Makalemizin birinci bölümünde, “sanayi sonrası yeni bir uluslararası toplumsal-iktisadi sistem” iddiasını merkezine alan liberal-sol teorinin açmazlarına işaret edildi. Üretim sisteminde “yeni bir toplum” olarak nitelenebilecek köklü değişimlerin olduğu iddiası, ulaşım ve iletişim araçlarındaki gelişmeyi, bilim ve teknolojideki ilerlemenin üretim ve “değişim” süreçlerinde sağladığı yenilikleri; üretimin belli bir mekan-alan ve işyeriyle sınırlı kalmayan “dağılımı”nı; üretimin ve dolaşımın uluslararası niteliğinin kazandığı etkinliği veri alıyor; bu değişme ve gelişmelerin, maddi ürün üretiminin iktisadi faaliyet içindeki yerini önemsizleştirdiğini; bilgi üretiminin ve “gayrı-maddi emeğin” üretim ilişkilerini belirler hale gelmesine yol açtığını vaaz ediyor; proletaryanın toplumsal konumu ve rolünün esastan değişime uğradığını ileri sürüyordu. Buna göre, “emek dünyasının bu dönüşümü… yaygın fabrika ve üretimin merkezsizleşmesi”ne ve çeşitli hizmet biçimlerinin ağırlık kazanmasına yol açmış, “gayri-maddi emek döngülerinin üretimin küresel örgütlenmesindeki stratejik rolünün önemini” artırmış ve böylece “küresel üretimin işlerliği ancak ‘gayrı-maddi’ süreçlerin başatlığıyla açıklanabilir” hale gelmişti.[1]![abç]
Sermayenin uluslararası hareketinin 19. yüzyıldaki gelişimini, tekeller ve mali sermayenin ortaya çıkması ve bir dünya pazarının oluşmasını; bir tekelin birçok ülkede ve çeşitli sektörlerde faaliyet göstermesini, sermaye ihracının meta ihracını yedekleyerek öne çıkmasını -yani ulusal sınırların aşılmasını- 1970’lere dek “görülmemiş/yaşanmamış” yeni olgular olarak gösteren liberal “sol” ve sözde Marksist teorisyenler, bu değişimin, Marx’ın artıdeğer teorisini, özellikle de “üretken emek-üretken olmayan emek” üzerine söylediklerini “anlamsız kıldığını” ileri sürmekteydiler ve bu uluslararası teorinin Türkiye “acenteliği”ni Birikim Dergisi çevresi üstlenmişti.
BİRİKİM’İN BİRİKTİRDİĞİ!
Birikim Dergisi’nin Mayıs 2007 tarihli 217 nolu sayısında “Soyuttan Somuta Emeğin Halleri” genel başlığı altında yayımlanan ve “emeğin hallerindeki değişimi irdeleme” temel temasını işleyen bir dizi makale, “sanayi kapitalizmi” olmayan ve maddi meta üretimini esas almayan “sanayi sonrası” yeni bir “günümüz kapitalizmi” koşullarında olunduğu ortak iddiasına sahipti. Tony Negri, Gilles Deleuze, M. Lazarato, M. Foucault gibi yeni liberal ‘sol’ teorisyenlerin tezlerini esas alan Birikim Dergisi yazarları (Ö. Madra, A. Özgün, A. Akalın ve diğerleri)[2], “günümüz kapitalizminin üretim biçimleri ve bunların yarattığı toplumsal koşullar”ı söz konusu ederek, Marksist değer-artıdeğer; üretim-artı üretim teorisiyle üretken-üretken olmayan emek ayrımının “günümüz kapitalizminin üretim biçimleri”ni açıklamada “yetersiz” ve “anlamsız kaldığı”nı ileri sürüyor; “günümüz kapitalizmi”nin Marx’ın ekonomi politik kuramı ve “siyaset felsefesine yönelik uzantılarını” “gözden geçirme”yi zorunlu kıldığı görüşünü, iddialarının merkezine koyuyorlardı.
Birikim yazarlarının esinlendikleri “ağababa” teorisyenler, kullanım değeri değişim değerini artıran emeğin ve kullanım değeri değişim değerini artırmayan emeğin durumu üzerine Marksist –onlar “Marksgil” diye sözümona küçümseyici bir sözcük kullanıyorlar– tahlillerin “anlamsızlaştığını”; “günümüz kapitalizminin üretim biçimleri”nin “merkezi üretim stratejileri ve birikim modelleri”ni önemsizleştirdiğini vazediyor, ve Birikimciler de bunları harfi harfine dergilerinin sayfalarına aktarıyorlardı.
BİRİKİM’İN FABRİKAYA VE MADDİ ÜRETİME “AŞKIN” ZIRVALARI
Marx’ın teorisinin sanayi proletaryasını ve fabrikayı merkez aldığını söyleyen Birikim yazarları, “gelişkin iletişim ve bilişim teknolojileri”nin “önceki dönemdeki mekanik üretim teknolojilerini egemen konumundan uzaklaştırdıklarını”; kapitalizmin “yaygın yönetim ve üretim biçimlerine” yönelerek, üretimi, emeğin daha ucuz olduğu “çevresel bölgelerde” yoğunlaştırdığını; “küresel pazarlar”ın “ulus devlet sınırlarını ve coğrafi uzaklıkları” yok sayarak “ulusal ekonomilerin ölçeğini” aştığını; bu gelişmelerin de, “üretken olmayan” diye tanımlanan “emek süreçlerini doğrudan ve gayet etkin bir şekilde bu yeni üretim biçimleri”ne ekleyerek Marx’ın üretken emek-üretken olmayan emek ayrımını “anlamsız kıldığını” ileri sürüyorlardı. Bunlara göre, bilimsel teknik “devrim” üretken emeğin işlevini önemsizleştirip hizmetler vb. üretken olmayan sektörün hakimiyetini sağlamış, “geleneksel mavi-beyaz yakalı işçi ayrımı” aşınmış; “yeni işçi sınıfı”, “işçi gömleği giymek”ten çıkmış, kapitalizmin bu “yeni biçimi”nde, artık “basitçe kullanıma hazır, bitmiş ürünlerin değil, bileşik hizmetler, yaşam biçimleri, markalar, imajlar, ‘olay’lar, ve ‘deneyim’ler satma”, üretimin amacını oluşturur hale gelmişti!
