Hasankeyf Katledilmesin

İsmini nereden aldığı halen tartışılan ve Ortadoğu tarihçileri tarafından HISN KEYFA olarak bilinen HASANKEYF, eski tarih ve medeniyetlere beşiklik etmiştir. Hasankeyf, Mezopotamya bölgesinde, Dicle Nehri’nin doğu kıyısında, kuzeyde Raman dağı ve güneyde Midyat dağları arasında, şimdiki Batman ilinin ilçesi konumundadır. Hasankeyf’te görüldüğü söylenen eski Yunan, Roma ve Arap uygarlıklarına ait paraların bulunması göz önüne alındığında, Hasankeyf’in en azından eski Yunan döneminde kurulmuş olması gerekir. Hasankeyf’e, Milat’tan sonraki asırlarda, Bizanslılar, Sasaniler, Emeviler, Abbasiler, Hamdaniler, Artuklular, Eyyübiler ve Osmanlı hakim olmuştur. Yani Hasankeyf, bu bilgiler ışığında, yaklaşık olarak 12 bin yıllık bir tarihe sahiptir.

 

HASANKEYF’DE KURULMASI PLANLANAN BARAJIN ÖZELLİKLERİ

Ilı Su Barajı, GAP çerçevesinde inşası planlanan 22 barajdan birisidir. DSİ 1954 yılında projeyi hazırlamaya başlayıp, 1982’de tamamladı. Planlanan barajın temelden yüksekliği 138 metre, maksimum su kotu 526,82 metre, toplam gövde hacmi ise 11 milyar metre küp. Barajın üreteceği enerji miktarı 3.8 kw/saat. Bu verilerden yola çıkılarak yapılan değerlendirmelerde baraj %35 verimle çalışacak. Proje bu haliyle incelendiğinde, baraj, aynı kapasitedeki barajların yarısının da altında enerji üretecek. Bu baraj, tamamlanması durumunda, hidroelektrik santraller içinde en düşük verimli barajlardan biri olacak. En iyimser yaklaşımla ömrü 50 yıl sürecek ve %35 gibi düşük verimle çalışacak olan baraj, 1996 yılında yap-işlet-devret modeliyle ihaleye çıkarıldı. Ancak düşük verim, yüksek maliyet nedeniyle taliplisi çıkmadı. Proje uzun dönem ortada kaldı. Daha sonra dış kredi arayışına girildi. 20 Mart 1997 de, Bakanlar Kurulu projeyi uluslararası ihaleye açtı. Projeyi alan İsveçli konsorsiyum SULZER HRDO şirketi, ilk kredisini İsveç hükümetinden aldı. Yalnız İsveç hükümetinin uluslararası gözlem heyeti şartını Türkiye reddettiği için, aynı yıl, ihaleden kredisini çekti. Bunun ardından İngiliz şirketi de ihaleden çekildi. 2004 yılında hükümet yeni bir konsorsiyum oluşturdu. Bu konsorsiyumda Türkiye’den NUROL, ÇELİKLER, CENGİZ; Avusturya’dan ANRİTZ, Almanya’dan ZEBLİN, İsviçre’den ise ALSTOM şirketleri yer aldı. R. Tayyip Erdoğan, 2003 ve 2004’de verdiği sözleri unutarak, barajın temelini attı.

Proje, ÇED mevzuatına tabi değil. Ilısu projesinin başlangıcı 1993’den önce olduğu için ÇED mevzuatına tabi tutulmadı. Dolayısıyla çevreye ve insana vereceği zarar görmezden gelindi. Hükümetin baraj yapımı için tüm yolları denemesi yaklaşık 50 yıl sürdü ve bu da, en fazla Hasankeyflileri etkiledi. 50 yıldır Hasankeyf sakinleri yıkım korkusuyla yaşıyor. Adeta ölümü bekleyen insanlar gibi… Yoksul ve işsiz Hasankeyfli için, baraj, ellerinde son kalan evlerinin, birkaç dönüm tarlalarının yok olması anlamını taşıyor. Yaşlısından gencine, çocuğundan kadınına kadar herkes barajı istemediklerini dile getiriyor. Baraj, kimine göre tek başına aç kalma, kimine göre topraklarını kaybetme, kimine göre ise uzak şehirlere göç demek… Ve soruyorlar; hangi para bu toprakların karşılığı olabilir. Öyle ki, hükümetin yetkili organları, ilçeyi taşıma kararı alma sürecine, ne ilçe sakinleri ne de yerel yönetimi dahil etti. İlçe sakinleri ve mevcut belediye Hasankeyf’i korumak için son ana kadar mücadele edeceklerini söylüyor ve ekliyorlar; “bu sadece bizim davamız değil tüm insanlığın davasıdır.” Bu proje ile birlikte on binlerce insana göç yolu görünüyor. Barajla, Hasankeyf ilçe merkezinin yanı sıra 95’i köy, 104’ü mezra olmak üzere, toplam 200 yerleşim yerinin tamamı veya bir bölümü sular altında kalacak. Baraj karşıtı mücadeleyi 71 kurum ile yürüten Hasankeyf’i yaşatma bileşenleri, Ilısu barajının bir faciaya yol açacağını belirtiyorlar. Hasankeyfi Yaşatma Derneği’nin koordinatörü olan sosyolog DİREN ÖZKAN, bu yaşam koşullarının özellikle kadın ve çocuklar üzerinde yaratacağı etkiye dikkat çekiyor. Bunun yanında bu insanları büyük şehirlerde çekilmez sorunlar bekliyor. Kenti tanımayan kadının dört duvar arasına kapanma ihtimali çok yüksek. Kadınlar kentteki sosyal yaşama neredeyse hiç katılamayacaklar. Çocuklar, hiç bilmedikleri kente ayak uydurmaya çalışırken, ekonomik sorunlar nedeniyle iş hayatına girmek zorunda kalacaklar. Küçük yaşta iş yaşamına katılacak çocuklar, her türlü sorunla karşı karşıya kalacak. Bunlar, daha çok uyuşturucu bağımlılığı, hırsızlık vb. durumlardır. Göç etmek zorunda kalan bu nüfusun sadece tarım ve hayvancılıkla uğraştığı göz önünde bulundurulduğunda, iş iyice çığrından çıkacağa benziyor.

