sistemin çöküş sürecine müdahale konusunda atılabilen tek adım ise, yıllardır kapitalist sistemin her derde deva olarak öne sürdüğü “serbest piyasa-pazar ekonomisi”nin bildik bütün kurallarını tersyüz eden “devletleştirme”, hazine ve merkez bankaları aracılığıyla şirketlere el koymak oluyordu.
Ancak bütün bu hamleler-müdahaleler, hem yaşanan uluslararası ekonomik krizin önüne geçemiyor, hem de son çeyrek asırlık dönem boyunca uluslararası kapitalist sistemin kutsal ilan ettiği “Yeni Dünya Düzeni”nin neo liberal ekonomik alt yapısını, ona ait bütün tezleri tuzla buz ediyordu. Artık uluslararası krizin aldığı boyut öyle bir noktaya gelmişti ki, 80’li yılların ortalarından itibaren neo liberalizmin olmazsa olmaz politikası olarak kabul edilen özelleştirme politikalarıyla uluslararası tekellere yapılan sermaye transferinin onlarca katı bir devletleştirme, birkaç ay gibi kısa bir süre içerisinde gerçekleşmişti. Yeter ki, yaşanan krizin önü alınabilsin ve sistemin çöküşü durdurabilsin, onlar; uluslararası kapitalist sistemin patronları, serbest piyasa-pazar ekonomisi, “bırakınız yapsınlar-bırakınız geçsinler” liberalizmi konusunda atıp tuttukları her şeyi yalayıp yutmaya hazırdılar ve buna da yapmaya başlamışlardı. Fakat kötü gidişat bir türlü engellenemiyordu.
Bu tablo karşısında, 2007-2008 yılı ve hatta 2009’un ilk aylarında sağlanamayan uluslararası ekonomik krize karşı ortak müdahale-program ve uzlaşma arayışları konusunda ilk somut adım G-20 zirvesinde atılabildi. Kriz karşısında o güne kadar yaşanan sarsılma, dağılma ve “uzaklaşma”nın yerini, yakınlaşma ve uzlaşma mesajları aldı.
G -20 zirvesini değerlendiren liderlerden İngiltere Başbakanı Gordon Brown, düzenlediği basın toplantısında “Yeni bir dünya düzeninin doğmakta olduğunu” söyledi ve “Yeni bir uluslararası işbirliği dönemine giriyoruz” dedi. Zirve yapılana kadar kriz karşısında uluslararası düzeyde oluşturulacak yeni ekonomik canlandırma paketlerine karşı çıkan Fransa ve Almanya’nın liderleri bile, durumdan memnun olduklarını açıkladılar. Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy, zirvenin sonuçlarından duyduğu memnuniyeti, “Sonuçlar umduğumuzdan çok daha iyi” sözleriyle ifade ederken, Almanya Başbakanı Angela Merkel, “Tarihi bir uzlaşmaya varıldı” diyerek düşüncelerini özetliyordu. ABD’nin çiçeği burnunda Başkanı Barack Obama ise, G-20 toplantısının ardından yaptığı açıklamada, zirvede varılan anlaşmanın, “Global ekonomik toparlanma yolunda bir dönüm noktası olduğunu, ekonomik büyümeyi sağlamak ve krizin bir kere daha olmasını önlemek için atılan adımların emsalsiz olduğunu ve global ekonominin daralmakta olduğu bir dönemde yapılan bir günlük zirvenin verimli ve aynı zamanda tarihi olduğunu” vurguluyordu.
İngiltere’nin Başkenti Londra’da toplanan, dünya ekonomisinin yaklaşık % 90’ını oluşturan 20 ülkenin (bunların içerisinde Türkiye’de var) liderlerini bir araya getiren ve temel gündem maddesi “Yaşanan uluslararası kriz karşısında ne yapılacağı” sorusuna somut bir yanıt vermek olan G–20 zirvesinde varılan ve adına “tarihi uzlaşma” denilen uzlaşmanın temel olarak neleri içerdiğine yazımızın ilerleyen bölümünde değineceğiz. Ancak buna geçmeden önce, sözü edilen tarihi uzlaşmada ABD’nin ve onun yeni Başkanı Barack Obama’nın şahsında dile gelen ABD burjuvazisinin yeni politik yaklaşımının rolüne ana hatlarıyla değinmekte yarar var.

