ingiltere’de kriz tartışmaları ve “keynesçi çözümler” üzerine
VELİ YADIRGI
Son bir yıl içinde Uluslararası Para Fonu (IMF), Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ve Dünya Bankasının yayınladığı raporlarda sıkça iddia edildiği gibi, ABD’de konut piyasalarına dönük kredi fonlarında meydana gelen çöküşle ortaya çıkan ve her geçen gün “dünya finans krizi”ne doğru ilerleyen mortgage (konut kredisi) krizinden en ağır bir biçimde etkilenen ülkelerin başında “Üçüncü Yolcu” iktisadi politikaların anayurdu ve kalesi olan İngiltere geliyor. İngiltere’nin ekonomik göstergeleri ve/veya dengelerinde yaşanan bozulmalardan dolayı bu krizin basit bir finansal kriz olmadığı; üretken ve ticari sermayeyi etkilediği ve etkilemeye devam edeceği kuvvetle öngörülüyor. Bütün bu olumsuz iktisadi veya finansal gelişmeler, aynı zamanda, Kantçı felsefeden ve Durkheimcı sosyolojiden beslenen Anthony Giddens, David Held ve Ultricht Beck gibi “Üçüncü Yolcu” veya “küreselleşmeci” burjuva ideologlarının “çelişmesiz ve krizsiz küresel kapitalizm” idealinin kapitalizmin doğasına aykırı olduğunu bir daha kanıtlamış oldu.
Başka bir deyişle, “Üçüncü Yolcu politikaların doğruluğunu kanıtlayan güçlü ve istikrarlı İngiliz ekonomisi”, bu durgunluk ve kriz döneminde, tam tersine; “Üçüncü Yol”un iflasına kanıtlık etmektedir. Buna ek olarak, “hem Keynescilik hem de sosyalizm öldü; tek çözüm serbest rekabet ekonomisi” diyen “küreselleşmeci” burjuva düşünürleri ve hükümet temsilcileri, bugün “Keynesci önlemler”den söz ederken, bazı Fabiancı veya Keynesci “sosyalist” yazarlar, “Keynesci sosyalizm”den veya “Keynesci sosyalist çözümler”den sıkça bahsetmekteler. Bu makalemizde, İngiltere’deki siyasal, iktisadi ve sosyal gelişme ve tartışmalar ışığında; hem iflas eden “örnek” “Üçüncü Yolcu” iktisadi politikaları, hem de varlık koşulunu tekelci kapitalizmin “onarılmasına” dayandıran ve bugünkü kriz tartışmaları içerisinde yeniden canlandırılan Keynesciliği irdelemeye çalışacağız.
“Solcu” söylemlerle süslenip hazırlanan “Üçüncü Yolcu” ve Keynesci politik ekonominin “yalnızca görünüşleri ele alan, bilimsel ekonominin uzun süre önce sağladığı malzemeyi durup dinlenmeden ağzında geveleyip duran ve burjuvazinin günlük kullanımı için en münasebetsiz olayların en usa-uygun açıklamalarını arayan, bunun dışında tuzu kuru burjuvazinin onlar için dünyaları en iyisi olan kendi dünyaları ile ilgili bayağı düşüncelerini bilgiççe sistemleştirmeye ve bunları ebedi gerçeklermiş gibi ilan etmeye kalkışan vülger ekonomi”[1] politikalardan ibaret olduğu gerçeğini de bu makalemiz aracılığıyla su üstüne çıkarmayı hedefliyoruz.
“KRİZSİZ VE ÇELİŞMESİZ KÜRESEL KAPİTALİZM”İN İDEOLOJİSİ: “ÜÇÜNCÜ YOL”
“Üçüncü Yol”un mimarı olan burjuva aydını Anthony Giddens’ın “Üçüncü Yol” teorisine ilişkin yazdıklarını incelediğimizde[2]; “Eski Sol ve Yeni Sağ’a alternatif olarak geliştirilen Üçüncü Yol” projesinin, “sosyalizmin öldüğü, sanayi sonrası koşulların geliştiği ve kapitalizmin emperyalist yapısından kurtulduğu bir dünyada insancıl, çelişmesiz ve krizsiz küresel kapitalizmi” oluşturmayı hedefleyen bir proje olduğu sonucuna varabiliriz. Başka bir deyişle, sınıflı toplumların, emperyalist krizlerin, rekabetin ve/veya savaşların olmadığı; “küresel ve ebedi adaletin, barışın ve refahın” egemen olduğu bir dünyada yaşayacaktık!
Bu teori veya projenin (“Yeni Demokratlar Projesi”yle ABD’de ve “Die Neue Mitte Projesi”yle Almanya’da iflas etmesine rağmen) “doğruluğu”nun ispatının, son on bir yıldır İngiltere’de hükümet olan “Yeni” İşçi Partisi’nin uyguladığı “başarılı” politikalar olduğu sıkça iddia edilirdi. Oysa görüleceği gibi, “Yeni” İşçi Partisi hükümetinin “örnek” iç ve dış politikaları, tam tersine, kapitalizmin “insancıl, çelişmesiz ve krizsiz” olmadığı ve olamayacağını ispatlamıştır.
Son on bir yıldır “Üçüncü Yolcu” “Yeni” İşçi Partisi hükümetinin vaat ettiği “insancıl, çelişmesiz ve krizsiz kapitalizm” hayali (son iki yıldır var olan ekonomik durgunluk dönemi öncesine kadar) küçümsenemeyecek sayıda insanı etkilemişti. Bundan dolayı “Yeni” İşçi Partisi en son 2001 yılında düzenlenen genel seçimleri kazanarak ikinci dönem hükümet olmayı başardı. Tabii ki sağlam bir muhalefet partisinin olmayışı ve sistem yanlısı politikalara karşı kurulan ve işçi sınıfını kendi talepleri etrafında örgütleyen bir alternatif partinin bulunmaması Blair’in işini kolaylaştırmıştı. İngiltere’de yaşayan halkın bu gerçeklik dışı düşünceyi inandırıcı bulmasının asıl sebebi alternatif ve ikna edici politikaların var olmayışının yanı sıra; diğer Batı Avrupa ülkelerine göre İngiliz ekonomisinin “güçlü” olmasıydı. Son 16 yıldır İngiliz ekonomisinin düzenli bir biçimde gelişmesi ve sterlinin gücünü koruması; işsizliğin düşük olması; son 20 yıldır emlak piyasasının çok hızlı bir biçimde gelişmesi; enflasyonun yüksek olmayışı ve hizmet sektörünün istikrarlı bir şekilde ekonomiye önemli katkılarda bulunması gibi etken veya gelişmeler “Yeni” İşçi Partisi hükümetinin politikalarının halk tarafından benimsenmesine yol açtı.
Aşağıda sunulan istatistiki bilgilerin de bizlere göstereceği gibi, emlak piyasasında yaşanan durgunluk ve üretimin düşmesiyle, işsizliğin her geçen gün yükselmesi ve sterlinin değer kaybetmesinin yanı sıra enflasyon oranı yükselmeye başladı. Kamu sektörü işçilerine son iki yıldır enflasyon altında sadece yüzde 2’lik bir ücret artışı dayatıldı; buna karşı gelişen ve her geçen gün genişleyen grevler ortaya çıktı. Zenginle fakir arasındaki gelir uçurumu ve eşitsizliği ünlü edebiyatçı Charles Dickens’ın yaşadığı yıllardakinden daha da derinleşti. Irak ve Afganistan’da yaklaşık sekiz milyar sterline mal olan başarısız işgal politikaları sürdürüldü. Bunların yanı sıra, “Terörle mücadele” konseptiyle her geçen gün İngiltere’de var olan demokratik haklar budandı. “Yeni” İşçi Partisi hükümetinin izlediği gerici politikalardan ötürü üç sendika merkezi, Demiryolları Sendikası (RMT), İtfaiye İşçileri Sendikası (FBU) ve Kamu Emekçileri Sendikası (PCS) partiyle organik-tarihsel-finansal ilişkilerini kopardı; Genel İş Sendikası (GMB) ve Öğretmenler Sendikası (NUT) gibi öteki sendika merkezleri de partiyle ilişkilerini dondurmaya veya koparmayı tartışmaya başladı. Bunların sonucunda, İşçi Partisi son on bir yıl içerisinde yaklaşık bir buçuk milyon üye kaybetti. Bütün bu belirtiler, İşçi Partisi hükümetinin “insancıl, çelişmesiz ve krizsiz kapitalizmin” motor gücü olamayacağını ve bu vaatlerin sadece ve sadece fikir dünyasında veya akıllarda var olabileceğini kanıtladı.
1- Filli resesyon
Son iki yıldır İngiltere gündemini işgal eden soruların başında şu geliyor: ABD’de konut kredilerinin geri dönememesiyle başlayıp finans alanından sigortalara sıçrayan ve giderek tüm kapitalist ekonomileri etkisi altına alan mortgage krizi İngiltere ekonomisini nasıl etkileyecek? İngiliz ekonomisinin büyüme oranında yaşanan yavaşlama, sterlinin değer kaybetmesi, enflasyon oranındaki ciddi artış, işsizliğin kısa zamanda hızla artması ve diğer ekonomik göstergelerdeki bozulmalar, bu krizin sadece basit bir finansal kriz olmadığını; üretken ve ticari sermayeyi de ciddi derecede etkilediği ve etkilemeye devam edeceğini gösterdi. Son altı aydır İngiliz ekonomisine ilişkin yapılan araştırmaların neredeyse tümü, İngiltere ekonomisinin son 20 yılın en kötü dönemini yaşadığını ortaya koyuyor.
