Yeni Nato’nun Perde Arkası

İşin içinde olanlar bir tarafa bırakıldığında, yani geniş kamuoyu açısından, NATO’nun “yeni stratejik konsepti”yle ilgili herhangi bir resmi belge açıklanmamıştır. İlgili ülkelerin ne parlamentoları, ne de basını somut bilgi sahibidir. Bilinen sadece; 3-4 Nisan tarihlerinde Kehl/Strassburg (Almanya/Fransa) kentlerinde 60. kuruluş yıldönümünü kutlayacak olan NATO’nun, bu zirvesinde “yeni bir stratejik konsepti” ele alacağıdır (İleride de göreceğimiz gibi, NATO’nun yeni misyonunun belirleneceği zirvenin Almanya ve Fransa’nın birbirine komşu iki kentte toplanmasının son derece sembolik bir anlamı vardır!). Kamuoyu açısından bilinen diğer bir şey de, Fransa’nın NATO’nun askeri kanadına geri dönüş kararıdır.
Anımsanacağı gibi, NATO, 1991 ve 1999 yıllarında “stratejik konsepti”nde bazı değişiklikler yaptı. Bu değişiklikleri şöyle özetleyebiliriz: NATO’ya ilk defa ittifak alanı dışında küresel görevler yükleme (out of area), Birleşmiş Milletler (BM) onayı olmaksızın operasyonlar düzenleme ve NATO’yu başta Doğu Avrupa olmak üzere Doğu’ya doğru genişletme. Yine bilindiği gibi, 1999’da Yugoslavya’ya karşı düzenlenen saldırı, Afganistan’ın işgali ve NATO’ya üye ülkelerin sayısının 16’dan 26’ya çıkarılması gibi gelişmeler, stratejik konseptte yapılan bu değişiklikler doğrultusunda atılan adımlardı.
Bugün NATO’nun Balkanlar’daki “angajmanları” devam ediyor; Kosova’nın “bağımsızlığı” için “nöbet” tutuluyor; çizilen rotada kararlılıkla devam edileceği, bu zirvede Arnavutluk ile Hırvatistan’ın üye yapılacağı ilanıyla da pekiştirilmiş bulunuyor. Doğu’ya doğru genişleme kararlılığına da gölge düşürülmeyeceği vurgulanıyor, özellikle Ukrayna ile Gürcistan’ın üye yapılması kararının arkasında durulduğu sürekli belirtiliyor. Afganistan’daki savaşla ilgili ise, öylesine bir kararlılıkla konuşuluyor ki, buradaki başarısızlığın “NATO’nun sonu olacağı” söyleniyor. ABD’nin yeni yönetiminin, 17 bin askeri daha Afganistan’da konuşlandırma kararı, bu açıklamaların salt bir söylem olmadığını ortaya koyuyor. Kısacası, NATO, çoktan askeri bir ittifak olarak “global” düzlemde eylemde bulunuyor. Bu olgular karşısında, “stratejik konsept”te daha ne gibi bir “yenilenmeye” gidilebilir ki?
Moskova’nın NATO Büyükelçisi Dmitrij Rogosin, geçtiğimiz günlerde Hamburg’da davet edildiği bir toplantıda, NATO’yla ilgili ilginç bir benzetmede bulundu. Rogosin, NATO’nun Doğu Bloku’nun çökmesinden beri olan halini, karşısında hasmı olmayan bir Sumo güreşçisinin sağa sola sendelemesine benzetti! Bununla birlikte, bu Sumo güreşçisinin pek yaratıcı olduğunu vurgulayanlar da var. Birçok yazar, NATO’nun, Varşova Paktı’nın dağılmasına rağmen, kendisine sürekli yeni misyonlar bularak muazzam bir yaratıcılık sergilediğini belirtiyor. Öyleyse şimdi, 60. yıldönümünde NATO’nun göz kamaştırıcı bir yaratıcılığına daha mı tanık olacağız?
“Yeni stratejik konsept”in izini sürmeden önce, belirtilen yaklaşımların da kusurunu ortaya koyan ve iz sürmemizi de kolaylaştıracak olan bir noktanın altını burada çizmemiz gerekir: Askeri alanda kamuflajın önemi aşikardır. Kamuflaj, ama, çevreye göre değişir. Çevre ise sürekli değişkendir, hele ki etkinlik çevrenizi “global” diye tanımlamışsanız! NATO’nun askeri stratejik konseptlerini birer politik kamuflaj olarak düşündüğümüzde, olup biteni anlamak bakımından bakmamız gereken yerin kamuflajın kendisi değil de, tersine çevrenin olduğu kendiliğinden anlaşılır. Bu durumda, “global” politik ilişkilere bakmamız gerekir. NATO 60. yıldönümünü kutlamaktadır, ama karşımızda olanın 60 yıl önce kurulan NATO olmadığını da unutmamak gerekir. Sadece zamanın yol açtığı “doğal değişimler” değil, bu askeri örgütü o örgüt kılan nitelik ve misyonu bakımından da, NATO, artık bilinen NATO değildir. Tersi zaten olamazdı, çünkü yaklaşık son 20 yılda uluslararası politik koşullar ve ilişkilerde eski NATO’yu (yani Batı Bloku’nun askeri bir saldırı örgütü olarak) temelli değişikliklere zorlayan gelişmeler cereyan etmiştir.