Ilısu barajının sorunlarından en fazla etkilenecek kentlerin başında Batman geliyor. Türkiye’nin en genç kenti olan Batman’ın çatışmalar ve petrol nedeniyle nüfusu 450 bine ulaşmış durumda. Yoğun göçün yol açtığı ekonomik ve sosyal sorunlar ile adeta boğuşan kent toprakları sular altında kalacak. On binlerce insanın ilk tercihi olacağından, çok büyük sorunlara gebe. Çoğunluğu köylerde yaşayan ve tarım, hayvancılık dışında hiçbir mesleği bulunmayan Ilısu mağdurlarının göçü ile yaşanacak çarpık kentleşme, göç edenlerin kente entegre olamamaktan kaynaklanan intiharlara varan sosyal problemleri açığa çıkıyor. Peki, baraja harcanacak para ile Batman, Diyarbakır, Siirt gibi illerde tarım ve hayvancılığı geliştirilebilmek, ekonomiyi iyileştirebilmek gibi bir seçenekler varken, bunlar neden görmezden geliniyor? İnsanın aklına ister istemez projenin siyasi amaçlı olduğu geliyor. Bunun yanında Ilısu barajına karşı olanları “bölücü” diye nitelendiren Çevre Bakanı Veysel Eroğlu, bu projenin nasıl bir amacı olduğunu gözler önüne seriyor. “Bölücü” nitelendirmesine göre, birçok aydın, sivil toplum kuruluşu ve milyonlarca insan “bölücü” oluyor.

Bunlarla da bitmiyor. Hasankeyf’ Koruma Derneği’ni kurmak için uzun ve sancılı bir dönem geçiriliyor. Gerekli olan 7 üyeyi toplayabilmek hiç de kolay olmamış. Her yedinci kişiyi bulduklarında ya tehdit ediliyor ya da kovuşturmalar nedeniyle geri çekiliyor. Bunun yanında defalarca tüzük yazdırılmak zorunda bırakılıyor. Neyse ki, şimdi yüzlerce dernek, sivil toplum örgütü Hasankeyf yıkılmasın diye ellerinden geleni yapıyor. Ve yaptıkları eylem ve değişik tepkiler sonucu, bu projeyi destekleyen ve kredi veren birçok ülkeyi vazgeçirmeyi başardılar.

Şimdi de Hasankeyf’i katledecek olan baraj ekosistemi nasıl etkileyecek? Kısaca bir göz atalım:

Barajla birlikte 170 km uzunluğundaki nehir kıyı ekosistemi geri dönülmez şekilde yok olacak. Üzerinde yapılacak barajlar nedeniyle vadi ve ekosistemi yok olan Fırat Nehri’nden sonra;

  • Dicle Nehri, Güneydoğu Anadolu bölgesinin son nehri ve ekosistem, barajla birlikte buradaki kritik doğal yaşam geri dönüşü olmayacak şekilde bozulacak.

  • Nem oranının yükselmesi yine işlenmemiş evsel ve hayvansal atıkların durağan baraj gölüne karışması sonucu astım, bronşit, sıtma vb. hastalıkların yanı sıra hepatit A, tifo, amipli dizanteri gibi hastalıklara da yol açacaktır.

  • Yerleşim alanlarındaki su seviyesi yükselecek ve zeminde göçükler artacak, olası depremlerde büyük facialar yaşanacak.