Deleuze’yi yorumlayan Aras Özgün ve Ayşe Akalın, “üretimin artık fabrikaların içinde olup bitmediğini, fakat gündelik hayatın geneline yayılıp onu kuşatarak toplumsal ilişkilerin içine sızıp bu ilişkileri örgütleyerek yürütüldüğü”nü; “kapitalizmin toplumsal ilişkileri bu şekilde örgütleyerek ve düzenleyerek, maddi üretimden ziyade yeni emek ve değer biçimleri üretmeye yöneldiğini”; “böylece bir yandan şimdiye değin ‘yeniden üretim’in alanında değerlendirilen faaliyetler ve toplumsal ilişkiler en temel ‘üretici güçler’ olarak (üretken/üretken olmayan ayrımını anlamsız kılacak şekilde) yeniden kurgulanırken, diğer yandan da şimdiye değin ‘ekonomik değer’ atfedilmeyen olsa olsa kültürel üretim alanının marjinal nosyonları olarak kabul edilen ‘sinerji’, ‘gösterge değeri’, ‘marka değeri’ gibi kavramlar(ın) postFordist kapitalizmin egemen ekonomik değer biçimleri haline” geldiklerini; “kapitalizmin bu yeni biçiminde” artık “basitçe ‘işgücü’ değil, ‘toplumsal faaliyetler’”in üretime “koşulan şey” olduğunu ileri sürüyorlardı.[3]
Aras Özgün, “gösterge değeri ve marka değeri”nin kazandığı önemi Apple bilgisayarları örneği üzerinden kanıtlamaya çalışırken, bilgisayar programı ve parçalarının farklı bölge ve ülkelerde üretilmesinden söz ediyor, parçaların üzerindeki “made in…, İrlanda, Çin, Tayvan vs” yazılarından ziyade kutuların üzerinde “gözden kaçması mümkün olmayan” harflerle yazılan “Kaliforniya’da tasarlanmıştır” (‘Designed in California’) yazısının belirleyici olduğunu; bunun “kapitalistin sattığı malın değerini nasıl sunduğunun, hangi değer biçimine vurgu yaptığının, bize egemen değer biçimini işaret ettiğini”n göstergesi olduğunu belirtiyor; Akalın da, işçinin evinde oturup televizyon seyrederken ya da büroda çalışan emekçi müşterilere “hoş geldin” derken de artıdeğer ürettiğini belirterek, “yeni bir emek türü” olarak “duygulanımsal emek”in artan etkinliğinden söz ediyordu. Aras Özgün’ün “bıraktığı yer”den alarak, Akalın, “görünenden, tutulabilirlikten, anlamlamadan (signification) her daim biraz fazla kalma hali”; “kelimelerin tam olarak yakalayamadığı bir şeyi düşünmenin bir yolu” olarak tanımladığı “duygulanım”ı; “felsefe ve psikoloji temellerinden ödünç” alınıp kullanıldığını belirttiği “duygulanımsal emek” kavramını, kendi deyişiyle, “mikro boyutlardaki etkileşimleri açıklama amacı ile” yeni bir “emek türü” olarak karşımıza getirip, “Marks’ın göremedikleri” arasına yazıyordu. Ona göre, “duygulanımsal emekten bahsetmenin en sağlıklı yolu, kimler ile ilişkilendirildiğinin ve nelere bakarken kullanıldığının hesabını tutmaktan geçiyor”du. Akalın, Sipinoza’nın, “dürtüler, güdüler, duygular ve sezgiler topluluğu” olarak tanımladıklarını, Deleuze’i kopyalayarak, “bir çeşit bedenler yaratma aracı”, “somut, sayılabilir ya da görünür bir şey olmaktan ziyade bir dolaşım hali” şeklinde hayal ederek, “gayri-maddi emek” türlerinden biri olarak gösterdiği bu “tür”ü; bir tür psikolojik his-duygu, “doyuma ulaşma yardımı”, “bedenin bir deneyim halinden bir başkasına geçerken yasadığı bir yoğunluk ile bu geçiş sırasında bedensel kapasitelerde oluşan artma ya da eksilmeler”; “durumlar ile bedenler arasındaki ilişkiselliği kuran yoğunluklar” olarak, aslında nereye oturtacağını, nasıl tarif edeceğini de tam bilmeden, “duygu alanıyla ilişkili” bir “emek türü” olarak tarif ediyordu.
