strateji ve taktik üzerine
KADİR YALÇIN
“II. Enternasyonal’in egemenlik dönemi, esas olarak proletaryanın siyasal ordularının az çok barışçıl gelişme koşulları altında kurulduğu ve eğitildiği bir dönemdi. Bu, parlamentarizmin sınıf mücadelesinin esas biçimi olduğu bir dönemdi. Sınıfların büyük çatışmaları, proletaryanın devrimci savaşlara hazırlanması, proletarya diktatörlüğünün kurulması yolları sorunları, görünüşe göre gündemde değildi. Proleter orduları kurmak ve eğitmek için bütün yasal gelişme yollarından yararlanmak, proletaryanın muhalefet durumunda kaldığı ve görüldüğü gibi kalmak zorunda da olduğu koşullara uygun olarak parlamentarizmden yararlanmak göreviyle yetiniliyordu. Böyle bir dönemde ve proletaryanın görevlerinin böyle anlaşılması ile kesin bir stratejinin ve mükemmel bir taktiğin olamayacağını kanıtlamaya gerek bile yoktur. Gerçi, taktik ve strateji üzerine kırık dökük, parça parça düşünceler vardı; ama taktik ve strateji yoktu.
“II. Enternasyonal’in büyük günahı, zamanında parlamenter mücadele biçimlerinden yararlanma taktiği uygulamış olması değil, bu biçimlerin önemini abartması, onları neredeyse biricik mücadele biçimi olarak görmesi ve doğrudan devrimci mücadeleler dönemi gelip çattığı ve parlamento dışı mücadele biçimleri sorunu ön plana geldiği zaman, II. Enternasyonal partilerinin yeni görevlere sırt çevirmeleridir, bunları reddetmeleridir.
“Ancak sonraki dönemde, proletaryanın açık eylemleri döneminde, proletarya devrimi döneminde, burjuvazinin devrilmesi sorunu doğrudan pratik bir sorun olduktan sonra, proletaryanın yedekleri sorunu (strateji) en acil sorunlardan biri olduktan sonra –parlamenter olsun parlamento dışı (taktik) olsun–, bütün mücadele ve örgüt biçimleri tam bir açıklıkla belirdikten sonra, ancak bu dönemde proletaryanın mücadelesinin kesin bir stratejisi ve mükemmel bir taktiği yaratılabildi.” (sf. 69-70)
Yukarıdaki pasajlar, Stalin’in strateji ve taktiğe ilişkin birkaç makalesinden oluşan Evrensel Basım Yayın’dan çıkan Strateji ve Taktik isimli kitapçıktan alındı. Bölümün başlığı, “Proletaryanın sınıf mücadelesinin önderlik bilimi olarak strateji ve taktik”.
Stalin, belli ki, II. Enternasyonal oportünizmini eleştiriyor. Ancak, özellikle konumuz açısından, eleştiriyor olması değil, nasıl eleştirdiği, nereden eleştirdiği önemli.
Parlamenter mücadele biçimlerine ve burjuva parlamentolara, bunun için parlamento seçimlerine katılmayı sonraları “aşırı sol” bir tutumla kimi radikal devrimcilerin ilke olarak reddettiklerini biliyoruz. Stalin’in eleştirisi ise oldukça net ve bu “sol” yaklaşımı doğrulamıyor. II. Enternasyonal’in günahının “parlamenter mücadele biçimlerinden yararlanma taktiğini uygulamış olması” olmadığını belirtiyor Stalin ve “günah”ı açıklıkla ortaya koyuyor: “…bu (parlamenter -K.Y) biçimlerin önemini abartması, onları neredeyse biricik mücadele biçimi olarak görmesi ve doğrudan devrimci savaşlar dönemi gelip çattığı ve parlamento dışı mücadele biçimleri sorunu ön plana geldiği zaman, II. Enternasyonal partilerinin yeni görevlere sırt çevirmeleridir, bunları reddetmeleridir.”
Peki, parlamenter mücadele biçimini biricik mücadele biçimi olarak varsaymanın ve zamanı geldiğinde, yeni görevler ve bunun gerektirdiği yeni mücadele ve örgüt biçimlerini reddetmenin konumuzla, strateji ve taktik sorunlarıyla ne ilgisi vardır? Stalin, neden, II. Enternasyonal döneminde strateji ve taktiğe ilişkin bölük pörçük düşünceler olmakla birlikte strateji ve taktiğin, stratejik ve taktik kavrayış ve yönetimin olmadığını söylemektedir?
II. Enternasyonal dönemi, evet, sınıf mücadelesinin, esas olarak barışçıl koşullarda geliştiği bir dönemdi ve II. Enternasyonal önderleri “sınıf mücadelesini sertleştirmedikleri”, “savaş çıkarmadıkları” ve “yumuşak davrandıkları” için eleştirilemezlerdi. Mücadele koşullarının esas olarak ve az-çok barışçıllığı, kapitalizmin gelişme koşullarıyla, nesnellikle ve sınıflar arası ilişkilerin/çelişkilerin seyri ile bağlantılıydı.
Önemli olansa bundan sonrasıdır. Lenin ve Stalin’in II. Enternasyonal önderlerine eleştirisi, bu barışçıllık ve buna uygun olarak öne çıkan parlamenter mücadelenin, başka biçimlerin yok sayılmasını içeren “tekliği” yüceltisine götürülmesi, bunun II. Enternasyonal partilerini teslim almasıdır. Parlamenter mücadeleden yararlanmak, 30 yılı bulan bir barışçıl dönem içinde, onun biricikliği düşüncesinin önce “bilinçaltında” ve sonra bilinçlerde yer etmesine, esir alıcı bir sistem oluşturup parlamentarizme dönüşmesine götürmüştür. Amaç ve hedefler bulanıklaşmış ve bu da bu partilerin programlarına ve siyasal tutumlarına yansımıştır. Büyükçe ya da büyük parlamento grupları başlangıçta proletaryanın ve mücadelesinin gücünün işaretiyken, “teklik” varsayımı, giderek grupların çıkarları ve esenliklerinin esas alınmasına, koltukların rahatlığı, rehavete ve onların elden çıkmaması için giderek zararı büyüyen (çoğu çıkar amaçlı olarak gelişen) uzlaşmalara götürmüş ve sonuçta da burjuva parlamentoların tek mücadele mevzisi varsayılmalarına ve oradan da “mücadele”nin gereksizliğine, burjuva parlamentarizminin fikren ve maddi kazançlarıyla benimsenmesine varılmıştır. Benzer platform, II. Enternasyonal’in örneğin Alman partisi kadar büyük parlamento grubuna sahip olmamasına ve aradan on yıllar geçmesine, bu partilerin parlantarist uzlaşmacı hatları Lenin ve Stalin tarafından teşhir edilmesine karşın, ilk seçimde kazanılan 15 koltuğun baştan çıkarıcılığı ve asıl olarak kitle hareketi karşısındaki uzak duran reformcu parlamentarist platformuyla TİP’i de karakterize etmiştir.
Bu anlayışın, devrimci bir strateji ve taktiğe yer bırakmayacağı, çünkü en başta devrime yer bırakmadığı ortadadır.
Çünkü strateji ve taktik ve strateji ve taktiğe ilişkin kavrayış, her şeyden önce belirli bir bütünselliğe sahiptirler, genel bir süreç ve onun bağlı süreçlerini ilgilendirirler, süreçten söz edildiğine göre, kaçınılmaz olarak bir genel hareketi ve ona bağlanmış hareketin daha küçük özel parçalarını belirtirler. Ve şu da kesindir ki, strateji ve taktik nesnel koşulları veri alan ancak öznel/sübjektif alanla, bilinçle, öyleyse belirli hedef ve amaçlar ve bunlara ulaşılmasıyla ilgilidirler. İki kavramdan da, en çok askerlik alanında söz edilmesinde ve en çok bu alana uygulanmalarında şaşılacak şey yoktur. Ancak en az onun kadar işlevsel olarak, siyasal alana, siyasal mücadele, yani iktidar mücadelesi alanına uygulanırlar. Bu nedenle, proletaryanın iktidar mücadelesine uygulanmaları tamamen doğaldır.
Nedeni basittir: Proletarya, kapitalist toplumda, tüm öteki sınıf ve kesimler içinde toplumun en devrimci sınıfıdır ya da tutarlı ve sonuna kadar devrimci tek sınıfıdır. Varlık koşulları ve çıkarları, kapitalist sınıfla, burjuvaziyle uzlaşmaz karşıtlık halindedir, kapitalizmin ortadan kaldırılışına yöneliktir. II. Enternasyonal’in devrime yer bırakmayan, başka şeylerin yanı sıra parlamentolarının yüceltisi dolayısıyla kapitalizme bağlanmış parlamentoculuğu ise proleter strateji ve taktiğe tamamen yabancı olmuştur.
Oysa sınıf mücadelelerinin zorunluluklarından olarak işçi hareketinin ve mücadelesinin salt kendiliğinden ve işçi sınıfının politik iktidar sorununa (hedefine) bağlanmadan “yuvarlanıp gitme”ye tahammülü olamaz. Şu ya da bu eylemin, hedefsiz ve amaçsız, mücadelenin bütünlüğüyle bağıntısız şu ya da bu yönde gelişmesi, istikrarsızlık içinde, bugün şu yönde, yarın bu, bir diğer gün daha başka bir yönde kendiliğinden ilerlemesi, işçi sınıfı ve hareketinin çıkarları bakımından yetersizliği ortadadır. Ancak öte yandan, devrimci strateji ve taktik izleme adına işçi sınıfı ve emekçi hareketi ve mücadelesi, hareketin nesnelliğini ve ihtiyaçlarını gözetmeyen iradi-zorlama ve keyfi saptama ve kararlarla, bunları esas alan “planlar”la yönlendirilemez. Marksist-Leninist strateji ve taktik
kendiliğindenliğe tapınmayı reddettiği kadar iradeci zorlama ve keyfiliğin de reddini ifade eder.
