2008 1 Mayısı’na giderken, dünyada ve ülkemizde işçi sınıfı ve emekçilerin, uluslararası sermayenin dayatmalarına karşı haklarını savunmak ve saldırıları püskürtmek üzere, direniş, grev ve genel grevlerle mücadelelerini yoğunlaştırdıklarına tanık oluyoruz. Bu durumu, işçi hareketi ve sendikal hareketin, son 25-30 yılına damgasını vuran savunma pozisyonundan bütünüyle çıktığı şeklinde yorumlamak için henüz erken olsa da, mücadeleci temelde bir değişimin ve ileriye yönelişin adımları olarak görmek ve değerlendirmek doğru olacaktır. Bugünün dinamiklerini doğru anlamak, doğru sonuçlar çıkarmak ve görevler belirleyebilmek bakımından, işçi hareketi ve sendikal hareketin bugününü koşullayan gelişim süreçlerine kısaca bakmakta yarar var.
*
Uluslararası sermaye cephesinin, işçi sınıfına ve sendikal harekete karşı tarihte eşine rastlanmamış bir saldırganlık örneği olan neo liberal politikalar, kapitalizmin, 1970’li yıllarda “petrol krizi” diye de nitelendirilen, içine sürüklendiği tıkanıklıktan çıkma çabasının bir ürünü olarak gündeme gelmiştir.
Başlangıçta, dönemin ABD Başkanı R. Reagan ve İngiltere Başbakanı M. Thatcher’ın isimleriyle Reaganizm-Thatcherizm diye de adlandırılan bu karşı devrimci neoliberal politikalar, Sovyetler Birliği’nin (SB) çöküşüyle birlikte uygulanma alanlarını alabildiğine genişletmiştir. SB’nin çöküşü, aynı zamanda kapitalist emperyalizmin işçilere, emekçiler ve bağımlı halklara yönelik ideolojik saldırılarına da yeni dayanaklar sunmuştur. Buna göre; artık iki kutuplu dünyadan söz edilemezdi ve buna bağlı olarak uluslararası ilişkilerde barış egemen olmuştu; dolayısıyla tüm ülkeler ve halklar arasında karşılıklı çıkar ve bağımlılık ilişkileri esas hale gelmiş, dünya ölçeğinde üretilecek refahtan herkesin payını alacağı bir dönem başlamıştı!.. İşçi sınıfı tarihsel rolünü yitirmiş, sınıf mücadelelerinin temeli ortadan kalkmıştı vb. vb..
Bütün bu ideolojik, siyasal saldırganlığın ardında, ikinci paylaşım savaşı sonrası sosyalizmin varlık koşullarında dünya emekçilerinin ve ezilen halkların elde ettikleri ekonomik, sosyal, siyasal alandaki kazanımların geri alınması amacı vardı.
Bu durumu, sermayenin serbest dolaşımının önündeki engellerin kaldırılması, kamu mülkiyetinde bulunan kaynakların uluslararası tekeller ve işbirlikçilerine aktarılması, emek sömürüsünü sınırlayan düzenlemelere son vererek sınırsız bir emek sömürüsünün önünü açmak olarak özetlemek mümkündür.
Bunun için, IMF ve Dünya Bankası’nın yanına Dünya Ticaret Örgütü de eklenerek, emperyalist mali kurumlar ihtiyaca göre yeniden biçimlendirilirken; MAI, MIGA gibi uluslararası tahkime imkan veren anlaşmalar dayatılmış; özelleştirmeler yoluyla kaynak transferi gerçekleştirilirken; taşeronlaştırma ve esnek çalışma adı altında kuralsız çalışma koşullarının hüküm sürdüğü bir işgücü piyasası amaçlanmıştır.