ABD’NİN “YENİLGİSİ” ÜZERİNE KURULAN BİR UZLAŞMA
İngiltere Başbakanı Gordon Brown, “Yeni Dünya Düzeni”nin yaklaşık çeyrek asır önce ilan edildiğinden haberi olmasa (!) gerek ki, zirveyi değerlendirirken, “yeni bir uluslararası işbirliği dönemine girildiği”nden ve bu işbirliği döneminde “yeni bir dünya düzeninin doğmakta olduğu”ndan, yeni bir şeymiş gibi bahsediyor. Biraz esprili bir biçimde böyle de söyleyebiliriz. Ancak, ABD’nin özellikle son on yıllık işgal ve savaş politikalarının bir numaralı ortağı olmuş bir emperyalist devletin başbakanının bundan haberdar olmadığı düşünülemez. Belli ki, İngiltere Başbakanı, hem eski “yeni dünya düzeni”ni ve onun içerisinde dünyayı kana bulayan bir numaralı ortağı ABD’nin rolünü, hem de Barack Obama’nın başkanlığı’ndaki ABD’nin yeniden ve yeniden ilan edilen “Yeni Dünya Düzeni”ni ve onun içindeki rolünü iyi biliyor.
2008’in sonları ve 2009’un başından bu yana, başta bir numaralı müttefiki olan İngiltere olmak üzere, AB üyesi ülkeler ve bütün dünya, ABD’nin dünyanın son 10 yılına damgasını vuran, 2. Bush dönemi olarak da adlandırılan ve “Uluslararası teröre karşı uluslararası mücadele” adı altında özetlenen politikalarının yarattığı tepkiyi ve bu tepkinin üzerine ABD burjuvazisinin Barack Obama ile birlikte yeni bir dönemi başlattığını konuşuyor ve tartışıyor.
Bütün bu tartışmalar ve çıkarılan sonuçlar, esas olarak ABD’nin son on yıllık politikalarının, emperyalist kapitalist sistem ve onun geleceği açısından kötü sonuçlar verdiğinin görüldüğü üzerinde yoğunlaşıyor. Daha seçim kampanyalarından başlayarak, Başkan seçilip görevi devralmasından bu yana geçen kısa süre içerisinde, Barack Obama, bütün açıklamaları ve politik mesajlarında, artık bu dönemin kapandığına dair vurgularını öne çıkardı ve çıkarmaya da devam ediyor. Obama’nın bu tutumu, ABD burjuvazisinin bir anlamda son on yıllık süreçte izlenen politikaların yenilgiyle sonuçlandığını kabul etmesinin bir göstergesi olarak yorumlanıyor.
Hatırlanacağı gibi, 11 Eylül saldırısının ardından, kendisine bütün dünyanın gözünde “haklı ve meşru bir gerekçe bulduğunu” düşünen ABD burjuvazisi ve George Bush yönetimi, “uluslararası teröre karşı uluslararası mücadele” iddiasıyla, “bizimle olmayan terörün yanındadır” diyerek, Irak’ın işgali ve İran ile Suriye’nin savaşla tehdit edilmesiyle zirveye çıkan bir işgal ve yayılma sürecini başlatmıştı. Bu süreçte ABD burjuvazisinin esas yaklaşımı, “kendi çıkarlarının merkezinde olduğu politikaların her ne pahasına olursa olsun hayata geçirilmesi ve bunun için her tür aracın kullanılması” olarak özetlenebilecek bir yaklaşım olmuştu.
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP) adı verilen ve asıl hedefi Ortadoğu’nun zengin petrol ve enerji kaynaklarının denetlenmesi ve el konulması olan politikaların yaşama geçirilmesi için yola çıkılmıştı. Başta bu projelerin kapsadığı ülkeler olmak üzere, bölgede kendi çıkarlarıyla uyuşmayan bütün ülkeleri, özellikle de Rusya’yı da içine alan bir açık tehdit ve savaş politikasıyla hareket ediyordu.