Ayşe Akalın, “hizmet sektörünün nasıl insanlar-arası, özellikle yüzyüze ilişkilere dayanan bir işkolu olduğu”na dikkat çekerek, hizmet sektöründe çalışan emekçinin “dış görünüşü, davranışları”nın normal fabrika işçisinin davranışlarından çok daha fazla önem kazandığını; onlardan asıl beklenenin, “müşterilerin memnuniyet hali üzerinde etkili olmaları”; “bu müşterileri memnun etme çabalarını her daim yüzlerine bir maske gibi takmaları” olduğunu; bunun işçinin amirleri tarafından denetlendiğini, “çalışanların kendilerine ait, emek dışı diye düşündüğümüz duyguları”nın “verdikleri hizmetin bir parçası” olup metaya dönüşmüş olduğunu ileri sürüyordu. “Pizza gibi uluslararası zincirlerde çalışanların sunduğu hizmet”i “duygusal emek”e örnek gösterip, çalışanların “bu tür yerlere girerken ve çıkarken” müşterileri, “güle güle gene bekleriz!” türü sözlerle karşılayıp göndermelerinin içilen “kahvenin hazırlanmasından daha az önemli” olmadığını belirtiyor, telefon görüşmelerinde “bu görüşme -size daha iyi hizmet verebilmek için- kayda alınmaktadır” sözünü bir diğer örnek olarak gösteriyordu. “Duygusal emek kavramı”nın, “hizmet sektöründe gerçekleştirilen üretimin de aslında bir ilişkisellik üretmek üzerine kurulu” olduğunu belirten A. Akalın’a göre, “duygulanımsal emek”ten söz edildiğinde, “sermayenin yalnız varolan bedenlerin bir kısmını belirli dönemler için ödünç almasından çok daha öte, sermayenin yeni bedensel maddeleştirme biçimlerine girişmesi”ni anlamak gerekirdi. O, bunu “bedenlerini yegâne sermayeleri haline dönüştürmüş bir emek gücü” olarak tanımladığı mankenlerin “mesai saatleri içinde ortaya çıkan duygusal yabancılaşmadan çok daha karmaşık” durumlarıyla izaha çalışıyor, mankenlerin “bütün hayatları”nın “bedenlerini kontrol etmek üzerine kurulmuş” olduğuna işaret ederek, “kendilerine ait olan duygusal hayatları ile ‘işleri adına’ yaptıkları”nın ayırt edilmesinin kolay olmadığını belirtiyordu. Negri’ye baş vurarak, onun “emekte son dönemlerde gerçekleşen önemli değişim”in, “değerinin artık ölçülemez hale gelmiş olması”nı sağladığını belirterek, “Emek, artık sermaye dışında duramadığı ve onun içinde aldığı mübadele değerinden (exchange value) bağımsız bir kullanım değerine (use value) sahip olmadığından, hem değer-dışı, hem de değer-ötesi hale gelir” dediğini; bütün bunların “emeğin değerini üretenin ne olup ne olmadığını belirleyebilmeyi imkansız” kıldığını; kapitalizmin geçirdiği değişim sonucu, duygulanımın “ölçülemez bir değer üretimi” olarak önem kazandığını ileri sürüyordu.
MADDEDEN ENFORMATİĞE GEÇİŞ KURGUSU
Marks eleştirmeni Deleuze, Tarde, Negri, Lazzarato’yu adım adım izleyerek ilerleyen Birikim yazarları, “Adam Smith’ten Ricardo ve Marx’a ekonomi politiğin maddesel (yani fiziksel bir nesneye tekabül eden) üretimin üretimine odaklandığı ve maddesi olmayan üretim ve dolaşım süreçlerini göz ardı ettiği”ne “kanaat getirmiş” olarak, Marksist teoriye yönelik sorgulamaların kendilerine “bilginin ekonomisinin endüstriyel üretimden çok farklı şekilde tezahür ettiğini” gösterdiğini; “endüstriyel olarak üretilen eşyaların aksine bilgi ürününün değeri”nin “kullanım süreci içerisinde” tüketilmeyip arttığını; “bilginin ürününün kullanımı”nın “ürünün kendisini tüketip nihayetlendir”mediğini; “tam tersine bir yandan kendi varlığını muhafaza ederken öte yandan başka üretken süreçleri doğurup bu süreçlere eklemlen”diğini; bunlara bağlı olarak “bilgi ürününün dolaşım döngüleri”nin de “endüstriyel üründen çok farklı bir karakter” sergileyerek “dolaşımdaki ürün miktarının ve dolaşım döngülerinin artması (mesela bir kitabın çok miktarda basılıp, sürekli el değiştirerek dolaşımda kalması) ürünün ‘değişim değeri’ni olumsuz yönde etkilemiyor, tam tersine artırıyor” olmasını sağladığını; “en önemli fark”ın ise, “nesnel üretimlerin aksine, ‘dil’in alanında üretildiği ölçüde bilginin zorunlu olarak kolektif bir üretim sürecine’ işaret etmesi” olduğunu belirtiyorlardı.
Bunlara göre, “günümüzün sayısal iletişim teknolojileri” “bilişsel ürünün tamamıyla gayri-maddi bir şekilde üretimine ve dolaşımına olanak tanıyor”du! A. Özgün, yorumladığı görüşlere bir vurgulama eki yapıyor ve “bu koşullarda dilsel/bilişsel/kültürel ürünün basitçe-salt bu alanlarda doğurganlık gösteren bir ‘kültürel dolaşım nesnesi’ olmanın çok ötesine geçtiği”ni, “doğurduğu/eklemlendiği üretim süreçlerinin zihinsel üretimleri ötesinde çok doğrudan ekonomik değere tekabül eden mallar olduğu ve bu nedenle artık bir gayri-maddi ‘üretim aracı’ kategorisi yaratır hale geldiği”ni belirterek bilgisayar yazılımlarının böyle bir kategori içinde değerlendirilmesini istiyordu. Ona göre, “gayri-maddi dilsel ürünler”, “bilgi ürünleri”, “zorunlu olarak ‘kolektifçe’ üretilen dilsel ürün”lerdi; kapitalistler bu ürünlere, “aynı zamanda bir ‘üretim aracı’ haline dönüşmeleri”nin akabinde, ‘telif hakları’ düzeneğiyle el koyarak doğrudan sermayeye dönüştürüyor; bu gayri-maddi sermayeyi “..’kullanım lisansları’ aracılığıyla” denetimleri altında tutuyor ve üretilen ‘artık-değer’i sahipleniyorlardı ve bu da, “bugün karşımızda duranın ‘gayri maddi sermaye’ ve ‘telif kapitalizmi” olduğunu göstermekteydi. “Endüstri sonrası ekonominin bütün karakteristikleri”nin (endüstri ve toplum olarak) “‘gayri maddi’ üretimin geleneksel biçimlerinde yüksek oranda mevcut” olduğunu ileri süren Birikim yazarları, görsel-işitsel ürünleri, reklam ve modayı, yazılım üretimi, fotoğraf, kültürel faaliyetleri örnek göstererek, “bu türden gayri-maddi emek faaliyetleri”nin kendilerini ‘iş’ ve ‘işgücü’nün geleneksel tanımlarını sorgulamaya ittiğini belirterek, “kültürel-bilişsel içerik açısından zihinsel becerileri”, “yaratıcılık ve imgelemi teknik ve el emeğiyle” birleşen el becerilerini, “parçası oldukları toplumsal işbirliğini yapılandırmak ve toplumsal ilişkilerini yürütmek bakımından işletmecilik becerileri”ni, “kendini hemen baştan kolektif olarak” kurma yeteneğindeki “bu gayri maddi emek”in “örülümler ve akışlar”ı içinde ya da onun belirgin özellikleri olarak sıralayarak, “gayri-maddi emeğin üretim döngüsünün örgütlenmesi”nin “sadece fabrikanın dört duvarı arasında tanımlanmadığı” için hemen göze çarpmamakla birlikte belirleyici öneme haiz hale geldiğini vazediyorlardı. Mario Lazzarato’nun saçmalığa vardırdığı tezlerini kanıt göstererek, “gayri-maddi emeğin hegemonik yükselişini ‘70’lerin büyük dönüşümüne, o zamana değin el emeğiyle yapılan işlerin zihinsel içerik kazanıp bilgi donanımı olan özneler gerektirmeye başlamasına” bağlıyor; Lazzarato’nun “malların bilişsel ve kültürel içeriğini üreten emektir” şeklinde tarif ettiği “gayri-maddi emek”in, “daha önce normal ‘iş’ olarak kabul edilmeyen bir faaliyetler serisi”ne işaret ettiğini ve “sanatsal ve kültürel standartları tanımlama ve doğrulama, modalar, zevkler, tüketici normları, ve daha stratejik olarak, kamuoyu oluşturulması işleri”ni öne çıkardığını ileri sürerek, bunu maddi üretime karşı bir önem ve değer kazanma hali olarak gösteriyor; “bu yeni biçim altında”ki üretimin “iletişimsel süreçlerle belirlendiği oranda dilsel ve toplumsal becerileri gerektiriyor” olduğunu; “Taylorist modelin aksine”, işçinin “bir yandan kendini ifade edip üretime aktif olarak katılmakla yükümlü iken öte yandan hala bir emir komuta zinciri içerisinde” yer alarak “eti ve kemiği sömürülen edilgen bir özne” olma yerine “kendi sömürüsüne canla başla, aktif bir şekilde katılması” gereken biri durumuna gelmesine yol açtığını; bunun da “toplumsal çelişkiyi yeniden formüle” etmeyi zorunlu kıldığını söylüyorlardı. Lazarato’nun, “gayri-maddi emek” kavramını, “her türlü toplumsal ilişkinin ve iletişimin (ki bunlar da elle tutulamayan, tam olarak asla yakalanamayan durumlardır) artık kapitalist üretim sürecinin bir parçası haline gelmiş olması” şeklinde tanımladığını belirten A. Akalın, –Aras Özgün gibi–, üretimin, 1970’lerle birlikte, “somut, sayılabilir” maddi ürün üretimi olmaktan çıktığı iddiasındaydı. Ona göre, “özellikle 1970’lerden itibaren bilgi ve bilişim sektörlerinin yükselişi”, üretimi “fabrikaların dışına taşır”mış, hizmet sektörünün “aynı dönemde kapitalist üretimin önemli bir ayağı olarak belir”mesini sağlamış; “bu iki ana gelişmenin sonucu olarak, daha önce ‘iş’ olarak adlandıramayacağımız pek çok durum kapitalist mübadelenin parçası” haline gelmiş ve “üretim, geleneksel manadaki somut, sayılabilir, ölçülebilir ürünler yerine hizmet, bilgi ve iletişim gibi ölçülemez şeylerin ortaya çıkarılması sürecine dönüş”müştü! Linux örneğinin “bir ürünün önce üretilmesi, daha sonra piyasaya sürülüp tüketilmesini beklemeye dayanan bir sistem” olmayıp “sınır tanımayan bir zihinsel işbirliğinin örneği” olduğunu belirten Akalın, bilgisayarlarda oluşturulmuş programların “paylaşılması”nı örnek göstererek, “Üretim belirli bir yere ve döneme ait olma mecburiyetini kaybettiği için hem mekânsal hem de zamansal olarak sınırlara sıkışma zorunluluğunu yitirir. Artık-değer her yere nüfuz eder, toplumun tamamı üretimin vuku bulma biçimine dönüşür” diyordu.
Birikim yazarları, “bir yandan ‘yaygın fabrika’ ve üretimin merkezsizleşmesi, öte yandan çeşitli hizmet biçimleri” olan bir “emek dünyası dönüşümü”nün gerçekleştiğini; “gayri-maddi emek döngülerinin üretimin küresel örgütlenmesinde” stratejik rol kazandığını; üretimin “çeşitli araştırma, tasarım, beşeri kaynakların idare edilmesi türünden faaliyetler, tüm diğer çeşitli hizmet sektörü faaliyetleri ile birlikte bilgisayar ve multimedya ağlarınca” örgütlendiğini; öyleyse, “üretim döngüsü ve emek örgütlenmesini bu terimler aracılığıyla anlamak durumunda” olmak gerektiğini ileri sürüyorlardı. Tezlerini güçlendirmek amacıyla hizmet sektörünün ekonomideki ve sosyal yaşamdaki yerine işaret ediyor, Türkiye, Hindistan gibi ülkelerde, bu sektörün istihdam içindeki nisbi yüksek oranını ya da örneğin Hindistan’da “yazılım, müşteri destek hizmetleri ve çeşitli iletişim hizmetleri” sağlayan “büro” tipi işletmelerin yaygın olmasını “sektörü oluşturan alanların, kültür ve turizm endüstrisinin, medya sektörünün vs ne kadar gelişmiş olduğu”na kanıt gösteriyor; ABD ekonomisi üzerine bazı araştırmaların, bu ülke ekonomisinde “üretken olmayan emekçiler”in sayısının üretken emekçilere göre hızla arttığına işaret etmesini (bu ülkede 1987 itibariyle üretken olmayanlar çalışanların %44’ünü oluşturuyordu), “bu kadar ‘üretken’ bir ekonominin, aslında ‘üretken olmayan’ emeğin ürünü olması”nın kanıtı olduğunu ileri sürüyorlardı.