Demek oluyor ki, burada bir askeri örgüt, kendisine sürekli yeni misyonlar bulma yaratıcılığını göstermiyor, tersine politik koşullardaki önemli değişiklikler, bu askeri örgütün politik kamuflajını (stratejik konseptini) sürekli değişime zorluyor! Örneğin Bush dönemindeki NATO’yu Batı Bloku’nun ortak askeri örgütü olarak tanımlayabilmek için, nesnel gerçekliği bir hayli umursamamak gerekirdi. NATO, gerçekte Batı’nın değil, esasta ABD’nin “global” askeri örgütüydü, çünkü ABD, İngiltere dışında hemen hiçbir Batı Avrupalı büyük devlet ile “konsensüsü” aramıyordu. Almanya ve Fransa da, bu koşullarda, AB içinde kendi “global” askeri örgütlerini yaratmak için yoğun bir uğraş veriyordu.
Fakat, bütün bunlar artık tarih oldu! Şimdilerde, yani dünya ekonomik krizinin giderek derinleştiği koşullarda, başta ABD olmak üzere herkes birden “konsensüs” yanlısı kesildi! “Batı”, bir “değerler topluluğu” olarak adeta yeniden diriltiliyor, NATO rönesansını ilan ediyor ve bu “değişimin” (“change”!) cazibesine Fransa bile dayanamıyor, “yes we can!” dercesine hızla NATO’nun askeri kanadına geri dönme kararı alıyor!
Tarih tekerrür mü ediyor?! Ortalıkta ne Sovyetler Birliği (SB) ne de Doğu Bloku var, ama “Batı” yeniden “birleşiyor”!
Ama kime karşı?
Göreceğiz ki, birbirlerine karşı!

GLOBAL DOĞUM SANCILARI!
Almanya’da ortodoks bir liberal iktisat politikasını savunmakla ün yapmış bir ekonomist (H. W. Sinn), geçen günlerde şu sözleri sarfetmişti: “Olaylar öylesine hızlı gelişiyor ki, kelimeler ağzımızdayken bayatlıyor!” Sinn bu sözleriyle ekonomik gelişmeleri kastetmişti, ancak aynı şey uluslararası politik gelişmeler açısından da söylenebilirdi. Hiç kuşkusuz, dünya bugünlerde daha hızlı dönüyor! Politik pozisyonlarda kaydedilen “değişimlerin” hızına yetişmek adeta özel bir çabayı gerektiriyor.
Değişimler hızlı, peki yönü ne? İngiltere Başbakanı Gordon Brown, geçtiğimiz günlerde, içinde bulunduğumuz dünya ekonomik kriziyle ilgili görüşlerini ifade ederken, bu krizi, aynı zamanda, “yeni küresel bir düzenin doğum sancıları” olarak görmek gerektiğini belirtti. Gelgelelim, böylesi tarihi tespitlerde bulunan sadece Gordon Brown değildi!
Nitekim Mart ayı başında toplanan 45. Münih Güvenlik Konferansı vesilesiyle eski kurt Henry Kissinger de, kısa bir açıklamada bulunmuştu. Bu açıklama, Erdoğan’ın tabiriyle “mon cher” dilinde yapılmış olsa da, uluslararası ilişkiler ve politikaların değişmekte olan bazı yönleri konusunda somut ipuçları içermekteydi. Kissinger, Münih’teki konferansa ABD’nin Başkan Yardımcısı Biden’in katılmasının anlamını şöyle açıklıyordu: “Başkan Obama’nın hükümeti, böylelikle, Avrupa ile diyalogun anlamına ilişkin çok net bir tutum sergilemiş oluyor. Dahası, ortak öncelikler üzerine bir konsensüsün sağlanmasının gerekliliğinin altını çizmiş oluyor. Transatlantik ve nihayetinde uluslararası ilişkilerde çok şey tehdit altındadır: en başta da, yeni ve daha etkili bir dünya düzenine başarılı bir geçiş. Karşı karşıya olduğumuz pek çok büyük meydan okumalarını –ve şu anki durumda eşsiz olan da budur–, ancak küresel bir koordinasyon ile aşabiliriz. Eğer ülkeler, kendi saf ulusal çıkarlarını belirli bir ölçüye kadar arka planda tutmaya hazır olurlarsa, o zaman her bir önceliklerini birbirlerini karşılıklı destekleyecek bir şekilde bir araya getirmenin yollarını keşfedeceklerdir. Eğer kompatibel [birbiriyle uyumlu-A.C.] çıkarlar çağına girmekte olduğumuzu kabul edersek, mevcut krizden tahmin edilmeyen olanakları yaratmayı başarabiliriz.”
Demek, “kompatibel çıkarlar çağı”na girmekteyiz! Eski kurt Kissinger tilki kadar da kurnaz!