ABD burjuvazisi ve Bush yönetiminin bu yaklaşımının yön verdiği baskı, savaş ve işgal politikaları, sadece doğrudan hedef aldığı ülkelerde değil, genel olarak bütün dünya halklarında ve giderek artan oranda ABD halkı içerisinde de büyük bir tepki ve öfkeyle karşılanmıştı. Öyle ki, bütün dünyada ABD karşıtlığı sürekli artarak, yaygın ve kitlesel gösterilere neden oluyordu. Dahası ABD’nin bu politikaları, başta Almanya ve Fransa olmak üzere, 80’lerin sonunda “Yeni Dünya Düzeni”ni birlikte ilan ettiği diğer emperyalist devletler tarafından da tepkiyle karşılanıyor ve onaylanmıyordu. Bush dönemi boyunca ABD burjuvazisi, bu tepkileri yatıştırmaktan çok, daha da artıran tutumlar izliyordu. Özellikle Irak’ın işgali konusunda hem Birleşmiş Milletler (BM) hem de AB’nin bırakın onayını almayı, onları açıkça tanımayan bir tutum sergiliyordu. BM’nin artık işlevini yitirdiğini, AB’nin bölündüğünü ve AB diye bir birliğin kalmadığını (O günlerde Türkiye’ye yönelik, AB üyeliği için uğraşmanın anlamsız olduğunu, AB’yi dağıttığını ve ortak bir geleceğinin kalmadığını ilan etmeye kadar varan açıklamalar hatırlanacaktır), NATO’nun ne isterse onu yapması gerektiğini söylüyordu.
ABD’nin yeni Başkanı Barack Obama ise, daha seçim kampanyalarından başlayarak, ABD’nin bu politikalarının tıkandığını, kendisinin iktidara gelmesi ile birlikte bu döneme son vereceğini öne çıkaran bir yaklaşım sergiliyordu. Barış, uzlaşma, kardeşlik, ortak çıkarlar etrafında bir politikanın ABD’nin gerçek politikası olduğunu ve kendisinin bu politikaları uygulamak üzere Başkanlığa aday olduğunu söylüyor, hem ABD halkına hem de bütün dünyaya bu çerçevede mesajlar veriyordu. Obama’nın şahsında dile gelen ABD burjuvazisinin bu politik yaklaşımı, başta diğer emperyalist devletler olmak üzere, hemen bütün dünya devletleri tarafından açık veya gizli olarak Obama’nın desteklenmesini beraberinde getirirken, onun seçilmesiyle ABD’de ve bütün dünyada yeni bir dönemin başlayacak olmasının da işareti olarak değerlendiriliyordu. Öyle bir noktaya varmıştı ki, bütün dinler ve halkların Obama’nın şahsında kendisiyle bir benzerlik kurması adeta bir moda haline gelmişti. Bu etki ve yarattığı beklentiler, Obama’nın seçilmesiyle birlikte daha da somutluk kazandı.
Elbette Obama’nın seçilmesi ile birlikte ABD burjuvazisi, emperyalist çıkarlarından, hedeflerinden vazgeçmiş ve onları bir tarafa itmiş değil. Ancak görünen o ki, yukarıda bir cümle ile özetlediğimiz Bush yönetimi döneminde ABD burjuvazisinin politik yaklaşımının yerini, Obama döneminde, “kendi çıkarlarının ve politikalarının herkesin çıkarına olduğunu söyle, göster ve bu politikaları herkesin sahiplenmesi gerektiğini, onun için de birlikte yaşama geçirilmesi için herkesin çalışması gerektiğini, herkesin de bu sürece kattığı kadarıyla payına düşeceğini alacağını ortaya koyarak ilerle” yaklaşımı almış durumda.
Gerek G – 20 zirvesinde, gerek NATO’nun kuruluşunun 60. yılı vesilesi ile düzenlenen toplantılarda, başta ABD Başkanı Obama olmak üzere, İngiltere, Almanya ve Fransa’nın liderlerinin “tarihi kararlar ve tarihi uzlaşma” diye adlandırdıkları ve yeniden “Yeni Dünya Düzeni”nin kurulmaya başladığını ilan ettikleri buluşma noktasının merkezinde, şimdilik, bu yaklaşımın hepsi tarafından kabul edilmiş olması gerçeği yatıyor demek yanlış olmayacaktır. Ancak bu, uzlaşmanın, uluslararası emperyalist sistemin bütün güç merkezleri tarafından kabul edildiği anlamına gelmiyor. Uzlaşma, esas olarak, Batılı emperyalistler arasında varılan bir uzlaşmadır. G – 20 içerisinde en eski ittifak olan G – 7 ülkelerinin bir uzlaşmasıdır. Bu açıdan bakıldığında da, “eski” “Yeni dünya düzeni”nin ilan edildiği 80’li yılların sonunda verilen uzlaşma fotoğrafı kadar da kapsayıcı değildir. Esas olarak Çin ve Rusya bunun dışında kalmış durumdadır. Batılı emperyalistler arasındaki bu yeni uzlaşma, esas olarak da, Rusya’nın karşısında bir uzlaşma olarak görülmektedir.