EKONOMİ-POLİTİKA VE İKTİDAR İLİŞKİLERİNE BİRİKİMCİ TAKLA!
Michael Foucault’dan “biyopolitik üretim” kavramını ödünç alarak, onu “ekonomi politiğin kuramsal çerçevesini tamamen yerinden eden” bir “eleştiri” olarak sahiplenen A. Özgün ve A. Akalın, bu eleştirinin “ekonomik altyapıyı belirleyen mülkiyet ilişkilerinin dönüştürülmesi ve üretim araçlarının kamulaştırılması”nın, “toplumsal özgürlüğü sağlamak için tek başına” yeterli olmadığını göstermeyi de içerdiğini, Foucault’nun “iktidar ilişkilerinin klasik Marksist kuramın ekonomist perspektifinde ‘üstyapısal’ olarak ötelenen toplumsal kurumlarda ve ilişkilerde, günlük hayatın yeniden üretim rejimleri içerisinde nasıl yapılandığını” deşifre ederek, “kapitalizmin sadece bir üretim tarzından ibaret olmayıp güç ilişkilerinin salt ekonomik üretim döngüleri etrafında kurulmadığı; fakat gündelik hayatın tamamına yaygın bir şekilde onu çevreleyen dilsel ve iletişimsel süreçlerde, bedenler üzerinde, toplumsal ilişkilerin genelinde kurulduğu ve yeniden üretildiği”ni gösterdiğini hayranlık duygusu içinde ve katılarak belirtiyor; Negri ve M. Hardt’an aktararak, iktidarın “artık doğrudan bedenleri ve beyinleri kontrol eden makineler aracılığıyla (iletişim sistemleri, bilgi ağları vs. ve refah sistemleri, gözlem altındaki faaliyetler vs.) çalışıyor” olduğunu ileri sürüyor ve Marksizm’in, yeni gelişmeleri izahta “yetersiz kaldığı” hükmüne varıyorlardı. Onlara göre, “artık-değer sadece fabrikada çıplak emeğin sömürülmesiyle üretilmez”di: “günlük hayatın tamamı sömürü alanına dönüşmüştü”; “artık-değer toplumsal dil ve gündelik ilişkiler içerisinde üretilir”di; “hayat işten ibaretti” vb. vb.. Yazılım programlarını, “somut, sayılabilir ürün”leri, maddi üretimin yerine geçiriyor; üretimi “kar getiren bir iş” ile özdeşleştiriyor; bilgisayar yazılım programlarını kullanan “herhangi firma”nın, “bu zihinsel işbirliğini kurumsal kara dönüştürmesi”ni üretimin kendisiyle eşitliyorlardı. Onlara göre, kapitalist üretim açısından “özellikle 1970’lerden itibaren” söz konusu olan, artık “elle tutulur” bir üründen ziyade aslen “günlük hayattaki ilişkilerin bir parçası gibi düşünülen fikir, imge, bilgi, iletişim ve işbirlikleri”ne dayanan ve “sadece belirli sektörlerin koşullarının gerektirdiği özel bir emek cinsi” olmayıp “her tür üretim biçimine sirayet etmiş” olan “gayrı-maddi üretim süreci”ydi. Bu “gayri maddi üretim” ürünlerin “maddi halden, çeşitli biçim ve düzlemlerde oluşan ilişkisellikleri içeren durumlara dönüşmüş” olmalarını sağlamış; “disiplin toplumu”ndan “denetim toplumuna” doğru gelişen kapitalizm, henüz “şu noktada en belirleyici emek biçimi olmasa da”, “duygulanımsal emek”in “her türlü üretimin gittikçe enformatiğe dayanır hale gelmesi sonucu, yükselen bir biçimde üretim içi asli yardımcı etken haline” gelmesine yol açmıştı. (abç)
Birikim yazarları “üretken olmayan emeğin başatlığı”nı (abç) kanıtlamak için bu kadar çaba gösterdikten sonra, “gayri-maddi emek” kavramını, “esas olarak birtakım mesleklere atfedilen bir emek biçimi”ne değil, tıpkı Marx’ın “üretken/üretken olmayan emek” ayrımını kurduğu gibi, “belli bir toplumsal biçime, emeğin içinde yeraldığı toplumsal ilişkilere” işaret etmek için kullandıklarını, “bu kavram etrafında esasen tartışılan”ın “ne şu iş kollarında gayri-maddi emek var, bu iş kollarında ise el emeği var” gibisinden bir ayrım, ne “zihinsel emek/bedensel emek” türünden bir zıtlık, “ne de bu dolayımlarda kurulan bir emek hiyerarşisi” olmadığını; “tam tersine, gayri-maddi emek tartışması(nın) emeğin sermayeyle ilişkisinin (ve dolayısıyla doğasının), ürettiği değerin, içinde ve etrafında kurulduğu toplumsal ilişkilerin ve yapıların dönüşmesine işaret eden, bu dönüşümün tartışmasını çağıran bir kavram” olduğunu belirtiyorlardı. Çıkardıkları toz dumanın dağılıp gitmesi olasılığına karşı, meşru olmayan bir “nefs-i müdafaa” ruh haliyle, daldan dala atlayarak, “örneklerde tarif edilen belli iş ve emek süreçleri”nin, “meslekleri kategorize etmek için değil”, “bu emek biçiminin yoğunlaştığı alanları, dönüşen ilişkileri net olarak göstermek için bahis konusu edilmiş” olduğunu söylüyor; “ABD’de 2010 yılında kaç tane nakliye işçisine ihtiyaç duyulacağının tek başına bu tartışmayla bir alakası” olmadığını belirterek, “bizim perspektifimizden önemli olan, bu nakliye biçimlerinin ne iş yapacağı –ki önümüzdeki örneklerle daha bu günden belli olan şey, artık ‘az biraz da motordan anlayan’ kamyon şoförleri olmaktan çıkıp, bunun yanı sıra GPS ve envanter/veritabanı sistemleri kullanabilen, ve onun da ötesinde nıüşteriyle sosyal ilişkiler kurması beklenen işçiler olacakları, ve aynı kamyonda hem endüstriyel tüketim ürünlerini hem de en kişisel mektupları birlikte taşıyacakları..” olmaları olduğunu söylüyorlardı. Buna göre, söz konusu olan, “bir yandan el emeğiyle yapılan işlerin zihinsel ve dilsel süreçleri barındırır hale gelmesi ve bu işlerde çalışan işçilerin salt bedensel faaliyetlerin ötesinde üretime toplumsal özne olarak katılmak durumunda kalmaları, öte yanda ise kapitalizmin yeni biçiminde artık değer üretiminin gayrı maddi ürünlerin (ve dolayısıyla gayri maddi emek süreçlerini daha yoğun olarak içeren üretim alanlarının) egemenliğinde gerçekleşir hale gelmesi”ydi.