Bu açıklamayı “mon cher” dilinden Türkçeye çevirmemizde fayda var. Diyor ki Kissinger: ‘Tamam; Doğu Bloku ve SB’nin yıkılmasından sonra, ABD olarak dünyaya tek başına hükmedeceğimizi düşünmüştük. Ama işler ters gitti. Siz Avrupalıları kaale almamakla hata yaptık. Dayatmalarda bulunmamız da yanlıştı. Şimdi ama görüyoruz ki, siz de fırsat bu fırsat diyerek öne atılmak istiyorsunuz. Fakat bu doğru olmaz. Tek başına bizim gücümüz yetmedi, sizinki de yetmeyecektir. Ayrıca böylesi bir gidişat sizi de bizi de yıpratır. Bilelim ki, bu sürtüşmeden başkaları, örneğin Rusya, Çin vb. kârlı çıkar. Biz taviz vermeye hazırız, siz de hazırsanız, dünyaya birlikte yeni bir düzen verebiliriz. Bu olanaklar, çıkarlarımızın aslında örtüştüğünü gösteriyor!’
ABD Başkan Yardımcısı Joseph Biden’in Münih Güvenlik Konferansı’nda yaptığı konuşma, Kissinger’in işkembeden atmadığını çok yalın bir şekilde göstermekteydi. Obama yönetiminin “yeni Amerikan dış politikası” Biden’in şu sözleriyle özetlenmekteydi:
“Fiziki ile ekonomik güvenliğimizin birbirine ayrılmazcasına bağlı olduğunu bu yıl her zamankinden daha fazla farkına vardık… Bu yüzyıla damgasını vuran başka güçlerin varlığını da kabul etmeliyiz. Kitle imha silahlarının, tehlikeli ve salgın hastalıkların yayılması; yoksul ve zengin arasındaki uçurumun büyümesi; dağılan devletlerdeki etnik farklılıklar; küresel ısınma; enerji, gıda maddeleri ve su edinim ve nakliyatının güvensizliği. Bu listeye, özgürlük ve güvenliğe radikal köktencilikten yönelen meydan okumaları da eklemek gerekir…
“Silahlarımızın gücüyle bağımsızlığımızı elde ettik ve tarihimizin tüm seyri içinde silahlarımız özgürlüğümüzü korudu. Bu değişmeyecektir…
“Önümüzde ağır kararlar duruyor. Aşırıcılığa karşı ortak mücadelemize kalıcı bir çerçeve bulma arayışında, dünyadaki bütün ülkelerle birlikte çalışmalıyız – ve sizlerin yardımına ihtiyacımız var. Sizlerin yardımına ihtiyacımız olacaktır..
“Bu yüzyılın meydan okumalarına, bu temel üzerinden yeni bir yaklaşım tarzını bulmak istiyoruz. ABD daha aktif olacaktır – iyi olan yenilik budur. Kötü olan yenilik, ABD’nin partnerlerinden de daha çok talep edeceğidir…
“Yapabildiğimiz her yerde partnerlerimizle birlikte hareket edeceğiz ve ancak mecbur kaldığımız yerde tek başına davranacağız.. Dünyanın Amerika’ya olduğu gibi, Amerika’nın da dünyaya ihtiyacı var… Diplomasi, gelişme ve demokrasiye yeniden vurgu yapmak suretiyle ABD, ittifak partnerlerini, bazı hareket tarzlarını gözden geçirmeye çağırıyor – eğer diğer tüm şeyler fayda getirmediğinde zora başvurmaya hazır olma da dahil olmak üzere..
“Ortak güvenliğimizi yeniden benimsemeli ve NATO’yu, 20. yüzyıldaki başarısına denk gelen bir başarıyı 21. yüzyılda da kaydedebilecek şekilde yenilemeliyiz… Amerikalılar ile Avrupalılar; ortak idealleri nedeniyle, daha karmaşık bir dünyada partnerler bulma arayışlarında, hâlâ, başkalarına yönelmeden önce, öncelikle birbirlerine destek veriyorlar. Partnerliğimiz hepimize yarar sağlamaktadır. Onu yenilemenin zamanıdır!”
Durum tahlili ve teklif, yorum gerektirmemektedir…

TEKLİFE EVET, AMA…
ABD’nin bugünlerde hemen herkese (İran da dahil!) dağıttığı mavi boncuklar üzerinde tek tek durmanın olanağı yok. Şöyle ifade edelim: ‘ortak mazimiz var’ diyebileceği Avrupa’ya verdiği mavi boncuğun etkisi ve doğurduğu sonuçları ele almakla, ABD’nin mavi boncuk politikasının en potansiyelli uygulamasının sonuçlarını da değerlendirmiş olacağız.
Batı Avrupa’da, ABD’nin bu tekliflerine dünden razı olmasını bekleyebileceğimiz İngiltere’den başlayalım. 45. Münih Güvenlik Konferansı’nda İngiliz Dışişleri Bakanı David Miliband şöyle konuşuyordu:
“Biliyoruz ki, eğer birlikte hareket ettiğimizde, etrafımızdaki dünyaya şekil vermede hiç kimse bizler kadar buna muktedir değildir. Ve ama yine de, Irak ve yakın geçmişte omuzlanması gereken yükler konusundaki görüş ayrılıklarından ötürü ilişkilerimiz hasar gördü. Öylesine ki, ‘ikiye bölünmüş bir ittifaktan’ söz edilir oldu. Ama şimdi bizim için ittifakı yenilemenin zamanı geldi. Zira, global güç bugün giderek daha çok aktöre yayıldığı için, birbirimize dünden daha fazla ihtiyaç duymaktayız.”
