2009’da hiçbir şey eskisi gibi olmayacak
MEHMET ÖZER
2008 yılı, kapitalizm ve onun ideologları açısından özel olarak değerlendirilecek, üzerinde düşünülüp ders çıkarılacak bir yıl olarak geride kaldı. Kuşkusuz kapitalizmin her mevkideki savunucuları, 2008’de yaşananları bir kez daha gözden geçirerek, 2009’a dair planlar yapacaklardır. Ancak kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele eden halklar, uluslararası işçi sınıfı, gençler, kadınlar ve bu güçlerin örgütleri de derinlikli bir 2008 değerlendirmesi yapmalıdır.
Geçtiğimiz yıl, birçok açıdan önemli gelişmelere şahit oldu. Kapitalizmin vaat ettiği, ilan ettiği ya da tehdit ettiği ne varsa, kim varsa, hepsinde durum tersine döndü. Çok kullanılan bir ifadeyle özetlersek; 2008 yılında, gün geçmedi ki, kapitalizm tokat yemesin…
2008’in son günlerinde Beyaz Saray sözcüsü Tony Fratto’nun da söylediği gibi, ABD’yi (ve tabii ki, diğer emperyalist güçleri) zor bir yıl bekliyor. Tabiri caizse, kapitalizmin elebaşları bir enkaz devralmaya hazırlanıyor. Bu enkazı tekrar ayakları üzerine oturtup oturtamayacaklarını ise, onlara karşı verilen mücadelenin gücü ve birlikte hareket edebilme yeteneği belirleyecek.
2008’İN KIRILMA NOKTALARI
Geçtiğimiz yıl, dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan ve birbirinden farklı ya da bağımsız gibi görünen olaylar ve gelişmeler, aslında aynı şeyin işaretini veriyordu. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
Eskisi gibi olmama halinin ilk belirtileri, emperyalizmin kalbi olan ABD’de ortaya çıktı. Ocak ayında başlayan ABD başkanlık yarışında, dikkatler, “Irak’taki ABD askerlerinin geri çekilmesi” gibi vaatlerle ortaya çıkan Demokrat aday Barack Obama’ya çevrildi. “Değişim”, “Yapabiliriz” gibi sloganlarla ortaya çıkan bu pop yıldızı görünümlü başkan adayı, yılın sonunda yarışı kazandı. Obama 44. ABD Başkanı oldu, ama eline geçen, yüzyılın en büyük ekonomik krizinin başlangıç noktasından başka bir şey olmadı. Ekonomik kriz konusuna ileride değinmek üzere, 2008 yılı içindeki kırılma noktalarını kronolojik olarak ele alalım.
GREVDEN DİRENİŞE YUNANİSTAN
2008’in Şubat ayında, Yunanistan’da işçi ve emekçiler, sosyal güvenlik hakları için alanlara çıkmaya, 24 saatlik genel grevler örgütlemeye başladılar. Grevlerin yüksek katılımla gerçekleştiği komşuda, yürüyüşlere gençliğin katılımı dikkat çekiyordu. Orta öğrenimden üniversitelere kadar öğrenci örgütleri boykotlar düzenliyor, binlercesi alanlara çıkıyordu. Yunanistan’daki bu hareket, belki Sosyal Güvenlik Yasa Tasarısı’nın parlamentoda kabul edilmesine engel olamadı. Ancak artan yoksulluk, geleceksizlik ve hükümete olan güvensizlik, yılın son günlerinde yakılan kıvılcımla bütün ülkeyi ateşe verdi. 6 Aralık akşamı, 16 yaşında bir gencin polis kurşunuyla öldürülmesine verilen yanıt, hükümeti sarsacak boyutlara ulaştı. Fakat, 2008 yılını “sokakta” geçirenler sadece Yunanistan gençliği değildi.