Ulusal İstatistik Bürosu’nun (ONS) 21 Ağustos 2008 günü yayınladığı ekonomik raporda; son 16 yıldır istikrarlı bir şekilde büyüyen İngiltere ekonomisinin bu yılın ikinci çeyreğinde büyüme kaydedemediği ortaya çıktı. İngiltere ekonomisinin yılın ikinci çeyreğinde yüzde 0,2 büyüyeceği tahmin ediliyordu. Ancak, bu döneme ilişkin veriler tahminlerin gerçekleşmediğini gösterdi. Yılın ikinci çeyreğinde, imalat sektörünün yüzde 0,8 küçüldüğü, iç tüketimin yüzde 0,1 düştüğü, İngiltere ekonomisinin bel kemiği sayılan hizmet sektörünün bile sadece yüzde 0,2 büyüyebildiği belirtildi. Bu yıl ise, İngiltere ekonomisinin, bir önceki yıla göre yüzde 1,6 büyüyeceği tahmin edilmişti. Ancak son veriler, bu tahmini de yüzde 1,4’e çekti.
Kaynak: İngiltere Ulusal İstatistik Bürosu (ONS)
Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), 2 Eylül’de, İngiltere’nin ekonomik durgunluğa gireceği; G-7 grubunda yer alan sanayileşmiş diğer altı ülkenin ise ufak çaplı da olsa büyüme kaydedeceği, hiç değilse küçülmeyeceği tahmininde bulundu. Örgüt, İngiltere ekonomisinin önümüzdeki ve bir sonraki çeyreklerde küçüleceğini öne sürdü. Şu ana dek yapılan bu en kötümser tahminlere göre, ekonomi üçüncü çeyrekte yüzde 0,3, dördüncü çeyrekte ise yüzde 0,4 oranında küçülecek. OECD, İngiltere ekonomisinin 2008 yılı içinde sadece yüzde 1,2 oranında büyüme kaydedeceğini söylüyor. 10 Eylül’de Avrupa Komisyonu’nun hazırlamış olduğu rapordaysa, Komisyon, İngiltere, Almanya ve İspanya’nın 2008 yılını ekonomik durgunluk içinde kapatacağı öngörüsünde bulundu.
Ekim ayı içerisinde Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından yayınlanan “Dünyanın Ekonomik Görünümü” adlı raporda, 2009’da İngiltere ekonomisi için daha önce tahmin ettiği yüzde 1,7’lik büyüme yerine yüzde 0,1 gerileme beklendiği açıklandı. İngiltere bankalarının normale dönmesinin zaman alacağına vurgu yapan IMF, “süreç uzun ve güç olacaktır” dedi. Dünya ekonomisinde 1930’lardan sonra yaşanan ‘‘en tehlikeli finansal şok’’ olduğuna dikkat çeken IMF, gelişmiş ülkeler arasında İngiltere’nin en büyük darbeyi alacağını belirtti. IMF, İngiltere ekonomisinin 2007’de yüzde 3 büyüdüğünü, ama bu yıl yüzde 1, 2009’daysa 0,1 gerileceğini söyledi. İşsizliğin 2009’da hızla yüzde 6’ya yükseleceğine işaret eden IMF, faiz oranının ise hükümetin beklediği yüzde 2’nin de altına düşeceğini bekliyor. Toplumsal hizmetler için harcanan bütçede 2007’de yüzde 2,7’lik açık yaşanırken bu rakamın 2009’da yüzde 4.4 olması bekleniyor. ONS, OECD ve IMF’nin hazırlamış olduğu raporların ışığında İngiltere Merkez Bankası şefi Mervyn King 22 ekim tarihinde şu açıklamayı yaptı: “Birinci Dünya savaşının başından bu yana, bankacılık sistemimiz çöküş noktasına hiç bu kadar yaklaşmamıştı… Biz şimdi, reel sektörün canlandırılması ve ekonomik büyümenin sağlanması gibi yavaş ilerleyeceğimiz uzun bir yola girmiş olduk.”
2- Konut balonu patladı ve sanayi üretimi düşüşte
İngiliz ekonomisinin resesyon sürecine girmesine katkıda bulunan etkenlerin başında konut piyasasında yaşanan kriz geliyor. “İngiliz ekonomisinin motoru” olarak görülen konut piyasasının değeri, 4 trilyon sterlin. Ülkenin en büyük mortgage sağlayıcısı durumunda bulunan Halifax’ın uzmanlarına göre, İngiltere’de ev fiyatlarının, 1930’lu yılların başında yaşanan büyük ekonomik krizden bu yana en büyük yıllık düşüşü kaydettiği ve geçen ağustos ayından bu yana, yüzde 12,7 oranında değer kaybettiği açıklandı. Aynı uzmanlar, ülkedeki ortalama ev fiyatlarının 200 binlerden, 174.178 sterline gerilediğini bildirdi. Bunun Halifax’ın aylık verileri arşivlemeye başladığı 1983 yılından bu yana kaydedilen en büyük düşüş olduğuna işaret eden uzmanlar, ortalama bir evin 12 aylık değer kaybının 25 bin sterlin civarında olduğunu belirtti. Böylece ev fiyatlarının 2006 yılı Mart ayındaki seviyesine gerilediğini de ifade eden uzmanlar, ev fiyatlarında bundan önce yüzde 10’un üzerindeki bir gerilemenin, sadece 1931 yılında, Wall Street krizi ve sterlinin büyük değer kaybı sırasında görüldüğünü hatırlattı.
Ulusal İstatistik Bürosu (ONS) 8 Ekim’de yayınladığı raporda, İngiltere ekonomisinin üçte birini oluşturan üretim sektöründe ardarda altı aydır küçülme yaşandığını kaydetti. ONS, toplam üretimin temmuz – ağustos arasında yüzde 0.6 ve geçen yıla göre ise 1.9 küçüldüğünü belirtti. ONS Ekonomi ve Sosyal Araştırma direktörü Martin Veale yılın üçüncü çeyreğinde GSYİH’da yaşanan yüzde 0.2’lik gerilemeye dikkat çekerek “yakın dönemde üretim büyümeye başlamazsa mayıstan bu yana reel olarak bir resesyon başladığını kabul etmemiz makul olur” dedi. Son on yıldır İngiltere imalat sanayisinde yaşanan durgunluk bir milyondan fazla işçinin işini kaybetmesine yol açtı. Üretimin birçok alanında durgunluk ve daralma yaşanmaya devam ediyor. Temmuz – ağustos arasında, İngiltere’de bulunan toplam 13 imalat sektörünün 10’unda gerileme yaşanırken sadece 3’ü kısmi ilerleme kaydetti. En çok etkilenenler arasındaki otomobil ve gemi sektörleri yüzde 2.3 geriledi. Madencilikteki gerileme ise yüzde 0.6 oldu. Petrol ve doğalgaz üretimi yüzde 1.2 düştü. Elektrik endüstrisi yüzde 2.1 düşüş yaşadı. Toplam üretimde yılın son üç çeyreğinde yüzde 1.1’lik düşüş yaşandı. İngiltere ekonomisinin belkemiğini oluşturan hizmet sektöründe temmuz ayına dek ancak yüzde 0.2 ‘lik bir büyüme yaşanmıştı. JP Morgan firmasının 1 ekim tarihinde yayımladığı rakamlara göre, İngiltere’deki üretim oranı 2008 yılında son 17 yılın en düşük oranını oluşturmakta.
Üretim (1999-2008)
Kaynak: ONS
3- Borçlanmaya dayalı ekonomik gelişme
ONS tarafından eylül ayında yapılan araştırmaya göre, İşçi Partisi hükümetinin bütçe açığı 5.9 milyar sterlin. Dolayısıyla hükümet bütçe açığının GSYİH’nın yüzde 40’nı geçmemesi gerektiğine ilişkin belirlediği kuralı kendisi çiğnemiş bulunuyor. Çünkü ekim ayındaki bütçe açığı GSYİH’nın yüzde 43.3’ne tekabül ediyor. Buna ek olarak, geçtiğimiz bir yıl içerisinde bazı araştırma kurumlarının yayımladığı bulgulara göre İngiltere’deki mevcut kişisel borçlanma oranı GSYİH oranını aşmış durumda. Graham Thornton kurumunun eylül ayı içerisinde yayımladığı rapora göre, İngiltere’de kişisel borçların toplam değeri 1,345 trilyon; İngiltere’nin GSYİH’nın değeri ise 1,330 trilyon sterlin. İngiltere’deki her ev sahibinin ortalama 60 bin sterlin borcu olduğu da bu araştırma sonucunda ortaya çıktı. Bu yüksek borçlanma oranından dolayı her gün yaklaşık 400 kişi iflas ediyor ve 7 bin kişi borç yardımı başvurusunda bulunuyor. “Yeni İşçi Partisi’nin var ettiği “güçlü” İngiliz ekonomisi”nin ne kadar çürük temele dayandığını hem mortgage krizi hem de yukarıda sıraladığımız istatistikler gün yüzüne çıkarmış oldu. “Güçlü” İngiliz ekonomisinin patlamış “borçlanma balonuna” muhtaç bir ekonomi olduğu gerçeği her geçen gün daha da belirginleşiyor.
4- Enflasyon hızla ilerliyor, sterlin geriliyor, işsizlik yükseliyor!