Elbette Almanya ve Fransa ABD’den gelecek olan tekliften habersiz değildi. (Hatta Biden, kamuoyunun “heyecanla” beklediği konuşmasının metnini Sarkozy’e önceden göndermiş ve Sarkozy de bunu konferansta ifşaa etme ihtiyacı duymuştu!) Bu nedenle, Avrupa’nın çekirdek iki ülkesinin temsilcileri, Almanya Başbakanı Angela Merkel ile Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy, ana teması “Düzensiz bir dünya – Değişen güç dengeleri – Bulunmayan stratejiler” olan 45. Münih Güvenlik Konferansı’nın arifesinde ortaklaşa kaleme aldıkları bir makalede, NATO’nun “yeni stratejik konsepti” başlığı altında ne anladıklarını açıkladılar:
“Bizim için şu açıktır: Güvenlik politikası yeni ve genişletilmiş bir anlamda anlaşılmalıdır. Buna; askeri güvenlik sorunları olduğu gibi, dünya çapındaki mali mimarinin sorunları, enerji dağıtımı ve nakli veya göç sorunları da dahildir..
“Bugün artık hiçbir ülke tek başına dünyanın sorunlarını çözemez. Bu bakımdan, AB ve NATO gibi ortak değerlere dayanan ittifaklar daha bir önem kazanmaktadırlar. Dostluklar ağı ne kadar dayanıklı olursa ve ortak politik, ekonomik, askeri ve kalkınma yardımına ilişkin yeteneklerimizin bağlantılığı ne denli kapsayıcı olursa, işte krizi başarılı aşma perspektifleri de bir o kadar iyi olur ve bu elbette güvenliğimiz açısından da o denli yararlı olur.
“(…) Almanya ve Fransa için şu açıktır: Yüz yüze olduğumuz meydan okumalar karşısında, Avrupa’nın ABD’ye gereksinimi ve ABD’nin de güçlü bir Avrupalı partnere ihtiyacı vardır…
“Karşı karşıya bulunduğumuz riskler karşısında, güvenlik ve savunma politikasındaki işbirliğimizi Atlantik ötesinde derinleştirmeye devam etmemiz ve yeni meydan okumalarına karşı uygun hale getirmemiz 21. yüzyılda da vazgeçilmezdir. Bu şu demektir: ortaklaşa analiz etmek, karar vermek ve yaşama geçirmek. Tek yönlü adımlar, bu partnerliğin ruhuna aykırı olurdu. Elbette buradan şu sonuç da çıkmaktadır: Biz Avrupalılar, ortak dış ve güvenlik politikasında çok daha güçlü bir şekilde tek bir sesle konuşmalıyız. Bunun, üye ülkelerinden daha yüksek bir disiplin talep ettiği ortadadır. Ve gerek sivil, gerekse askeri araçlarımız olsun, mevcut yeteneklerimizi daha da toparlamalı ve artırmalıyız. İkisinden meydana gelen sinerji Avrupa güvenlik politikasının ayırdedici bir özelliğidir.”
Görüldüğü gibi, ABD’nin yeni yönetiminin teklifine evet denilmekte, ancak şartlar da belirtilmekte: “ortaklaşa analiz etmek, karar vermek ve yaşama geçirmek”! Almanya ve Fransa, bu arada, “transatlantik ittifakının yeniden temellendirilmesine” evet demelerinin bir diğer sonucuna daha dikkat çekiyorlar: AB’nin diğer üyeleri de buradan gerekli mesajı alsınlar! Artık AB içinde “tek bir sesle konuşulmalı” ve “daha yüksek bir disiplin” içinde olunmalı, yani bazıları ABD’ye yaslanarak diklenmemeli! Bu ortak açıklama, aynı zamanda, yeni NATO’daki aktif angajmanın, AB’nin askeri kapasite ve yeteneklerini geliştirme iddiasından vazgeçilmeyeceğinin bir ilanıydı.
Elbette, Almanya ile Fransa’nın ortak görüşü, her birisinin görüşünün tümü değildir. Bu, adı geçen konferansta yapılan konuşmalardan da belli olmaktaydı.
Nitekim Merkel’in konuşmasında öne çıkan noktalar şunlardı: “Blok sınırları içinde düşünmek artık bugün söz konusu değil.” İttifakın “temelini ortak davranma oluşturmalıdır”. “21. yüzyılın meydan okumalarına verilecek doğru yanıt, bağlantılı güvenlik konseptidir. Yani krizleri aşma ve önleme; politik, kalkınma yardımı, polisiye, kısmen kültürel ve gerekli olduğu yerde elbette ki askeri tedbirlerin de oluşuyla gerçekleştirilmelidir.” Sorun, “bağlantılı güvenlik konsepti”yle, “NATO’nun askeri yeteneklerinin nasıl birleştirileceğidir.”
Öte yandan, AB’nin geliştirdiği “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası” (AGSP), “NATO ile işbirliğinin yeni bir biçimidir”! Şöyle ki: “Artık sadece tek tek üye ülkeler NATO’ya katkı yapmayacak, bazı yerlerde AGSP de NATO’ya katkıda bulunacak.” “Bu bir rekabet değildir”! Ve bunun için de, “NATO, politik tartışmaların yapıldığı bir yer olmalıdır.”! Zira, “bir taraftan bağlantılı güvenlik talep edip, öte taraftan NATO’yu sadece askeri bir ittifak olarak kavramak doğru olmayacaktır. Böyle yürümeyecektir.”!