ABD burjuvazisinin özellikle Ortadoğu, Kafkaslar ve Asya’daki yakın ve uzak emperyalist çıkarlarından vazgeçmediği ve geçemeyeceği, hedeflerinin hâlâ diri olduğu düşünüldüğünde, içine girildiği söylenen yeni dönemin ne kadar süreceği de ayrıca tartışılır bir durumdur. ABD burjuvazisi açısından bu yeni dönemin, özellikle son on yıllık dönemin ardından bir soluklanma, yeniden güç toplama ve tekrar gündeme geleceği kuvvetle muhtemel olan bir yeni saldırganlığın zemininin oluşturulacağı bir dönem olacağını söylemek de bir kehanet olmayacaktır.

G – 20 ZİRVESİNİN GÖSTERDİKLERİ
Sonuncusu Londra’da toplanan ve bir sonrakinin ise önümüzdeki sonbaharda Japonya’da toplanacağı açıklanan G – 20 zirvesinin ardından yeniden ilan edilen “yeni” “Yeni Dünya Düzeni”nin zirve öncesindeki dayanaklarını, ABD burjuvazisinin bu yeni tutumuyla birlikte düşünmek gerekir. Bu G-20 zirvesinde, 2007-2008’e damgasını vuran ve bu yıllar içerisinde ortak hareket zemini bulamadan dağılan uluslararası toplantılardan farklı bir sonucun çıkmış olmasında da bunun etkisinin yattığını belirtmeliyiz. Zirvenin sonuçları üzerinden ortaya çıkan tablo ise, varılan uzlaşmanın ekonomik altyapısı, içeriği açısından önemli ipuçları vermektedir.

1 – IMF, DB, DTÖ’nün etkinliği artırılacak: Zirvede alınan kararların dikkat çeken birinci yönü, birkaç yıllık bir aradan sonra, IMF, Dünya Bankası (DB) ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)’nün, uluslararası emperyalist sistem açısından oynadıkları rolün yenilenmesi ve artırılması olmuştur. Zirveye katılan ülkeler, bu konuda yeniden bir mutabakat açıklamışlardır. Buna göre, IMF’nin bütçesi 750 milyar dolar, DB tarafından denetlenen bölgesel kalkınma bankalarının bütçesi 100 milyar dolar, Dünya Ticaret Örgütü’nün bütçesi ise 250 milyar dolar artırılacak. Toplamda 1,1 trilyon dolarlık bu paketin, ekonomiyi küresel düzeyde canlandırmayı hedeflediği ve 2010 yılının sonuna kadar bu miktarın 5 trilyon dolara çıkmasının hedeflendiği de, açıklanan kararlar arasında yer alıyor. Ayrıca, hükümetlerin ekonominin canlandırılması için bugüne kadar piyasaları desteklemek üzere açıkladıkları paketlerin daha büyüklerine ihtiyaç olduğu ve bu konuda herkesin üzerine düşeni yapması gerektiği de, alınan kararlar arasında yer alıyor.
Sözü edilen 1,1 trilyon dolarlık kaynağın nereden bulunacağı konusunda ise iki somut dayanak gösteriliyor; bunlardan birincisi, zirveye katılan ülkelerin yapacağı katkılar, ikincisi ise, IMF’in piyasalardan gerçekleştireceği borçlanmalar. İşte tam da bu noktada, varılan uzlaşmanın, merkezinde uluslararası kapitalist-emperyalist sistemin bulunduğu ekonomik krizin faturasının, genelde bağımlı, sömürge ve yeni sömürge ülkelere, özelde ise işçi sınıfına ve yoksul emekçi halklara yıkılacağı açıkça ifade edilmiş oluyor. Başta IMF olmak üzere, adı geçen kuruluşların önderliğinde bugüne kadar hiçbir bağımlı ülkenin ekonomisinin düzlüğe çıkmadığı, aksine daha büyük yıkımlara yol açıldığı gerçeği, bırakalım bizleri, bu kurumlarda başkanlık ve üst düzey yöneticilik yapmış ve emekli olmuş, hatta bugün de aktif görevde olan uzmanlar tarafından bile itiraf edilen bir gerçek durumdadır.
IMF’nin rolünün bazı yönleri ile yeniden tanımlanıp artırıldığı zirvede dikkat çeken kararlardan birisi de, ülkelerin kriz karşısında aldıkları bütün tedbirlerin ve zirvenin kararlarının uygulanmasının denetiminin IMF tarafından yapılacak olmasıdır. Burada amaç, sadece sömürge ve yeni sömürge ülkelerin değil, Çin ve Rusya gibi ülkelerin ekonomik politikalarının da IMF tarafından izlenip, denetlenmesi konusunda zorlayıcı olunmasıdır.