*
Türkiye’de bu süreç, meşhur “24 Ocak Ekonomik Kararları”yla 1980 yılında başlamıştır. Kararların ilk meyveleri, yüksek oranlı devalüasyon, temel tüketim maddelerine çok yüksek oranlarda zam, işçi ücretlerinde sınırlama, tarımsal ürünlerde düşük taban fiyatları olmuştur. Kararlardan kısa süre sonra gündeme gelen 12 Eylül askeri faşist darbesi, işçi sınıfı ve halkın neo liberal politikalar karşısındaki direncini kırmak için özel bir işlev görmüştür. 12 Eylül yönetiminin, sendikaları kapatmanın yanında, ilk icraatı, SSK ilaç bedellerinden yüzde 10 katkı payı almak olmuştur.
İşçi sınıfı, koyu gericilik ve baskı yıllarının ardından,’89 Bahar Eylemleri olarak tarihe geçen mücadele, direniş ve eylemleriyle, o ana kadar yaşadığı hak kayıplarını ücret düzeyinde önemli oranda telafi edebilmiştir. Ancak, sosyal haklar ve sendikal örgütlenme cephesinde uğradığı kayıplarını geri almak mümkün olamamıştır. Olmamıştır, çünkü; işçi hareketi ve sendikal hareket, dönemsel zaafları bünyevi zaafları ile birleşince, içine girdiği mücadeleci hatta devam edememiştir.
*
İşçiler ve emekçiler, hem ülkemizde, hem de tüm dünyada, deyim yerindeyse, sermayenin saldırılarına açık alanda yakalanmıştır. İkinci paylaşım savaşı sonrası, sosyalizmin baskısı altında, uluslararası kapitalist sitemin, özellikle kıta Avrupa’sında, işçi sınıfı ve emekçilere vermek zorunda kaldığı tavizler (sosyal haklar, sosyal devlet olgusu vb.), sendikaların, ilerleyen süreçte, çok fazla mücadele etmek gerekmeden önemli hakları toplusözleşme masalarında almalarını sağlamıştır. Bu durum, o ana kadar işçi sınıfının örgütlenme ve direniş merkezleri olarak hareket eden sendikalarda rehavete yol açarak, zaman içinde sendikaların “uzlaşma kurulları”na dönüşmeleri sonucunu doğururken, sendikacıların da birer bürokrata dönüşmelerine yol açmıştır. Sendika bürokrasisi, geleneksel olarak sahip olduğunun ötesinde ayrıcalıklı bir konum sağlayarak, işçi sınıfı içinde sermaye ve burjuvazinin ajanı görevini görmeye başlamıştır. Yine, SB’nin ’50’li yılların ortalarından itibaren kapitalist restorasyon sürecine girmesi ve buna bağlı olarak devrimci işçi partilerinde yaşanan revizyonist dönüşüm, işçi sınıfının, hem sendikal hem de siyasal (parti) olarak öndersiz kalmasına yol açmıştır. Bu durumun kaçınılmaz sonucu, işçi ve emekçilerin gerçek anlamda örgütsüz kalması olmuştur.
Bunun sonucunda, sermaye cephesi en azgın şekilde saldırırken, sendikalar, dönemin bu karşı devrimci eğilimleri karşısında bir önceki dönemin refleksinin ötesine geçememiş, “gelin bu işi masada çözelim”den öte bir tutum geliştirememişlerdir.
O yüzdendir ki, 1995 yılında Fransız işçi sınıfının, dönemin Fransa Başbakanı Alain Juppe tarafından gündeme getirilen bir sosyal saldırı paketi olan “Juppe Planı”nı geri çektirmesi gibi başarılar çok sınırlı kalmış, bizzat yine Fransa’da olduğu üzere, burjuvazi ilk fırsatta saldırıları devreye sokmaktan geri durmamıştır.
Sendikaların bizzat bürokratik ve revizyonist sendikal gelenekten beslenerek şekillendiği ülkemizde ise, süreç çok daha sancılı bir seyir izlemiştir, izlemeye de devam etmektedir.