TAKTİK NEDİR?
Taktiğin başlıca ilgi alanı, mücadele ve örgüt biçimleridir. Bu ne demektir? Ya da taktiğin mücadele ve örgüt biçimlerini konu alması ne anlama gelir?
Askerlikte, strateji savaşın bütünü ile uğraşırken, taktik muharebelerle uğraşır. Stratejinin alanı geniş, taktiğinkiyse, stratejininkiyle kıyaslandığında, daha dar ve özeldir.
Askerlikle paralellik kurularak düşünüldüğünde, işçi sınıfının mücadelesi bakımından da taktik, onun iktidar mücadelesinin bütününü değil, ama onun tek tek “muharebeleri”ni, öyleyse özellikle şu ikisini; a) gerçekten tek tek işçi eylemlerini ve; b) belirli ortak koşul ve özelliklere sahip eylemleri kapsayan, belirli koşul ve özelliklere sahip mücadele dönemlerini ilgi alanı edinir.
Peki, taktiğin işçi sınıfının belirli eylemleri ve/veya belirli eylemler toplamından bileşecek olan mücadelenin belirli dönemleriyle ilgilenmesi ne demektir? Belirli somut eylemleri ve/veya kampanyaları başarıyla gerçekleştirmek, bunların birkaçını birden kapsayabilecek belirli özelliklere sahip dönemsel mücadeleleri kazanmak için yapılması gerekenlerle ilgilenmek, bunun için doğru bir yaklaşım ve çizgiye sahip olmak demektir. Buradan, taktik çizgi çıkar. Taktik çizgi, kuşkusuz, işçi hareketinin, devrimci hareketin taktik çizgisi, belirli somut eylem, kampanya ve mücadele dönemlerinde başarı kazanmak için işçi sınıfı hareketinin izlemesi gereken çizgisini belirtir.
Peki, doğru bir taktik önderlik için zorunlu olan, ayakları havada olmayan, gerçekçi ve doğru bir taktik çizgi nasıl saptanabilir?
Taktik ve taktik çizgi, parti olarak örgütlenmiş işçi sınıfının ya da başka deyişle işçi sınıfı partisinin sınıf mücadelesine müdahalesiyle ilgilidir. Mücadelenin, sınıfın ve tüm öteki sömürülen ve ezilen emekçi kesimlerinin sermaye ve güçlerine karşı, burjuva devleti ve hükümetlerinin program ve taktiklerine karşı bilinçli yürütülmesine, politik müdahaleye ilişkindir. Taktik çizgi de, sınıf mücadelesine müdahalenin nasıl gerçekleşeceğini bildirir.
Taktik tek tek eylem ve kampanyalar ve/veya mücadele dönemleriyle ilgilendiğine, taktik önderlik onlara doğru yön vermek ve taktik çizgi de bunu garanti altına almak ve “kazanmak” için gerekli olduğuna göre; eylem, kampanya ve/veya mücadele döneminin nesnel koşul ve özellikleri, karşıtlık halindeki mücadele dinamikleri ve mücadelelerinin tarihsel, güncel, (kültür, hukuki koşullar, önyargılar, duygu ve ruh haline vb. ilişkin olarak öznellik belirten yönlerinden birikmiş olanlar da dahil) tüm irade/bilinç dışı yönleri, maddi güç ilişkilerinin incelenmesi, taktiğin belirlenmesinin zemini olmak durumundadır. Taktik, aksi halde, tamamen keyfi olarak belirlenmiş olacak, işçi sınıfının çıkarları, işçi hareketi ve ihtiyaçlarıyla bir ilgisi olmayacaktır.
a) Nesnel ve Öznel
İşçi hareketinin nesnel durumu ve sınıfın kendiliğinden hareketiyle onun öznelliği ya da bilinçli ve planlı hareketinin ilişkisi üzerine söylenebilecek ilk şey, bu ikisinin birbirinden tamamen ayrı, birbirinden kopuk ve ilişkisiz iki farklı hareket durumunda olmadıkları, ama tek bir hareketin, işçi sınıfı hareketinin iki yönü olduklarıdır. İşçi hareketi, nesnel ve kendiliğinden ve işçi sınıfının ileri unsurlarının parti olarak örgütlendiği andan başlayarak, aynı zamanda öznel ve bilinçli olmak üzere iki unsurdan oluşur. Bunların, tek bir hareketin iki unsuru olduğu kuşkusuzdur. İşçi sınıfının devrimci iradesi ve bilinçli müdahalesine bağlı olmadan oluşmuş ve oluşan tüm süreçler ve bütün olgular hareketin nesnel yönünü oluşturur. Taktiğin ilgi alanına giren tek tek eylemler, kampanyalar ve/veya mücadele dönemleri söz konusu olduğunda, onların nesnel yönünü, içinde cereyan ettikleri koşullar, bu koşullara –yarın farklılaşabilecek bugünkü– karakterini veren sınıf güçleri ve güç ilişkileri, aralarındaki çatışmaları, bu çatışmaların fabrikadaki/ilçedeki/ildeki/bölgedeki/ülkedeki/dünyadaki (taktik hangi alana özgüyse oradaki) o koşullardaki şekillenişi ve bunun değişme yönü vb. oluşturur. İşçi sınıfı (ya da onun bir fabrikadaki, bir ilçe ya da ildeki ya da ülkedeki vb. bölüğü) ne denli bilinçli olursa ve bilinçli müdahaleleri ne denli gelişkin olursa olsun, hareketinin bu nesnel yönünü etkisizleştiremeyecek ya da tamamen değiştiremeyecek, ama bunları dikkatle inceleyip doğru sonuçlar çıkararak bunlardan hareket ettiğinde, yani hareketinin bilinçli yönünü buradan geliştirdiği ve müdahalesini hareketin nesnelliğine, nesnel ihtiyaçlarına uygun olarak buradan yaptığında, kısacası onu dayanak edindiğinde, eylem/kampanya/mücadele dönemini başarıyla geliştirebilecektir.
Taktik ve doğru bir taktik önderlik, tamamen hareketin nesnel yönünün, tek tek eylemler ya da mücadele dönemlerinin nesnelliğinin ürünü olarak öne çıkan, işçilerin diğerlerinin yanında etkisini/ihtiyacını en derinden hissettikleri, en acil ve can yakıcı taleplerini dikkate almamazlık edemez, devrimci bir taktik platform nesnel dayanakları olmayan, keyfi olarak belirlenmiş taleplerin ileri sürülmesi üzerine kurulamaz; dolayısıyla işçi hareketinin öznel ve nesnel yönlerini bir arada kavramadan edemez, birbirine karşı dikemez. Doğru bir taktik çizgi, nesnellikle ilişkisi içinde işçilerin acil taleplerinden hareket etmek ve ama onu doğru taktik hedeflere yöneltmek, öyleyse politikayla, bilinçli müdahalenin anlamlanacağı politik amaçların gerçekleşmesiyle (ve kuşkusuz, göreceğimiz gibi, işçi hareketinin stratejik amaçlarına) bağlanmak durumundadır.
Taktiğin ilgi alanına, tek tek eylemin, kampanyanın ya da mücadele döneminin amaçları girmekle birlikte, o hareketin nesnel durumunu, nesnel koşulları ve olguları dikkate almamazlık edemez. Onları göz önünde bulundurmak, onlardan hareket etmek ve ihtiyaçlarına uygun davranmak durumundadır. Böylece doğru, devrimci ve gerçekçi taktik, hareketin yalnızca bilinçli yönünü değil, tümünü, bir bütün olarak eylemi ya da kampanyayı ya da mücadele dönemini başarıya yöneltmiş, başarıyla gerçekleşmesini hızlandırıp kolaylaştırmış olacaktır. Tersi durumdaysa, “taktik” ve “taktik izleme” adına, eylem ya da kampanyanın ya da mücadele döneminin ilerlemesinin yavaşlatılması ve zorlaştırılmasına, hatta saptırılması ve başarısızlığına/yenilgisine tanıklık edilecek ya da düpedüz anlamsızlığa varılacaktır.
Örnek vermek gerekirse…
İki yıl öncesine kadar, her 1 Mayıs’ta, İstanbul’da Taksim’e çıkmayı “devrimci taktik” olarak benimseyip 10-15 kişilik bir grupla uygulayan bir çevre vardı. İki yıldır aynı “devrimci taktik”, DİSK’in de içinde olduğu daha “geniş” bir çevre tarafından benimsenip uygulanmaya çalışıldığı için küçük çevre görünmez olmuş, belirsizleşmiştir. Küçük ve daha “geniş” Taksim’de 1 Mayıs “devrimci taktiği” savunucuları, her veriden hareket ediyorlar, 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması gereğini belirten her ihtiyaçtan söz ediyorlar, ama bir şeyi unutuyor ya da hiç dikkate almıyorlardı. Nesnellik. Somut koşullar. Somut koşullar dendiğinde, soyutluğu içinde bir somutluk da değil, genel olarak egemen sınıfların gücü, devletin ceberutluğu vb. türü genellemeler değil, her 1 Mayıs’a gelindiği durumda İstanbul ve ülkedeki karşılıklı çatışan güçler ve somut güç ilişkileri, işçi hareketinin durumu, örneğin yükselişte olup olmayışı, işçilerin 1 Mayıs’la olan ilişkileri vb., “Taksim’de kutlama” içerikli “devrimci” 1 Mayıs “taktiği” belirlenirken, hiç önemli sayılmıyordu. Devrimci amaçlar yeterliydi! Hatta örneğin DİSK söz konusu olduğunda bundan bahsetmek de olanaksızdı. Bir yıl sendika bürokrasisinin “yeni bir sol parti kurma” amacına, başka bir yıl bu tür bir başka amaca dayanaklık etme, “devrimci 1 Mayıs taktiği”nin kaderi oluyordu! Bürokratik amaçlar bir yana; en azından ‘77’den beri Taksim’in 1 Mayıs kutlamaları açısından öneminden söz edilebilir, orada yapılacak güçlü bir kutlamanın işçi sınıfı ve devrimci hareket açısından taşıyacağı moral etkiye işaret edilebilirdi. Daha başka nedenler de sayılabilirdi şüphesiz. Ancak bu tür nedenler böyle bir taktiğe olan ihtiyacı doğrulamaz, “1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması” taktiğini doğru ve devrimci bir taktik yapmazdı; çünkü her şeyden önce, böyle bir taktik geçmiş yıllarda 1 Mayıs öncesi güçlerin mevzilenişi ve ilişkilerine, işçi sınıfı hareketinin gelişme düzeyi ve yaptırım gücüne vb., kısacası nesnel koşullara ve işçi hareketinin nesnelliğine uygun düşmüyordu.