2 – Korumacılığa hayır, kalkınmacılığa evet: Zirvenin önemli mesajları ve kararlarının diğerlerini de bu başlık altında toparlayabiliriz. Yaşanan kriz karşısında tek tek ülkelerin merkez bankalarının geleneksel olmayan önlemleri de alabilecekleri konusunda fikir birliğine varılmış durumda. Bu kapsamda uluslararası ekonominin canlandırılması ve kalkınma için, finans kuruluşlarının, bankaların, yatırım ve sigorta şirketlerinin denetlenmesi ve gereken müdahalelerin yapılması da yer alıyor. Atılacak her tür adımın ve yapılacak müdahalelerin ise, IMF ve DB tarafından değerlendirilip, rapor edilip, denetleneceği vurgulanıyor.
Burada esas olarak dikkat çeken, ekonominin uluslararası denetiminin IMF, DB ve DTÖ tarafından merkezden ve eskisinden daha sıkı yapılacağının ortaya konmasıdır. Yaşanan ekonomik kriz karşısında kalkınma amaçlı bu yaklaşımın zorunlu olduğu ortaya konmaktadır. Bugüne kadar “mutlak” ilan edilen serbest piyasa-pazar ekonomisinin çöküşünün bütünüyle olmasa da kısman kabulünü içeren bu tutum, Batılı emperyalistlerin denetiminde bir “devlet kapitalizmi”nin işaretlerini vermektedir. Dünya ekonomisinin yaklaşık % 90’ını oluşturan ülkelerin ekonomileri, esas olarak Batılı emperyalist devletler tarafından, IMF, DB ve DTÖ tarafından denetlenecektir. Eğer inanırsak veya inanırsanız, her zamanki gibi bunun nedeni ve amacı da bütün herkesin içinde olduğu ve giderek daha fazla su almaya ve batma tehlikesi artamaya başlayan küresel ekonomi gemisinin kurtarılması; yoksul ülkelerden başlayarak “yeni bir kalkınma süreci”nin sağlanmasıdır.
Ancak bu yaklaşım kati suretle korumacılığı kapsamayacaktır. Zirvenin sonuç bildirisinde, bu, özel olarak vurgulanmaktadır. Sonuç bildirisinde, “yatırım ve ticaretin önüne yeni engeller çıkarılmasına izin verilmeyeceği”, “korumacılık yönünde adımlar atıldığı gözlendiği takdirde, Dünya Ticaret Örgütü’nün ve diğer uluslararası organizasyonların bu durumu incelemesi çağrısında bulunulacağı”nın altı çizilmektedir.
Sonuç bildirisinde yer alan bu yaklaşım da, 1,1 trilyonluk kaynak konusunda olduğu gibi, yaşanan uluslararası ekonomik krizin faturasının kimlere çıkarılacağını göstermesi açısından çarpıcıdır. Dahası böylece, bugüne kadar mutlak ve kutsal ilan edilen ve her derde deva olarak dünya halklarının önüne sürülen “serbest piyasa-Pazar ekonomisi”nin yeni çerçevesi de çizilmiş oluyor. Batılı emperyalist devletlerin ve uluslararası tekellerin işine geldiği kadar müdahale ve denetim, yine onların işine geldiği gibi bir “serbest piyasa-pazar ekonomisi” tarif ediliyor.
Zirvenin sonuçlarının hemen ardından aldığı vazifeye uygun olarak ilk çalışmasını yapan IMF, Nisan ayının sonuna doğru, G – 20 üyesi ülkelerin 2009 ve 2010 yılına ilişkin büyüme, işsizlik ve enflasyon rakamlarını açıklayarak, karanlık gidişata “ışık” tutmaya başladı! Açıkladığı rakamlar bu açıdan oldukça çarpıcı. “ABD ekonomisi bu yıl % 2.8 daralacak, 2010’da büyüme olmayacak. İşsizlik oranı ise, bu yıl % 8.9, 2010 yılında ise % 10.1 olacak. Almanya ekonomisi bu yıl % 5.6 daralacak, işsizlik oranı ise 2009’da % 9, 2010’da % 10.8 olacak. İngiltere ekonomisi bu yıl % 4.1 daralacak, işsizlik oranı 2009’da % 7.4, 2010 yılında ise % 9.2 olacak. Rusya ekonomisi bu yıl % 6, Türkiye ekonomisi ise % 5.1 daralacak. Çin ve Hindistan’da ise büyüme oranları yavaşlayacak. (Ayrıntılar IMF’in resmi sitesinden öğrenilebilir).” Bu oranların iyi niyetli tahminlere dayandığını ayrıca belirtmek gerekiyor.
