“Yeni NATO’nun perde arkası” başlıklı yazımızda, NATO’nun “stratejik konsepti”nde değişiklikleri gerekli kılan bazı gelişmelere ve bunların nedenlerine dikkat çekmeye çalışmıştık. Bu yazımızda, olup bitenleri Rusya ve Doğu Avrupa boyutuyla birlikte ele almaya çalışacağız.
EGEMENLİK BOŞLUK KALDIRMAZ
ABD emperyalizmi açısından, NATO’nun “stratejik konsepti”ni yenileme girişimi, uluslararası ekonomik-politik gelişmelere gösterilen bir reaksiyon idiyse, bu reaksiyonu acil kılan ana nedenlerden birisi de, Rusya’nın, başta Avrupa olmak üzere Avrasya bölgesinde son bir iki yılda kaydetmeye başladığı bazı başarılı adımlarıydı şüphesiz.
Belki bundan önce, ABD-Rusya ilişkisinin bir özelliğini burada vurgulamamız yararlı olacaktır: Rusya ve daha öncesinde Sovyetler Birliği (SB), ABD açısından, geçtiğimiz yüzyıldan beri, çok özel bir konuma sahip olmuştur. Rusya’nın (ve SB’nin) durumu, geçtiğimiz yüzyılın parlayan ve palazlanan emperyalizmi ABD için, bir yerde, dünyaya hükmetme derecesinin göstergesi olmuştur. İster uluslararası işçi sınıfının ve sosyalizmin kalesi olarak, isterse yeni bir emperyalist mihrak olarak, SB ve Rusya’nın geçirdiği tüm tarihsel evreler, ABD emperyalizmi açısından, bu devasa ülkenin somut halinin, kendi dünya egemenliğinin düzeyinin göstergesi olarak özelliğini esasta değiştirmemiştir. Nitekim SB’nin çöküşüyle, ABD’nin dünyanın tek efendisi pozlarına bürünmesinin örtüşmesi de, bu iki ülke arasındaki ilişkinin ABD açısından özelliğinin en açık bir göstergesiydi.
ABD, sadece çöken SB karşısında “ebedi zaferini” ilan etmedi, aynı zamanda, “yeni” Rusya’yı da, muz cumhuriyetlerinden alışık olduğu bir tarzda, ele geçirmeye çalıştı. Doğu Blok’un çöken ve çöktürülen ülkelerinde, Batı Avrupa’nın diğer emperyalist devletleriyle birlikte tezgahladığı yağmayı, Rusya’da da örgütlemeye çalıştı. Fakat, bilindiği gibi, bu yağma, zirvesindeyken, ters tepti. Ve devlet aygıtı içinden bu yağmaya tepki duyan kesimlerle (Putin ve ekibi), yeni burjuvazinin böylesi bir ülkede “kompradorluğu” kabullenmeyen bazı milliyetçi çevrelerinin gerçekleştirdiği ortak koordinasyonuyla, uzun soluklu bir karşı direniş başlatıldı. Denilebilir ki, Rusya’nın devlet olarak bu “ayağa kalkışı”, aynı zamanda, ABD’nin zaferinin zirvesindeyken aldığı ilk ciddi mevzi yenilgisiydi de!
Putinli yılların, yeni Rusya’nın toparlanma yılları olarak gerçekleşmesi, ABD’nin bütün bir Avrasya’yı kapsayan egemenlik stratejisinin (Irak ve Afganistan bu genel stratejinin önemli unsurlarından bazılarıydı sadece) altını oyan temel gelişmelerden biri olarak görülmelidir. İlginçtir: ABD’nin zaferinin nihai göstergesi (SB’nin çöküşü), bir adım sonrasında, gerileme sürecinin ilk göstergesine (Rusya’nın “ayağa kalkışı”) dönüşmüştür.