*
Elbette ki, buraya kadar aktarılanlardan, sermayenin 25-30 yıldır “tek kale bir maç oynadığı” sonucunu çıkarmak doğru olmayacaktır. Tersine, işçi sınıfı ve emekçiler, baştan itibaren, sermayenin saldırılarına karşı direnmeye, saldırıları püskürtmeye çalışmışlardır. Denebilirse, işçiler, ellerinde tuttukları hiçbir mevziden vuruşmadan, savaşmadan geri çekilmemiştir. Bu çerçevede örnek vermek gerekirse; özelleştirme saldırılarına karşı işçiler 10-15 yıl boyunca göğüs germiş, sermaye hükümetlerinin girişimlerini defalarca geri atmayı başarmıştır. Bugün bile, TEKEL, PETKİM örneklerinde olduğu gibi, özelleştirme girişimleri çatışma alanları olmaya devam etmektedir.
İşçiler ve emekçiler, emek düşmanı politikaların uygulayıcısı her hükümetin sonunu getiren süreçlerin başlatıcısı olmuş; ANAP ve Anasol (DSP, MHP, ANAP Koalisyonu) hükümetlerinin sonunu işçi ve emekçiler getirmiştir. Kuşku yoktur ki, AKP hükümetini de aynı son beklemektedir.
Öte taraftan, bütün bu mücadeleler içinde, sınıfın ileri kesimleri ve mücadeleci sendikacıların çabalarıyla, işçi hareketi ve sendikal hareketin ileriye yönelik olarak ve mücadeleci temelde yenilenmesinin dayanakları olabilecek yeni mücadele (vizite eylemleri, toplu yürüyüşler, genel eylem, vb.) ve örgüt biçimleri (yerel sendikal platformlar, Emek Platformu vb.) geliştirilmiştir.
İşçi ve emekçilerin bütün bu çabalarının saldırıları püskürtmeye yetmemesinin ve buna bağlı olarak, önemli hak kayıplarına uğramalarının nedeni, yukarıda da vurgulandığı gibi, işçilerin mücadele etmemeleri değil, bu mücadeleleri birleştirecek ve tek merkezden yönlendirilmelerini sağlamaya hizmet edecek bir strateji ve taktik plandan sendikal hareketin yoksun oluşudur.
*
İşçi hareketinin son 25-30 yılına damga vuran ve buraya kadar özetlenmeye çalışılan durumu değiştirmek, diğer bir anlatımla, sendikal hareketin sınıf sendikacılığı temelinde ileriye bir dönüş yapmasını sağlamak görevi ise, sınıf bilinçli işçiye, tutumu ve eylemiyle sınıf sendikacılığının günümüzdeki temsilcisi olmaya hak kazanan mücadeleci sendikacılara ve elbette ki, en başta da işçi sınıfının partisine düşmektedir.
Dönüşümün, mücadele ve eylem içinde sağlanacağı aşikardır.
İşçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’a hazırlanıldığı günümüzde, bu açıdan durum nedir?
Öncelikle, ekonomik ve siyasal koşullara bir göz atmakta fayda var: Türkiye, ülke olarak, ABD’nin çıkarları temelinde “Küresel Dünya”ya ekonomik ve siyasal planda uyumlaştırılması çabalarının yoğunlaştığı; bu çerçevede işçilere, emekçilere ve yoksul halka yönelik ekonomik saldırganlığın arttığı, devletin temel yönelimlerinin yeniden şekillendirilmesi noktasında egemen güç odakları arasında siyasi gerilimlerin tırmandığı; Kürt sorununda, birbirini izleyen sınır ötesi hava ve kara operasyonlarıyla şiddete dayalı çözümsüzlükte ısrarın sürdüğü bir dönemden geçiyor.
Hükümet’in, IMF’ye bulunduğu taahhütlere bağlı olarak sürdürdüğü neoliberal saldırganlığın bugünkü hedefinde, işçilerin, emekçilerin ve yoksul halkın sağlık hakkını ve olabildiği kadarıyla güvenli geleceğini oluşturan sosyal güvenlik kurumlarına son darbeyi indirmek ve TEKEL başta olmak üzere özelleştirmeleri gerçekleştirmek, kıdem tazminatını da hedef alan istihdam paketini çıkartmak bulunuyor. Sosyal Sigortalar Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Yasa Tasarısı, hükümet tarafından temel yasa kapsamında bir an önce Meclis’ten geçirilmek isteniyor. Hükümet IMF’ye taahhütte bulunduğu bu konuda oldukça gözü kara bir tutum sergiliyor.