Yazımızın buraya kadarki bölümünde genel hatlarıyla ele almaya çalıştığımız yönleriyle bile bakıldığında, eski “Yeni Dünya Düzeni”nin çöküşü üzerine kurulan yeni “Yeni Dünya Düzeni”nin nasıl bir düzen olacağı konusunda somut ipuçlarını görmek mümkün. Ayrıca, sağlanan “tarihi uzlaşma”nın ne kadar süreceği konusunda da belirli kanaatler oluşturmak mümkün. Ancak asıl olan, pembe hayaller ve umutlar içeren süslü sözler sarf edilse de, en azından yakın gelecekte, hem emperyalist ülkelerin işçi sınıfları ve emekçileri açısından, hem de sömürge ve yeni sömürge ülkelerin işçi sınıfı ve yoksul halkları açısından karanlık bir “Yeni Dünya Düzeni” ile karşı karşıya olduğumuzdur. Yine de haklarını yemeyelim, çeyrek asır önce ilan ettiklerine oranla, bu kez daha gerçekçi ve açık sözlü olduklarını teslim edelim!
Uluslararası kapitalist sistemin patronlarının sloganı oldukça açık ve anlaşılır: “Eski ‘Yeni Dünya Düzeni’ çöktü, yaşasın yeni ‘Yeni Dünya Düzeni’”

ABD BAŞKANI OBAMA’NIN TÜRKİYE ZİYARETİ
Bir tarafta G -20 zirvesinde ve ardından NATO toplantısından çıkan sonuçlar (bu konuda ayrıntılı değerlendirmeler Ahmet Cengiz imzası ile dergimizin geçen sayısında ve bu sayısında yer almaktadır) ve varılan uzlaşma tartışılıp değerlendirirken, hemen ardından gelen günlerde Türkiye’nin gündemine damgasını vuran bir başka konu ise, ABD Başkanı Obama’nın Türkiye ziyaretinde ve TBMM’de yapmış olduğu konuşmada verdiği mesajlar oldu.
İlan edilen yeni “Yeni Dünya Düzeni” içerisinde Türkiye’nin konumu ve ABD-Türkiye ilişkilerinde girilen yeni dönem konusunun yine dergimizin geçen sayısında İ. Çaralan ve Y. Akdağ imzalı yazılarda ele alındığı biliniyor. Biz ise, bu yazımızda sadece Obama’nın Türkiye’ye yaptığı ziyarette söyledikleriyle bundan yaklaşık 10 yıl önce bir başka ABD Başkanı Bill Clinton’un Türkiye ziyareti sırasındaki açıklamaları ve TBMM’de yaptığı konuşma arasındaki olağanüstü benzerliğe dikkat çekerek yazımızı tamamlayacağız.
Bill Clinton’ın ABD Başkanı olarak Türkiye’ye geldiği dönemde sermaye medyasının köşe başlarını tutmuş kalemlerin büyük çoğunluğu. 10 yıl sonra Obama’nın ziyareti döneminde de durdukları yerde duruyorlardı. Hem yaptıkları pespaye ve magazin yorumlarıyla hem de “yüksek dış politika” analizleriyle o kadar birbirlerine benziyorlar ki, merak edenlere mutlaka küçük bir arşiv taraması yaparak durumu görmelerini öneririz. Nasıl durmuşlar, nasıl bakmışlar, vücut dilleriyle nasıl da büyük mesajlar vermişler, birisi depremzede bebeği kucağına alıp burnunu okşayarak, diğeri üniversiteli gençlerle arkadaş gibi konuşarak, nasıl bir örnek “dünya lideri” olduklarını göstermişler vb. vb. – olağan şaklabanlıkları mutlaka karşılaştırmalısınız.