ABD-Rusya ilişkisinin belirtilen özelliğinden şu sonuç da çıkmaktadır: ABD açısından Rusya, diğer Batılı emperyalist güçlerle ilişkisinde, kendi sözünün geçerliliğinin de bir göstergesidir. Bu güçleri Rusya’ya karşı birleştirmek veya birleştirememek son derece önemli bir veridir burada.
Peki, somut durum nedir bu açıdan? ABD’nin bugün, Almanya, Fransa, İtalya gibi, Batılı emperyalist güçleri kendi önderliği altında Rusya’ya karşı birleştiremediği ortadadır. Ve daha çarpıcı olan şudur ki, ABD, kendi önderliğini şart koşmadığında dahi bunu gerçekleştirmekten uzaktır!
Bush’un kaş göz yararak başaramadığı bu saflaşmayı, Obama ABD’si denemeye bile yeltenmemiştir. Bu yönüyle, ABD açısından, NATO’nun yenilenmek istenen stratejik konseptinin Rusya boyutunda öngörülen, kıta Avrupa’sının Batılı büyük güçlerinin Rusya ile birleşmesinin engellenmesidir (ve elbette aynı zamanda, böylelikle, Rusya’nın ister Kafkaslarda, isterse Doğu Avrupa’daki nüfuzunu artırmasının önüne geçmektir). Daha doğrusu, Obama ABD’sinin yeni NATO konseptiyle aynı zamanda hedeflediği budur. Bu hedefin, Bush’un çabalarından çok daha gerçekçi olduğunu aşağıda daha net göreceğiz.
RUSYA’DAN RASYONEL ARGÜMANLAR
Geçtiğimiz yılın Haziran ayında, yani dünya ekonomik krizinin, kendisini ABD dışında henüz doğrudan ve keskin bir biçimde hissettirmediği bir dönemde, Rusya’nın yeni devlet başkanı Dmitri Medwedew, Batı Avrupalılara ilginç bir öneride bulundu. 4 Haziran’da Berlin’e ilk ziyaretini gerçekleştiren Medwedew, “Avrupa güvenliğine ilişkin hukuki bakımdan bağlayıcı bir sözleşmenin hazırlanması” gerekliliği üzerinde durdu. Ona göre, bu belgeyle, “en önemli güvenlik kurumları yeni bir mimaride bağlanabilir”di. Başka bir deyişle, Rusya’nın devlet başkanı, “yeni bir Avrupa güvenlik mimarisi”ni önermekteydi. Ve bunu, Avrupa’nın merkez ülkesi Almanya’da açıklamaktaydı!
Gerekçeleri de ilginçti. Ona göre, “Batı, geçmişin ideolojilerinin etkisi altında”ydı. Mevcut kurumsal güvenlik mimarisi, hâlâ bloklar arası çatışma mantığına dayanmaktaydı. Ve NATO, “modern riskleri” karşılamamaktaydı.
Medwedew bu konuşmayı yaparken, henüz Bush ABD başkanıydı ve NATO’nun strateji değişikliğine gitmesi gerekliliği, ilgili çevrelerde, henüz kabaca dillendirilmekteydi. Bu gelişmeleri de gözeterek, Medwedew, şu düşüncesini Alman kamuoyuna açıkladı: “Dünya politikası giderek çok yönlü karakterini ortaya koyduğundan, Birleşmiş Milletleri (BM), uluslararası işbirliğin başka formatlarıyla gereksiz kılma çabaları vahim sonuçlara yol açacaktır.”
Medwedew, Batı Avrupalılara, yeni bir pakt önerisinde bulunmaktaydı. Bu pakt ama, BM Beyannamesi’nin ilkeleri üzerinde yükselen “bölgesel bir pakt” olmalıydı! Bütün Avrupa’yı kapsayan bir zirveyle, böyle bir paktın belgesi üzerinde çalışılabilirdi. Önemli olan şuydu: Bütün devletler, bu zirveye, şu veya bu blokun veya gruplaşmaların üyeleri olarak değil, tersine ulusal yapılar olarak katılmalıydı. Hareket noktası, ideolojik motiflerle çarpıtılmamış saf ulusal çıkarlar olmalıydı!