Yıllık enflasyon, ağustos ayındaki yüzde 4.7 seviyesinden yüzde 5.2’ye tırmandı. İngiltere’de yaşanan enflasyonda en büyük sorumlu olarak, yıllık bazda yüzde 13.7 yükselen gıda fiyatları gösteriliyor. İngiltere’de yıllık enflasyon hedefi yüzde 2 seviyesinde bulunurken, uzmanlar bu rakamın tutturulabilmesinin artık çok zor olduğunu belirtiyor. Merkez Bankası’nın enflasyon raporu, TÜFE’nin, yüksek gıda ve petrol fiyatlarının düşmesiyle birlikte gerilemeden önce yüzde 5’e yükselebileceğini ortaya koydu. İngiltere’de hane halkı gelirlerinin kısılması nedeniyle tüketici harcamalarının düşeceğine işaret edilen raporda, konut piyasasının zayıf ve kredi sağlama koşullarının sıkı olduğu vurgulandı.
Merkez Bankası enflasyon raporunun açıklanmasından sonra, İngiliz sterlini, ABD doları karşısında son 22 ayın en düşük seviyesine geriledi. 1996-2007 yılları arasında sterlin güçlü ve istikrarlı bir şekilde ilerliyordu. Son bir yıl içerisindeyse, yüzde 16 değer kaybetti.
Ulusal İstatistik Bürosu, geçen yıl içerisinde 31 bin kişinin işsizlik yardımına başvurduğunu açıkladı. Dolayısıyla, rakam, 1.79 milyona çıktı. Bu, Aralık 1990’den bu yana en büyük artış. Açıklamada, haziran ayı itibarıyla, üç ay içinde işsiz kalanların sayısının 164 bin artarak, işsizlik oranının yüzde 5.7’e ulaştığı belirtildi. Çalışma oranıysa, 29.6 milyona düştü. Ekonomik olarak aktif olmayan kişi sayısı 20.9’e kadar çıktı.
Kaynak: ONS
5- Yoksullar daha yoksul, zenginler daha zengin
OECD’nin ekim ayında hazırladığı bir rapora göre, İngiltere’nin dünyada yoksullarla zenginler arasındaki uçurumun en fazla olduğu ülkelerden biri olduğu belirtiliyor. Rapora göre, ülkedeki en fazla kazanan yüzde birlik dilimde bulunanlar, en yoksul yüzde bir içinde yer alanlardan 25 kat daha fazla gelir elde ediyor. Bu da, son 10 yıla göre 18 katlık bir artışı temsil ediyor. The Guardian gazetesinin yayımladığı, 30 ülkeyi kapsayan OECD listesinde gelir eşitsizliğinin en az olduğu ülke Danimarka. Danimarka’yı İsveç ve Lüksemburg izliyor. Listeye göre, gelir uçurumunun en fazla olduğu ilk üç ülke ise Meksika, Türkiye ve Portekiz. Türkiye, çocuk yoksulluğu sıralamasında ise, 30 ülke arasında listenin en başında yer alıyor.
Mayıs ayında İş ve Emeklilik Bakanlığı (DWP) tarafında yayımlanan bir rapor, “Yeni” İşçi Partisi’nin uygulamış olduğu sermaye yanlısı politikaların zenginlerle yoksullar arasındaki gelir uçurumunu genişlettiği, emeklilerin son on bir yılda daha da yoksulaştığı ve yoksulluk altında yaşayan çocuk sayısının arttığı gerçeğini gün yüzüne çıkardı. Buna ek olarak, zenginle fakir arasındaki gelir uçurumunun Charles Dickens’in yaşadığı 19. yüzyıl İngiltere’sinden daha derin olduğu ortaya çıktı.Son on bir yıl içerisinde, yoksulluk sınırı altında yaşayanların gelirlerinde yüzde 1.6’lık bir düşüş olduğu tespit edildi. 2005/06 yılında halkın yüzde 17’si yoksulluk sınırı altında yaşıyordu; bugün ise, halkın yüzde 18’i yoksulluk sınırı altında yaşamakta. Yani, İngiltere’de yaşayan her beş kişiden ikisi yoksulluk sınırı altında yaşıyor. Yoksulluk sınırı altında yaşayanlar 1996/97 gelir dağılımının yüzde 7.7’sini kendi aralarında paylaşırken, bugün bu rakam yüzde 7.2’ye düşmüş bulunuyor. Bu durum, orta tabaka için de geçerli. Örneğin, haftalık 377-597 sterlin arasında maaş alan ve İngiltere’deki orta sınıfı oluşturan kesimler, 1996/97 yıllarında gelir dağılımının yüzde 16.7’sini kendi aralarında paylaşırken, bugün bu rakam yüzde 16.3’e düşmüş durumda.
Buna ek olarak, çocuklar ve yaşlılar arasında yoksulluk arttı, en zenginlerle en yoksullar arasındaki uçurum büyüdü. 1996/97 yıllarında emeklilerin 2.4 milyonu yoksulluk sınırı altında yaşarken, bugün 2.5 milyonu yoksulluk sınırı altında yaşıyor. 2005/06 yıllarında çocukların 2.8 milyonu yoksulluk altında yaşarken, 2007/08’de, bu rakam 2.9 milyona yükseldi. Dolayısıyla, İşçi Partisi’nin 2020 yılında çocuk yoksulluğunu ortadan kaldırma vaadi tamamen bir fanteziye dönüşmüş durumda.
6- TUC’den iki önemli grev kararı
Brown’nın vaz geçmediği tek ilke işçi ve emekçi düşmanlığı. Brown hükümeti, mali krizi ve enflasyonu fırsat bilerek, kamu emekçilerine, enflasyon altında yüzde 2’lik ücret artışı dayatıyor. Hükümetin bu kararını geri aldırma hedefiyle neredeyse bütün kamu emekçileri değişik zamanlarda grevler düzenledi, ama Brown hükümeti geri adım atmamakta ısrar ediyor. Geçtiğimiz ay içerisinde düzenlenen İngiltere Sendikalar Konfederasyonu TUC’nin 2008 yılı Konferansı’nda, İşçi Partisi’ne yakınlığıyla bilinen TUC yönetiminin karşı çıkmasına rağmen, sendika delegeleri iki önemli karar aldılar: 1) “Demir Lady” Thatcher döneminde işçi ve emekçilerin elinden alınan sendikal hakları geri alabilmek için genel grev ve 2) Brown hükümetinin geri adım atması konusunda baskı yapmak için genel kamu grevi örgütleme kararı.
Haziran ayında yayınlanan ONS raporuna göre, geride bıraktığımız yıl içerisinde yaklaşık 1 milyon işgünü grev aracılığıyla kayboldu. Bu rakam, son on yılın en büyük rakamıdır. Buna ek olarak, ONS’nin yayınladığı bir diğer rapora göre, 1997 yılında sendikalı olan işçi sayısı 7,018,000’ken, 2007 yılında bu sayı 7,084,000’e çıkmış durumda. Labour Research adlı araştırma kurumu dergisinin eylül sayısında yayınlanan rakamlara göreyse, son on yıl içerisinde sendikalı işçi ve emekçi oranı yüzde 28’den yüzde 30.7’e çıkmış bulunuyor.
KEYNESYEN EKONOMİ POLİTİĞİ ÖLÜM DÖŞEGİNDEN KALDIRILIYOR
“Hem Sosyalizmin hem de Keynesciliğin öldüğünü ve sanayi sonrası toplum koşularında; tek çözümün serbest rekabetçi ekonomi anlayışı olduğunu” “Üçüncü Yol”un baş piskoposları olan Giddens, Brown ve Blair, sıkça iddia ederlerdi. Örneğin, London School Economics’de (LSE) rektör olduğu yıllarda Giddens, verdiği “Sosyalizm Sonrası Dünya” konulu derslerde kendisini dinleyen öğrencilere şunu sıkça söylerdi: ”Hegelci ve Markscı devlet ve toplum koşularında yaşamıyoruz ve o günlere geri dönmeyeceğiz!” O gün Giddens’in verdiği vazları şevkle dinleyen ve safça inanan ve/veya savunun öğrencilerin bugün kendilerini aldatılmış eşlere benzetiyor olmaları tümüyle anlaşılır! Çünkü daha düne kadar ekonomiye devlet müdahalesini horlayan ve sanayi sonrası koşularda yaşadığımızı iddia eden “Üçüncü Yolcu” burjuva düşünürleri, bugün sermayenin çıkarları için hem devletin ekonomiye müdahalesini ve hem de sanayi üretiminin “gerekli” olduğunu iddia ediyorlar.
Maliye Bakanı Alaistair Darling, “Keynesci politikalara geri dönülmesinin gerektiğini” ve “krizin çözümünün Keynesyen ekonomi politikalarda yattığını” iddia ediyor. Son bir kaç ay içerisinde hükümet Keynesci kapitalist devletleştirme, denetim, müdahale ve harcama politikalarını uygulamakta. Örneğin, hükümet, şirketlerin hisse fiyatlarını spekülatif biçimde düşürdüğünden şüphelenilen “yoktan satış” ya da “açığa satış” (short selling)[3] uygulamalarını ocak ayına dek yasaklama kararı aldı. İngiltere’de bankaların yaşadığı kredi sıkıntısını hafifletmek için hazırlanan paket 500 milyar sterlin olarak açıklandı. Bu “kurtarma paketi” bütçenin yüzde 40’na tekabül ediyor ve İngiltere’de vergi ödeyen her bir birey bu paket yüzünden 16 sterlin daha fazla vergi ödemek zorunda bırakılıyor. Daha düne kadar İngiltere Merkez Bankasının hükümetin tam denetimi altında olmasını “finansal faşizm” olarak nitelendiren Brown ve Darling, bugün “gerekirse bankaları tamamen devletleştireceklerini” dile getiriyorlar. “Yeni” İşçi Partisi hükümeti Keynes’in “harcamalara öncelik verilmesi gerektiği” ilkesinden hareketle 2010-11 yılı için tasarlanan harcamaları öne alıyorlar. Öne alınan harcama projelerinde başında 4 milyar sterlinlik savaş gemisi projesi geliyor!