Bir adım daha atılırsa, bu taktiğin hareketin öznelliğine de uygun düşmediği ortadaydı. Her şey bir yana, söz konusu olanın, genel olarak “ortalık güçleri” ya da “kamuoyu”, genel bir “sol güçler” değil, işçi sınıfı (ve onunla birleşme eğilimi gösterecek emekçi kitleler) olduğu açık olmalı ve taktiğin, nesnelliğe uygunluğun ötesinde, sınıfın (ve emekçilerin) hareketinin birleşiklik, örgütlülük ve bilinç düzeyine yaslanması zorunludur. Öylesine yaslanmalıdır ki, hareketin bilinçli yönünün gelişmesini yavaşlatmamalı, onu geriletmemeli ve zorlaştırmamalı; ama tersine hızlandırmalı, gelişmesini kolaylaştırmalı, öyleyse, dağıtıcı değil, birleştirici, ilerletici, teşvik edici olmalıdır. Bu bir yana, 1 Mayıs gibi, işçi sınıfı açısından tarihsel-politik anlamı olan “birleşme, mücadele ve dayanışma günü”nün bir alana sıkıştırılmış bir “düello kutlaması”yla sınırlanması, tüm işçi bölgelerinin, tüm işyeri, fabrika, sanayi siteleri vb.nin 1 Mayıs alanı haline getirilmesinin önemsenmemesi hareketi geliştirici bir rol oynayamazdı.
Son iki yıldır 1 Mayıs’ta Taksim’de, her şey bir yana son derece sınırlı sayıda işçi olduğu bilinmektedir. “Taksim Taktiği”yle 1 Mayıs’ın işçi bayramı olmaktan çıkarılmasının zorlandığı söylenmelidir. Bu taktik, işçilerin 1 Mayıs’a katılımını kolaylaştırmadığı gibi, işçilerin 1 Mayıs kutlaması taktiği olarak da kurgulanmamış, 1 Mayıs’ın işçi sınıfının bir eylemi olarak tasarlanmamıştır. İşçilerin gözünde “kendilerinin” değil, “başkalarının 1 Mayıs”ı görüntüsü yaratmış ya da zaten burjuvazinin bu yöndeki kara propagandasını beslemiştir. Taktik, belirli bir mücadelenin ürünü olarak oluşmuş işçi güçlerini Taksim’e çıkarma üzerine kurulmuş da değildir. Üzerinde düşünülen ve hareket edilen işçi sınıfı ve 1 Mayıs ilişkisi değildir, Taksim’e işçilerin en ileri, politikleşmiş, 1 Mayıs’a dair zaten olumlu düşünceleri olan ve bireysel ya da arkadaş çevreleri olarak 1 Mayıs’a sahip çıkma ve kutlama pratik tutumuna “kendiliğinden” sahip kesimlerinin katılmasıyla yetinilmiş; ama sınıfın bütününü (İstanbul işçi sınıfını), onun en geniş kesimlerini ve mücadelelerini gözetmeyi ve olumlu etkilemeyi, bu kesimleri mücadele içine çekmeyi, öyleyse bu en geniş kesimleri maddi ve manevi olarak etkilemek ve harekete çekmek üzere, o gün için en ileri düzeyde örgütlü belirli fabrika ve işletmelerin işçilerinin örgütlü katılımını hareket noktası edinmeyi ve güç hesaplamasını, taktiğin belirlenmesini buradan yapmak akla bile getirilmemiştir.
Başka bir grubun olmadığı gibi, DİSK’in de, fabrika ve işletmelerden, “Taksim 1 Mayıs’ı”na işçi katılımının örgütlenmesi girişimi yoktur. Hükümet’in saldırgan yasakçılığını işçi ve emekçi kitlelerin içinden örgütlenecek tepkiyle geriletip püskürtecek bir girişimi de yoktur. Sadece, “Yapacağız!” “kararlılığı”! Neyle? Neye dayanarak? “Kamuoyu”na ve hükümetin “iyi niyeti” ve “yumuşaması” beklentisine!
Dolayısıyla “Taksim’de 1 Mayıs” “taktiği”, hem nesnelliğe uygunluk bakımından hem de işçi sınıfı hareketinin öznelliğini doğru yansıtmak bakımından doğru, devrimci ve uygulanabilir bir taktik olmamış; işçi sınıfı ve mücadelesini merkeze almak bir yana dikkate bile almayan, “sol”a “kamuoyu”nda bir “çıkış” yaptırmayı uman, hesapsız, yeterli güçler üzerinden tasarlanmadığı için esasta burjuvazi ve devletten izin beklentisi üzerine kurulu, görünüşteyse “sol”, maceracı bir taktik olmuştur.
b) Stratejiye bağlılık
Taktik, evet, tekil eylemler, kampanyalar ve mücadele dönemleriyle ilgilenir ve onların yönetimiyle bağlıdır. Ama bağlı olması gereken bir diğer şey, işçi sınıfı hareketinin bütününün yönetimiyle ilgili olan stratejidir; işçi sınıfının stratejik çıkarlarının ve iktidar mücadelesinin stratejisidir. Strateji üzerinde durulacak. Şimdilik, işçi sınıfının tekil eylemleri ya da şu ya da bu kampanyanın ve mücadele döneminin yönetimiyle değil, ama iktidar değişikliğini öngören ve bu değişiklik olmadıkça kolaylıkla değişmeyecek olan sınıf mücadelesinin uzun erimli gelişmesinin yönetimiyle ilgilendiğini söylemek yeterli olacaktır.
Peki taktiğin stratejiye bağlılığı ne demektir?
Taktiğin stratejiye bağlılığı, birinci olarak, tamamen başarıyla gerçekleştirilseler bile, eylem, kampanya ve mücadele dönemlerinin sadece kendi başarılarıyla yetinilemeyecek olması ihtiyacından doğar. Örneğin bir grev, bir 1 Mayıs kutlaması ya da başarıyla yürütülen bir kampanya kuşkusuz önemlidir. Ama burada başarıdan söz edilmesinin bile, kalıcı başarılar bakımından adımlar atılmasına bağlı olduğu ortadadır. Örneğin “başarılı” bir grevin, işçi sınıfının yeterince birleşmesine hizmet etmemiş, güçlerini derleyip toplamamış ve yeni mücadelelere daha hazırlıklı olarak girmesini garanti altına almamışsa, ne denli “başarılı” sayılması gerekeceği tartışılacaktır. O gün için az-çok kabul edilebilir, yeterli bir ücret artışı ve diyelim ki sosyal hakların sağlanması ve patronun görüşme isteyip işçilerin isteklerini kabul ettiğini bildirmesiyle grevin sonuçlanması, tabii ki başarı demek olacak ve grevin başarıyla yönetildiğini, doğru bir taktik önderlik gerçekleştirildiğini gösterecektir. Ama sorunun tümü bundan ibaret değildir. “Doğru bir taktik önderlik” ve “doğru bir taktik çizgi”nin, aynı zamanda işçi sınıfının uzun vadeli çıkarları ve mücadelesinin genel stratejisinin gereklerini gözetmesinin de bir zorunluluk olduğu bilinmelidir. Aksi takdirde bir sendika bürokratıyla devrimci ve mücadeleci bir sendikacının, bir işçi önderinin tek tek grevlerdeki tutumları arasındaki temel fark, bazı durumlarda anlaşılmaz olacaktır.
Örneğin “ücret sendikacılığı” peşindeki bir sendika bürokratı, ülkedeki güç ilişkileri uygun olduğunda, ücret artışı vb. talepleriyle belirli bir grevi, tıpkı bir devrimci işçi önderi gibi savunabilecek ve sadece tek bir grev söz konusu edildiğinde ikisi arasındaki ve ikisinin aynı greve yaklaşımları arasındaki fark muğlaklaşabilecektir.
Oysa devrimci işçi önderi açısından, yalnızca tek tek grevler yoktur. Şu ya da bu grevler, bugün biri yarın diğeri ve ekleyebiliriz, çeşitli gösteriler, kampanyalar, ya birbirleriyle ve işçi sınıfı mücadelesinin genel stratejisiyle bağlantısızlıkları içinde tek tek bağımsız eylemler sayılacaklar ve başarı, bu tek tek eylemlerin başarısının ötesinde bir ölçüte hiçbir zaman sahip olmayacak, şu grevi kazanma, bu gösteriye en çok katılımı sağlamanın dışında bir amaç bulunmayacaktır –bu, sendika bürokratının, düzenin sınırlarını sınır bilen birinin yaklaşımıdır ve burada, taktiğin devrimci bir stratejiye bağlanmasından söz edilemez. Ya da, birinin diğerini güçlendirmesi ve tamamlamasını sağlamayı da kapsamak üzere grev ve başka tür eylem, kampanyalar ve mücadele dönemlerinin, birbirleriyle bağlanmalarını da garanti altına alacak biçimde, işçi sınıfı mücadelesinin bütününün başarıyla sonuçlanmasına, iktidar mücadelesinin başarıya ulaşmasına bağlanması, işçi sınıfının genel amaçlarının gerçekleşmesine hizmet etmesi önemli sayılacak ve tekil eylemlere ve mücadele dönemlerine içinde yer aldıkları sürecin bütünü açısından yaklaşılacaktır –bu, devrimci işçi önderinin, burjuva düzenin tasfiyesini amaç edinen yaklaşımıdır.