GENÇLİK KÜRSÜYÜ SOKAĞA KURDU
Yunanistan’ın yanı sıra, Fransa, İtalya ve Almanya’da hükümetlerin hazırladıkları eğitim “reformları” gençlerin direnişiyle karşılandı. Bu ülkelerde, gençler, adeta bütün bir yılı eylemde, boykotta geçirdiler. Ders kürsüleri sokağa taşındı. Öğrenciler, kendi talepleriyle işçi ve emekçilerin taleplerini birleştirdi. Özellikle genel grev günlerinde düzenlenen yürüyüşlere öğrencilerin katılımı yüksekti.
Bu ülkelerde yaşanan gençlik eylemlerine birkaç örnek verip, 2008 yolculuğumuza devam edelim.
– Fransa genelinde, 300 bin kamu emekçisi, öğretmen ve öğrenci Mayıs ayında meydanlardaydı. Yüz binlerce emekçi, Sarkozy ve hükümetinin eğitimi ve kamu sektöründeki saldırılarını protesto etti. Ortaokul ve liselerde greve katılım oranı yüzde 55’leri bulurken, ilkokullarda yüzde 63’e kadar çıktı.
– Almanya’da, Kasım ayında, lise öğrencileri dersleri boykot ederek sokağa çıktı. Toplam 40 kentte gerçekleştirilen ve on binlerce lise öğrencisinin katıldığı eylemlerde, elemeci eğitim sistemi yerine herkese tek okul ve parasız eğitim talepleri öne çıktı.
– İtalya’da, Ekim ayında Senato’da onaylanarak yasalaşan “eğitim reformu”, okullardaki grev ve ülke genelinde gösteri ve oturma eylemleriyle protesto edildi. Sendikalar ve muhalefetin de desteğiyle, öğrenciler ve öğretim üyelerinin, başkent Roma’da düzenledikleri protesto yürüyüşüne yaklaşık 1 milyon kişi katıldı. Roma’daki yürüyüş ülke genelinden büyük destek görürken, Milano, Torino, Floransa, Bologna gibi kentlerde de protesto mitingleri düzenlendi. Yunanistan’da yaşanan olayların da etkisiyle gençlik eylemlerinin büyümesinden korkan hükümet, reform kararını erteledi. Ancak gençler, yasa tasarısı tamamen geri çekilene kadar eylemlerine devam edeceklerini duyurdular.
DÜNYANIN KUTUPLARI KAYIYOR!
2008’in ilk aylarında Avrupa’da ortaya çıkan “yeni” durumlardan biri de, Kosova’nın tek taraflı olarak Sırbistan’dan bağımsızlığını ilan etmesiydi. AB ve ABD bayraklarıyla bağımsızlık kutlamalarının yapıldığı Kosova, 1998 yılında Yugoslavya’ya karşı başlatılan NATO operasyonunun son adımıydı. Kürtlerin en küçük hak taleplerini dahi “bölücülük” olarak değerlendiren Türkiye, ABD ile birlikte, Kosova’nın bağısızlığını tanıyan ülkelerin başında geliyordu.
Kosova-Sırbistan geriliminde ABD ile karşı saflarda yer alan Rusya içinse, durum, birkaç ay sonra farklı bir boyut kazanacaktı. ABD ile Rusya arasında yaşanan gerilim açısından da, 2008, zirvenin yaşandığı bir yıl oldu. Sovyet Bloku’nun dağılmasının ardından ortaya atılan “tek kutuplu dünya” iddiası, Yeni Dünya Düzeni’nin (YDD) 2008’de yerle bir olan iddialarından ilki sayılabilir.
Dünyanın dikkati “komünist” Çin’de düzenlenen Olimpiyat Oyunlarının açılış törenine kilitlenmişken, “eski komünist” Rusya sınırında yaşanan sıcak gelişme, dengeleri altüst etti. Gürcistan’ın ABD destekli devlet başkanı Saakaşvili, destekçisinin Ortadoğu’daki “özgürleştirme” operasyonlarına özenmiş olsa gerek, Güney Osetya’yı “özgürleştirme ve anayasal düzeni yeniden sağlama operasyonu” başlattı. Operasyon kapsamında, Güney Osetya’nın başkenti Tshinvali ağır ateşe tutuldu. Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırmasının ardından, Rus tankları, Tshinvali’ye hareket etti.