Maliye Bakanı olduğu yıllar içerisinde her bütçe raporunda “20. yüzyılın sonunda ve 21. yüzyılın başında sanayi sonrası toplum koşullarında yaşamaya başladık. Bilgi çağında yaşıyoruz artık. Bilginin üretilmesi, biriktirilmesi ve dolaşımı her şeyden önce geldiği.”ni[4] İngiltere’de yaşayanlara hatırlatan başbakan Gordon Brown, geçtiğimiz hafta içerisinde, “Üretim Sanayisini Geliştirme Stratejisi”ni kamuoyuna açıkladı ve “İngiltere ekonomisinin bu zorlu dönemi aşmasında imalat sanayisinin ve bütün genel sanayi sektörlerinin önemli bir rol oynaması gerektiğini” dile getirdi. İmalat sanayisini geliştirmek için iki önemli adım atılacak: 1) bütçeden imalat sanayisine 150 milyon sterlin fazladan ayrılacak ve 2) okullarda çıraklık kursları geliştirilecek. İşletme Bakanı John Hutton, “İmalat Sanayisini Geliştirme Stratejisi”ne ilişkin yaptığı basın açıklamasında ideolojik olanı değil gerçeği şöyle açıkladı: “Sanayi sonrası toplum koşularında yaşamıyoruz. Halen sanayi toplumlarında yaşıyoruz. Sanayimiz geride bıraktığımız yıllar içerisinde zayıfladı, onu güçlendirmenin zamanı geldi.”
Keynescilik, sadece hükümet temsilcileri tarafından değil, birçok “solcu” veya “sosyalist” olarak tanınan veya öyle geçinen parti, grup, aydın ve yorumcu tarafından, “alternatif”, “krizin çözüm kaynağı” olarak nitelendirilmekte ve “Keynescilik, 21. yüzyıldaki Marksist çözüm” ilan edilmektedir. Örneğin, The Guardian gazetesinin “solcu” ekonomi editörü Larry Elliot, 20 Eylül 2008 günü yazdığı köşe yazısında, mantık sınırlarını zorlayıp, şöyle bir iddiada bulundu: “Marx ve Engels’i bir kenarda tutarsak, geride bıraktığımız son yedi gün içerisinde sosyalizm için ABD Merkez Bankası Başkanı Ben Barnanke ve ABD Maliye Bakanı Hank Paulson’un yaptıklarını kimse yapmamıştır”! Elliot’ın bu yazısından bir gün sonra, İngiliz Muhafazakar Partisi’nin sesi olan, “liberal sağcı” ve Freidrich von Hayek hayranı Daily Telegraph gazetesinin başyazarı İngiliz maddeci gerçekçiliğini yerle bir eden bir saptamada bulundu: “Amerika’da gerçekleşen finansal sosyalizmden başka bir şey değildir.” Hatta İngiltere Komünist Partisi CPB’nin günlük yayın organı Morning Star, Brown hükümetinin 500 milyar sterlinlik yardım paketini açıklamasından bir gün sonra şu manşeti attı: “finansal sosyalizm paketi”! ABD’nin en büyük iki finans kurumunun –Fannie Mae, Freddie Mac– ve daha sonra AIG’nin –dev sigorta şirketi– devletleştirilmesi, iflasa gitmekte olan Merill Linch’in 50 milyar dolara Bank of America’ya satılması, sosyalizm için Sovyet yönetiminin bile yapmadığının yapılmasının göstergesiymiş!
Bunlara benzer saçma “Keynesci sosyalist” söylem veya “çözümler” son bir ay içerisinde sıkça dile getirilmekte ve yazılmaktadır. Sadece İngiltere’de değil, neredeyse krizden etkilenen tüm ülkelerde bu “çözümler” tartışılmaktadır. Larry Elliot, Will Hunt ve Graham Turner gibi Keynesci düşünürlerin, İngiltere ve ABD’de yaşayan halklara önerdiği şu: Sosyalizm için mücadele etmeyin, zaten hem ABD hem de İngiltere yönetimi ülkeyi ve ekonomiyi sosyalistleştirmektedir! Keynesciliği “sosyalist” ve/veya “devrimci” görme eğilimi, yeni bir eğilim değil. İngiliz işçi sınıfını yüz yıldır yöneten İşçi Partisi, Fabiancı[5] reformist “sosyalizm” anlayışının yetersizliğinin ve yanlışlığının kanıtlandığı her kapitalist kriz döneminde, işçi ve emekçilere, “sosyalist ve devrimci çözüm” ya da “krizden çıkmanın yolu” olarak hep “Keynesci sosyalizmi” sunmuştur![6]
TEKELCİ DEVLET KAPİTALİZMİNİN “GENEL TEORİSİ”
Peş peşe gelen krizler ve diğer ekonomik sorunlarla birlikte sallantılı hale gelen kapitalizm, 1929 dünya bunalımı ve diğer tarafta Sovyetler Birliğinin sosyalist ekonomi deneyimi sayesinde Sovyet halklarının bu kapitalist bunalımdan etkilenmemesi, kapitalist ekonominin var olduğu biçimiyle sürdürülebilinmesini veya savunulmasını imkansız hale getirmiştir. Bu durumu aşmak için sermayenin hizmetinde olan burjuva iktisatçılar derin bir çalışma ve “özeleştiri” süreci içerisine girdiler. Bu döneme damgasını vuran İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes oldu. Keynes 1936 yılında yayımladığı “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” isimli eserinde talep yanlısı politikalarla kapitalist işleyişin devamı için çıkış yolları önerdi. Keynes’in politik ekonomi teorisini kendisinden önce var olan burjuva iktisatçılarından ayıran temel özelikler ya da düşünceler nelerdir diye sorduğumuzda; bunların, Keynes’in Jean Bapiste Say’ın “Mahreçler Yasası”na[7] karşı çıkması ve buna bağlı olarak hem “Fonksiyonel Devlet Teorisi” anlayışını burjuva ekonomi politiğine yerleştirmesi hem de ekonomi düşünce tarihini “Say’ı savunanlar” ve “Say’a karşı çıkanlar” olarak ayırması olduğunu görürüz.
a) Tekelci devlet kapitalizmini kamufle eden devlet teorisi: “Fonksiyonel devlet teorisini”nin doğuşu
Keynes Genel Teori’nin ilk sayfalarında, Marx’ın burjuva iktisatçıları “vülger” veya “klasik” olarak sınıflandırmasına karşı çıkar. Bilindiği gibi, Marx bu sınıflandırmayı şu düşünceye dayanarak yapar: “Ben klasik ekonomi politik deyince, yalnızca görünüşleri ele alan, bilimsel ekonominin uzun süre önce sağladığı malzemeyi durup dinlemeden ağzında geveleyip duran ve burjuvazinin günlük kullanımı için en münasebetsiz olayların en usa-uygun açıklamalarını arayan, bunun dışında tuzu kuru burjuvazinin onlar için dünyaların en iyisi olan kendi dünyaları ile ilgili bayağı düşüncelerini bilgiççe sistemleştirmeye ve bunları ebedi gerçeklermiş gibi ilan etmeye kalkışan vülger ekonomiye karşılık, W.Petty’den beri, burjuva toplumdaki gerçek üretim ilişkilerini araştıran bir ekonomi bilimini anlıyorum.”[8] Keynes “vülger” ve “klasik” kavramlarının “yanıltıcı olduğunu”; ve Marx’ın bu kavramları kendi teorisini haklı kılmak için “icat ettiğini”[9] iddia eder. Çünkü ona göre iktisatçıların kapitalist üretim biçimine ilişkin sunduğu değerlendirmelerin doğru veya geçerli olup olmadıkları önemli değildir; önemli olan iktisatçıların “Mahreçler Yasası”nı savunup savunmadıklarıdır. Dolayısıyla, iktisatçıların en temel görevi kapitalizmi analiz etmek veya anlamak değildir; önemli olan onların (kapitalizmin bir varyantında başka bir şey olmayan) serbest rekabet ekonomisini irdelemelidir. Bu iddianın “mantıklı bir sonucu” olarak ekonomik düşünce tarihine katkıda bulunan iktisatçıları iki ayrı kategoriye ayırır: “Say’ı savunanlar” ve “Say’a karşı çıkanlar”. Bu “alternatif” sınıflandırmayı doğru olarak kabul edersek; Ricardo’yla ünlü “istihdam uzmanı” Profesör Arthur Cecil Pigou aynı şeyleri savunuyorlardı demek zorunda kalırız! Bu da Ricardo’ya yapılan en büyük haksızlıklar arasında yerini alır. Çünkü Ricardo, Kapitalist toplumdaki gerçek üretim ilişkililerinin özünü (her ne kadar da dönemin burjuvaları için araştırıyor olsa da) anlamaya çalışırken, Prof. Pigou ekonomik aktiviteleri kapitalist üretim biçiminden soyutlayarak ve ondan kopuk bir şekilde anlatmak için yoğun emek harcamaktaydı. Aslında Keynes böyle yaparak kendi teorisinin “vülger” içeriğini su üstüne çıkarıp; Marx’ın iddiasını veya sınıflandırmasını isteğinden bağımsız olarak doğrulamıştır! Keynes’in teorisinin neden “vülger” bir teori olduğunu ilerleyen sayfalarda açıklamaya çalışacağız.