Rusya’nın bu çıkışı, somut uygulanabilirliğinden ziyade, Batı Avrupalılara açtığı perspektif açısından önemliydi. Bu perspektifte Rusya, adeta ‘kral çıplak’ demekteydi: Mevcut güvenlik kurumlarınız tarih olmuş, yenisinin inşası kaçınılmaz, ama bunu eski dönemin kurumlarıyla yapamazsınız, hele Rusyasız bir Avrupa güvenliği asla anlamlı olamaz!
Başka bir deyişle: ABD Başkan Yardımcısı Biden’nın 2009’un Şubatı’nda Münih Güvenlik Konferansı’nda, ABD’nin dünyaya, ama dünyanın da ABD’ye ihtiyaç duyduğunu belirtmesinden çok önce, Rusya, Avrupa’ya; Rusya Avrupasız, ama Avrupa da Rusyasız yapamaz demişti!
Medwedew, bu konuşmasında, Rusya’nın karşıya alınmaması gereken bir güç olduğunu söylemedi sadece, aynı zamanda özel bir talepte de bulundu: Rusya ile Avrupa arasında en önemli tartışma konularına ilişkin görüşmelerde, “bir molaya ihtiyaç var” dedi. “Başlangıç için bir soluk alma molası vermek ve dönüp ister Kosova, ister NATO genişlemesi veya isterse roket savunma sistemi konusunda, nerede bulunduğumuza bakmak fena olmayacaktır.” Medwedew’e göre, bu, tek yönlü eylemleri kışkırtan “şeytan çemberini” kırmak açısından da bir gereklilikti. “Rusya’nın bugünün dünyasında kaos ve belirsizliğe ihtiyacı yoktur. Bu denli pervasızca korunması gereken çıkarlarımız yoktur” dedi.
Dikkat çekicidir ki, Medwedew’in bu konuşmasının üzerinden iki ay bile geçmeden, Gürcistan bilinen askeri macerasını gerçekleştirdi! Bush ABD’si, adeta, maşası üzerinden ‘al sana mola!’ demiş oldu! Gürcistan’ın hüsranla sonuçlanan bu macerası, başka şeylerin yanı sıra, ABD’nin; Batı Avrupa ile Rusya’nın yakınlaşması ve stratejik bir işbirliğine yönelmesi düşünce ve önerileri hakkında ne tür bir tavır içerisinde olacağının bir işaretiydi. Mola isteyen Rusya’yı eyleme geçmeye mecbur kılmak suretiyle, hem Batılı Avrupalıların Rusya ile işbirliklerinin koşullarını zorlaştırmış ve hem de Doğu Avrupa’nın bazı ülkelerinde “Rus ayısı”na karşı olan korku ve kaygıları tazelemiştir. Anımsanacağı gibi, iki hedefine de ulaşmıştı: AB-Rusya partnerlik ilişkileri dondurulmuş ve roket savunması sözleşmesinde, yeni ABD yönetimini beklemek isteyen Polonya ve Çek Cumhuriyeti masaya oturtulmuştu!
Peki Rusya? Bilindiği gibi, Rusya da ABD’nin restini görmüştü. Ama sadece bu kadarıyla yetinmemişti. Medwedew, savaşın ardından Avrupalılara dönük şu açıklamayı yapmıştı: “Kafkasya’daki bu savaş, Avrupa için yeni bir güvenlik modelinin geliştirilmesinin ne kadar gerekli olduğunu ortaya koymuştur”!
Şöyle ki, Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırısı, “mevcut güvenlik mimarisinin yetersizliğini gözler önüne sermiştir”. Yani ‘Avrupa, içinde hareket ettiğin güvenlik yapısı, seni savaş ve barış konusunda tayin edici kılmıyor’ demeye getirmişti! Medwedew, bu açıklamasında, ayrıca Rus dış politikasının şu beş ilkesini de herkesin anlayabileceği bir dilde ifade etmişti:
“Birincisi; Rusya milletler hukukunun tüm normlarına bağlıdır.