Almanya’nın NATO’nun “yeni stratejik konsepti” çerçevesinde sürekli “bağlantılı güvenlik”ten söz etmesi, yani güvenliğin; sivil, ekonomik, kalkınma yardımı vb. yönlerinin altını çizmesi boşuna değildir. Böylelikle, bir taraftan ileride kendisini zorlayabilecek angajmanlardan kaçınma olanaklarını yaratmayı çalışırken, diğer taraftan bizzat bu angajmanlara kendisinin lehine yönler verme hesabını yapmaktadır.
Fransa’nın pozisyonu bu bakımdan biraz daha farklıdır. “Bağlantılı güvenliğe” açıktan karşı çıkmamakla birlikte (üstelik AB’nin çizdiği “sivil ve hümanist” emperyalizm imajına da uyuyor!), yeni NATO içerisinde kendisini öne çıkaracak ve daha ileriden rol oynamasını sağlayacak başka “meziyetleri”nin olduğunun biliyor. Bunu dost da düşman da hissediyor! Sarkozy’nin; “Fransa’nın NATO’ya yakınlaşması, Alman-Fransız dostluğunun önemli bir unsurudur” demesi veya Fransa’nın tam da bu hamleyi yaptığı bir zamanda, bir tabur Alman askerinin Fransa topraklarında konuşlandırılmasını “Almanya ve Fransa arasındaki dostluk, Fransa’nın Almanya’da asker bulundurması değil; tersine Fransa’nın, Alman askerlerinin Fransa topraklarında bulunmasından şeref duymasıdır” sözleriyle dile getirmesi, tam tersini; ortada gayet “yanlış anlaşılabilecek” bir şeylerin olduğunu göstermektedir. Emin olabiliriz ki, Merkel “mon cher”i Sarkozy’i yanlış anlamamıştır!
Aslında Fransa bir süreden beri ABD ile ilişkilerinde, ABD’nin açmazlarından yararlanabileceği bir pozisyonu tutmaktaydı. Fransa, Obama yönetiminin bugünkü teklifi henüz ortada yokken, Bush yönetimindeki ABD ile yakın işbirliğini aramış ve bazı konularda da bulmuştu. Dolayısıyla, ABD’nin yeni teklifi Fransa açısından yeni bir yola girme mahiyetini taşımamaktadır. Fransa’nın NATO’nun askeri kanadına dönüşü, emperyalist emelleri açısından, bazı Fransız burjuva politikacılarının iddia ettiği gibi bir “egemenlik kaybı”na tekabül etmiyor. Tersine; emperyalist bir devlet olarak sahip olduğu mevzileri daha etkin kılabileceği bir adıma denk düşüyor. Ve bu anlamıyla, bugünkü koşullarda, “transatlantik ilişkilerinin yeniden temellendirilmesi” sürecinden, diğer Batılı devletlere göre (İngiltere de dahil) halihazırda en azami faydayı sağlama olanaklarına sahip devlet durumundadır.
Hiç şüphesiz, Fransa, yeni NATO’nun en aktif ve en saldırgan gücünden biri olmaya hazırdır. Fransız Savunma Bakanı Hervé Morin daha ayağının tozuyla, NATO içerisindeki yük paylaşımında “ittifakın Avrupalı partnerleri”ni suçlamış, Avrupalılardan “ek savunma çabalarında” bulunmalarını talep etmiştir! Bu konuda “bazı devletlerin çocukça tutumlarına” bir son vermelerini isteyerek, “Avrupa artık yetişkin olmalıdır” demiştir!
Bütün bunlar, üslup ve içerik bakımından Sarkozy’nin konferanstaki konuşmasından da yansımaktaydı:
“20 yıl öncesinde Berlin Duvarı yıkıldı. Bazıları, ‘tek kutuplu bir dünyaya’ girdiğimizi düşünmüştü. Ama biz, ‘göreceli güçler’in olduğu bir dünyadayız. Bütün stratejilerimizin merkezinde bu birinci düşünce bulunmalıdır… 21. yüzyıl şunları söyleyen büyük güçlerin yükselişini yaşıyor: ‘Bizler de görüşlerimizi ifade etmek istiyoruz; bizler de varız; bizlerin de temsil ettiği çıkarlar vardır.’ Kaldı ki, savaşan taraflara baskı uygulamak ve barışı sağlamak için de bu yeni büyük güçlere gereksinimiz vardır.