Bunlarla birlikte, düşük ücret dayatması, temel tüketim maddelerine yapılan yüksek oranlı zamlar, sendikal örgütlenmeye karşı patronların gösterdiği tahammülsüzlük ve saldırgan tutum, işçi ve emekçileri mücadele yönünde her gün daha fazla tahrik edip yığınlar halinde harekete geçmelerine neden olmaktadır.
Son 4-5 aya baktığımızda, bu bakımdan tablo şudur: Havayolu işçilerinin grev aşamasına gelen TİS sürecindeki mücadeleci tutumu, Telekom grevi, Akyıl, Yörsan, DİMES, TEGA Mühendislik, İlbek, Tuzla tersane işçilerinin direnişleri, Mersin’de tarım işçilerinin direnişi, kamu emekçilerinin eylemleri, SSGSS’ye karşı işçilerin, emekçilerin ve halkın verdiği mücadeleler ve nihayet bu mücadele ve eylemlerin 14 Mart’ta çok geniş katılımla bir genel eyleme (dar anlamda genel greve) evrilmesi… Bu mücadeleler içinde, işçilerin önce ileri unsurları, giderek genişleyerek ana kitlesi, genel grev, genel direniş talebini öne sürmeye, saldırıların ancak bu yolla püskürtebileceğini dillendirmeye başlamıştır. Sendikalaşmak için eyleme geçen işçi, özelleştirmeye karşı direnen işçi, ücret artışı isteyen, kötü çalışma koşullarına karşı harekete geçen işçi, ekonomik, sosyal hakları için mücadele eden kamu emekçisi, taleplerini elde etmenin yolunun birleşmekten ve ortak mücadele etmekten (genel grev, genel direniş) geçtiğini, bizzat kendi mücadele ve eylemi içinde kavramaya başlamıştır. İşçi ve emekçiler, son 20 yılın mücadelelerinden süzdüğü deney ve tecrübelerinden de sonuçlar çıkartarak, birliklerini sağlam temellere oturtmadan ilerleyemeyecekleri fikrinden hareketle, uzun dönemdir atalet içinde olan yerel platformları yeniden canlandırmaya yönelmişlerdir. SSGSS’ye karşı verilen mücadelede, tıpkı yerel sendikal platformlarda olduğu gibi, Emek Platformu’nu da canlandıran ve Türk-İş’i 14 Mart eylemine kadar iten, işçi ve emekçilerin tabanda sağladığı bu birleşme ve ortak mücadele etme tutum ve eğilimidir.
SSGSS’ye karşı verilen mücadele sürecinde, ilk defa yerel sendikal platformların dışında, Sarıgazi, Topkapı, Çaycuma vb. yerlerde oluşturulan “Herkese Sağlık ve Güvenli Gelecek Platformu” örneğinde olduğu gibi, ülkenin pek çok yerinde çeşitli meslek örgütlerinin, yöre derneklerinin ve sıradan halkın içinde yer aldığı platformlar, çeşitli kadın örgütleri ve derneklerinin bir araya geldiği SSGSS’ye karşı Kadın Platformu gibi örgütlenmeler oluşmuştur.
Öte taraftan, Kürt sorununda geleneksel inkar ve şiddete dayalı politikaların çözümsüzlüğünün Kuzey Irak’a yönelik son kara operasyonuyla daha fazla görülmeye başlanması, işçi ve emekçilerin bu sorunda barış ve kardeşlik tutumuyla daha fazla hareket etmelerinin olanaklarını genişletmiştir. Bu gelişmeler, Kürt ulusal hareketinde de, emek sorunlarına karşı daha fazla ilgi gösterme, dahası emek sorunlarını henüz rüşeym halinde de olsa mücadele gündemlerinin maddeleri arasına alma eğilimi şeklinde bir karşılık bulmaya başlamıştır. Newroz kürsülerinden 1 Mayıs alanlarına çağrı yapılması, bu duruma somut örnek teşkil etmektedir.