İkincisi; Rusya, dünyanın çok kutuplu olduğundan yola çıkar. Tek bir devletin belirleyiciliği, isterse bu ABD gibi büyük bir devlet olsun, kabul edilemezdir.
Üçüncüsü; Rusya tüm devletlerle iyi ilişkiler kurmayı amaçlar.
Dördüncüsü; Rusya, yurtdışındaki yurttaş ve şirketleri için her zaman koruyucu güç olarak devrede olur.
Beşincisi; Rusya sadece komşu ülkelerde değil, tersine, dünyanın her yerinde kendi çıkarlarını savunur.”
Kısacası, Rus jeo-stratejistlerce “tarihin coğrafik ekseni” olarak tanımlanan Rusya, “hodri meydan!”demiş oldu!
BÜKEMEDİĞİN ELİ … SIKACAKSIN!
Denilebilir ki, kriz yükü giderek ağırlaşan ABD’nin yaptığı da bu oldu: bükemediği eli, öpmediyse de, “dostane” bir şekilde sıkmayı yeğledi. Yeni Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un Rus mevkidaşına yaptığı “reset düğmesi” hediyesi tam da bu anlamı taşıyordu. Aynı şekilde Obama’nın, Prag’daki “atom silahlarından arındırılmış bir dünya” muştusu…. Yeni “diyalog dönemi”, yukarda belirtilen hamle ve kapışmaların ardından gelmişti. Ve daha önemlisi; ABD’nin zayıflığından doğmuştu.
Bununla birlikte, ilişkilerde “yeniden başlat” düğmesine basmak akıllıca bir davranıştı. Batı Avrupalılar; ABD’nin, yeni NATO konseptiyle, onları eşit bir düzeyde muhatap alacağını açıklamasına karşın, Rusya ile işbirliği ve yakınlaşma seçeneğinden vazgeçmeyeceklerini bildireceklerdi. Bunu en açık bir şekilde, Fransa Devlet Başkanı Sarkozy dillendirdi. Münih Güvenlik Konferansı’ndaki konuşmasında, lafı Rusya’ya getirerek şunları söylemişti:
“Olup bitenin adını koyalım: AB ile Rusya arasındaki güvensizlik artıyor… Güven yeniden tesis edilmelidir. Üstüme düşen sorumluluğu almak istiyorum, alacağım da. Bugünün Rusya’sının AB ve NATO için askeri bir tehdit oluşturduğuna inanmıyorum… NATO ve AB için ana riskin, Rusya tarafınca gerçekleştirilecek askeri bir saldırı olduğuna inanmıyorum…
Kaldı ki, bu dünyanın sayısız sorunları karşısında, bizim teknoloji ve sermayeye ve Rusya’nın da enerjiye sahip olduğu koşullarda, Rusya ile Avrupa arasında bir çatışmanın çıkması oldukça zayıf bir ihtimaldir. Şu da açık olsun ki, Fransa, hiç şüphesiz, Rus gazına en az bağımlı olan Avrupa ülkesidir. Fransa, atom gücü sayesinde enerji alanında bağımsızdır. Yani, burada söylediklerimin, ne zayıflık, ne korku, ne de herhangi bir çıkar ile ilgisi vardır. Söylediklerim, durumun sadece bir okunuş biçimidir…
Rusya AB ile işbirliğini sürdürmelidir ve ben burada da sorumluluğumu üstleniyorum: Düşünceme göre, buradaki hedeflerden birisi, günün birinde, AB ile Rusya arasında ortak bir ekonomik ve insani alanı yaratmamızdır. Bizler, Alman ve Fransızlar olarak, birbirimizle savaşı ortak bir ekonomik ve insani alanı yaratmak suretiyle noktalamadık mı? Alman ve Fransızlar için doğru olan ve işleyen bir şey, neden Rusya ve AB için de iyi olmasın ki?