Keynes’e göre Say’in ve onu takip eden Ricardo ve Smith gibi iktisatçıların en temel yanılgıları, “toplam arz toplam talebe eşittir” düşüncesinde olmalarıdır. Bu yanılgıya kaynaklık eden iddiaysa: kapitalist ekonominin “dış müdahale olmadan kendi kendini düzeltebileceği (self-adjusting system)” iddiasıdır. Dolayısıyla, Say ve onun Ricardo ve Smith gibi savunucuları sermayenin “sihirli” ve “özel” yasaları ve işleyişinden dolayı “dış” ve “devlet müdahalesinin” “gereksiz” ve “zedeleyici” olduğunu iddia ederler. Keynes göre klasik ekonominin bu iki temel yanılgısına hayat veren “ana düşünce”, yatırım harcamaları her zaman tüketime hizmet eder düşüncesidir. Keynes bu düşüncenin geçersiz olduğunu iddia eder çünkü Keynes’e göre “yatırım harcamaları her zaman tüketimi kamçılamayacaktır; bazen tüketimi tıkayacaktır”. Bunun sebebiyse, yatırım yapma potansiyeli olan kişinin elindeki yatırımı veya sıcak parayı yatırımdan uzak tutmasıdır (liquid-preferentiality). Dolayısıyla, hükümetler hem tüketimi kamçılamak için, hem de az tüketimden dolayı doğan enflasyonu ve yüksek faiz oranlarını belirlemek zorundadırlar. Dahası, bu görevi tümüyle üstlenmelidirler. Başka bir söyleşiyle, Say’in şiddetle karşı çıktığı “Fonksiyonel Devlet Teorisi” artık kaçınılmazdır.
Keynes’in “Fonksiyonel Devlet Teorisi”ni meşru kılmak için seçtiği alanların başında istihdam geliyor. Keynes birçok “gereklilikleri” veya “zorunlulukları” yığınların yumuşak karnı olan istihdamla ve/veya işsizlikle açıklıyor. Keynesci istihdam teorisinin hareket noktası efektif taleptir. Keynes efektif talebi, “toplam talebin toplam arz ile kesiştiği noktadaki değeri” olarak tanımlamaktadır. Bir başka tanımlama ile efektif talep, kullanılabilecek bir satın alma gücüyle desteklenmiş taleptir ve belirli bir dönemdeki tüm harcamalara eşdeğerdir. Enflasyon, işsizlik, deflasyon, durgunluk gibi meydana gelecek dengesizliklerin efektif talep ayarlamaları ile giderilebileceğini savunur. Bu görüşü ileri sürerken Keynesyen makro teori, arz koşullarının kısa dönemde sabit olduğunu ve uzun dönemde de iktisat politikalarına karşı duyarsız olduğunu varsayar. Keynes bu dengesizliklerin oluşmasında ve gelişmesinde özel sektörün önemli bir yeri olduğu savunur. Keynesyen ekonomi ilke olarak özel sektörün dengesiz olduğunu kabul eder. Bu dengesizliği ortadan kaldırmak amacıyla ekonomiye devlet müdahalesinin gerekli olduğunu kabul eder. Para ve mali politikalarıyla toplam talebin bileşimini ve miktarını değiştirmek suretiyle ekonomideki dengelerin arzulanan yönde gerçekleşmesinin sağlanacağını iddia eder.
Keynes “klasik teorilerin ancak tam istihdamın olduğu koşularda uygulanabilir”[10] olduğunu iddia etmekle kalmayıp; tam istihdamın gerçekdışı olduğunu nihayet burjuvazi adına kabul eder. Keynes’e göre kapitalist ekonomi eksik istihdamda da dengeye gelebilir. Gerekli olan, devletin para ve mali politikalarıyla ekonomiye müdahalelerde bulunmasıdır. Bu müdahalelerin amacı ise, özellikle kriz koşullarında, efektif talebin (yatırım ve tüketim harcamalarının) artırılmasıdır. Eksik istihdamdaki ekonomide, örneğin para miktarındaki artışlar yatırım harcamalarını teşvik edecek ve bu da mal ve hizmet üretimini kamçılayarak para miktarındaki artışa denk bir üretim artışıyla sonuçlanacaktır. Bu süreçte de fiyatlar genel düzeyinde bir yükselme meydana gelmeyecektir. Eğer toplam efektif talep üretim kapasitesini aşarsa, bu durumda fiyat artışları gündeme gelecek, enflâsyon doğacaktır. Hükümetler talep daraltıcı önlemlerle fiyatlardaki yükselişi dizginleyebileceklerdir. Keynese göre bütün ekonomik aktivite ve olguları “efektif talep”, “tüketim eğilimi” ve “yatırım”la açıklanabilir. Böylelikle Keynes ekonomik sonuçları nedenler olarak kabul edip kapitalist üretim biçiminin özünü irdelemekte onun çelişkileriyle yüzleşmekten hayli uzaklaşır.
b) Emek sömürüsünü kamufle eden “efektif talep”
Keynes kriz veya durgunluk zamanlarında hem hükümetlerin ücret zamlarını belirlemesini hem de ücretlerin sabit kalmasını savunur. Keynes kriz zamanlarında efektif talep için ne ücretlere düzenli olarak zam yapılması gerektiğini, ne de ücretlerin yüksek tutulması gerektiğini savunur. Bu efektif talep için ücretlerin yüksek tutulması gerektiğini düşünenleri şaşırtır. Keynes’e göre ücretler sabit kalmalıdır.[11] Çünkü Keynes de, burjuva iktisatçılarının en klasik dogmalarından biri olan “metaların fiyatları, ücretlerle belirlenir veya düzenlenir, bundan dolayı ücretler yükseldikçe metaların fiyatları da yükselir” dogmasına inanır. Bu düşüncenin kof bir düşünce olduğunu Marx şu argümanla kanıtlamıştır: “…en soyut biçimiyle ifade edildiğinde, ‘ücretler metaların fiyatlarını belirler’ dogması şuna varır: ‘değer değerle belirlenir’, ve aslında bu safsata da, değer hakkında hiç bir şey bilmediğimiz anlamına gelir. Eğer bu öncülü kabul edersek, ekonomi politiğin bütün genel yasaları salt boş laflar halini alır. Onun için, Ricardo’nun en büyük erdemi, 1817’de yayınlanan The Principles of Political Economy’de, herkesin kabul ettiği ve yinelene yinelene usanç veren ‘ücretler fiyatları belirler’ safsatasını tepeden tırnağa yıkmak oldu; o safsata ki, Adam Smith ve onun Fransız öncelleri, araştırmalarının gerçekten bilimsel olan bölümlerinde onu boşlamışlar, ama yapıtlarının daha yüzeysel ve halka hitap eden bölümlerinde yeniden ele almaktan da geri durmamışlardır.” [1]
[1] K. Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, Marks-Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt: II, s. 56, Sol Yayınları, (Ankara, 1977)
Buna ek olarak, Keynes, “Genel Teori”de baştan sona, tam rekabetin geçerli olduğu yolunda bir varsayımda bulunmuştur. Bu nedenle değişen derecelerde tekel veya ücret-fiyat politikası tamamen ihmal edilmiştir. Genel Teoride sadece talep yetersizliğinden ortaya çıkan işsizlik üzerinde durulmuş, sermaye kapasitesi yetersizliği, döviz dar boğazı gibi ekonominin toplam arz cephesindeki yetersizliklerden doğan işsizlik üzerinde durulmamıştır.
Keynes’se yukarıda sözünü ettiğimiz dogmadan yola çıkarak şu iddia da bulunur: “Ancak aptal olan birisi değişken ücretleri değişken fiyatlara tercih eder.”[13] Keynes bununla da kalmayıp işverenlere veya sermayedarlara ücret konusunda akıl vererek kendi safını veya rengini belli eder. Keynes ücret konusunda işverenlere şu türden önerilerde de bulunur: “İşçiler genellikle ücretlerinin düşürülmesine karşı çıkarlar ama fiyatların yükselmesine karşı çıkmazlar”[14] ve “İşçiler ücret artışının düşürülmesine çok kararlı bir şekilde karşı çıkarlar ama aynı şekilde fiyatlarının yükselmesiyle reel ücretlerin derece derece düşürülmesine karşı çıkmazlar”[15]! Keynes saçmalamanın dozajını tamamen kaçırıp, “düşük ücretler”in bir tercih değil bir “zorunluluk” olduğunu iddia eder, çünkü “ancak ve ancak düşük ücretler sonucunda istihdam oranları yükselebilir.”[16] Keynesyen efektif talep prensibi ve istihdam teorisi hem hükümetlere ücretleri belirleme ve düşük tutma hakkını verir, hem de ücretli köleliğin ve ucuz emeğin “zorunlu” olduğunu haklı kılmaya çalışır. Örneğin, son iki yıldır Brown, Keynes’in efektif talep savından ve istihdam teorisinden faydalanarak kamu emekçilerine enflasyon altında yüzde 2’lik ücret artışını dayatmaya çalışmakta. Brown’a göre “ücret artışları enflasyon oranını ve fiyatları olumsuz şekilde etkiler” ve “yüksek ücretler az işçinin çalışmasını sağlar”. Keynes’in ucuz emek sömürüsünün ve ücretli köleliğin “zorunlu” olduğunu düşünmesinin iki nedeni var: 1) Keynes sınıf mücadelesi veya savaşında kendi yerini burjuva sınıfının yanında görür; ve daha da önemlisi 2) “Vülger” yaklaşımından dolayı, kapitalist üretim biçiminden soyut bir şekilde emek-ücret-fiyat-zam kavramlarını anlar. Başka bir deyişle, Keynes artı-değer sömürüsünün varlığını yadsıyıp sübjektif değer teorisini[17] veya “marjinal fayda teorisi”ni savunur.