“Eğer ‘göreceli güçler’ dünyasına girdiğimizden yola çıkarsak, o zaman bundan çıkan birinci sonuç dayanışma ve işbirliğinin zorunluluğudur. Eğer sadece tek bir büyük güç olursa, o zaman işbirliğine de gerek yoktur. O durumda sadece birisi karar verir ve diğerleri izler onu…
“Dünya değişiyor, Fransa değişiyor. Seçilmemin hemen ardından, savunma ve güvenlik politikamızı büyük çapta yenileme sürecini başlattım. Şunu belirteyim ki, 2020 yılına kadar ordumuza toplam 377 milyar avro yatırımda bulunacağız. El ele çalışmak istediğimiz İngiltere ile birlikte nükleer caydırıcı gücümüzü muhafaza edeceğiz. Avrupa’nın yegane iki atom gücü nasıl olur da birlikte çalışmaz ki? Bu iki askeri atom gücünün birlikte konuşmadığı, birlikte çalışmadığı bir Avrupa nasıl düşünülebilir ki
“.. Evet, bir de savunmanın Avrupa’sı var. Burada da net olalım. Savunmanın Avrupa’sı bir önceliktir. Almanlarla birlikte, bunun, askeri ve politik bir öncelik olması için çalıştık. Bütün Avrupalılara söylüyorum: Bu bir sınavdır. Avrupa için bir sınavdır. Avrupa barışı mı istiyor, yoksa rahat bırakılmak mı istiyor? Bu ikisi aynı politika, aynı strateji değildir, aynı sonuçları doğurmaz. Barış isteniyorsa, o zaman; ekonomik, mali, politik ve askeri güç olarak varolmanın gerekli araçlarını yaratmak gerekir. Ama eğer rahat bırakılmak isteniliyorsa, o zaman; boynu içe çekmek, köşede oturmak, göz ve kulakları kapatmak, fazla sesli konuşmamak gerekir. Böylelikle bir süre rahat kalınabilir, ta ki kendi savunmasını sağlayacak araçlara sahip olunmadığını tespit edene kadar. Ama o zaman da çok geç olur!
“… Benim tahayyülümde mesele açıktır: Doğrusu, ‘Savunmanın Avrupa’sı mı yoksa NATO mu’ değil, Savunmanın Avrupa’sı ve NATO’dur. İkisi birlikte. Birisini güçlendirmek suretiyle diğerini zayıflatmak büyük bir yanılgıydı.”
Sarkozy’nin “tarihin açtığı pencere”den konuşan bir devlet başkanına dair iddialı üslup, özgüven ve retoriğinin sadece Merkel’in dikkatini çekmediğinden yola çıkabiliriz!

TRAJEDİ VE KOMEDİ
“Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak.” (Marx)
Dünya kapitalizminin sadece 20 yıllık sınırsız bir egemenlik dönemi göstermiştir ki, insanlık açısından asıl trajedi kapitalizmin “ebedi zaferi”nin ilanı olmuştur; başka bir deyişle, asıl trajedi, kapitalizmin yıkılmamış olmasıdır. Dünyanın ve toplumların itildiği nokta ortadadır ve 2007/2008 krizi ile bu nokta sadece daha barizleşmedi, aynı zamanda asıl sorun ve sorumlular daha görünür hale geldi.
2007/2008 krizinin tarihçesi, gelişimi, nasıl ortaya çıktığı vb. üzerine birçok şey yazıldı. Buna karşın; strateji ve taktik arasındaki ilişkinin mücadele eden tüm sınıflar açısından yeniden ayrı bir önem arzettiği şu günlerde, 2007/2008 krizinin emperyalizmin tarihindeki yerine ilişkin bugünden bazı olgulara dikkat çekme ve sonuçlar çıkarma gerekliliği ortadadır. Bizim ise, burada, bu çok boyutlu konunun sadece bir yönü üzerinde durduğumuzu belirtelim.
NATO, Batı ittifakının amiral gemisiydi. Hiçbir örgüt, NATO kadar Batılı emperyalistlerin ittifakını ifade ve sembolize etmiyordu. Batılı emperyalistlerin ittifakı ise, en geç SB ve Doğu Bloku’nun yıkılmasıyla birlikte, tarih olup içi boş bir söyleme dönüşmüştü. Hemen hemen bütün Batılı emperyalist devletler açısından NATO, belirtilen anlamdaki o eski NATO olmaktan çıkmıştı. Bu olgu, NATO’nun halklar karşısında emperyalizmin saldırgan askeri örgütü olması gerçeğini hiçbir dönem değiştirmemiş olsa da, ittifakın emperyalist üyeleri açısından son derece netti.
Gördük ki, transatlantik ilişkiler (yani ABD ile Batı Avrupa arasındaki ilişkiler), yenilenmek ve daha ileri bir düzeyde yeniden temellendirilmek isteniyor. Batılı emperyalist devletler, yeniden birlik olalım diyorlar! Batı’nın “ikinci baharı”nı yaşama arzusunu sembolize edecek NATO’dan başka ideal bir örgüt kuşkusuz bulunamazdı. Ve elbette, “yeni birliği” özellikle NATO üzerinden inşa etme isteği, aynı zamanda, bu yeni birliğin nedenleri ve yönü hakkında da somut bir gösterge olarak değerlendirilmelidir.
Öte yandan ama, 2007/2008 krizi, yakın tarih açısından, esasta da İkinci Dünya Savaşı sonrasının uluslararası politik ilişkileri açısından temelli bir dönüşüme gebelik yapmaktadır. Olan ve olmakta olan, sadece Baba Bush’un 1991’in başında ilan ettiği “yeni dünya düzeni”nin iflası ve bunun resmen tescil edilmesi değildir. Olmakta olan, bu düzenin iflasıyla birlikte, 1991 öncesi düzenin politik-kurumsal kalıntıları ve ilişkilerinin de çözülüp dağılmasıdır. Bu hızlı ve temelli çözülmenin en açık göstergesi, burjuva basını ve yazınında “yeni mimari” kavramından geçilmemesidir: “Yeni bir dünya finans mimarisi”, “yeni dünya ekonomisi mimarisi”, “yeni küresel güvenlik mimarisi” vs. vs.. Deprem her şeyi yerle bir etmiş! Ve işte bu çerçevede, NATO da, şu “mütevazı” hedefi önüne koymuş sadece: “21. yüzyılın meydan okumalarını karşılayacak küresel bir güvenlik mimarisinin oluşturulmasına yapıcı katkıda bulunmak”!