… Bence, Başkan Medwedew’in dedikleri ciddiye alınmalıdır. Pan-Avrupa güvenliği konseptinin altında neyi anladığı kendisine sorulmalı ve ortaklaşa bu konu üzerinde görüşülmelidir… Ekonomik ve insani alandan sonra, bir güvenlik alanı yaratmamız iyi olacaktır.”
Henüz birkaç ay öncesinde Ukrayna-Rusya arasındaki gaz krizinin ve öte yandan Gürcistan krizinin yaşanmasına karşın, AB’nin lider ülkeleri; Rusya ile yakın işbirliği ve diyalogdan vazgeçilemeyeceğini vurgulamakta. Bu olgu, ABD’nin Avrupa’daki pozisyonu bakımından son derece önemli bir değişime tekabül etmektedir. ABD, son 60 yılda, Avrupa’daki varlığını, özellikle Rusya’dan (SB) doğan tehdit ile gerekçelendirmiş ve meşrulaştırmıştır. Bugün, Batı Avrupa’nın çekirdek ülkeleri (Almanya ve Fransa), böyle bir tehdit görmüyoruz demektedirler!
İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan ve ABD’nin Batı’nın tek lider ülkesi olmasıyla karakterize olan uluslararası politik düzen, böylelikle, en ileri düzeyde geliştiği Batı Avrupa’da da belirleyiciliğini yitirmiş bulunmaktadır. ABD, SB’nin çökmesinin ardından, Batı liderliğini, dünyanın tek liderliğine dönüştürmeye çalışmış, ancak bu çabaları arzulanan sonuçları getirmediği gibi, Avrupa’daki liderliğinin de temelleri kalmamıştır.
Sarkozy’nin konuşmasında geçen “Pan-Avrupa” kavramı da dikkate değerdir. “Pan”; bütün, tüm, kapsayıcı demek, yani “Pan-Avrupa”, anlam itibariyle, “Büyük Avrupa” demektir. Bu durumda, konsept; Doğu ve Batı ayrımının kalktığı, Rusya’nın da içinde olduğu “Büyük Avrupa”dır. Medwedew’in önerisi de zaten Avrupa’ya bu “vizyonu” sunmaktadır. Rusya, esasta Fransa ve Almanya’ya, AB’ni dağıt demiyor, ancak özellikle bütün Avrupa’yı kapsayacak yeni bir “güvenlik yapısı”nı oluşturmak bakımından, ne AB’nin askeri kurumlarının, ne de NATO’nun yeterli olacağına işaret ediyor! Ve bütün Avrupa’yı kapsayacak bu “yeni güvenlik mimarisi”nde, Avrupa’nın bütün ülkeleri “şu veya bu blokun veya gruplaşmaların üyeleri olarak değil, tersine ulusal yapılar olarak katılmalı”dır vurgusunu yapıyor. İlginç ve önümüzdeki sürecin ne tür seçenekleri olgunlaştırabileceğini anlamak bakımından önemli bir vurgu bu.
Mevcut durumdan bakıldığında, bu vurgudaki şart kabul edilmediğinde, böylesi bir yapının oluşması için Rusya’nın AB ve NATO’ya alınması gerekirdi. Bu durumda, her ikisi de (AB ve NATO) kendileri olmaktan çıkardı. Dolayısıyla bu mümkün gözükmüyor. Tersi durumda ama, yani Rusya’nın şartı kabul edildiğinde de, hemen hemen aynı sonuca gelinmiş olunacaktır: Yeniden ayakları üzerinde dikilmiş bir Rusya karşısında, tek tek ulusal yapılar olarak bir Almanya veya Fransa’nın olanakları baştan sınırlanmıştır; AB veya NATO’da bulunmaktan doğan avantajlar bu platformda etkili olamayacaktır.