*
Bütün bu gelişmeler ve olgular, 2008 1 Mayıs’ına giderken, genel grev ve halkın genel direnişinin temellerinin geçmiş dönemlere göre çok daha genişlediğinin somut dayanaklarını oluşturmaktadır.
Gel gelelim, olanaklı olanın (genel grev, genel direniş), gerçeğe dönüşmesi için aşılması gereken ciddi engeller, yine son günlerde ortaya çıkmıştır. 14 Mart genel eyleminden sonra hükümet yeni manevralar peşine düşmüştür. Sözüm ona işçi ve emek örgütleriyle uzlaşı içinde yasayı (SSGSS) çıkarmak için esneklik göstermiştir. Gerçekte ise, tasarının, yapılacak bir-iki küçük değişiklik dışında, özüne dokunmadan yasalaşması yoluna gidilmektedir. Hükümet bu dolapları çevirirken, en büyük destekçileri, her zamanki gibi sendika bürokrasisi olmuştur. Geçmiş pek çok örnekte olduğu gibi, sendika bürokrasisi, “hükümeti masaya oturttuk, taleplerimiz dikkate alındı, zaten bizim isteklerimizin tümünün kabul edilmesini beklemek gerçekçi değildir” mealinde laflar edip, işi geçiştirmeye, tabanın isteklerini böylece geriye itip, kendi ‘iş, güçlerine’ bakmaya yönelmiştir. Yasa’nın yasalaşması sürecinde, 14 Mart’ın ertesinde, “sandıkta görüşürüz” diyerek, kayıkçı dövüşünü sürdürmekten de geri durmamaktadırlar.
Sorun şuradadır ki, geçmişte de, işçi ve emekçi kitlelerin ana gövdesinin genel grev talebiyle harekete geçtiği mücadele dönemleri, bir biçimde sendika bürokrasisi tarafından etkisizleştirilerek kesintiye uğratılmıştır. İşçiler, “Sysphos söylencesi”nde olduğu gibi, kayayı her seferinde zirveye taşımak kaderiyle yüz yüze kalmaktadır. Bugün de yapılmak istenen budur.
Sınıfın ileri kesimlerini de yanılgıya sürükleyen yerleşik algı şudur: “Evet, uzun dönemdir, birbirinden kopuk devam eden işçi ve emekçi mücadeleleri, zaman içinde olgunlaşarak, SSGSS temelinde birleşmeye, birleşik eyleme, onun en ileri biçimi olan genel greve kadar ilerlemiştir. Fakat, hükümete geri adım attırmakla birlikte, sendika bürokrasisinin de destekleriyle yasa tasarısı yeniden meclis gündemine gelmiştir; dolayısıyla genel eylemin maddi temeli aşınmaya, kaymaya uğramıştır.” Sonuç, sendika bürokrasisine atıp tutup, işi kendi akışına bırakmak olmaktadır. Bu sefer bu duruma izin verilmemelidir. Öncelikle, işçi hareketine böyle yaklaşmak doğru değildir. Bu tarz yaklaşımla, işçi hareketi ve sendikal hareket, sermayenin saldırıları karşısında bulunduğu pozisyonundan çıkamaz. Önemli olan, işçi ve emekçilerdeki bilinç dönüşümüdür. Yani, işçi ve emekçilerin ana kitlesinde, hakların ancak sınıfın birleşik eylemiyle alınacağı fikrinin gelişmesidir. İşçi ve emekçi yığınlarda birleşme ve ortak mücadele etme eğiliminin, öyle anlık gelir-geçer bir duygu ve eğilim olmadığı, tersine, birbirinden bağımsız gelişen pek çok alandaki mücadele deneyinin üzerinde yükseldiği unutulmamalıdır.