Gürcistan ve Rusya arasındaki çatışmalar devam ederken ABD Başkanı George Bush, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü desteklediğini söyledi. Kosova’nın bağımsızlık kararını ilk tanıyan ülke olan ABD, sıra Güney Osetya ve Abhazya gibi, Rusya’nın “etki alanı”ndaki bölgeye gelince, birden toprak bütünlüğünü savunmaya başlamıştı. Benzer durum, Türkiye için de söz konusuydu. Başbakan Erdoğan da, “müttefiki” Bush gibi, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünden dem vuruyor ve her ne kadar o kargaşada kimse umursamasa da, Kafkasya’da “İstikrar ve İşbirliği Platformu”ndan bile söz ediyordu. Ancak Rusya’nın tavrı netti. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, “Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü unutun. Çünkü Güney Osetya ve Abhazya’yı, tekrar Gürcistan devleti içinde yer alma mantığına zorlama konusunda ikna etmenin imkansız olduğuna inanıyorum” diyerek durumu özetlemişti.
YDD ile tek kutuplulaştırılmak istenen dünya, bir kez daha kutuplaşmaya doğru gidiyordu. Öyle ki, ABD ile araları zaten bozuk olan Latin Amerika ülkeleri, bu gerilimde açıkça Rusya’nın yanında yer aldılar.
AMERİKALAR’IN ARASI AÇILIYOR
Bir süre öncesine kadar “arka bahçesi” olan Karayipler ve Latin Amerika, ABD için, son yıllarda dikenli bir patika halini almış durumda. Küba ile başlayan ABD politikalarından kopuş, Venezuela’da Chavez’in iktidara gelmesiyle hız kazanmıştı. 2008 ise, bu ayrılığın zirve yaptığı bir yıl oldu.
Önce Nikaragua, Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanıdı. Ardından Chavez, Gürcistan hükümetini, “Amerikan İmparatorluğuna” dahil olmakla suçladı. Kasım ayında ise, savaş gemilerinden oluşan Rusya filosu, Venezuela ile ortaklaşa gerçekleştirilecek deniz tatbikatına katılmak amacıyla bu ülkeye gitti. Rusya devlet başkanı Medvedev, “Rusya ve Venezuela çok kutuplu bir dünya ve verimli küresel bir güvenlik yapısının kurulması için işbirliğini devam ettirecek” diyerek, dünyanın artık tek kutuplu olmadığını ilan ediyordu.
Yılın son ayında Brezilya’daki Latin Amerika ve Karayip zirvesine ise, ABD çağrılmadı. ABD’nin dışarıda bırakıldığı zirve, ABD ve Avrupa’dan hiçbir gücün katılmadığı en büyük bölgesel toplantı oldu. Latin Amerika ve Karayip ülkeleri liderleri, ABD’den bağımsız bölgesel bir birlik oluşturulması ve ABD’nin Küba’ya uyguladığı ambargoya son vermesi çağrısında bulundu. Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez de, zirveyi bağımsızlık yolunda bir ilk adım olarak niteledi.
BAHAR BEREKET GETİRMEDİ
Mart ayının sonlarına doğru, Güneydoğu Asya ülkelerinde artan pirinç fiyatları nedeniyle, halk sokaklara dökülmeye başladı. Yaklaşan bir gıda krizinin habercisi olan bu durum karşısında, ABD Başkanı George W. Bush, “Asya ülkelerinde ekonomik düzeyi iyileştiği için daha fazla pirinç tüketen Hindistan ve Çin halklarını” suçladı. Ancak gerçekler ve hatta kendi “silah arkadaşları” bile Bush’u yalanlıyordu.
Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Ban Ki-moon, küresel gıda stoklarının son yıllardaki en düşük seviyeye ulaştığını, bu durumun fiyatları yukarı ittiğini ve milyonlarca insanı açlığa sürüklediğini söylüyordu. Yaşanan kıtlığa karşı ayaklanmalara ilk kanlı yanıt, bir güney Afrika ülkesi olan Haiti’den geldi. Yoksulluk ve pahalılığı protesto gösterilerine müdahale eden polis, 5 kişiyi öldürdü, 200 kişiyi yaraladı. Haiti’yi, bir başka Afrika ülkesi, Mısır izledi. Bu kez sokağa çıkanlar, Mahlalla’daki tekstil işçileriydi. Günde 11 dolarla yaşamaya çalışan, ucuz ekmek kuyruklarında birbirini öldüren Mahallalıların biraz daha iyi bir yaşam için aldıkları grev kararına, hükümet, polis şiddetiyle yanıt verdi. Grevin bir halk ayaklanmasına dönüştüğü olaylarda, 2 kişi hayatını kaybetti.
Batı Afrika ülkesi Burkina Faso, birçok kentte düzenlenen ve toplam 300 kişinin tutuklandığı eylemlerden sonra, Şubat’ta temel gıda maddelerindeki gümrük vergilerini düşürmek zorunda kaldı. Vergilere ve hayat pahalılığına karşı yürüyüşler düzenleyen ve kamu sektöründeki ücretlerin artırılmasını talep eden sendikalar, 8-9 Nisan’da genel grev gerçekleştirdi.
Şubat ayında, 100’den fazla kişinin hayatını kaybettiği, 1671 kişinin tutuklandığı ayaklanmadan sonra, Kamerun Devlet Başkanı Paul Biya, kamu ücretlerini yüzde 15 artırdığını ve balık, pirinç, yemeklik yağ gibi temel gıda maddelerinde gümrük vergisini kaldırdığını açıkladı.
Güneydoğu Asya ülkelerinden Kamboçya ve Endonezya’da, pirinç fiyatlarındaki dalgalanmalar ve açlık nedeniyle, binlerce insan sokaklara döküldü.
Arjantinli çiftçilerin başlıca gıda ihraç kalemlerine konulan vergilerin artırılmasını protesto için başlattıkları grev, üç hafta sürdü.
Fildişi Sahilleri, Moritanya, Mozambik, Senegal, Özbekistan, Yemen ve Bolivya, açlık ve yoksulluğa karşı kitlesel gösterilere sahne oldu.
BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), bu ayaklanmaların yayılmasından endişe duyduğunu açıkladı. FAO Genel Müdürü Jacques Diouf, Mısır, Kamerun, Haiti ve Burkina Faso’da isyanların baş gösterdiğine dikkat çektiği Hindistan gezisinde, “ailelerin gelirlerinin yarıdan fazlasını gıdaya harcadığı yoksul ülkelerde toplumsal istikrarsızlığın büyümesi riski bulunduğunu” söyledi.
BM Gıda Hakkı Raportörü Jean Ziegler de, aynı endişeyi taşıyordu. Küresel gıda fiyatları artışının “sessiz bir katliama” yol açtığını söyleyen Ziegler, yoksul ülkelerdeki kitlesel açlığın sorumlusunun Batı olduğunu ifade etti. “Dünyanın zenginliğinin tek elde toplanmasından” küreselleşmenin sorumlu olduğunu ve çok uluslu şirketlerin bir tür “yapısal şiddet” uyguladığını belirten Ziegler, “Eşitsiz ve dehşet verici bir dünya yaratan ve giderek vahşileşen bir borsa simsarları, spekülatörler ve mali haydutlar çetesiyle karşı karşıyayız. Buna bir son vermeliyiz” dedi. Ziegler, yaşanan durumu, Fransız devrimiyle mukayese ederek, “günün birinde aç insanların zalimlere karşı ayaklanacağını düşündüğünü” söyledi.