Aslında, burada kendisini şimdiden hissettiren, sadece NATO’nun değil (bunun “kimlik krizi” ortada!), AB’nin de sınırlarına ulaştığıdır. Görünen o ki, AB’ni ilginç bir kader bekliyor: Bu emperyalist kurum, önce genişlemesiyle derinleşmesi arasındaki diyalektik ilişkinin kaynaklık ettiği açmazlarla yüz yüze geldi. Şimdi ise, bu iç açmazlarının, çevre ve dünya koşullarındaki değişimlerle birlikte, dış açmazlarla doğrudan birleşip şekillendiğini görüyor. AB, bu andan itibaren tüm kapılarını kapatsa dahi, “gönenç ve barışın kalesi” olarak bulunduğu coğrafyada kopan ve kopacak olan fırtınalardan kendisini koruyup rotasında ilerleyemeyecektir. Zira, AB’ni, bildik haliyle olanaklı kılan dünya koşulları hızla altüst olmaktadır. Eninde sonunda Rusya’ya daha da açılmak, daha yakın işbirliğine yönelmek zorundadır. Bunu yaptığında, yani “günün birinde, AB ile Rusya arasında ortak bir ekonomik ve insani alan” yaratıldığında ve bununla birlikte “bir güvenlik alanı” da oluşturulduğunda, bu alandakinin, bilinen AB olduğunu söylemek için bin şahit gerekecektir!
Bugünden ama net gözüken, NATO’nun doğuya genişlemesinin artık olmayacağı, olacaksa bile, bunun Almanya ve Fransa’nın onayıyla olmayacağıdır. Bir Rus stratejistinin de belirttiği gibi, Doğu Avrupalı ülkelerin NATO üyeliği, sadece Rusya’yı kuşatma değil, aynı zamanda nüfuz alanı belirlemesi ve ilanıdır. Eğer NATO’nun 5. Maddesi (birine yapılan saldırının tümüne yapılmış sayılması) hâlâ ittifakın ana ilkesi ise, bu yorum yanlış değildir. Gerek ABD’nin Avrasya stratejisinde yöntem değişikliğine gitmesi ve gerekse AB’nin Rusya karşısında belirtilen ve giderek belirginleşen pozisyonu, yeni NATO konseptinde altı çizilen Ukrayna ve Gürcistan’ın üyeliği meselesinin şantaj ve pazarlık malzemesinden öteye bir anlam taşımayacağına işaret etmektedir (mutlak olmamakla birlikte, aynı şey, ABD’nin Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde konuşlandırmayı planladığı roket savunma sistemi için de geçerlidir).
DOĞU AVRUPA’NIN HAZİN KADERİ
Jeo-politikçilerin diliyle belirtecek olursak, Avrupa’da son 20 yılda büyük (politik) tektonik kaymalar gerçekleşmiştir. İki Almanya, geçtiğimiz yüzyıla damgasını vuran “iki kampın” sınır ve cephe ülkesiyken, şimdi, birleşmiş Almanya olarak, eski pozisyonunu, Avrupa’nın orta-merkez ülkesi konumunu kazanmıştır. Fakat 1989’da durum henüz bu değildi. Almanya birleşmiş, ama doğusu “istikrarsız komşularla” doluydu. Bu yönüyle Almanya, yine bir tür sınır ve cephe ülkesiydi. Batı’nın doğu sınırını oluşturmamak ve yine o eski orta-merkez ülke olabilmek için, Batı’nın doğuya kayması gerekirdi! Almanya, son birkaç yıl öncesine kadar, gerek AB ve gerekse NATO içinde “doğuya genişleme”yi hararetle savunmuştur. “İttifakın sınır çizgileri” Avrupa’nın doğu ve güneydoğusuna kaymalıydı ki, Almanya “alansal derinlik” kazanabilsindi! Kazandı da. Ama, bu sürecin daha da ilerletilmemesi gerektiğini de gördü. Rusya’nın çekim alanına çok yaklaşılmıştı. ABD ise, NATO’nun doğuya genişlemesi politikasını, başka bir amaçla, öncelikle de kendisinin Avrasya’yı ele geçirme stratejisinin bir parçası olarak sürdürmekteydi. Böylelikle, farklı amaç ve ihtiyaçlardan da olsa, transatlantik içinde bu konuda oluşan birliğin de sonuna gelinmiş oldu.