Elbette ki, işçi sınıfının genel çıkarları bakımından ele alındığında, tek tek grevlerle sınırlı, onları başka grevler ve işçi eylemleriyle ve bu eylemlerin bütününden bileşecek bir mücadele dönemi ve bir dizi mücadele dönemini kapsayabilecek işçi sınıfı hareketinin genel başarısıyla (iktidarın alınmasıyla) ve bu başarının elde edilmesini yönetmeyle ilgilenen işçi sınıfı mücadelesinin stratejisiyle bağlanmayan bir “tekçi”/“parçacı” yaklaşım benimsenemez. İşçi sınıfının bütüncül çıkarlarına ve mücadele stratejisine bağlanmayan, her bir durumda işçi ve diğer emekçi kitlelerinin taleplerinin karşılanması üzerinden hareketin daha ileriden birleştirilmesine ve geliştirilmesine hizmet etmeyen tekil mücadelelerin, burjuvazi ve her türden temsilcilerini geriletmesi ve sermaye saldırılarını püskürterek burjuvazinin bütüncül çıkarlarını ve egemenlik stratejisini darbeleyemeyeceği kesindir.
Farkında olunsun ya da olunmasın, şuradaki bir grevle buradaki bir gösteri, çeşitli kampanyalar ve mücadele dönemleri arasında nesnel bir bağıntılılık vardır. Ve sorun oradadır ki, bu bağıntı, izlenecek taktiğin muhtevasını da belirlemek üzere ya işçi sınıfı ya da burjuvazinin (bu durumda bağıntının örtülmesine, bağıntısızlık görüntüsüne bürünmesine çalışılacaktır) bütüncül çıkarları ve stratejik yaklaşımları doğrultusunda olacak, ikisinden birine bağlanacak ve birinden birini güçlendirecektir.
Daha genel bir örnekse, pek bilinen UKKTH’na ilişkin olanıdır.
Ezilen ulusların kurtuluş hareketlerinin ulusal zor ve baskıya karşı demokratik bir içerik taşıdıkları ve bu nedenle işçi sınıfının desteğini hak ettiği bilinir. Ama aynı zamanda, emperyalistlerin de ulusal hareketlere “destek” sundukları sır değildir.
Örneğin 20. yüzyılın başında ortaya iki farklı “UKKTH” konuluşu ve mücadele ve destek çağrısı olduğunu biliyoruz. Biri Lenin’in, diğeri ABD Başkanı W. Wilson’ınki. Ya da bugün de, UKKTH’nın gerçekleşmesi bakımından nesnel koşullardaki farklılık bir yana, durum farklı değil. İşçi sınıfı devrimcileri, Marksist-Leninistler, kuşku yok ki ezilen ulusların anti-emperyalist kurtuluş mücadelelerini destekliyorlar. Öte yandan emperyalistlerin kışkırtıp destekledikleri ulusal hareketler olduğuna da tanığız. Yugoslavya’da ABD, AB ve NATO’nun belirli ulusal hareketleri destekledikleri ve Yugoslavya’nın böyle parçalandığı bilinmektedir. Rus egemenliği zamanında ABD’nin Afganistan’daki direnişi desteklediği, aynı şeyi, yakın zamana kadar Çeçenistan’da yaptığı da biliniyor.
Sorular basittir: Örneğin Bosna ya da Çeçenistan’da veya ‘70’lerin sonu ve ’80’lerde Afganistan’da ulusal sorun bakımından yapılacak olan neydi? Ya da bugün Filistin Direnişi’nin hem AKP ve Erdoğan’ın “desteği”ni hem de işçi sınıfı devrimcilerinin desteğini almasında anlaşılmaz şey var mıdır? AKP ve Erdoğan’ın da “desteklemesi”ne bakarak, ya da sorunu Filistin halkının özgürlüğü ve işgalin sona ermesi olarak değil de “İslam-Yahudi çatışması” olarak gösterip bu doğrultuda istismar eden İslami gerici parti ve örgütlerin varlığına bakarak ve “onlarla yan yana düşmemek” adına Filistin Direnişi’ne sırtını dönmek mi gerekir ya da AKP’nin ve işçi sınıfı devrimcilerinin Filistin’e destekleri aynı nitelikte midir?
Açıktır ki, Bosna, Çeçen, Afgan, Filistin sorunları, ortaya çıkışları, özellikleri ve bağlantılarıyla farklılıklar göstermektedir. Şekillenişleri, yöneltilmek ve bağlanmak istendikleri strateji ve amaçlar ve bu kapsamda kazandıkları somut anlamlar aynı değildir. Daha genel olarak, ulusal sorun belirli bir içeriğe sahiptir ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı dokunulmazdır. Buraya kadar sorun yoktur. Ancak ulusal hareketler, ya emperyalizmden (emperyalist baskıdan) kurtuluş sorunu olarak şekillenecek ve emekçi halkların emperyalist baskıdan kurtuluşu genel sorununa bağlanarak işçi sınıfının kurtuluşu davasına yakınlaşacak, onunla ittifaka eğilimi gösterecektir ya da bir başka yol tutacaktır: Bu durumdaysa, işbirlikçi ya da işbirlikçileşme (emperyalizmle birleşme) eğilimi gösteren ezilen ulusların burjuvazisi ve onun da bağlandığı/bağlanma eğilimi gösterdiği emperyalizmin etkisi öne çıkacak ve ulusal hareket, emperyalizmden kurtuluş yoluna girmeyecek, tersine onun tarafından yedeklenecektir.
Kuşkusuz ki, her iki durumda da, ulus ve ulusal kaderini tayin hakkı söz konusu olacaktır. Ancak ulusal sorun ve ulusal davalar, birinci durumda emperyalizme karşı mücadele ve halkların emperyalizmden kurtuluş genel sorununa (emperyalizme karşı mücadele ve emperyalizmden kurtuluş stratejisine) bağlanıp, kapitalizmden kurtuluş davasının bir parçası haline gelir –bu, Lenin’in çağrısı ve gösterdiği yoldur. Bu yola az çok eğilim gösteren ya da emperyalizmle birleşmeyen, ama onunla mücadeleye yönelen, dolayısıyla emperyalizmi zayıflatan her ulusal mücadele ve direniş işçi sınıfı devrimcileri tarafından kesinlikle desteklenecektir. İkinci durumdaysa, ulusal sorun ve ulusal davalar, kendilerine demokratik içeriklerini vermek üzere ezilen ulusu baskılayan yerel burjuvaziye ve/veya belirli bir emperyalist burjuvazinin egemenliğine karşı çıkmasına karşın, etkisini çeşitli yollardan yayma uğraşındaki bir başka emperyalist burjuvazinin etkisi altına girip, onun egemenlik stratejisine bağlanabilir ki, bu halde, emperyalizmden kurtuluş eğilimi göstermeyip tersine belirli bir emperyalist güç tarafından yedeklenecektir –ki bu da, W. Wilson’un çağrısı ve ulusal hareketleri çağırdığı emperyalizme ve onun stratejisine bağlanma yoludur. Bu, kuşku yok ki, ulusal hareketin emperyalizmi zayıflatmaması, ama tersine güçlendirmesi anlamına gelecektir ki, “parça” (ulusal sorun) olarak hâlâ demokratik bir içeriğe sahip olmakla birlikte, dünya gericiliğinin kalesi durumundaki emperyalizme bağlanmış olacak ve ulusal “kölelik” sürecektir.
AKP ve işçi sınıfı devrimcilerinin aynı anda Filistin Direnişi’ni desteklemeleriyse, tekelci yerli ve yabancı basında çıkan tüm tersine haberlere karşın, AKP’nin “Batı”ya rağmen ve ondan uzaklaşmasının işareti olarak değil, ama AKP’nin, kendi tabanının destek eğilimlerini yatıştırmaya yönelmesi yanında ve siyasal İslam’ın “din kardeşliği” vb. görüntüleri ardında asıl olarak işbirlikçiliğini yaptığı Batı, başlıca Amerikan emperyalizmi adına Filistin Direnişi’ne el atmasının işareti olarak anlaşılabilir. Arafat’ın ardından Mahmut Abbas’ın uzlaşmacılığın oturmasını temsil etmesi ve zaten bu nedenle Filistin halkının desteğini yitirmeye yönelmesinden sonra, olanca güçlüklerin ortasında şimdi HAMAS’ın, kuşkusuz belirli bir uzlaşma arayışını belirterek, bu “el”i bütünüyle boş bırakmamış olması, AKP’nin uzlaştırıcı atağının tamamen boşa gitmediğini göstermektedir. Filistin Direnişi’nin büyük zorluk ve yokluklar içinde ve kritik günlerde olduğu açıktır. Bir yanda emperyalizm ve Siyonizm’e karşı ulusal direniş; diğer yanda Abbas’ın temsil ettiği, ama ölümüne güçle dayatılan teslimiyetin sirayet ediciliği vardır. Başka bir söyleyişle, bir yanda işgale/işgalci güç ve koruyucusu Amerikan emperyalizmine karşı mücadeleye bağlanan bir direniş ve diğer yanda emperyalizme bağlanma ve yedeklenme. Bu iki eğilim, bugün için HAMAS’ın yanında yer aldığı Filistin halkının emperyalizm ve Siyonizm’den kurtuluş özlemiyle Abbas’ın diz çökme ve beklenticilik (emperyalist stratejiye bağlanma) tutumunda ifade olmaktadır. Ancak Filistin halkının kahramanca direnişine rağmen, ikincisinin HAMAS’ın da esas eğilimini oluşturması tümüyle olanaksız değildir. Ve tüm bu nedenlerle Filistin halkının iç bölünmüşlüğünü aşmaya, birleşik direnişe, İsrail halkının ve demokratik güçlerinin desteğini alacak bir taktiğe ve uluslararası desteğe ihtiyacı artmıştır.