Keynes’in sınıf mücadelesinde safını belirlemede hiç bir tereddütü yoktur: ”Eğer bir bölüğün çıkarlarını savunmak durumunda kalırsam, kendiminkini savunurum. Sınıf mücadelesine gelince, benim yerel ve kişisel patriotizm [yurtseverlik], bağlılıklarım beni kendi çevreme bağlıyor. Ben bana göre adalet ve sağduyu olarak görünen olgulardan etkilenebilirim, fakat, sınıf savaşı beni eğitim görmüş burjuvazinin safında bulacaktır”[18]. İngiltere’nin ünlü Keynesci dergilerinden New Economics dergisinin baş editörü S.E. Harris 1950 yılında dergiye yazdığı bir makalede Keynes’in ideallerini ve Keynesyen teoriyi şu sözlerle değerlendirmişti: “Keynes kapitalizmi baştan sona kadar savunuyordu. Bunun tersini düşünenler yorumlama özürlülerdir… Son tahlilde Keynes kapitalizmin temellerini oluşturan seçenek serbestliği, kâr ve yarar ilkelerini hiç bir zaman hedef almadı.”[19] Keynes, kendi teorisini “var olan ekonomik yapıyı yıkımdan kurtarmanın tek pratik yolu”[20] olarak tanımlayarak, Harris’i doğrulamıştır. Dolayısıyla, ucuz emek sömürüsünü haklı bulması ve ücretli köleliği “zorunlu” görmesi doğru olmasa da doğaldır, çünkü Keynes burjuva sınıfının safında olmanın gerekliliklerini yerine getiriyor. Lenin’in söylediği gibi, “sınıf mücadelesine dayanan toplumlarda ‘bağımsız’ sosyal bilimlerden söz edilemez. Şu veya bu biçimiyle bütün resmi ve liberal bilim ücretli köleliği savunur.”[21]
Keynes, kendisinden önceki Stuart Mill ve Alfred Marshall gibi “vülger” burjuva iktisatçılarla temel konularda aynı düşünüyordu. Keynes “Genel Teori”sinde Mill ve Marshall’ın savunduğu sübjektif değer teorisini veya “marjinal değer-fayda teorisini” koşulsuz destekliyordu.[22] “Marjinal fayda” teorisi, ekonomik mal ve hizmetlerin değerlerinin belirleyicisinin bireylerin yaptığı tercih sıralamaları olduğu iddiasına dayandığı için emeğin ve üretimin rolünü ve belirleyiciliğini yok sayar.[23] Bu sübjektif teoriye göre üretim sadece ve sadece tüketim için yapılır. Kapitalist üretimin asıl işlevi olan artı-değer üretimini yok sayar. Başka bir deyişle, “Kapitalist üretim tarzının ikinci ayırt edici özelliği, üretimin dolaysız amacı ve belirleyici dürtüsü olarak artı-değer üretimidir. Sermaye, özü bakımından, sermaye yaratır ve bunu ancak, artı-değer üretmesi ölçüsünde yapar.”[24] ilkesini yok sayar. Bundan dolayı ne sermayenin karakterini[25] ne de kapitalist toplumun temel çelişkisi olan üretimin ve üretim araçlarının toplumsallaşmış karakteri ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkiyi algılayabilmiştir. Mill ve Marshall gibi, Keynes de, artı değer sömürüsünün varlığını inkar ve kamufle eder. Bu yüzden, Keynes, Marx’ın yazdığı Kapital’ı “bilimsel olarak yanlış ve … demode olmuş bir ekonomi kitapçığı” olarak görür.[26] Keynes “vülger” burjuva ekonomi politiğin en temel kriteri olan sübjektif değer teorisine aldanarak görünümler dünyasına mahkum olmuştur. Böylece Keynes burjuvazinin hem hamalı hem de piyonudur.
c) Yeni pazarlara açılmanın ilkesi: “Efektif talep”
Keynes efektif talep için veya onu bahane ederek emperyalist politikaları meşru kılmaya kalkışır. Keynes’e göre, efektif talep için sermaye ihracatı bir zorunluluktur ve işsizliğin düşük olması için ihracatın yüksek, imalatın düşük olması gerekir.[27] Bu iki koşulun hayat bulması içinse sermaye ihracatı için yeni pazarlar bir zorunluluktur. Sermaye ihracatının gerçekleşebilmesi için hükümetlerin yeni ihracat pazarlarını bulmakla kalmayıp ihracat kurumlarını sermayedarlar adına belirlemek ve hem ülkeyi hem de sermayedarları korumak zorundadırlar. Başka bir deyişle, hükümetler, gümrük vergilerini, ticaret kurumlarını ve olası ticaret savaşlarında sermayedarların avukatlık veya sözcülüğünü yapmak zorundadırlar! Emperyalist işgal ve talan politikalarını kamufle etmek için veya pazar savaşlarının “doğal” ve “zorunlu” olduğunu kanıtlamak için efektif talep bahane edilmekte ve bununla ilintili olarak “Fonksiyonel Devlet Teorisi” meşru kılınmaktadır. Diğer bir deyişle, sermaye ihracı veya yeni pazarları ele geçirmenin rasyonalizasyonu için efektif talep ve “Fonksiyonel Devlet Teorisi” oluşturulmaktadır.
Lenin Emperyalizm adlı çalışmasında bu konuya ilişkin çok çarpıcı bir örneği şu sözlerle anlatır: “Cecil Rhodes, emperyalist görüşleri hakkında,…1895’te şunları söylemiştir: “Dün Londra’da East End (işçi mahalesinde)’deydim ve işsizlerin toplantısına katıldım. Ekmek haykırışından başka bir şey olmayan vahşi konuşmalarını dinledikten sonra eve giderken emperyalizmin önemini her zamankinden daha fazla kavradım.”[28] İngiliz-Boer savaşının baş sorumlusu olan Rhodes’ın 1895 yılında dillendirdiği emperyalist argümanlar, 1945-50 yılları arasında hem ABD’de hem de İngiltere’de Keynesyen efektif talep ilkesi veya istihdam teorisi aracılığıyla emperyalistler ve bazı “solcular” tarafından dilendiriliyordu. “İşsizliğin minimal derecede olabilmesi ve insanların yoksulluk altında yaşamaması” için silahlanmanın ve savaşlara harcanan milyarlarca paranın “doğru” ve “gerekli” olduğu iddia ediliyordu.[29] Hem ABD hem de İngiltere, devletin her zamankinden daha “azgın” bir biçimde ülke sermayesini ve ticaretini koruması gerektiğini sıkça dile getiriyordu. Buradan yola çıkarak Keynesci politikacılar veya iktisatçılar tekelci devlet kapitalizmini ve “Fonksiyonel Devlet Teorisi”ni “doğrulamaya” çalışıyorlardı.
İçerisinde bulunduğumuz bu kriz döneminde bu türden argümanların daha sık dillendirileceği kesin çünkü, krizle yüz yüze olan tekeller, sermaye ihracı, yatırımı veya emperyalist talan politikalarına müracaat edeceklerdir. Örneğin, sterlinin düşüşünden yararlanan İngiliz firmalarının bugün ihracat üzerinde yoğunlaşmaları bu yüzden bir tesadüf değil. Dış pazarlara yönelen tekeller kendi devletlerinden “fonksiyonlarını” yerine getirmelerini talep edecekler. “Yeni” İşçi Partisi hükümeti İngiliz tekellerine bu desteği sunmak için yavaş yavaş hazırlanıyor. Ekim ayında Keynes’in “harcamalara öncelik verilmesi gerektiği” ilkesinden hareketle 2010-2011 yılı için tasarlanan harcamalar öne alındı. Öne alınan harcama projelerinin başında 4 milyarlık savaş gemisi projesi geliyor! Şimdiye değin, bu harcamaya ilişkin açıklama yapan hükümet temsilcileri ve emperyalist politikalar yanlısı basının öne çıkardığı esas tema, “bu harcamanın 10 bin yeni iş imkanı sağlayacağı” oldu.[30]
d) Zararı kamulaştırmanın aracı olarak Keynesçilik
Keynes’e göre, ekonomi, toplam talepten etkilenerek düzenlenebilir. Ekonomide yatırımlar veya harcamalar tasarruflardan fazla iseler bir “enflasyonist açık” ortaya çıkar. Ekonomi kendiliğinden dengeye gelmez. Bu durumda devlet efektif talebi yönlendirerek ekonomiyi düzeltebilir. Bu durumda hükümetlerden “Sınırlayıcı Mali Politika” uygulaması beklenir. Devlet, kamu harcamalarını azaltarak ve/veya vergi oranlarını arttırarak müdahalede bulunur. Ekonomide toplam yatırımlar, tasarruflardan azsa bu durumda “deflasyonist açık” söz konusu olur. Deflasyonist açığın giderilmesi için, devletin yine talebi yönlendirme yoluyla ekonomiye müdahalesi gereklidir. Bu durumda kamu harcamaları arttırılarak ve/veya vergiler indirilerek müdahale yapılacaktır. “Telafi Edici Mali Politika”lar uygulanması gerektiğine inanır Keynes. O, devletin harcamalarının bazı alanlarda özel sektör kadar –hatta özel sektörden bile daha fazla– verimli olabileceği inancındadır.