Gördük ki, “yeni NATO konsepti”, aynı zamanda, ABD’nin, Rusya’nın “yeni Avrupa güvenlik mimarisi” önerisine verdiği bir yanıt özelliğini taşımakta. Ruslar, bu yeni “mimari”ye ABD’yi de dahil etmiş olmalarına karşın, ABD’den gelen yanıt olumsuzdu. Yine de, bu iki “güvenlik mimarisi”,birbirleriyle kıyaslandığında, birinin nostaljik (ABD’nin “yeni NATO”su), diğerinin ise gelecekçi izlenim bıraktığı söylenmelidir. ABD’nin nostaljisi ortada, fakat Rusya’nın önerisi neden gelecekçi? Avrupa tarihinde; Almanya-Fransa-Rusya ittifakı hiçbir zaman olmamıştır. Birine karşı diğer ikisinin ittifaklaşmaları olmuştur, ama üçünün ittifakı asla. Öneri bu yönüyle, “gelenekten sapma”yı ifade ediyor: yerleşik şekillenmeleri esas almıyor, bunların ötesinde, geleceğe dönük, daha doğrusu gelecekte gerçekleşebilecek gelişme ve olanaklara açık ve bunları kapsayacak bir esneklikte. “Demir Perde”, “Batı’nın baş düşmanı”, “yayılmacı Rusya” vb. vb., “soğuk savaş”ın bilinen klişelerine artık sığdırılamayan, başka bir Rusya, Avrupai bir Rusya olarak sunuyor kendisini. İddia mevzisi bakımından, Avrupa karşısındaki pozisyonunu, bir yerde, 1917 Ekim Devrimi öncesinin Büyük Rusya’sıymış gibi belirliyor. Elbette, Çarlık Rusya’sının değil, Avrupa ile ortak değerleri ve tarihini öne çıkaran modern Rusya’nın iddiasıyla!
Rusya ile AB arasında 2007 itibariyle toplam hacmi 233 milyar avro olan bir ticaret gerçekleşmiştir; bu rakam 2003’de sadece 85 milyar avroydu. 2007’de Rusya’nın ihracatının yüzde 57’si AB’ne ve AB ihracatının da yüzde 6,2’si Rusya’ya gidiyordu. Rusya’daki tüm yabancı yatırımların yaklaşık yüzde 75’i –bu, 2007’de 17 milyar avro ediyordu– AB’ne üye ülkelerce yapılmaktaydı. Şurası tartışmasızdır ki, AB’nin, özellikle de Almanya’nın, Rusya’nın enerjisine ve sunduğu geniş pazar ve yatırım olanaklarına büyük ihtiyacı var. Aynı şekilde de ama, hızla ağır sanayisini yenilemek ve salt hammadde ihracatçısı pozisyonuna düşmemek için, Rusya’nın da, AB’nin ileri ülkelerindeki teknolojiye gereksinimi bulunmaktadır. Kısacası, bu işbirliğinin gelişme potansiyeli tartışmasızdır ve özellikle ABD menşeli, bu gidişatı sekteye uğratma amaçlı hamleler artık eskisi kadar oyalayıcı olamayacaktır.