Ergenekon soruşturması ve davası “taktik sorunu”na bağlanarak ele alınabilecek bir başka örnektir ve yine taktiğin stratejiye bağlandığında anlamlanacağına kanıttır. (Sorunun ele alınılışı için dergimizin 196. sayısındaki Kadir Yalçın’ın “Ergenekon ve arzulanan ‘sol’ üzerine” başlıklı makalesine de bakılabilir.) Ancak sorunun özü şudur ki, hangi gerekçeyle olursa olsun Ergenekoncuların sahiplenilmesinin doğrudan gerici içeriği bir yana bırakılırsa, Ergenekon karşıtlığı, birincisi, burjuva düzen ve devlete karşı mücadele stratejisine bağlanarak, aralarındaki çatışmalardan da yararlanılarak, gericiliğin güçsüzleştirilmesi mücadelesinin ya da ikincisi, burjuva düzen ve devletin onarılıp tahkim edilerek güçlendirilmesine bağlanmış iki iktidar odağı arasındaki çatışma ve uzlaşma ve pazarlıkların ifadesi olarak mümkündür. Ve Ergenekon soruşturması ve davası devrimci bir tutumla ele alınacaksa, bu, işçi sınıfı ve halkın mücadelesinin önünü açmaya, öyleyse yukarıdaki uzlaşma ve pazarlıklara değil, ama soruna halkın müdahalesini öngörüp gerçekleştirmeye dayanmak zorundadır. “Ergenekon soruşturmasının derinleştirilmesi” isteminin AKP’ye yarayacağı iddiasıyla “Ergenekoncuların avukatlığı” tutumu arasına sıkıştırılarak bölünmüş kitlelerin önünü, demokratik taleplerin ve ülkenin demokratikleştirilmesini hedefleyen bir mücadele taktiğiyle açmak bugün devrimci sorumluluk gereğidir. Yasası, tüzükleri, talimnameleri, kurumlarıyla varlığını sürdüren ve Kontrgerilla olarak bilinen “aygıt”ın sökülüp atılmasını hedefleyen bir mücadele hattına ihtiyaç vardır. Halk kitlelerini bu mücadele hattında birleştiren ve tüm suç örgütlenmesinin açığa çıkarılması, sorumlularının halka açıklanması, bunun için özel yetkilerle donatılmış “soruşturma komisyonu” benzeri bir oluşumla her aşamada soruşturmanın nasıl bir yol izlediğinin ve sonuçlarının halka açıklanmasını sağlayan, “devlet sırrı” denilerek halktan gizlenen her şeyin Amerikan emperyalizmi başta olmak üzere yabancı güçlerin ve istihbarat örgütlerinin bilgisi dahilinde olduğu, halktan gizlenecek hiçbir devlet sırrının olamayacağını, mevcut hukuk, yasa ve parlamenter oluşumlar çerçevesinde kalacak bir soruşturmanın burjuva çeteleşmeleri ve kavgalarının ötesine geçemeyeceğini ‘hesaba katan’ bir siyasal devrimci taktiğe ihtiyaç vardır.
Örneklerden kolaylıkla anlaşılacak olan, bütün durumlarda özelin genele ya da taktiğin stratejiye bağlanmasının zorunluluğu, aksi halde anlamsızlaşacak oluşudur. O halde nettir ki, yalnızca taktikle yetinilemez. İşçi sınıfının sadece taktiğe değil, aynı zamanda, onun bağlanacağı doğru bir stratejiye ihtiyacı vardır. İşte Ergenekon: Şu ya da bu stratejinin hizmetinde ya burjuva düzen ve devletin sağlamlaştırılmasına götürecektir ya da ülkenin demokratikleştirilmesinin önünün açılmasına. Filistin sorunu, ulusal sorunun şu ya da bu stratejiye bağlanmasıyla; ya sosyal kurtuluşla da birleşen ulusal kurtuluşa, emperyalizmden kurtuluşa ya da uzlaşmalar aracılığıyla emperyalizmin yedeği olmaya doğru ilerleyecektir. Vb. vb.
Son bir soruna değinip, taktiğin stratejinin hizmetinde oluşu bahsini tamamlayalım: Öyle durumlar olur ki, bazen stratejinin başarısı için koşulları yaratmak üzere taktik başarılardan vazgeçilebilir. Çünkü bazı taktik başarılar stratejinin başarıyla geliştirilmesiyle çelişebilir ve bu durumda taktik başarılardan vazgeçmek gerekir. Bunun en bilinen örneği, muzaffer Sovyet Devrimi’nin 1918’de saldırgan Alman emperyalizmiyle imzaladığı Brest Litovsk Barışı’dır. Bu barışla önemli toprak parçalarından vazgeçilmiş, ama devrime nefes alacak zaman kazandırılmış ve derlenip toplanması, örneğin Kızıl Ordu’nun kuruluşuna imkân bulunması gibi stratejik kazançlar için Alman emperyalizmi karşısında ricat/geri çekilme taktiğine geçilmiştir.
c) Sorunlar, süreçler ve taktik
Dünya, tek tek ülkeler ve bizim yaşadığımız ülke, Türkiye, çeşitli düzeylerde yereller çok sayıda sorunla birlikte varlar. Çeşitli sınıflar var, aralarında çatışmalarıyla birlikteler. Bizim sınıfımız, işçi sınıfı, kendisiyle çeşitli yakınlıklara sahip başka bazı sınıflarla (emekçiler: şehir dar gelirlileri, emekçi köylülük, esnaf vb..) yan yana, bazı farklılıkları ve buradan türeyen çıkar ve kuşkusuz özlem ve yaklaşım farklılıklarıyla birlikte çeşitli sorunlarla çevrelenmiş halde, onların ağırlığı altında yaşıyorlar. Buradan, kimileri, diğer bazı sınıflarla ortaklaşabilen belirli talepleri ortaya çıkıyor. Düşük ücret, sağlıksız barınma ve yaşam koşulları, kötü çalışma koşulları gibi kapitalizmin nesnelliğiyle ilgili sorunların üstelik burjuvazinin izlediği politikalarla ağırlaşması hep sorun olarak işçi sınıfının karşısına dikilir. Neoliberal politikalarla örneğin, burjuvazi, tüm bu sorunların dayanılmaz bir yük olarak işçi sınıfının üzerine yıkılmasını örgütlemiştir.
Yanı sıra, söz hakkının engellenmesi, örgütlenmesinin önüne türlü engeller dikilmesi, (1 Mayıs örneğinde olduğu gibi) toplantı ve gösteri hakkının yasalarla ve zorla yasaklanması, Türkiye ile sınırlayarak konuşursak, hep sorundur. Kısacası demokratik hak ve özgürlükleriyle siyasal demokrasinin olmayışı, her adımında işçi sınıfının karşısına “aşılmaz duvarlar” olarak çıkar. Ve demokrasi, yalnızca işçi sınıfı bakımından değil, ezilen halklar, millet ve mezhepler, ezilen cinsler bakımından da ciddi bir ihtiyaç durumundadır. Ve emperyalizme bağımlılık, iç politikanın yanında dış politikayı kökten etkiler; iktisadi, siyasi, askerî, kültürel tüm alanlarda işçi sınıfını ve halkı köşeye sıkıştırır. Sorunların saymakla tüketileceği yoktur, ama tümü çepeçevre işçi sınıfını ve halkı kuşatırlar/kuşatmaktadırlar.
Bu sorunların birbirleriyle bağlantılı oluşları da kuşkusuzdur. Yine kuşku duyulamayacak olan bir diğer şey, söz edilen sorunların işçi sınıfını sarmalamak ve üzerinde etkide bulunmakla kalmadığı, ama toplumsal sorunların tümünün işçi sınıfının taraf oluşuyla şekillendiği ya da onu taraf olmaya zorladığıdır. Sorunların başlıca kaynağı emek-sermaye karşıtlığı üzerine kurulu olan kapitalizmdir ve işçi sınıfı bu sorunlar ve ağırlıklarıyla yüzleşmekten istese bile kaçamaz.
Sorunlar birbirinden ya da ortak bir kaynaktan türeyebilir; kaynak kapitalizm gibi genel ya da burjuvazinin neoliberal politikaları gibi daha az genel olabilir. Ve hem kapitalizm, hem egemen sınıfı olan burjuvaziyle sömürülen sınıfı olan işçi sınıfı, hem ikisi arasındaki ilişki, hem de bunların tümü birbirleriyle bağlı olarak hareket halindedirler. Üstelik hem burjuvazi ve hem de işçi sınıfı ve diğer sınıfların politik müdahaleleri düşünüldüğünde, bu süreçler, bilinç unsurunun da etkili olduğu çatışmalarla şekillenirler. İşçi sınıfı ve halk açısından yaklaşıldığında, sorun yumakları ve oluşturdukları gelişme süreçlerinin belirli taleplerle birlikte anılabilecekleri de şüphesizdir.