Hükümetler kriz dönemlerinde kurtarma paketleri ve kapitalist devletleştirme politikaları sonucunda kapitalistlerin zararlarını kamulaştırılmaya kalkışırlar. Bugünlerde de sıkça tartışma konusu olan bu paketler sonucunda ekonomideki yatırımlar ve harcamalar tasarrufları aşar. Bu yüzden hükümetler sağlık, eğitim ve diğer kamu alanlarına ayrılan bütçeyi sınırlamalarının “zorunlu” olduğunu iddia ederler. Örneğin, Brown hükümetinin açıkladığı beş yüz milyarlık “kurtarma paketi” sonucunda 2010-13 yılında bütçede çok sayıda kesinti olması bekleniyor. Yani krizin yükü uzun zamanda halkın sırtına bindirilir. Keynesci ekonomi politik bu durumun teorize edilmesini sağlıyor.
İngiltere’de Elliot, Turner ve Hutton gibi Fabiancı felsefeden etkilen bazı siyaset bilimciler, siyasetçiler veya yorumcular krizin kamulaştırılmasının yöntemlerinden olan kapitalist devletleştirme politikalarını “kapitalizm altında sosyalizmin uygulanması” olarak nitelendiriyorlar. Daha da ileri gidip bütün ekonomi politiğin yasalarını alt üst ederek “kapitalizm altında Keynesci sosyalist çözümden” söz ediyorlar. Yani Keynesyen ekonomi politiği Marksist ekonomi politikalarmış gibi göstermeye çalışıyorlar. Yukarıda sıraladığımız iddiaların temelinde şu absürd sentez yatar: “Marx ve Engels’i bir kenarda tutarsak, geride bıraktığımız son yedi gün içerisinde sosyalizm için ABD Merkez Bankası Başkanı Ben Barnanke ve ABD Maliye Bakanı Hank Paulson’un yaptıklarını kimse yapmamıştır”! “Amerika’da gerçekleşen finansal sosyalizminden başka bir şey değildir”! “Finansal sosyalizm paketi”! Kapitalist devletleştirmeyle sosyalizmin “aynı olgu” olduğunu iddia eden “vülger” iktisatçılara Engels şu yanıtı veriyor: “Eğer her devletleştirme sosyalistlik sayılsaydı (ya da ilericilik sayılsaydı ve devletçilik politikasına yüklenen anlamın karşılığı olsaydı) Napolyon’la Metternich’i sosyalizmin kurucuları arasında saymak gerekirdi. Belçika devleti politik ve maddi nedenlerle demiryollarını kendi yaptırdıysa, Bismark demiryolu memurlarını hükümete oy veren bir sürü haline getirmek ve kendisine yeni bir gelir kaynağı yaratmak için Prusya Demiryollarını devletleştirdiyse, bu asla sosyalistlik değildir. Aksi halde krallık porselen imalatı ve hatta ordu terzihanesi (Fredricih Wilhelm III devrinde bir açıkgözün kemali ciddiyetle devletleştirdiği genelevler bile) sosyalistliğe özgü kurumlar olurdu.”[31]
Yukarıda da belirtildiği gibi, İşçi Partisi’nin dayanağı olan işçi aristokrasisi, Fabiancı reformist “sosyalizm” anlayışının yetersizliği ve yanlışlığının kanıtlandığı her kapitalist kriz döneminde, işçi ve emekçilere, “sosyalist ve devrimci çözüm” ya da “krizden çıkmanın yolu” olarak, hep “Keynesci sosyalizmi” sunmuştur! Zaten “Keynesci sosyalizm” anlayışının doğum zamanı ve sosyal koşulu, 1929’da patlak veren derin emperyalist kapitalist kriz dönemidir! İşçi Partisi tarihini incelediğimizde, parti içerisinde, 1930 ve 40’lı yıllarda Douglas Jay[32] ve 1950 ve 60’yıllardaysa Herbert Morrison’un “Keynesci sosyalizmi” savunduklarını görürüz. Jay’ın kitabının önsözünü yazan Clement Atlee, “Keynesci Sosyalizmi”; “kolektif yönetim ve sorumluğun var olduğu… serbest piyasa ekonomisinin olmadığı bir sistem” olarak tanımlar[33]. Morrison’sa, sosyalizmi, “sosyal sorunlar için sosyal sorumlulukların geliştirilmesi” olarak görür. Dolayısıyla, “Keynesci sosyalizm”in düşmanı kapitalizm değil, serbest rekabet ekonomisidir. Sosyalizmi “sosyal veya kolektif sorumluluk sistemi” olarak tanımlayan “Keynesci ‘sosyalistler’”; sosyalizmin en temel ilkesi olan “üretim araçlarının kamulaştırılması”nı bilinçli olarak göz ardı ederek özel mülkiyetin varlığını meşrulaştırırlar.
Yol açtığı/açacağı yanılgıyla işçi ve emekçileri etkileyip kapitalist sisteme eklemlemeye yönelik bu saptırmanın tarihsel ve felsefi kökleri, Fabiancılığa dayanmaktadır. Fabiancılık tanımlanırken belirtildiği gibi, Fabiancılar’ın “toplum”dan anladıkları “devlet”tir ve onlara göre gelişme mekaniktir, kendiliğinden ve yavaş yavaş olur. Dolayısıyla, Fabiancılar ve “Keynesci sosyalistler” ekonomik sürecin dizginlerinin daima devletin elinde bulunması gerektiğini, kapitalizmin küçük dönüşümlerle derece derece sosyalizme dönüşeceğini, bunun için “devletleştirme”nin yeterli olacağını ve sınıf mücadelesi diye bir şey olmadığını, bu nedenle savunurlar. Ve aynı nedenle, hem Fabiancılar hem de “Keynesci sosyalistler” devletçilikle sosyalizmin aynı şey olduğunu düşünürler. Bundan dolayı Elliot gibi “sosyalistler”, kapitalist devletin bir bankayı devletleştirmesiyle üretim araçlarının kamulaştırılmasını, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini aynı etkinlikler veya aynı türden “kararlar” olarak değerlendirirler. Ne de olsa toplum devlet’ten pek de farklı değildir! Anlaşılacağı gibi, Keynes’in “Genel Teori”si, devrimci olmadığı gibi, sosyalist de değildir. Keynescilik, esasında anti-Marksist bir burjuva akım olarak, tekelci kapitalizmde zaten çoktan yerinde yeller esen “serbest rekabet” ekonomisine, tekellerin güdümü ve denetimindeki piyasa ekonomisine devlet müdahaleciliğinden başka bir şey değildir.
TEKELCİ KAPİTALİZMİN “VÜLGER” İKTİSATÇISI: KEYNES
Yukarıda anlattıklarımızdan da anlaşılacağı gibi Keynes’in Genel Teorisi “burjuva üretim ilişkileri içerisinde sıkışıp kalmış burjuva üretimini yürüten kimselerin fikirlerini, doktriner bir şekilde yorumlamaktan, sistemleştirmekten ve savunmaktan fazla bir şey yapmamaktadır.”[34]. Keynes yukarıda belirtilen “vülger” ilke ve düşüncelere sahip olmasından dolayı ne sermayenin karakterini ne de kapitalist toplumun temel çelişkisi olan üretimin ve üretim araçlarının toplumsallaşmış karakteri ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkisini algılayabilmiştir. Bundan dolayı Keynes işsizlik, yoksulluk ve ücret-fiyat-zam sorunlarını irdelerken kapitalist üretim ilişkilerinden soyut bir biçimde hareket eder. Kapitalizmim ürettiği işsizlik gibi sorunlarını kapitalizmi eleştirmeden veya ona dokunmadan açıklar. Keynes göre, bütün ekonomik etkinlik ve olgular, “efektif talep”, “tüketim eğilimi” ve “yatırım”la açıklanabilir. Böylelikle Keynes ekonomik sonuçları nedenler olarak kabul edip kapitalist üretim biçiminin özünü irdelerken onun çelişkileriyle yüzleşmekten bir hayli uzaklaşır. Kapitalizmin bütün sorunlarını serbest rekabet ekonomisiyle özdeşleştirir; çözüm kaynağı olarak ise “Fonksiyonel Devlet Teorisi”ni sunar. Keynes, tam da, sermayenin ve sermayedarların, kriz yüzünden oluşan zararlarını gidermek amacıyla ihtiyaç duydukları kamulaştırma ve/veya yeni pazarlara açılma için devlet desteği ve hükümet müdahalesine muhtaç oldukları bir dönemde, onların hizmetinde olacak bir devlet anlayışını geliştirir. Bundan dolayı hem Keynesciliğin anayurtları olan İngiltere ve ABD’de, hem de diğer Batılı ülkelerde Keynesci ekonomi politikalar hep durgunluk ve kriz dönemlerinde popüler hale gelmiştir.
SONUÇ OLARAK
Son iki yıldır gelişen olumsuz ekonomik koşular İngiltere’nin ekonomik temellerini sarsmakla kalmayıp, aynı zamanda, siyasal ve sosyal temellerini de sarstı. İngiliz ekonomisinin içinde bulunduğu olumsuz ve kritik koşullar; bu ekonomiye yön veren “üçüncü yolcu” politik ve ideolojik emperyalist kapitalist prensip ve yöntemlerin sorgulanmasına da vesile oldu. Başka bir deyişle, bu kriz, “Yeni” İşçi Partisi’nin (ve Batı dünyasında hükümet olmayı başaran sosyal demokrat partilere kılavuzluk eden) “üçüncü yolcu” politikalar aracılığıyla idealize ettiği “krizsiz ve çelişmesiz kapitalizm”, “küresel refah ve adaletin garantisi: serbest rekabet ekonomisi” ve “sanayi sonrası bilgi toplumu” türü vaatlerin gerçek üstü ve kapitalizmin doğasına aykırı olduğunu kanıtladı. Bu iktisadi politikaların iflasıysa, Keynesçiliğin tekrardan canlandırılmasını zorunlu kılıyor. “Üçüncü yol” olarak idealize edilmiş, “refah içinde, krizsiz bir sanayi sonrası toplum” türü burjuva iddialarının tümünün bir sahtekarlık ve burjuva ütopyası olduğunu da ortaya koyarak derinleşen krizin çaresizliğe ittiği İngiliz kapitalizminin, o kutsal “piyasa”nın üstünlüğüne ilişkin bütün tekelci gerici burjuva söylemlerin yalanıp yutulması anlamına gelerek, Keynes’in öngördüğü devlet müdahaleciliğinden başka tutunacağı dalı kalmamış görünüyor! Ya da yoksa geleneksel müttefik ABD ile birlikte, henüz bütünüyle Batı’ya açılmamış, örneğin Avrasya pazarlarına el koymaya yönelik yeni bir emperyalist savaş “tutunulacak dal” olabilir mi?!