Hiç şüphesiz, Rusya da krizle darbe yedi. Kriz, Rusya’yı esas olarak iki yönden zorlamakta: Birincisi; yurtdışındaki kredi kaynakların kuruması ve ülkedeki sermayenin Batı’nın ana merkezlerine hızla geri çekilişi nedeniyle, Rus mali sisteminin sarsılması. İkincisi; Rusya’nın ihraç ettiği hammaddelerde yaşanan fiyat düşüşleri ve bu maddelere olan talebin gerilemesi nedeniyle, üretimin gerilemesi; ve dolayısıyla da döviz ve vergi gelirlerinin azalması. (Birincisinden doğan tehlike alınan tedbirlerle büyük oranda bertaraf edilmiş görünüyor. Ancak ikincisinin neden olduğu sorunlar devam ediyor.) Fakat Putin’in de dikkat çektiği gibi, Rusya bu krizle, yeniden güçlendiği bir dönemde karşılaştı.
Gelgelelim, Medwedew’in önerisi, alışık olduğumuz ve bilinegelen karşısında ne denli uçuk kaçsa da, bu öneri dillendirilmiş ve orta yerde durmaktadır. Obama’nın “yeni NATO”su, bu önerinin kulak ardı edilmesine yetmedi! Ve belirtmek gerekir ki, bu gerçek, ABD’den bile çok, Doğu Avrupa’nın ABD’ye umut bağlamış devletlerinin eteğinin tutuşmasına yol açmıştır.
Doğu Avrupa ülkeleri, baştan sona ve kelimenin tüm anlamlarıyla, ciddi bir depresyona sürükleniyorlar: Açık kapitalist ilişkiler içinde geçen ilk 20 yıl hüsranla sonuçlandı! Denilebilir ki, dünyanın hiçbir bölgesi 2007-2008 krizinden manevi bakımdan bu bölge kadar sarsılmamıştır (ekonomik büyük sarsıntının yanı sıra!). Büyük illüzyonu, büyük dezillüzyon (hayal kırıklığı) izlemiş, birinci ikinciye dönüşmüştür! Batı doğuya kaydırıldı, ama bugün Doğu, Batı’da olmadığını acı acı hissetmektedir. Bu ülkeler, geçen her gün, “iki arada bir derede” kaldıklarını görmektedirler. Peş peşe hükümetlerin düştüğü bu bölgede, istikrar kavramı, ancak istikrarlı istikrarsızlık olarak hayat bulmaktadır. Ve bu ülkelerin işbirlikçi üst sınıf ve yönetimleri, ‘ganimetin kaderi sahibini de etkiler’ gerçeğini, politikalarının umudu haline getirmişlerdir. Bu, bir taraftan, hemen hemen hiçbir bağımsız hareketin mümkün olmadığının kabulüdür. Ama diğer taraftan da, Batı Avrupa’nın, esasta da Almanya’nın, yumuşak karnının, kapattığını sandığı Doğu Avrupa’da yeniden açıldığının göstergesidir.
Uzun sözün kısası; çökmekte olan eski uluslararası düzeni, orasından burasından düzelterek yeniden işlevli kılma hamleleriyle, bu düzenin sınır ve çerçevelerini esas almayan yeni bir uluslararası ilişkiler düzenini oluşturma çabalarının iç içe geçtiği bir dönemden geçiyoruz. Böylesi tarihsel dönemlerin bir özelliği; atılan her adımın, kaydedilen her gelişmenin, kendi karşıt faktörlerini olağandışı bir hızla ortaya çıkartarak gerçekleşmesidir. Dolayısıyla, izlenen taktikler de çok kısa ömürlü olabilmekte ve çabuk değişime uğramaktadırlar. Ve daha önemlisi, bütün bunların, her bir ülke ve bölgedeki sınıflararası mücadelenin koşulları ve ilişkileri içinde cereyan ettiğini de unutmamak gerekir. Dolayısıyla, kimin planı, düzeni, “vizyonu” hayat bulur, kim geleceğe ne kadar damgasını vurur; bütün bunlar, salt bu yazıda belirtilenlere bakılarak yanıtlanabilecek sorular değildir.
Fakat, günümüzde, büyük ve iddia sahibi emperyalist devletler arasında, kartların yeniden karıştırıldığı, dengelerin yeniden oluşturulduğu tartışmasızdır.