Örnekse, son metal toplusözleşmeleri, burjuvazinin neredeyse sıfır zam ve esnek çalışma dayatmalarıyla anılmıştır. İşçi sınıfının, ücret artışı ve yanı sıra sosyal haklar, ama en başta esnek çalışmaya karşı talepleri yükseltmesi tamamen anlaşılırdır. Bu, bir çatışma konusu olarak bir mücadele sürecine kaynaklık etmiş ve böyle bir mücadele yaşanmıştır. Ama aynı zamanda burjuvazinin neoliberal saldırganlığı, metal sözleşmeleriyle birlikte, örneğin doğalgaz zamları ya da sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi ve/veya sağlığın paralı hale getirilmesi ve üstüne yüksek sağlık ödemelerinin eczanelerden tahsilinin bindirilmesiyle birçok başka alanı da kapsayarak süren daha genel bir soruna da bağlanmaktadır. Kriz ise, üstüne tüy diken ve ücret vb. sorunlarla birlikte üstüne eklediği ücretsiz izin ve işten atmalarla işsizlik sorunu, yoksulluğa sürükleme ve tüm kapsamıyla neoliberal politikaları da etkileyen ve örneğin devlet müdahaleciliğinin gündeme girmesine neden olan daha genel ve kapsamlı sorunları ağırlaştırarak gündeme getirmiştir. Bu arada İsrail saldırganlığı ve işgali gündeme gelmiş ve tüm halkı etkileyen Filistin sorununa dair gelişmeler sürecin olguları arasına girmiştir. Buna krizin uluslararası alandaki tüm öteki etkilerine; işten atmalar ya da kapatmalara karşı tek tek ülkelerde ve farklı işletmelerde ortaya çıkan ya da çıkma olasılığı giderek artan işçi direnişleriyle “açlık, yoksulluk ve işsizlik ayaklanmaları” olasılığı eklenmiştir ve tüm bunlar sermaye ve hükümetlerinin saldırı politikalarına karşı emekçilerin direnişini ve hak mücadelesini geliştiren devrimci taktik sorununu daha da önemli hale getirmiştir.
İşçi-emekçi hareketini birleştiren ve geliştiren devrimci taktik, tek tek sorunlar ve bunlardan türeyen tek tek eylemler bakımından gerekli olduğu kadar, bir dizi eyleme dayanaklık edecek daha genel sorunlar ve buradan türeyen ve kendi içinde tek tek eylemlere kaynaklık edecek daha ‘alt süreçleri’ de kapsayacak ‘üst süreçler’ bakımından da ve bunlarla birlikte, bir sorun yumağıyla birlikte karşıt sınıfların çatışmasının belirli özelliklerle karakterize olmuş bir dönem, bir mücadele dönemi bakımından da gereklidir. Ve tabii ki, daha özel taleplerden daha genel ve kapsayıcı olanlara doğru yükselmeyi de içererek, sorunların ele alınışı, talepleri ve onlardan türeyen mücadelelerin birbirleriyle bağlantıları içinde bir dizi taktiğin konusu olmaları gerekecektir. Tek tek eylemler, kampanyalar ve belirli bir mücadele dönemi, tümü ayrıca kendilerine özgü taktiklerin konuları olacaklar, ama aynı zamanda, tıpkı taktiğin stratejiye bağlanması gibi, aşağıdan yukarıya birbirlerine bağlanmaları da gerekebilecektir. Bu tek tek, ama birbirleriyle bağlantılı sorunlar ve sorun yumaklarından, kuşkusuz yine birbirleriyle bağlantılı ve taktiğin hareket noktası edinmesi gerekli bir dizi talep, uygun taktikler aracılığıyla çözülecek bir dizi görev ve bu görevlerin başarılması amacıyla taktiğin yararlanacağı/kullanacağı bir dizi mücadele ve örgüt biçimi çıkacaktır.
Kuşkusuz tek bir sorun, ondan türeyen talep ya da talepler, buradan çıkacak görev ve çözüm için gerekli mücadele ve örgüt biçimi de, örneğin ücret artışı için bir grev de taktiğin ilgi alanıdır; birçok sorun ve onlardan türeyen taleplerle bir dizi farklı görev ve bunlara uygun mücadele ve örgüt biçimleriyle bir mücadele dönemi de taktiğin ilgi alanındadır. Dönemin özelliklerinden, sosyal iktisadi koşulların öne çıkardığı sorunlardan hareketle izlenecek siyasal taktiğin işsizliğe, işten atmalara, düşük ücret dayatmasına, açlık ve yoksulluk artışına ve sertleşeceği bugünden açık politik saldırılara karşı oluşturulması gerektiği açıktır.
Taktiğin tek bir sorunla ilgili olanı kuşkusuz görece daha basittir ya da öyle sayılabilir. Gerçi tek bir sorunu oluşturan birçok koşul ve veri, onların ilişkileri ve çeşitli yönleri olacaktır. Tek bir grevin başarılı taktik yönetimi için, en geniş işçi kitlesini birleştiren talep ya da taleplerin doğru belirlenmesi, kararlı işçilerden grev komitesi oluşturulması, tedirginliklerin giderilmesi için yapılması gerekenlerin yerine getirilmesi ve kararsız duran unsurların kararlı grevcilere yakınlaşmasının sağlanması, işçilerin birliğinin pekişmesi ve patronun tehdit ve saldırıları karşısında dayanıklılığı için aydınlatıcı ve pratik önlemler alınması, greve çıkma zamanının doğru saptanması, stokların olmadığı, ihracat vb. kontratlarının sıkıştırdığı zamanın yakalanması vb. türünden sorunların çözülmesi gerekecektir. Ama yine de zaman ve mekân olarak sınırları belli tek bir eylem söz konusudur.
İkincisinin zorlukları ise ortadadır. Çok sayıda sorun… çok sayıda görev… farklı mücadele ve örgüt biçimleri ve bunların birbirleriyle bağıntıları içinde zamana yayılmış hareketleri. Ne yapılacaktır?
d) Kavranacak halka, merkezi ya da güncel görev
Kendilerinden türemiş belirli taleplerle ve kuşkusuz bağlantılarıyla bir arada bulunan bir dizi sorunun oluşturduğu süreçlerin “halkaları” durumunda olduğu bir (sorunlar ve) süreçler “zinciri”ni düşünürsek, taktik önderlik, bunlardan, diğerlerini de etkileyen ve kavrandığı durumda diğer süreçleri ve süreçler zincirinin tümünü yakalayabilmeyi, tek tek süreçler ve tüm zincir bakımından ileriye doğru adım atabilmeyi olanaklı kılan “halka”yı bulup çıkarıp, onun üzerinden yürümeyi bilebilmektir. Öte yandan, kavranacak bu “halka”nın, stratejinin ihtiyaçlarını gözeterek, stratejik başarı için koşulları yaratabilmek amacıyla saptanması ve bu “halka”dan kavranarak, “zincir”in bütününün, stratejinin başarısı doğrultusunda adımlar atılmasını garanti edecek şekilde harekete geçirilmesi, şüphesiz, doğru bir taktik önderlik bakımından, önceki bir alt başlıkta açıklandığı üzere, olmazsa olmazdır.
Kavranacak halka sorunu, bir dizi sorunu kapsayan süreçlerden oluşan belirli mücadele dönemleri açısından önemli olduğu gibi, belirli sorunlar ve onların çeşitli yönleri bakımından da önemlidir.
Çeşitli yönleriyle belirli bir sorun açısından örnek vermek ve son bir aydır gündeme oturmuş olan Filistin sorununun, Türkiye’de ve Türkiye işçi sınıfının mücadelesi bakımından, onun öncüsü tarafından neresinden kavranması üzerinde konuşmak gerekirse, “kavranacak halka”yı, herhalde, geçmiştekilerin ardından bugünkü hükümetin de İsrail’le imzaladığı bir dizi anlaşma ve sahip olduğu yakınlık/stratejik ortaklığın oluşturacağı ve “İsrail’le ilişkilerin kesilmesi ve imzalanmış anlaşmaların feshedilmesi” talebinin öne sürüleceğinden kuşku duyulamazdı. Bunun Türkiye ve Türkiye işçi sınıfının kendi mücadelesinin gelişmesi kadar, Türkiye işçi sınıfının Filistin Direnişi’ne vereceği destek bakımından doğru bir tutum olduğu ortadadır. İşçi sınıfı, zinciri buradan kavrayarak, hem AKP hükümetinin yürütme komitesi olduğu burjuva düzeni ve devletinin ikiyüzlü politikalarını sergileyerek ona karşı mücadelesinin gelişme koşullarını kolaylaştırıp hızlandıracak ve hem de eğer yeterince güçle baskı oluşturabilirse, Filistin Direnişi’ni destekliyormuş gibi yaparak aldatmaya çalıştığı tabanından kopmaktan kaçınmak için AKP’yi, laftan öteye geçerek İsrail’i saldırısını durdurmaya az-çok zorlaması için sıkıştıracaktır.
Bir öteki örneğe gelecek olursak, bir süre önce, Gürcistan-Rusya savaşının ardından NATO gemileri, Rusya’yı hedef alarak, Montrö Boğazlar Antlaşması’nı hile yoluyla ihlal ederek Karadeniz’e doluşmuş ve uygulaması Türkiye’ye bırakılmış, ama Karadeniz’e kıyısı olan ülkelere belirli haklar tanıyan Antlaşma’nın bu ihlalinin dayatılmasına göz yumması dolayısıyla, Türkiye’nin bir yandan egemenlik sorunu ortaya çıkmış bir yandan da komşu ülkelerle ilişkileri gerilmişti. ABD başta olmak üzere NATO, Türkiye’nin bağımsızlığı ve egemenliğini “takmıyor”du ve bu sorun oluşturmaktaydı. Nereden kavramak gerekiyordu? Doğrudan NATO ve Amerikan emperyalizmini hedefine alan ajitasyon ve eylemler mi yoksa başka bir şey mi gerekiyordu? Doğrusu, Filistin direnişi ve İsrail karşısında izlenmesi gereken taktiğe benzer bir taktik tutum olurdu. NATO ve ABD gemileri Boğazlar’a doluşmaktaydı; ancak Boğazlar, ABD ve NATO’nun Rusya’ya yönelik güç gösterisi karşısında “tarafsız” bile kalmayıp Antlaşma’nın ihlaline üstü örtülü destek sunan işbirlikçi AKP ve hükümetinin yönettiği Türkiye’nin denetimindeydi. İşçi sınıfı mücadelesinin önünü açmak, doğrudan işçi sınıfına “ilişmemekte”, ama dolaylı olarak, işbirlikçi hükümetin teslimiyeti dolayımıyla işçi sınıfının “başına çorap örmekte” olan emperyalizme karşı mücadele bağımsızlık mücadelesinin de, öyleyse, dolayımlı olarak, Türkiye’yi komşularla karşı karşıya getirerek tehlikeye atmak üzere ülkenin bağımsızlığı ve egemenliğini Batılı emperyalistlerin ayakları altına seren hükümetin işbirlikçiliği hedef alınarak yürütülmesiyle mümkün olabilirdi. AKP işbirlikçiliğini, işçi sınıfı ve halkın çıkarlarını dikkate almadan, ona söz hakkı tanımadan, Türkiye’yi, tekeller ve onların egemenliğinin “selameti” adına, en başta Amerikan emperyalizminin egemenlik stratejisine bağlayarak yapmaktaydı. İşbirlikçiliği varlık nedeni sayan tekelci sermaye ve hükümetinin (kuşkusuz onun yürütmesi olduğu burjuva devletin) işçi ve halk karşıtı egemenliği ve politikalarını hedefe koyan ve ABD’nin ülkeden ve bölgeden çekilmesi, İncirlik başta olmak üzere tüm emperyalist üslerin kapatılması ve ikili askerî ve diğer bağımlılık anlaşmalarının iptali için mücadele taktiğinin izlenmesi gerekiyordu ve öyle yapıldı.