FAO’nun gıda güvenliği ve dünya çapında yaşanan gıda krizine ilişkin sorunları ele aldığı zirveden de sonuç çıkmadı. Zirvenin sonuç deklarasyonunda, en büyük anlaşmazlık biyoyakıtların gıda fiyatları üzerindeki etkisi üzerine yaşanırken, zirveye katılan ülkeler, gıda üretimini 20 yılda iki kat artırma ve gelişmekte olan ülkelerdeki çiftçilere 6 milyar dolardan fazla yardım yapma taahhüdünde bulundular. Venezüella, Küba, Arjantin gibi Latin Amerika ülkeleri, yoksulluk ve açlıkla mücadele için dile getirilen çözüm önerilerinin deklarasyona yeterince yansıtılamamış olduğunu ve deklarasyonu tatmin edici bulmadıklarını söylediler. Brezilya ise, zirve boyunca, şeker kamışından ürettiği biyoyakıtların küresel ısınmaya karşı iyi bir silah olduğunu öne sürdü. Mısır kaynaklı biyoyakıt üreten ABD de, üretimin durdurulması çağrılarına karşı koydu. Böylece, sonuç bildirgesinde, sadece “biyoyakıtların ortaya koyduğu fırsatlar ve zorlukların araştırılması” çağrısına yer verildi.
Gıda krizinin ele alındığı BM oturumunda söz alan Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales, daha önce Venezuela’nın halkçı lideri Hugo Chavez’den duymaya alışkın olduğumuz ifadelerle, gıda krizini yorumladı: “Eğer gezegenimizi kurtarmak istiyorsak, kapitalist sistemi sona erdirmek zorundayız.”
GOP’A VEDA BUSESİ
ABD’nin Ortadoğu’yu işgal planı olan “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nde ilk çatlak, Merkez Kuvvetler komutasında yaşandı. ABD’nin Irak ve Afganistan’daki işgal birliklerinin komutanı Orgeneral William Fallon, Mart ayında görevi bıraktığını açıkladı. Fallon’un bu kararı almasının gerekçesi ise, İran konusunda Beyaz Saray ile fikir ayrılığına düşmesiydi. ABD’nin İran’a yönelik olası bir operasyonunu onaylamayan Fallon için, istifa etmekten başka çare kalmamıştı. Fallon’un yerine atanan Orgeneral David Petraeus, Irak’ta zafer elde edildiğini hiçbir zaman söyleyemeyeceğiz diyordu. Benzer bir itiraf da, Afganistan’daki İngiliz birliklerinin komutanı Tuğgeneral Mark Carleton-Smith’den geldi. Smith, bu ülkede kesin bir askeri zaferin mümkün olmadığını, Taliban’ın ise uzun vadede çözümün bir parçası olabileceğini söyledi.
ABD, içine düştüğü Irak ve Afganistan batağından çıkabilmek için her iki ülkeye de daha fazla işgal gücü gönderiyor, fakat çırpındıkça daha fazla batıyordu. 2008’in son günlerinde, Afganistan’a 30 bin asker daha göndereceğini açıklayan ABD’nin başkanı, kendine yaraşır bir veda partisiyle Ortadoğu’dan uğurlandı. Afganistan’dan önce Irak’a “sürpriz” bir ziyarette bulunan Bush, Irak Başbakanı Nuri el Maliki’yle birlikte katıldığı basın toplantısı sırasında, Iraklı bir gazetecinin saldırısına maruz kalmıştı. Iraklı gazeteci, Bush’a “köpek” diye bağırıp, birer birer ayakkabılarını fırlatmasının hemen ardından, güvenlik güçlerince yakalanmıştı.
Haziran ayında Hamas ve diğer Filistinli örgütlerle İsrail arasında ilan edilen ateşkesin Aralık ayında sona ermesinin ardından, Gazze, bir kez daha kan gölüne döndü. İsrail’in Gazze’ye başlattığı hava operasyonu, dergimiz baskıya girdiğinde hâlâ devam ederken, bir kara operasyonu ihtimalinden söz ediliyordu. ABD yönetiminin Gazze’de yaşanan katliam karşısındaki açıklaması gayet açıktı: 300 kişiyi öldüren, binden fazlasını da yaralayan İsrail değil, Hamas saldırılarına son vermeliydi. İsrail ise, (eğer mümkünse) sivil can kayıpları konusunda dikkatli olmalıydı. ABD’nin Ortadoğu’ya barış getireceğine inanan “saf”ların akıllarını başlarına alması için, daha ne yaşanmalı acaba bu topraklarda?!