Birikim yazarları, bütün bunlardan, artı-değerin “tüm yaşam alanlarında ve tüm anlarda üretildiği” sonucuna ulaşarak, devlet asalaklarıyla “hiç bir şey yaratmayanlar” da dahil neredeyse herkesi “üretken emekçi” kategorisine sokacak, böylece onları “onurlandıracak” genel bir sonuç çıkarıyorlardı.
Şuradan buradan okumalarla, Marx’ın “emek değer kuramı”nın “bilimsel projesini detaylı bir eleştiriye tabi tutmak ve son tahlilde ona sirayet etmiş bilimselciliği reddetmek” gerektiği sonucuna varan Birikim yazarlarına göre, böylece, soyut emek kavramı “kapitalizm-merkezci ve bilimselci prangalarından kurtulmuş” olacak; “hem toplumun ve disiplinin imkansızlığını inkar etmeyen hem de emeği sorunsallaştıran bir siyasal iktisadın kapısı” aralanacak, somut emek sürecinin “ortak bir çerçeve içinden düşünülmesi” mümkün hale gelecekti vb. vb..
Birikimcilerin ve izinde yürüdükleri anti Marksist liberal ‘sol’ teorisyenlerin bu iddialarını makalenin sonraki bölümlerinde daha yakından irdeleyeceğiz.[4] Ancak ondan önce, bu iddiaların da bir biçimde ilişkilendirildiği modern makineli üretim ve bilimin sermayenin üretken gücü olarak kullanılmasının emeğin üretken ya da üretken olmayan, maddi ya da gayri maddi emek olması bakımından ne ifade ettiği üzerinde durmamız gerekiyor. Bunu da başlıca iki yönüyle; a) makineli üretim, bilimin üretken güç olması ve emek gücüne etkisi; ve b) maddi ve gayri maddi emek ayrımı açısından bu gelişme ve değişimin anlamını ortaya koyarak yapmaya çalışacağız.
Bu ise, modern makineli üretimin ve bilimin üretimde kullanılmasının bazı sonuçlarını göz önüne getirmeyi ve Marksist artı-değer teorisinin ana çerçevesinin ne olduğunu mümkün en özet haliyle de olsa, yeniden ortaya koymayı gerekli kılıyor. Böylece, Birikim ve yazarlarıyla ardı sıra yürüdükleri liberal ‘sol’ teorisyenlerin çarpıtmaları ve bilimsel görüş adına ortaya koydukları kurguların saçmalığı daha iyi görülecek.
a) MAKİNELİ ÜRETİM, BİLİMİN ÜRETKEN GÜÇ OLMASI VE EMEK GÜCÜNE ETKİSİ
Bilim ve teknolojideki gelişmenin kapitalist uygulanışı üretimde ve işgücü sömürüsünde artışa yol açarken, “iki yönlü” işlev görür. Bir yandan, teknik ilerleme ve donanım, daha az işçiyle üretimi olanaklı kılarak “fazla” ve “yedek” işgücünü artırır ve çalışan işçilerin bir kısmını işsizlerin safına iter; öte yandan, yeni sektör ve ürünlerin doğmasını sağlayarak yeni iş alanlarının açılmasıyla işçilerin saflarını genişletir. Makinenin çok amaçlı teknik yetkinleşmesi ve teknolojik yeniliklerin iş sürecine girmesine bağlı olarak, yeni işkolları, iş türleri ortaya çıkar; uygarlığın gelişmesi, yeni sektörler ve meslek kategorilerinin ortaya çıkmasına; hizmet sektörünün gelişmesine ve bu sektörde çalışanların bazı kesimlerinin sanayi emekçilerine dönüşmesine ve üretimin artan şekilde vasıfsız, “düz” işçi tarafından gerçekleştirilmesine yol açar. Makineler mükemmelleştikçe, işçinin görevi giderek artan bir biçimde, işleyen mekanizmaya “göz kulak olma”ya “geriler” ya da dönüşür. Bir yandan “kapitalistlerin emrine amade işçi sayısını artırmak üzere” emek pazarına sürülen işsiz kitleleri büyürken, diğer yandan, yeni ve öteki sanayi dallarında işçi gereksinmesi artarak devam eder. Makine kullanımı, ağır sanayi başta olmak üzere ve başlıca gelişmiş kapitalist ülkelerde sanayi işçisi sayısında nispi bir düşüşe neden olmasına; bunun koşullarını yaratmasına karşın, yeni üretim kollarının, hammadde ve ara ürünlerin işlenmesiyle ilgili işlerin doğması, üretim araçlarının ve tüketim nesnelerinin artışı, kapitalist pazarın genişlemesi vb. nedenlerle emek-gücü gereksinmesini artırır.
Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, büyük çapta üretim yapan makinelerin daha az sayıda kapitalistin elinde toplanması, “soyut” (cansız-birikmiş) emeğin canlı-“somut” emek karşısındaki konumunun güçlenmesi, canlı emeğin onun sermaye olarak ifade edilen biçimi tarafından daha fazla baskı altına alınması, makinenin, işçinin karşısına, onu “gereksiz kılan bir rakip gibi” çıkmada daha etkin bir işlev yüklenmesi de demektir.
Kapitalist dünya ekonomisine baktığımızda; imalat sanayinde mutlak bir gerileme olmadığını; ancak hizmet sektörü kapsamındaki işlerin yaygınlığı ve genişliğinde bir artışın olduğunu görürüz. Sanayi işçisinin istihdamında, özellikle başlıca sanayi ülkelerinde geçici ya da kısmen daha uzun süre bir düşüş görülmesine rağmen, imalat sanayi büyümeye, üretken emek-gücü ve genel olarak işçi sayısı büyümeye devam etmiştir. Bu, başlıca iki bakımdan söz konusudur: a) Kapitalizmin uluslararası gelişmesi başlıca kapitalist ülkelerde nüfusun artan kesimlerini işçilerin saflarına çekerken, geçmişte “köylü ülkeler” olarak bilinen çok sayıdaki ülkenin kapitalist uluslararası zincirin halkaları olarak değişime sürüklenmeleriyle birlikte yüz milyonlarca yeni emekçi proletaryanın saflarına doğru itilmiştir ve b) makine kullanımı ve bilim ve teknikteki hızlı ilerleme yeni sanayi dallarının oluşmasına, yeni ürünlerin ihtiyaç haline gelmesine yol açmış, bu da, sanayide çalışan nüfus ihtiyacını artırmıştır. Bilimsel teknik ilerleme ve makinenin etkin ve yaygın kullanımı, bir yandan meta üretiminin daha az işçiyle gerçekleştirilmesini olanaklı kılarak emek-gücü yedek ordusunun genişlemesine neden olurken, öte yandan yeni iş alanlarının ortaya çıkmasını ve yeni ürünlerin ihtiyaç haline gelmesini sağlayarak üretken emeğin faaliyet sahasını genişletmiş, üretken emek-gücünün nicel büyümesini gerçekleştirmiştir. (Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması mülksüzleşmeyi genişleterek, nüfusun diğer sınıf ve katmanlarından işçi sınıfına doğru “göçü” durmaksızın doğurarak proletaryanın saflarını çoğaltır.) Maddi metaların kitlesi büyümüş, kapitalist gelişme maddi ihtiyaçları ve ihtiyaç maddelerini daha fazla çeşitlendirmiş, yeni ürünlerin kullanımına yol açmış, sanayi ürünlerinin sayısını artırmış ve böylece hem eski kapitalist ülkelerde hem de kapitalist dünya pazarına “gecikerek” dahil olmuş ülkelerde üretken emeğin faaliyet alanını genişletmiş; üretken emeğin ve imalat sanayinin istihdam içindeki yeri, bazı kapitalist ülkeler bazında göreli bir zayıflama göstermesine karşın, bu gelişmelere bağlı olarak, sanayi işçilerinin tek tek ülkelerde ve uluslararası alanda safları genişlemeye ve kitlesi büyümeye devam etmiştir.
Bilimin üretici güç olarak kullanılmasıyla üretkenliğin artması, “metaların üretimi için gerekli emek-zamanı”nın yok denecek sınırlara çekilmesi, “ürün miktarıyla ilintili” üretken nüfus sayısının düşmesi ve “başkalarının olabilen en çok miktardaki emeğini sahiplenme” kapitalist amacı için olanakları genişletir. Tüm nüfus için gerekli geçim araçlarının, daha önce doğrudan maddi üretimde çalışan nüfusun “varsayım”sal olarak daha az bir kesimi tarafından üretilmesi ve böylece yine varsayımsal olarak “eşit” dağıtıldığında, “üretken olmayan çalışma ve boş vakit”in herkes için daha fazla olması olanaklı hale gelir. Ancak, kapitalist üretim, ilkin, daha az işçiyle daha fazla üretimi olanaklı kılmasına rağmen, yeni sanayi dallarının doğuşu; yeni maddi ürünlerin gereksinim haline gelmesi, kapitalist pazarın genişlemesi vb. nedenlerle işçi kitlelerini artan şekilde üretime çeker, proletarya dışı sınıfların saflarından proletaryanın saflarına doğru nüfus akışını hızlandırır ve böylece işçi sınıfının büyümesini getirir ve ikinci olarak kapitalizm, “eşit dağıtım”ı ve “boş vakit”in herkes için artırılmasını değil, üretim araçlarının ve ürünlerin kapitalist sahiplenilmesini ve emekçilerin tüm vakitlerinin gaspını gereksinir ve hedefler. Gerçekte olan, kapitalizmin birbiriyle karşıt eğilimlerinin bir arada kendini sürdürmesidir.