Bu örneği genelleştirebiliriz de. Bağımsızlık mücadelesinin koşulları değişmedikçe, yani ülke işbirlikçi burjuvazi ve hükümetleri tarafından emperyalizmin payandası olarak kullanıldıkça, –emperyalistler doğrudan kendi güçlerine dayanarak ülkenin şekli bağımsızlığını da çiğnemeye giriştiklerinde durumda kimi değişikliklerin olacağı göz önünde tutulmalıdır– emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı, tekellerin egemenliğine ve halka yönelik zorbalığına karşı bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini öne alan bir taktikle işçi sınıfının ve halkın mücadelesini geliştirmek gerekecektir.
Bir diğer deyişle, kendilerinden türemiş talepler ve bu taleplerin dayanaklık ettiği görevleriyle birlikte bir arada bulunan süreçleriyle sorunlar ya da sorunlar yumağının varlığı bu sorunların çözümüne yönelik bir dizi görev demek olduğuna göre; “kavranacak halka” şöyle de tanımlanabilir: “Sorun, partinin önündeki bir dizi görev içinden, çözümünün merkezî noktayı oluşturduğu ve uygulamasıyla diğer görevin (/görevlerin) başarılı bir şekilde çözümünü olanaklı kılacak güncel görevi bulup çıkarmaktır.” (Stalin, Strateji ve Taktik, sf. 83)
Görevler açısından yaklaşıldığında, eğer üzerinden konuşulmak gerekirse, yukarıdaki son örneğin şöyle verilmesi gerekecektir: Asıl görev demokrasi mücadelesini yükseltmektir, bağımsızlık mücadelesi, bunun gereklerinin yerine getirilmesi üzerinden ve buna bağlanarak yürütülecektir. Ayrıntıya inildiğinde, tümünün güncelliği akılda tutularak (çünkü farklı koşullar altında “kavranacak halka” ya da ilk üstlenilmesi gereken görev sorunu değişebilecektir), uzun bir dönemi ilgilendiren görev türleri “merkezî görev” ve daha güncel olanıysa “güncel”, “dönemsel” vs, görev olarak nitelendirilebilir.
Güncel bir örnekle tamamlayalım: Şimdi burjuvazi ve hükümetin krizi fırsat olarak kullanıp yükünü işçi ve emekçilere yıkma tutumu geliştirmeleri karşısında, konfederasyon ve sendikalar, çoğu ilde ve merkezî olarak protesto mitingleri düzenleme kararları aldılar. Dergimiz yayımlandığında bu mitinglerin birçoğu yapılmış olacak.
Peki, doğru halkadan mı kavranıyor? Krize karşı mücadele ya da daha doğru deyişle krizin ve burjuvazi ve hükümetin krizin yükünü emekçilere yıkma politikalarının hareketlendirip kızıştırmakta olduğu sınıflar arasındaki çatışma koşullarında, kapitalizme karşı mücadelenin asıl ihtiyacı mitinge/mitinglere midir? Gerekli olan bugünün birlik ve örgütlülük düzeyiyle işçi ve emekçilerin tepki ve protestolarını mı göstermeleridir?
Buna, olguları ve gelişmeleri dikkate almayan bir cevap elbette ki verilemez. Mücadele koşullarındaki olağan-dışılık ve sertleşme ve işçi ve emekçilerin yeni tepki, arayış ve hareketlenmeleriyle bir mücadele döneminden diğerine geçiş belirtilerinin görüldüğü, ama örgüt ve bilinç düzeyinin otuz yılı bulan yenilgi ve dağınıklık nedeniyle ciddi düşüklüğünün ortada olduğu, şurada burada ortaya çıkan tepkiler ve hak mücadelelerinin birleşmeyi başaramayıp yerelliğiyle kendi başına kaldığı koşullarda, semt ve mahallelerle fabrika ve işyeri direnişlerini birleştiren bir ajitasyon-teşhir ve örgütleme faaliyeti ve bununla da birlikte çeşitli yerlerde ve giderek mümkün olan her yerde işçi ve emekçi kitlelerinin irili-ufaklı gösteri ve mitinglerinin bir taktiğin sorunu olması zorunludur. Oluşan yeni durumun, kriz ve sonuçlarıyla, burjuvazi ve hükümetin krizin yüklerini emekçilere yıkma politikasını açıktan suçlamayı, bunun için kürsüleri emekçilerin içinde kurup yüksek sesle çağrılar yapmayı olanaklı kıldığı gibi, bu çağrıların yanıtsız kalmayacağı koşulları da biriktirmekte olduğu/biriktirdiği açıktır. Öyleyse kavranacak halka buradan belirlenecektir ve sömürülen yığınların inandırıcı sayacağı ve güçlerin bir araya getirilmesini hedefleyen bir içerikte olacaktır. Yerel işçi direnişlerinin yanı sıra daha güçlü ve birleşik kitlesel tepkilerin örgütlenmesi, eskisinden çok önem kazanmıştır. Yerellerde birkaç fabrika ve işletmede yaratılacak ve sermayenin kriz bağlantılı olanlarıyla da birleşen saldırılarına karşı mücadeleyi geliştirecek komiteler, yerelin mücadeleci sendikal güçleriyle, mahalle ve semtlerden gelebilecek güçlerin katılımıyla yerel mücadele platformlarının oluşturulması, olabilirse bunların birkaç sendika merkeziyle merkezi düzeyde takviye edilmesi, bu çağrıların çıkarılması ve yayılması için ilk adımı sağlayabilirler ve buradan da daha genel ve yaygın kitlesel protestolara genişleyebilirler.
e) Taktik esneklik
İşçi sınıfının mücadelesinin bütünüyle değil, ama onun gelip geçici, bugün böyle, yarın başka türlü şekillenebilecek parça ya da bağlı süreçleriyle, tekil çatışma, kampanya ve mücadele dönemlerle ilgilenen taktik, bu tanımından da anlaşılacağı gibi, görece hızlı değişir.
Tahmin edileceği gibi, karşıt sınıf güçlerinin ilişki ve çatışmalarıyla gelişen toplumsal hareket kapsamında, çeşitli sorunlar (ve onlardan türeyen talepler) eskisine göre önem kazanıp öne çıkar ya da geriye düşerler. Kimi yeni sorunlar oluşabilir ya da kimileri kısmen ya da tamamen çözülebilirler. Sorunlar aynı kalmakla birlikte, sorunların çatışan taraflarının güçleri, karşılıklı ilişkileri, işçi sınıfı hareketinin hızı, ortak sorunlarla boğuştuğu başka sınıf güçleriyle ilişkileri ya da onların gücü, örgüt ve bilinç düzeyleri vb.. değişebilir. Ve kuşkusuz ki, toplum canlı bir organizma ve toplumsal hareket durmadan yenilenen karşıtların çatışması olduğundan, bu etkenlerin tümü hareket halindedir ve durmaksızın değişir. Öyleyse taktik de her az-çok önemli değişiklikte değişiklikleri gözeterek yenilenecek ya da bütünüyle değişecektir. Taktiğin bir kez saptandığında artık hemen hiç değişmeyeceğini ve sınıf mücadelesinin eldeki “reçeteye göre” biteviye akıp gideceğini ancak aptallar düşünür.
Öyleyse taktik, sözü edilen tüm bu değişiklik etkenleri ve başkaları dikkate alınarak kurulmak ve her belirli anda yürütülmekte olan somut mücadeleleri, tek tek eylemleri, kampanyaları ya da mücadele dönemlerini, stratejinin başarısının hizmetinde kazanmak üzere belirlenmek durumundadır.
“Taktik, stratejinin direktifleri ve devrimci hareketin hem kendi ülkesindeki hem de komşu ülkelerdeki deneyleri tarafından yönlendirilir; hem proletaryanın ve müttefiklerinin güçlerinin durumunu (yüksek ya da düşük kültür düzeyi, yüksek ya da düşük örgütlenme ve bilinç derecesi, çeşitli geleneklerin varlığı, hareketin ve örgütlenmenin çeşitli biçimlerinin varlığı, temel ve yardımcı biçimler) hem de düşman kampındaki güçlerin durumunu her an göz önünde bulundurur ve düşman kampındaki her uyumsuzluktan ve her karışıklıktan yararlanır. Taktik, (stratejik planda ortaya konan güçlerin mevzilenmesini gerçekleştirmek amacıyla) geniş kitleleri devrimci proletaryanın safına kazanmak ve onları toplumsal cephede mücadele mevzilerine çekmek için stratejinin başarılarını en güvenli biçimde hazırlamada izlenmesi gereken somut yolları gösterir. Buna uygun olarak partinin sloganları ve direktifleri bunlar tarafından belirlenir ya da değiştirilir.” (Age, sf. 10-11)
Stalin’in söylediklerinden de çıkarılacak olan, birçok etkeni dikkate alan ve izlenmesi gereken somut yolları gösteren taktiğin ülke ve dünya koşullarıyla çatışan sınıf güçleri ve ilişkilerinin geçirdiği her az-çok dikkate değer değişiklikte değişmesi gerektiğidir.