Fakat, içinde bulunan sürecin boyutu ve yönü buysa, nasıl oluyor da bugün, 1991 öncesinin, yani çözülen yapı ve ilişkilerinin “ruhu” yeniden çağrılıyor? 
Dikkate almak gerekir ki, 2007/2008 krizi, öncelikle tüm ileri kapitalist ülkeleri kapsaması ve buralarda hemen hemen aynı sorunlara yol açması itibariyle, emperyalist güçlerin uluslararası pozisyonu ve ama aynı zamanda birbirleriyle ilişkileri bakımından oldukça özel bir durumun doğmasına yol açmıştır. Nitekim köklü ve derin bir kriz, son derece iç içe geçmiş bir dünya ekonomisinde patlak vermiştir. Bu ayırdedici durum; her bir emperyalist güç açısından, yüz yüze gelinen ekonomik, mali, politik, sosyal vb. meydan okumalarının beraberinde getirdiği riskler karşısında, kaçınılmaz geçiciliği ve sınırları belli olsa da, ortak hareketi ve koordinasyonu zorunlu kılmıştır.
Başka bir deyişle; azami kârı artırma ve dünya pazarı ve hegemonyasını ele geçirme dürtüsüyle birbirini boğazlamaya çalışanlar, aynı çukura düşmüşlerdir! Çukurdan çıkma amacı, bir yere kadar, çıkarlarda da ortaklaşmayı sağlamaktadır. Elbette bu, birinin diğerinin sırtına çıkma uyanıklığını ortadan kaldırmıyor, ancak çukur öylesine derin ki, belirli bir yüksekliğe ulaşmadan bu hinliğin yarardan çok zarar vereceği görülebiliyor.
Daha güçlü olanın zayıf düşmesi, daha zayıf olanın ise bu düşüşten güçlenme umudunu/olanağını bulması; güçlü olanın, karşıdakinin bu potansiyel olanağını sınırlamak üzere ona doğru yönelmesi ve tersi, yani zayıf olanın, karşıdakinin bu yönelime mecbur oluşunu güçlenmesinin olanağı olarak görmesi nedeniyle onu geri itmemesi; işte aynı çukurda bulunmaktan kaynaklanan “eşitlenme”nin, güçlü ve nispeten zayıf olanlar arasındaki ilişkiye kattığı yeni öğe bu. Çarpıcı olan, ama şu ki, yenilenmek istenen birliğin tutkalı da bu öğeden ibaret! Ne var ki, bu “tutkal”ın yapıştırıcı kalitesi bayağı kötüdür!
Birinci olarak; çıkarlardaki “uyumluluk”, son derece konjonktürel, yani içinde bulunulan özel durumca belirlenmiştir. Buradaki “uyumluluk”, kaynağını, çıkarların niteliğinden almamaktadır. İkinci olarak; ancak birbirinden farklı olanlar arasında uyumluluk veya uyumsuzluk olabilir. Yani, özdeş olmayan çıkarların “uyumluluğu” söz konusu ve zaten “birlik” de, farklı çıkarların “uyumluluğu” üzerinden sağlanacak. Birlik ama, tabiatı gereği, karşısında, onun içinde olmayanların varlığını gerektirir. Bu durumda, karşıdakilerin çıkarları, birlik içindekilerin çıkarlarını uyumlu kılan öğelerden yoksun olmalıdır. Somut soralım: Rusya veya Çin’in çıkarları, diyelim ki “enerji, gıda maddeleri ve su edinim ve nakliyatının güvensizliği” konusunda, neden ABD’nin veya Fransa’nın çıkarlarıyla uyumlu kılanamaz olsun? Nedir ki bu dört ülkenin “önceliklerini, birbirlerini karşılıklı destekleyecek bir şekilde bir araya getirmenin yollarını keşfetme”lerini engelleyen? Farklı sermaye gruplarının rekabeti ve/veya büyük güç olma emelleri denilecekse, “transatlantik birliğin” büyük devletlerinin her birinin bu “günahtan” azade olmaları gerekirdi, ki olmadıklarını sokaktaki çocuk bile bilmektedir!
Üçüncü olarak; sözü edilen “eşitlenme”nin ayırdedici nedenleri ve çıkarlardaki “uyumluluğun” konjonktürelliği, sağlanmaya çalışılan yeni “Batı birliği”nin stratejik değil, taktik nitelikte olduğunun göstergesidir. Taktikte değişimsizlik, stratejinin fiilen yitimi demektir. Büyük emperyalist güçlerin böyle bir pozisyona düşmesi ancak fiilen tasfiyesiyle mümkün olabilir! Dolayısıyla, “uyumluluğu” bugün olanaklı ve gerekli kılan konjonktürün (esasta kriz koşulları) en geç bitimine doğru, taktiklerin yenilenmesinin kaçınılmazlığı bugünden bile görünmektedir. Kullanılan tutkalın kalitesizliği de en geç o zaman ortaya çıkacaktır.