Elbette, gerek Bill Clinton’un ziyareti döneminde gerekse Barack Obama’nın ziyareti sürecinde verilen mesajlar ve bu mesajlar üzerine yazılıp çizilenler, bu magazin hafiflikleriyle sınırlı ele alınıp geçiştirilemez. Her iki ABD başkanının ziyaretlerinde ve hatta kendisi gelip söylemese de, Türkiye’den giden devlet ve hükümet temsilcileri ve elçileri aracılığıyla George W. Bush döneminde söylenenler de, Türkiye’nin ve bölgenin geleceği açısından ciddi sonuçlar doğuran ve doğuracak olan politikaları ortaya koymaktadır. Ancak özellikle Clinton ve Obama’nın dile getirdiği ABD politikaları içerisinde Türkiye’ye biçilen rol, Türkiye’nin başta Ortadoğu olmak üzere, bulunduğu bölgede “aktif bir rol oynaması” ve “bölgenin lider ülkesi-bölgesel gücü olmayı hak etmesi”ne gelip düğümleniyor. Hatta her iki ABD başkanının mesajlarında da dikkatle ve özenle, bu rolün birileri tarafından verilmediği, aksine Türkiye’nin tarihsel bağları itibariyle ve bugünkü ekonomik ve siyasal gücü nedeni ile bunu yapması gerektiği öne çıkarılıyor.
Yine dikkatle ve özenle üzerinde durulan bir diğer yön, Obama Türkiye’ye gelene kadar “stratejik ittifak” olarak adlandırılan ABD-Türkiye ilişkilerinin genel çerçevesinin “model ortaklık” olarak yeniden tanımlanmasıyla ifade ediliyor. Her iki “demokrat başkan”ın da, Türkiye’ye biçilen rolü “patronun taşeronuna verdiği bir görev-sorumluluk” olarak adlandırılmamasına gösterdiği özel titizlik, elbette ki gözlerden kaçmıyor. Ancak kullanılan diplomatik üslup, hem Türkiye’nin devlet ve hükümet temsilcilerini, hem de sermaye medyasının kalem erbabını mest etmeye yetiyor.
Türkiye’yi yönetenler ve sözcüleri, ortaya konan diplomatik üsluptan da aldıkları destekle, “bölgede aktif bir dış politika izleme, bölgesel güç olma ve bölgenin lider devleti olma” isimleri altında özetlenen dış politikalarını, kendilerinin bir icadı, politikası veya stratejisi olarak kamuoyuna sunuyorlar. Başbakanlık Dış Politika Başdanışmanı (yerel seçimlerden sonra hükümette beklenen kabine değişikliği hazırlıklarında adı yeni dışişleri Bakanı olarak da geçiyor) Ahmet Davutoğlu’nun “Türkiye, dünyada esen güçlü rüzgarı arkasına alarak kendisine bir dış politika stratejisi çiziyor” şeklindeki sözleri, bunun en çarpıcı örneklerinden birisidir. Davutoğlu’nun örnek sözleri elbette bunlarla sınırlı değil.
Obama’nın Türkiye’yi ziyaretinden kısa bir süre önce ABD’ye giderek temaslarda bulunan Davutoğlu, “Türkiye ile ABD’nin önünde altın bir işbirliği dönemi olduğunu” belirterek, “coğrafi ve tarihi derinliğe sahip olan Türkiye’nin stratejik derinliğe de sahip olması gerektiğini” vurguluyor. Davutoğlu, buradan kalkarak, 2003 yılından beri Türkiye’nin dış politikasını beş ilke çerçevesinde şekillendirdiklerini söylüyor: “Güvenlik ve özgürlük arasında yeni bir dengenin kurulması, komşularla sıfır sorunlu ilişkilerin geliştirilmesi, proaktif diplomasi, küresel güçlerle uyumlu ilişkilerin geliştirilmesi ve uluslararası kurumlarda daha çok temsil edilmek.”
Bil Clinton’un ve Barack Obama’nın söylediklerinin yanına Ahmet Davutoğlu’nun söylediklerini de koyarak okuyacak olursak, iki sonuca varabiliriz. Birincisi; Türkiye’nin dış politikasının, yeniden ilan edilen ‘Yeni Dünya Düzeni’ içerisinde kendisine biçilen rolü eksiksiz oynama konusunda ABD ile açık bir uyum içerisinde olduğudur. Türkiye’nin geleceğini, bu rolü eksiksiz oynamadaki başarılarına bağlamaktadırlar. İkincisi ise; Türkiye’yi yönetenler ve Davutoğlu, en büyük meziyetlerini, daha büyük patron söylemeden, onun genel ve bölgesel çıkarlarını en ileriden görüp, kavrayarak ona uygun adımlar atmak ve böylelikle onun takdirini ve desteğini yeniden ve yeniden kazanmak.
Türkiye’yi yönetenler yakın ve uzak çıkarlarını böyle bir dış politikada görüyor olabilirler. Ancak yaklaşık çeyrek asırlık bir dönemi kapsayan eski “Yeni Dünya Düzeni” dönemi boyunca yaşayarak gördük ki, ne Türkiye’de ne de bölge ülkelerinde yaşayan halkların bundan bir çıkarı ya da kazancı yoktur. Tıpkı, yeni ilan edilen “Yeni Dünya Düzeni”nde olduğu gibi.