Bu ne demektir?
İlk olarak, sınıf güç ilişkileri az-çok ciddi biçimde değişmese bile, işçi sınıfı ve müttefiki durumundaki sınıfları etkileyen sorunların ve buradan türeyen taleplerin şekillenişindeki her gelişme, taktiği etkileyecek ve gerektiğinde değiştirecektir. Bir sorunun önem kazanması ya da eski öneminden kaybetmesi, şu talebin sömürülen kitleler bakımından yakıcı hale gelmesi ya da başka birinin bu duruma yükselmesi, kesindir ki, en azından taktiğin üzerinden hareket ettiği sorun ve talebin değişmesine ve buradan taktiğe ilişkin bir dizi değişikliğin gündeme gelmesine neden olacaktır.
İkinci olarak, burjuvazinin politikalarındaki her az-çok önemli değişikliğin, taktiğin gözden geçirilmesini gerektirmesi de tamamen anlaşılır olmalıdır. Örnekse, “sosyal devlet” politikalarından neoliberal politikalara geçen burjuvazinin bu yönelimi (kuşku yok ki, bu değişim, sınıf güç ilişkilerindeki değişiklikle de ilgili olacaktır), taktikte değişikliğe yol açmadan edemez ve işçi sınıfı ve partisinin eski politikası ve mücadele taktiğiyle devam edemeyeceğini, ama taktiğini uygun biçimde değiştirmesi gerektiğini ortaya koyar.
Ve üçüncü olarak, taktik, “belirli bir dönüşüm, belirli bir stratejik dönem temeli üzerinde inişler ve çıkışlar, birbirleriyle mücadele eden güçlerin karşılıklı ilişkileri, mücadelenin (hareketin) biçimleri, hareketin hızı, herhangi bir yerdeki, herhangi bir andaki mücadele alanı tarafından belirlenir. Ve bu etkenler, bir dönüşümden diğerine kadarki sürede, yere ve zamana göre değiştiğinden, taktik, stratejik dönem boyunca birçok kez değişir (ya da değişebilir); çünkü taktik, tüm savaşı değil, yalnızca savaşta zafere ya da yenilgiye yol açan tek tek çarpışmaları kapsar.” (age, sf. 11)
Bu yönüyle asıl önemli olan, hareketin kabarma ve alçalma dönemleriyle taktiğin ilişkisi ve bu dalgalanmalara göre taktiğin uğraması zorunlu değişikliklerdir. Çünkü taktik, her şeyden önce, “hareketin, nispeten kısa kabarma ve alçalma dönemlerinde, devrimin yükselme ya da gerileme döneminde proletaryanın davranış çizgisinin belirlenmesidir; eski mücadele ve örgütlenme biçimlerinin yerine yenilerini koyarak, mücadele ve örgüt biçimleri ve sloganlar arasında uyum sağlayarak vb. bu çizginin uygulanması için mücadele etmektir.” (age, sf. 73)
Hareket, kabarma ya da alçalma dönemlerinden birinden diğerine değişmiyor ve belirli bir mücadele dönemi çerçevesinde kalıyorsa, şu ya da bu sorun ve dolayısıyla talebin öne çıkması ya da geriye düşmesi de önemsiz sayılamaz ve taktik, eğer, öne çıkan talepten kavranarak mücadelenin ilerletilmesini yönetmek üzere tamamen ya da kısmen değiştirilmezse, stratejinin başarıyla geliştirilmesine hizmet edebilecek bir taktik uygulanamaz.
Taktiğin değiştirilmesine ilişkin bu ihtiyaç, hareketin kabarma ya da alçalma dönemlerinden birinden diğerine bir geçiş söz konusuysa daha da büyür, eski koşullara uygun olarak belirlenmiş olan taktik, çatışan güçlerin ve mücadelelerinin düzeyi, hızı ve birbirleriyle ilişkileri değişmeye başlayacağından, işçi sınıfı ve müttefiklerinin yeni mücadele ve örgüt biçimlerine olan eğilimi değişime uğrayacağından yeni koşullarıyla mücadeleyi kavrayamaz ve yönetemez olur, değiştirilmesi zorunlu hale gelir. Yeni koşullarına, çatışan güçlerin ilişkilerinin yeni durumu, işçi sınıfı ve müttefiklerinin mücadelelerinin yükseliş ya da düşüş hızına vb. uygun olarak yeni bir taktiğin belirlenmesinden kaçınılamaz.
Bu nedenle taktik esneklik, bir sınıf partisinin en önemli yetenekleri arasındadır ve parti, böyle bir esneklik açısından bir mücadele ve örgüt biçiminden diğerine hızla geçebilmeyi kolaylıkla başarabilmek için, önce mücadelenin koşullarındaki ve çatışan güçler arasındaki ilişkilerdeki gelişmeleri iyi gözlemek ve buna uygun düşen ve mücadelenin geliştirilmesinin aracı olarak rol oynayacak örgüt biçimlerinin geliştirilmesi için gerekli devrimci uyanıklık, esneklik ve yeteneğe sahip olmalıdır. Kitleleri kazanmayı amaçlayan ajitasyon ve açık kitle eylemleri aracılığıyla sömürülen kitleleri stratejinin öngördüğü mevzilere çekmek üzere çağrılar, barışçıl ya da giderek çatışmaları göze alan biçimleriyle mücadelenin ilerleyişinde değişiklikler, kitlesel grev ve gösterilerden politik grev ve gösterilere, yerel ve ülke çapında protesto ve ayaklanmalara… burjuvazi ve gericiliğin güçlerinin üstesinden gelememe ve başarısızlık halinde düzenli bir geri çekilmeyi başarabilme… tümü yükseliş ve alçalış halindeki mücadelenin bürünebileceği, bir durumdan diğerine farklılaşacak, partinin, işçi sınıfı ve sömürülen kitlelerin mücadelesini tümünden yararlanarak stratejik amaçlara, devrime yöneltmekte yararlanacağı biçimlerdir.
f) Strateji ve stratejik önderlik
Taktiğe ve taktik önderliğe ilişkin daha pek çok sorun üzerinde durulabilir. Mücadele ve örgüt biçimlerine ilişkin değişikliklerle yeni taktik atılımlar, savunma, saldırı, geri çekilme taktikleri, bunların mücadele biçimleriyle bağlantıları ve her ikisinin kitlelerin kendi deneylerinden öğrenmesiyle ilişkisi vb. gibi. Ama tüm bunları bu bir makale içinde ele almak yazıyı olması gerekenin ötesine uzatacaktır.
Öyleyse stratejiye ilişkin kısa bir-iki not ile bitirelim:
Stalin’in tanımı şöyle: “Strateji, devrimin belirli bir aşamasını temel alarak, proletaryanın esas darbesinin yönünü saptamak; devrimci güçlerin (ana yedeklerin ve ikincil yedeklerin) düzenlenişi için uygun bir plan hazırlamak; devrimin belirli bir aşamasının tüm süreci boyunca bu planın gerçekleşmesi için mücadele etmektir.” (age, sf. 71)
Strateji de, taktik gibi, işçi sınıfının mücadelesinin öznel yönüyle ilgilenir. Hareketi yaratmak değil ama gelişimini kolaylaştırıp hızlandırmak ve işçi davasının programatik amaçlarına ulaşılmasını garanti altına alıp başarıyla yönetmek, stratejinin işidir. Strateji, kuşkusuz, hareketin nesnelliğini, zorunlu gidişatını inceleyen Marksist teoriye ve onun sonuçlarını, mücadele zeminini oluşturan ülke koşullarına uyarlayan parti programına dayanır ve bu programın hedeflerinin gerçekleştirilmesinin yönetimini üstlenir.
Stratejinin başlıca görevi, işçi hareketinin, işçi sınıfının kurtuluşunu gerçekleştirebilmek için, atması gereken ve programda gösterilen temel adımları atabilmek için ana darbesinin doğrultusunu ve işçi sınıfının yedeklerini belirleyip mümkün olan hızla mevziye girmelerini sağlamaktır.
Azami ve asgari programlara sahip herhangi devrimci bir partinin siyasal stratejisi de temel özellikleri farklı dönemler için farklı olabilecek, birinin çözümünün ikincisinin çözümünü kolaylaştırdığı ve ona bağlandığı şekilde belirlenebilecektir. Burada belirleyici temel etken sosyal iktisadi gelişme düzeyinin yanı sıra ve o zemin üzerinde işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki mücadelenin gelişme düzeyi ve işçi sınıfı ve emekçilerin karşı karşıya bulundukları sorunların karakteridir. Türkiye gibi kapitalizmin gelişmesinin oldukça ilerlediği ülkelerde ise birinden diğerine geçiş nispeten daha kolay ve daha hızlı olabilecektir. Asgari ve azami programların belirttiği hedef ve görevlerle bunları gerçekleştirmeye yönelik mücadele stratejisini kesintisiz olarak birbirine bağlanan bir devrimci süreç olarak alan devrim, bu devrimci hat üzerinde, ilk adımında, iktisadi ve siyasal gericiliğin içerideki asıl gücü olan tekellerin egemenliğine son verecek ve dolayısıyla onların işbirliği yaptığı emperyalizme kölelik ilişkilerini tasfiye edecektir. Buradan da işçi sınıfının iktidardaki güç olduğu koşullarda kapitalizmin tümüyle tasfiyesine girişilecektir.
Stratejinin, taktik gibi, kısa dönemli her değişimle değişmeyeceği, ama hedeflerine ulaştığında yerine bir yenisi konmak üzere değişeceği ve geçerli olduğu koşullarda, söylendiği gibi, taktiğin daima kendisine bağlanması gerekeceği kesindir.