 

BARAJIN TEHDİT EDECEĞİ CANLI TÜRLERİ

Dicle Üniversite’sinin yakın zamanda buradaki araştırmalarında 123 kuş türü gözlemlendi. Olumsuz etkilenecek canlı türlerinden bazıları ise; Büyük kız kuşu, alaca yalıçapkını, tavşancıl, kızıl akbaba, çizgili sırtlan, bataklık kırlangıcı ve Fırat kaplumbağası…

 

HASANKEYF’TE KAZI ÇALIŞMALARI

Hasankeyf’te kazı çalışmaları 1986 yılında Çanakkale Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Oluş Arık başkanlığında başlatıldı. Ve günümüze kadar çok sayıda eser ortaya çıkartıldı. Çıkartılan eserlerin bazıları şöyle:

Üç ayrı üniversite (külliye), iki medrese, hamam, yamaç külliyesi, Kasımiye adı verilen dokuz köşk ve bir tane ilim ve ticaret merkezi, kazılar sonucu gün yüzüne çıktı. Bu da şunu gösteriyor ki, bugünkü Hasankeyf’in altında bir antik şehir yatıyor. Hasankeyf’te kazı çalışmalarını yürüten Dr. Arık’ın en büyük şikayeti ise, yetkililerin bu kazıya çok isteksiz yaklaşmaları. Ancak Hasankeyf adının giderek ulusal ve uluslararası alanda duyulması ile birlikte, devlet yetkilileri de bu işe ilgi göstermek zorunda kalmışlar, bu defa da, bu işi bir an evvel bitirip baraj projesini hayata geçirmek istemektedirler. Sırf bu yüzden Dr. Arık, vali zoru ile kazının kendisinden alınarak başka birine verildiğini belirtiyor.

 

HASANKEYF TAŞINABİLİR Mİ?

8 Temmuz 2005 tarihinde, Kültür ve Turizm, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı, Devlet Planlama Teşkilatı, GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı ile Diyarbakır Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulu Ankara’daki toplantılarında tartışmalı bir karara imza attılar. Bu kararla Hasankeyf sular altında kalacak, yalnız birkaç eserle birlikte ilçe tasfiye edilecekti. Ama bu toplantıya Diyarbakır Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulu’ndan sadece iki üyenin katılması, bu kararın yasal açıdan geçerli olmadığını kanıtlıyor. Bu kararın geçerli olabilmesi için bütün üyelerin katılmış olması gerekirdi.

Hasankeyf’i taşıma hususu uzmanlara sorulduğunda, Prof. Dr. Zeynep Ahunbey taşımayı “Vandalizm” olarak değerlendiriyor. Taşımanın mümkün olmayacağını ifade ediyor, ısrar edilmesi durumunda büyük tahribatların oluşacağını belirtiyor. Bazı eserlerin taşınmasının Hasankeyf’i taşımak anlamına gelmediğini belirtiyor. Bu konuda uzman olan ve olmayanların ortak fikrine göre ise, eserlerin bulunduğu çevre taşınmayacak, eserler bambaşka bir ortama gidecek. Hasankeyf’in Dicle ile ilişkisi olduğunu belirtiyorlar. Yeni yerin eski yerle hiçbir alakası bulunmuyor. Köprüyü ölü sular üstüne kurmak, sadece çocukların kandırılabileceği bir görüntü sağlayacak. Böyle bir taşınma yöntemine dünyada rastlanmıyor. Hadi birkaç eser taşıdınız. Kızlar Camii, köşkleri, külliyeleri ve en önemlisi oradaki binlerce mağarayı nasıl taşıyacaksınız? Bu noktada taşıma işlemi tam bir palavra olarak karşımıza çıkmaktadır. Afganistan’da Taliban’ın başa geçmesi ile tarihi Buda Heykeli’ni yıkması ve yine Suudi Arabistan’da Türklere ait kalan tek yapı ECYAD Kalesi’nin yerle bir edilmesini herkes medyadan izlemişti. Bu yapılan tarihi katliamlarını izleyen herkesin kendisine şu soruyu sorması gerekiyor: Tarihi Hasankeyf’in sular altında bırakılarak katledilmek istenmesinin Taliban ya da Suudilerin yaptığı tarihi katliamdan bir farkı olacak mıdır?

Türkiye’nin daha önce kültür doğa tarihi ile ilgili imzaladığı bazı sözleşmelerse şunlardır:

– 1952’de, Avrupa Kültür Antlaşması (Paris Antlaşması)

– 1981 yılında Dünya Kültürel ve Doğa Mirasını Koruma Antlaşması (Granada Sözleşmesi)

– 1999’da arkeolojik mirasın korunmasına ilişkin Avrupa Sözleşmesi

Ve daha birçok sözleşme…

Türkiye, bu sözleşmeler ve benzerlerine imza atarak yükümlülükleri yerine getirme taahhüdünde bulunmuştur. Fakat uyguladığı projeler sözleşmeleri hiçe saymaktadır.

Yine de bu yükümlülüklerini yerine getirmez, buralara baraj yapılması istenirse söylenecek tek söz kalıyor:

HASANKEYF’İME DOKUNMA, DOKUNDURTMA!!!

* Anadolu Üniversitesi

 

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