KUTU, KUTU, KUTU ….
CLİNTON’UN 10 YIL ÖNCE TBMM’DE YAPTIĞI KONUŞMADAN NOTLAR
“20. Yüzyılı anlamak için, Türkiye`nin tarihi, bir anahtardır.”
“Ancak ben inanıyorum ki, Türkiye’nin geleceği önümüzdeki bin yılın ilk yüzyılının şekillenmesinde de son derece önemli bir rol oynayacaktır.”
“Atatürk`ün yaptıklarının çoğunu Batılı güçlerden destek almadan, hatta onların muhalefeti karşısında, onlar Türkiye`yi parçalamaya çalışırken yaptığını hatırladıkça kendisinin büyüklüğünü bir kez daha anlıyor ve etkileniyorum.”
“Ancak bunlara rağmen Türkiye’yi içine kapamayıp dünyaya açtığını göz önüne alınca büyüklüğü daha da artıyor.”
“50 yılı aşkın süredir müttefikliğimiz zamana karşı kuvvetli durmuş, Kore’den Kosova’ya kadar bütün imtihanları geçmiştir.”
“Bütün Amerikalılar adına yarım yüzyıllık dostluk, güven ve saygıdan dolayı sizlere teşekkür ediyorum.”
“Beraber yaratmak istediğimiz gelecek, Türkiye’nin evindeki demokrasiyi derinleştirmesi ile başlıyor. Bu ilerlemeyi Türk insanından daha fazla kimse istemez.”
“İnsan hakları evrensel beyannamesi’nin söz verdiklerini yapabilmek için yapılacak çok şeyler var. Bu ilerleme, yeni yüzyıla girerken Türkiye’nin inancının ve başarısının en büyük göstergesi olacak.”
“Bu insanların hepsinin, Türkiye’nin güçlü, laik, geleneklerine saygılı, geçmişinden gurur duyan ama Avrupa’nın tam bir parçası olan bir ülke haline gelmesinden çıkarları var.”
“Amerika’nın, Avrupa’nın veya herhangi birinin sizin geleceğinize yön verme hakkı yoktur.”
“Türkiye’nin bu yüzyılda yarattıkları, insanların kendilerine daha güzel bir gelecek hazırlama yolunda yapabileceklerinin canlı bir örneğidir.”

OBAMA’NIN CLİNTON’DAN 10 YIL SONRA TBMM’DE YAPTIĞI KONUŞMADAN NOTLAR
“Bugün Meclis’te konuştuğum için onur duyuyorum. Ülkelerimiz arasındaki dostluğu ve müttefikliği derinleştirmeyi amaçlıyorum. Türkiye ABD’nin önemli bir müttefiki ve Avrupalı bir ülkedir.”
“Atatürk’ün mezarını ziyaret ettim. Kendisinin bıraktığı en büyük miras Türkiye Cumhuriyeti’dir. Tabii ki bu günlere kolay ulaşılmadı. Ama Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu ve hem ABD’nin hem de dünyanın saygınlığını kazandı. Bunu da Türkiye kendi gücüyle yaptı.”
“Türkiye’nin demokrasisi, sizin kendi başarınızdır. Bu, size hiçbir şekilde bir dış güç tarafından diretilmedi.”
“Türkiye, hem geçmişinin başarılarından güç aldı, hem de her nesil Türklerin çabalarıyla güçlendi, ileriye doğru yol aldı.”
“21. yüzyılda ABD Türkiye’nin AB üyeliğini şiddetle desteklemektedir. Türkiye önemli bir müttefik ve ortaktır. Türkiye Avrupa’ya sadece boğaz üzerindeki köprülerle bağlı değil. Koparılmaz bağlar var.”
“150 yıldır devam eden dostluğu ve müttefikliği sürdürmek için buradayım.”
“Kore’den Kosova’ya, Afganistan’a beraber çalıştık. Yine birlikte çalışarak güçlükleri çözmeliyiz. Geleceğe ve hedeflerimize birlikte ulaşmalıyız.”
“Türkiye’nin büyüklüğü her şeyin merkezinde olmasında yatıyor. Türkiye, bölündüğümüz değil, bir araya geldiğimiz bir yer.”
“Tabii ki Türkiye’nin de kendi sorumlulukları var. Sizler bu anlamda önemli reformlar gerçekleştirdiniz.”

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