[1] Karl Marx, Kapital, cilt 1, s.90, dipnot 33. Altıncı Baskı, Sol Yayınları (Ankara, 2000)
[2] Anthony Giddens, The Third Way (Cambridge, 1998), The Third Way and Its Critic (Cambridge, 2000)
[3] Bu işlem, bir aracı kuruluşun bir başkasından hisse ödünç alıp bunu satarak piyasayı düşürmesi, bu şekilde düşük fiyata hisse alıp, hisse borcunu ödemesi ve aradaki farkla kâr sağlaması olarak açıklanır.
[4] İngiltere’nin GSYİH’nın sektörlere göre dağılımı şöyle: Tarım: yüzde 1; sanayi: yüzde 25.6 ve hizmetler ya da servis ekonomisi: yüzde 73.4. İmalat sanayisiyse, GSYİH’nin %14.7’sini oluşturur. 11 yıl önce yaklaşık 4 milyon kişi imalat sanayisinde çalışıyordu, bugün bu rakam, 2.88 milyona kadar düştü.
[5] Londra’da Edward R. Pease tarafından 1883 yılında kurulan Fabian Derneği’nin güttüğü sözde sosyalizme Fabian sosyalizmi denir. Burjuva aydınlarınca desteklenen bu dernek, 1906 yılında İngiliz İşçi Partisi’ni doğurdu. Bernard Shaw ve Wells gibi ünlü yazarlarla Sidney Webb, Béatrice Webb, O. Lodge gibi ünlü iktisatçıların katıldıkları bu dernek, 1889 yılında Fabian Denemeleri’ni yayımladı. Sermayeyi ve sermayedarı toplum için gerekli sayıyor, sınırsız kazançların kötü sonuçlarını engellemek için devletin işe el koymasını öneriyordu. Fabiancılara göre, sermaye ve rolü toplum için yararlı ve zorunludur; sermaye, kapitalistin işçiden aldığı emek birikimi değildir. Kapitalist, sanayi devriminde önemli bir görev başarmıştır ve bu yüzden de yarattığı değişim değerinin büyük bir parçasına hak kazanmış bulunmaktadır. Marx’ın düşündüğü değişim değerinin dışında başka değerler de vardır. Toprak bu değerlerden biridir. Toprağı değerlendiren, toplumun toprak ihtiyacıdır. Bu yüzden, toprak geliri olan rantın da topluma mal edilmesi gerekir. Toprak sahipleri, kendilerinin değerlendirmedikleri toprak gelirini haksız olarak almaktadırlar. Gelişme mekaniktir, kendiliğinden ve yavaş yavaş olur. Bu yüzden, bir parti kurulması bile gerekmez. Kapitalizm, nasıl olsa, küçük dönüşümlerle derece derece sosyalizme dönüşecektir. Sınıf mücadelesi diye bir şey yoktur. Fabiancıların “toplum”dan anladıkları “devlet”tir, ekonomik sürecin dizginleri daima devletin elinde bulunmalıdır. Sosyalizm anlayışında Marx’a açıkça karşıdırlar. John Stuart Mill ve W. S. Jevons’un düşüncelerini güderler.
[6] John Eaton, Marx against Keynes, Lawrence and Wishart (London, 1951)
[7] Jean Bapiste Say’ın “Mahreçler Yasası”na göre; toplam arz toplam talebe eşittir. Ve bu, emek gücünün arz ve talebi için de geçerlidir. O halde, serbest rakebet koşulları içerisinde ekonomi sürekli olarak tam kapasitede çalışacak ve işleyişini sürdürecektir. Mal ve hizmet üretimiyle bunlara olan talep her daim eşit olduğuna göre, fiyat değişimleri ancak para miktarındaki değişimlerden kaynaklı olabilirdi. Klasik ekonomistlerin “miktar teorisi” diye adlandırdıkları bu görüşe göre, para miktarı arttığında fiyatlar yükselecek ve paranın değeri düşecektir, aksi durumda ise fiyatlar düşecek, para değer kazanacaktır. Böylesine bir bağlantının doğruluğu bir yana, miktar teorisi, para miktarındaki değişimlerin nedenlerine değinmemekte, dolayısıyla fiyat değişimlerinin gerçek nedenlerini ortaya koymamaktadır. Sorunların çözümünde, o sorunların olmadığını varsaymak, klasik ekonomistlerin yaklaşımını özetlemektedir.
[8] Karl Marx, Kapital, cilt 1, s. 90, dipnot 33, Altıncı Baskı, Sol Yayınları, (Ankara, 2000)
[9] Keynes, The General Theory of Employment, Interest and Money, s. 3 (London, 1936)
[10] Keynes, The General Theory of Employment, Interest and Money, s.16. (London, 1936)
[11] Keynes, How to Pay for This War, (1940)
[12] K. Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, Marks-Engels, Seçme Yapıtlar, Cilt: II, s. 56, Sol Yayınları, (Ankara, 1977)
[13] Keynes, The General Theory of Employment, Interest and Money, s.268. (London, 1936)
[14] Ibıd., s. 9
[15] Ibıd., s. 264
[16] Keynes, The General Theory of Employment, Interest and Money, s. 17 (London, 1936)
[17] Bu “teori”ye göre, değer, sübjektif değerlendirmelerin bir sonucudur her şeyden önce. Bir malın değerli ya da değersiz olması, onun içinde cisimleşmiş emek miktarıyla değil, bireyin o mala ilişkin sübjektif eğilimiyle açıklanır. X malını Y malından değeri kılan, A kişisinin X’i tercih ederek yaptığı iktisat davranışıdır.
[18]Keynes, Essays in Persuasion, s. 117 (London, 1936)
[19] S.E. Harris, New Economics, s. 5-6, 1950
[20] Keynes, The General Theory of Employment, Interest and Money, s. 380 (London, 1936)
[21] V.I. Lenin, Essentials of Lenin, Vol. I., p. 59
[22] John Eaton, Marx against Keynes, Lawrence and Wishart, sf. 29 (London, 1951)
[23] J. M. Keynes, Essays in Persuasion (London, 1931), The General Theory of Employment, Interest and Money (London, 1936)
[24] Karl Marx, Kapital, cilt 3, s. 772, Altıncı Baskı, Sol Yayınları (Ankara, 2000)
[25] Keynesyen iktisatta üretimde kullanılan sabit sermaye [değişmeyen sermaye] miktarı ile üretim tekniğinin değişmediği düşünülmektedir. Yani ekonomik olaylar kısa dönemli olarak gerçekleşir. Keynes “uzun dönemde hepimiz ölmüş olacağız” diyerek bu varsayımı özetlemiştir. Bu düşünce Keynesyen teorinin en önemli özelliğini ve özürlülüğü veya eksikliği olan “statik” niteliğini su üstüne çıkarır. Keynes’in Genel Teorisi “statik” bir teoridir ve bu yüzden birçok “çözümü” aslında çözümsüzlüktür. Çizdiği kapitalizm tablosu “statik” bir kapitalizm tablosudur. Bundan dolayı her ne kadar da krizlerin varlığına veya gerçekliğine inansa da krizlerin çözümlerine ilişkin söyledikleri çok sınırlı ve yetersiz olmuştur[25]: Ona göre, devlet müdahalesiyle her şey çözülür. Keynes Genel Teoride baştan sona, tam rekabetin geçerli olduğu yolunda bir varsayımda bulunmuştur. Bu nedenle değişen derecelerde tekel veya ücret-fiyat politikası tamamen ihmal edilmiştir. Genel Teoride sadece talep yetersizliğinden ortaya çıkan işsizlik üzerinde durulmuş, sermaye kapasitesi yetersizliği, döviz dar boğazı gibi ekonominin toplam arz cephesindeki yetersizliklerden doğan işsizlik üzerinde durulmamıştır.
[26] John Maynard Keynes, Essays in Persuasion, sf. 300 (London, 1931)
[27] Dubley Dillard, The Economics of J. M. Keynes, sf. 281
[28] V. İ. Lenin, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyalizm, s. 108, Evrensel Basım Yayın (İstanbul, 2001)
[29] Ronald L. Meek, The Place of Keynes ın the History of Economic Thought, Modern Quarterly, Winter 1950-51, Vol. 1, No.6
[30] Financial Times, 20/10/2008, s. 3
[31] Marx and Engels, Selected Works One, Utopian and Scientific Socialism, s. 421, Lawrence and Wishart (London: 1977)
[32] Douglas Jay, The Socialist Case (London, 1946)
[33] John Eaton, Marx against Keynes, Lawrence and Wishart, sy. 57 (London, 1951)
[34] Karl Marx, Kapital, cilt 1, s.718i Altıncı Baskı, Sol Yayınları (Ankara, 2000)