Yoksa, sınıf güç ilişkilerinin işçi ve emekçiler bakımından dezavantaj oluşturduğu bir dönemde, sermaye o anki hedefine ulaşabilir. Ama yapılması gereken, “her şey bitti” diye kenara çekilerek, yeni bir dalgayı beklemek yerine, sermayenin anlık zaferini bir “pirus zaferi” haline getirecek çalışmaları kesintisizce örgütlemek ve sermayenin zayıf anını kollayarak, harekete geçip, kaybedileni misliyle geri almak olmalıdır.
Bunun başarılabilmesinde, işçi hareketi ve sendikal hareketin bu mücadele dönemi içinde yeniden işlevli kıldığı ve daha da geliştirdiği yerel sendikal platformlar, işyerlerinde kurulan mücadele ve örgütlenme komiteleri ve elbette ki Emek Platformu gibi kazanımların sönümlenmesine ya da etkisizleştirilmesine izin vermeden, kesintisiz bir mücadeleyi örgütleyebilmesi tayin edici önemdedir. Bu tutum, işçi hareketini ve sendikal hareketi yaşadığı istikrarsızlıktan kurtaracak, onun mücadele ve eylemini yakın ve uzak erimli çıkarlarına uygun hale getirecektir.
Sendikal hareketin ileriye dönüşümünün tepeden yapılacak düzenlemelerle değil, tabandan başlayarak yürütülecek bu çok yönlü istikrarlı ve sabırlı bir çabadan geçtiği anlaşılır olmalıdır.
*
Bugün işçi hareketi ve sendikal hareketi bekleyen en büyük tehlike, yukarıda vurgulandığı üzere, SSGSS’nin Meclis’te yasalaşmasıyla genel grevin somut temellerinin kendiliğinden ortadan kalkacağı düşüncesidir. Bir an için SSGSS’nin yasalaşmasının engellenememiş olduğunu kabul edelim; bu, onun tüm sonuçlarıyla uygulanma olanağı bulacağı anlamına gelmez, gelmemelidir. Unutulmamalıdır ki, 4857 Sayılı İş Yasası’nın pek çok maddesi fiilen uygulanamaz haldedir. Telekom grevinin en temel çatışma noktalarından bir bölümü, 4857 Sayılı Yasa’nın bazı maddelerinin uygulanıp uygulanamayacağı noktasında düğümlenmişti ve düğüm işçilerin lehine çözülmüştür. Öte yandan, kıdem tazminatını ortadan kaldırmayı da içeren istihdam paketi, hükümetin elinde, gündeme getirilmek üzere hazır halde beklemektedir.
1 Mayıs, sermayenin saldırılarının püskürtülmesi ve yeni saldırı girişimlerinin önlenmesi, işçi hareketi ve sendikal hareketin daha ileri bir hatta ilerleyebilmesi bakımından işçi ve emekçilerin önünde önemli bir olanaktır. 2008 1 Mayıs’ını önemli kılan, hareketteki genel grev, genel direniş eğiliminin pratikte nasıl bir karşılık bulacağıdır. 2008 1 Mayısı, alan kutlamalarıyla değil, bu cephede gerçekleşeceklerle tarihte hak ettiği yeri alacaktır. 8 Mart’ta, Newroz’da ortaya çıkan tablo, bu konuda yeterince veri sunmaktadır. Sınıf bilinçli işçiler ve mücadeleci sendikacılar (kamu emekçileri alanı dahil), geçmiş yıllarda olduğu gibi, alan fetişizmi etrafında sürdürülecek bir tartışmayla enerjilerinin tüketilmesine izin vermemelidirler. SSGSS’ye karşı ortaya çıkan mücadelenin, bizzat bu kesimlerin tabanda yürüttüğü çalışmaların üzerinde yükseldiği göz önüne alındığında, dönemin ruhuna uygun olarak, 1 Mayıs’ın, işçi ve emekçilerin genel grev, genel direniş yöneliminin temellerinin güçlendirilip genişlemesinin hizmetinde ve imkanlarının çoğaltılması gözetilerek kutlanmasının sorumluluğunu da öncelikle bu kesimler omuzlarında hissetmeliler.