VE (KAPİTALİZM İÇİN) SONBAHAR
Neoliberalizme, küreselleşmeye, serbest piyasa ekonomine dair ortaya atılan ne kadar iddia varsa hepsini yerle bir eden ekonomik krizin, ilk olarak, kamyon kasalarında, balıkçı teknelerinde taşındığını söylemek abartı olmaz sanırım.
2008’in sonbaharında, küresel finansal krizin başladığına dair haberler gazetelere manşet olmaya başladı. Ancak bunun sadece finansal bir kriz olmadığının, olayın boyutlarının daha büyük olduğunun belirtileri daha yaz aylarında ortaya çıkmıştı aslında.
Mayıs’ın son günlerinde, İngiltere ve Galler’de, yüzlerce kamyon şoförü yollara döküldü. Son aylarda hızlı bir şekilde yükselen petrol fiyatlarını protesto eden kamyoncular, Başbakan Gordon Brown’ın derhal önlem almasını ya da istifa etmesini istediler. İngiltere’deki kamyoncuların ardından, Fransa, İtalya, Portekiz ve İspanya’da balıkçılar, benzin ve mazot fiyatlarındaki artışı protesto etmek için gösteriler düzenledi ve greve başladıklarını açıkladı.
Kamyoncuların İspanya’daki büyük kentlerde yolları kapatmaları nedeniyle otoyollarda uzun kuyruklar oluştu. Özellikle Katalonya bölgesinde, bütün kamyoncuların greve katılması sonucu, çok sayıda benzin istasyonunda yakıt kalmadı. Otomobil üreticisi Seat, parça eksikliğinden dolayı 1400 aracın üretiminin durdurulduğunu açıkladı.
Petrol fiyatları arttığı için otomobil satışlarının düştüğü gerekçesiyle, işçi çıkarma kararını ilk alan şirket ise, General Motors (GM) oldu. Amerikan otomotiv devi GM, Kuzey Amerika’daki 4 fabrikasını süresiz kapatma kararı aldığı açıklandı. Kapatılmasına karar verilen fabrikalarda 10 bini aşkın işçi çalışıyordu. “Dünya piyasalarında artan ham petrol fiyatları sebebiyle yükselen benzin fiyatları sebebiyle, satışlarında büyük düşüş yaşadığını” iddia eden GM yönetimi, kararın, bir süreliğine değil, kalıcı olduğunu açıkladı. Kapitalizmin finansal bir kriz içinde olduğunun, daha sonra, bu finansal krizin ekonomik bir kriz haline geldiğinin “itiraf” edilmesinden sonra ise, GM, Ford ve Chrysler gibi otomotiv devleri, Beyaz Saray’ın bahçesinde kredi beklemeye başladılar. Eylül ayının sonunda, televizyonda ABD halkına seslenen Bush, “Ciddi bir mali kriz içindeyiz ve federal hükümet buna bitirici bir eylemle karşılık veriyor” diyerek, ABD halkını, 700 milyar dolarlık “ekonomiyi kurtarma planı”na (aslında şirket kurtarma planı) destek vermeye çağırdı. Piyasanın “düzgün işlemediği” uyarısında bulunan Bush, yaygın bir güven kaybı bulunduğuna, belli başlı sektörlerin risk altında olduğuna ve ilk batan bankaların yanı sıra başka bankaların da başarısız olarak, ABD ekonomisini durgunluğa (resesyona) sürüklemekle tehdit ettiğine işaret etti. Bush, “Bunun olmasına izin vermemek zorundayız” dedi.
Bush’un itirafının ardından, bir karamsar açıklama da, İngiltere Başbakanı Gordon Brown’dan geldi. “Dünya, küreselleşme çağının ilk gerçek finansal kriziyle karşı karşıya” diyen Brown, ekonomik krizin üstesinden gelinmesi için yeni bir küresel finansal düzen kurulmasını istedi.