Kısacası, bu tutkal fazla tutamaz. Dolayısıyla, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Hayır, “Batı ittifakı” ve “transatlantik birliği”nin tarihi tekerrür etmeyecektir!
Öte yandan: Hangi ilişkiler içerisinde doğduğuna bakıldığında, belirttiğimiz yeni ögenin iki yönlülüğü rahatlıkla görülmektedir. Bir yönü; yenilenen “birliğin” birbirini bağlama, denetleme ve sapmaları engellemeye hizmet etmesi. Diğer yönü; birinci yönün de anlamsızlaşmaması için, bütün farklı çıkarlara rağmen, “birliğin” somut kazanımlar getirmesidir.
Birinci yönü, buraya kadar belirtilenler dikkate alındığında, açık olsa gerek. İkinci yönüne gelecek olursak; buradan, dünya halkları için çok ciddi bir tehdidin doğduğu tartışmasızdır. Anlaşacaklar ya da anlaşamayacaklar (ki kuvvetli ihtimal anlaşmalarıdır), yeni “birliğin” ömrü uzun ya da kısa olacak (ki uzun olması zayıf bir ihtimaldir, ama kısa olması da halklar açısından yararlı bir sonuç vermeyecektir); bunları bilemeyiz: Fakat bu NATO’nun, oturması halinde, öncesinden daha saldırgan ve pervasız olacağı az çok nettir.
Bir kere; yeni NATO’nun ilanı, dünya çapında yeni bir silahlanma dalgasını kışkırtacaktır. Rusya şimdiden bunu ilan etmiştir. Japonya ve Çin geri kalmayacaklardır. Ama sadece NATO dışında değil, NATO’ya mensup ülkelerde de silahlanmaya ayrılan bütçe artacaktır. ABD, dünya liderliği yükünü hafifletmeye çalışmaktadır. Şöyle ki, bir yandan özellikle Almanya ve Fransa’dan “askeri yetenekleri”ni artırmayı talep etmekte (birileri NATO’nun askeri, birileri de sivil kanadı olmamalı demeye getirilmekte!), öte yandan ise, diğerlerini askeri harcamalarda bulunma mecburiyetine sokma suretiyle kendisini –son derece stratejik harcamalar dışında– bu konuda rahatlatmayı ummaktadır. Almanya ve Fransa, hamama giren terler misali, daha büyük oynamanın askeri ve mali yükünü şu veya bu ölçüde üstlenmek zorunda kalacaktır. ABD açısından bu süreç, “NATO’nun sivil kanadı” imajını başarıyla kullananları politik olarak da yıpratma süreci olacaktır.
İkinci olarak; “savunma örgütü”, artık, ülke topraklarını değil de, “güvenliği” savunma örgütüdür. Güvenliğin tanımı çok kapsamlı tutulduğundan, güvenliği tehdit eden riskler de alan ve bölge bakımından artmakta, dolayısıyla “savunma” da sınırsız olabilmektedir. Sağlanmaya çalışılan “yeni konsensüs”le birlikte, NATO, her yerde ve hemen her konuda devreye sokulabilecektir! Haliyle, böylesi bir “güvenlik ittifakı” son derece esnek olacaktır. Hammaddelerin güvence altına alınması, pazarlara ulaşım ve enerji nakil yollarının denetimi bu askeri örgütün baş görevlerinden biri olacaktır; zira, bütün bunlara erişim ve ulaşım kriz öncesi döneminin “küreselleşme serbestliği”yle gerçekleşmeyecektir artık. Yeni silahlanma dalgası; hammadde ve enerjiye erişim kavgasının kızışmasının sadece farklı bir görüngü biçimidir.
Üçüncü olarak; yeni NATO’nun işleyiş kurallarında “konsensüs ilkesi” değiştirilecek, yani operasyonlar için irade birliğinin şart olmaması sağlanmaya çalışılacak. Sonuçta büyüklerin anlaşması tayin edecek, böylelikle önemli bir mevzi yitirmiş olan küçükler üstlerine düşeni yapmakla mükellef olacaklar!
Bu üç noktada özetlenen değişiklikler, özellikle yeni NATO içerisindeki nispeten zayıf ülkelere daha fazla askeri operasyonları üstlenmelerini dayatmanın birer aracı olarak değerlendirilecektir. Özellikle Doğu Avrupa’nın bazı ülkeleri ve Türkiye’den bu açılardan önemli “katkılar” beklenecektir! Başta bu ülkelerin gençlerinin kanı akıtılacaktır!
Belirtilenlerden de anlaşılacaktır ki, gerek NATO’ya karşı mücadele ve gerekse Türkiye’nin NATO’dan çıkması mücadelesi bugün son derece güncel ve yakıcı bir sorun özelliğini taşımaktadır. Sadece bölge barışı açısından değil, ülkemiz işçi sınıfı ve emekçi halkının güncel ve yakın sosyal ve politik çıkarlarını ilgilendiren bir mücadele olarak da özel bir önem kazanmıştır.
Not: Bu yazıda, konunun Doğu Avrupa ve özellikle Rusya boyutuna değinilmemiştir. Bu önemli husus, ayrı bir yazıyı gerekli kılmaktadır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