Küreselleşmenin merkezinde yaşanan bu depremin yarattığı hasar ABD’de ve diğer kapitalist ülkelerde açıklanan “kurtarma paketleri”yle tamir edilmeye çalışıldı. Ancak bu çabanın pek de başarılı olmadığı, yine bizzat kapitalizmin ideologları tarafından ilan ediliyordu.
Kurtarma paketlerinin başarısız olması bir yana, böyle bir paketin açıklanması, batan bankaların hisselerinin devletler tarafından alınması, neo-liberalizmin üzerine inşa edildiği özelleştirme ve piyasalaşma kavramlarının tersyüz edilmesi de, sistemin içine düştüğü başka bir krizdi. Öyle ki, ekonomik kriz konusunda, rakibi Cumhuriyetçi aday John McCain’e göre daha halkçı (orta sınıfçı diyelim) vaatlerde bulunan Obama, “sosyalist” olmakla suçlandı! Bush, ABD halkına veda ettiği konuşmada, “piyasaları kurtarabilmek adına piyasa ekonomisine ters düşen kararlar almak zorunda kaldıklarını” söyledi.
Gazetelerde köşeler, “Marx haklı mıydı?” tartışmalarıyla doldu, taştı. Keynes’in öne sürdüğü fikirlerin tekrar geçerli olup olamayacağı tartışıldı. Ancak, bu tartışmalarda eksik kalan yan, Keynes’in ekonomi modelinin içinde bulunduğu “küresel” konjonktürden yalıtılarak değerlendirilmesiydi. Keynes’in, temelde kapitalist unsurların üzerine inşa edilen modeli, Sovyetler’in estirdiği sosyalizm rüzgarının etkisiyle “sosyal devletçi” bir model olarak uygulanmıştı. Yoksa bugün Keynes’in fikirlerini, o zamanki güç dengelerinden yalıtarak, tekrar uygulamaya çalışmak, en fazla Obama’nın “sosyalist” olması kadar gerçekçi olabilir.
Öte yandan, patronların kriz gerekçesiyle başvurduğu ilk yöntem, işçi atmak oldu. Tüm ülkelerde, şirketlerin ardı ardına işçi çıkaracakları haberleri gelmeye başladı. Öyle ki, birer ikişer değil, biner biner işçi atılacağı/atıldığı haberleri, gazetelerde hava durumu verilir gibi, sıradan bir hal almaya başladı.
Yazının başında da söylendiği gibi, kapitalistler ve onları fikir yürütücüleri, bu sonbaharın ardından, ikinci bir bahar yaşamak üzere gereken dersleri çıkarmak için çoktan kolları sıvamış durumdalar. Karşı taraf da, sonbaharı kışa çevirmenin ve kapitalizmi kara, çamura gömmenin hazırlığı içinde olmalıdır.
Bu hazırlığın belirtileri de yok değil aslında. Yaşanan ekonomik krizinin faturasının işçi ve emekçilere kesilmesine karşı, ülkemizde ve diğer ülkelerde eylemler yapıldı. Ekonomik krize karşı ilk genel grevin yapıldığı İtalya’da, ülke genelinde yüz binlerce emekçi greve katıldı. Yunanistan’da ise, Aralık ayında yaşanan polis şiddetine karşı yükselen tepki, (daha önceden planlanan) genel grevle birleşti. Gençlerin talepleriyle işçi sınıfının talepleri, bu grev ve eylemlerde bileşti.
Türkiye’de de, gerek yerel düzeyde, gerekse ülke çapında krize karşı platformlar kuruldu. Bazı sendikalar, eksik ve yanlış yönleri olmakla birlikte, krize karşı alternatif çözüm programları hazırladılar. Ancak bu programların ya da hazırlanacak yeni ve daha “doğru” bir programın uygulanabilir olması, işçi sınıfının talepleri, çıkarları ve mücadele gücü üzerinden yükselecek bir çalışma olup olmadığına bağlı. 2008 yılında yaşananlar ve yılın son aylarında yükselen halk ve işçi hareketi, önümüzdeki yıl, artık, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının işaretlerini fazlasıyla taşıyor.