Bu, “gerçek yaşamdaki karşıtlığın” bir benzeridir. “Makine, işçileri yerinden eder, … sayısını azaltır, ürünü artırır (ki bu ürünlerin bir bölümü üretken olmayan emekçiler tarafından tüketilir, bir bölümü yurt dışında değişime girer, vb.” Bu arzulanır olandır. Ama bununla çelişen bir diğer durum da söz konusudur. Bu gelişme, onun doğrudan etkisi altında kalan nüfus açısından bir şok etkisinden sonra, yeniden, makinenin işe sokulmasından öncesine göre, daha çok insanın çalışacağı ve üretken emekçilerin sayısının artacağı bir durumla yüz yüze gelinir.[5] Makineleşme ve sanayinin üretkenliği, emek gücünün tüm üretim alanlarında daha yoğun şekilde sömürülmesi olanaklarını genişleterek daha çok insanı üretime çeker, daha önceki çalışan nüfusa oranla üretken emek kesimini artırır, işçi sınıfının bir kesiminin üretken olmayan şekilde çalıştırılmasına yol açar ve erkek ve kadın emekçilerin hizmetçi, uşak vb. şekilde çalışmalarının koşullarını yaratır. Makine canlı emeğe yatırılan sermaye kısmına (değişen sermaye) karşı değişmeyen sermayeyi artırma olanaklarını genişletirken, sınai çevrimin dönemsel değişmelerine bağlı olarak “çalışma yaşamı ve dolayısıyla işçinin varolma koşullarında” neredeyse süreklilik gösteren güvensizlik ve kararsızlığa yol açar. Bunlar, “normal görülen şeyler olur…” Böylece işçiler, “durmadan işten atılır, işe alınır, oradan oraya sürüklenir ve bu arada da işçilerin cinsiyetleri, yaşları ve hünerleri konusunda sürekli bir değişme sürer gider.”[6]
Makineleşme, öte yandan, “emek koşulları”nın emeğe teknolojik egemenliği; makinenin emeğin yerini alması, “bağımsız biçimiyle emeği gereksiz hale” getirmesi, emeğin görülür ürünlerinin emekçiye egemen olarak ortaya çıkmaları, emeğin toplumsal niteliğinin, onun sermayeleşmesine bağlı olarak emekçilerin karşısına sermayenin gücü olarak çıkması; bilimin ve doğal güçlerin sermayenin güçleri olarak kullanılması, “makinede gerçekleşen bilim”in “işçilere karşı sermaye olarak” ortaya çıkması ve “bilimin, doğal güçlerin ve emeğin ürünlerinin büyük ölçekte, toplumsal emek üzerine kurulmuş uygulanmalarının tümü”nün, emeğin sömürülmesinin araç ve gücü olarak kullanılması da demektir. Kapitalistler tüm bunları sömürü için kullanırlarken, “emeğin toplumsal üretken güçlerinin gelişmesi ve bu gelişmenin koşulları, sermayenin eylemi olarak belirir”ler. Bilim sermayenin üretken gücü haline gelir ve makine, kapitalist bireye de, kapitalist sınıfa da, daha az emekçiyle “aynı fazlayı üretme” olanağı sağlar. Makine, kendi başına, insanın “doğa üzerindeki zaferi olduğu halde, sermayenin elinde, insanları bu kuvvetlerin kölesi haline” getirir; “kendi başına üreticilerin servetini artırdığı halde”, sermayenin elinde onları sefilleştirir.[7] Böylece, aslında tüm toplum açısından daha az fiziki çalışma olanağı ve zihni yetenekleri geliştirmek için daha fazla zaman ve olanak yaratan araçlar, işçinin daha fazla sömürülmesi ve emekçiler üzerindeki kapitalist baskı için, sermayenin güç, araç ve olanakları haline gelir/getirilirler.
b) ÜRETKEN EMEK-ÜRETKEN OLMAYAN EMEK AYRIMI “ANLAMSIZLAŞTI” MI?
Birikim yazarları, liberal ‘sol’ teorisyenleri yineleyerek, “bilişsel-iletişimsel üretim teknolojileri”nin “günümüz kapitalizmi”nin özellikleri yönünden temel karakterde değişiklikler yarattığını iddia ediyor; “üretken olmayan ekonomi”nin, tüm ekonominin sözümona belirleyici “başat” olgusu haline gelmiş olmasını (!) “bugünkü kapitalizm”in özsel en önemli yeniliklerinden biri olarak gösteriyorlardı. Birikim yazarlarının bu hokkabazlıklarını sergilemek açısından yapmamız gereken ilk şey, üretken ve üretken olmayan emek ayrımı üzerine Marksist görüşü mümkün en özet haliyle de olsa, –bu yine de uzun bir bölüm olacaktır–, buradan yeniden ortaya koymaktır.
Bilindiği üzere, Marx, Kapital ciltlerinde ele aldığı artı-değer teorisine bir ön hazırlık olarak da görülen çalışmalarının toplandığı “Artıdeğer Teorileri” üzerine Birinci Kitap’ın “Dördüncü Bölüm”ünde, “Üretken emek ve üretken olmayan emek üzerine teoriler” genel başlığı altında, Fizyokratlar ve Merkantilistlerden A. Smith-Ricardo’ya ve daha birçok modern iktisat teorisyeninin görüşlerini ele alarak, sorunu özel olarak en etraflı şekilde irdelemiştir. Tüm bu büyük bölümün ‘ana fikri’ şudur: “Yalnızca sermaye üreten ücretli emek üretkendir.”[8]
Marx, üretken emeğin “kapitalist üretim açısından” tanımlanması konusunda, A. Smith’in “işin tam özüne” dokunduğunu; “üretken emeği sermayeyle değişilen emek olarak tanımlaması”nın onun “en büyük başarılarından biri” olduğunu belirterek, bu tanımın “üretken olmayan emeğin ne olduğunu” da açıkça belirlediğini söylüyordu.
Marx, üretken emeği, “parayı ya da metaları sermayeye dönüştüren, başka deyişle, emek-gücü karşısında bağımsız duruma gelen maddeleşmiş emeğin değerini sürdüren ve artıran emek, kapitalist üretim süreci içinde emek-gücünün aldığı biçimin ve tarzın ve tüm ilişkinin kısa adı” şeklinde tanımladıktan sonra, üretken emeği emeğin öteki türlerinden ayırt etmenin “çok büyük önem taşımakta” olduğuna dikkat çekiyordu. “Çünkü –diyordu Marx–, bu ayrım, tüm kapitalist üretim tarzının ve sermayenin kendisinin de üzerinde temellendiği emeğin özgül biçimini ifade eder.” Çünkü, “kendi ürününü sermaye olarak üreten”; “başka deyişle, yalnızca, maddeleşmiş emekle değişildiğinde, onun daha artmış miktarda maddeleşmiş emek biçimini almasını sağlayan”, “işvereni için artı-değer üreten ya da emeğin nesnel koşullarını sermayeye ve onların sahibini de kapitaliste dönüştüren emek” olmasaydı, kapitalist üretim de söz konusu olmazdı. Çünkü, emeğin sermaye için “özgül kullanım değeri” olması demek, soyut emeği yaratan öge olması, “yani emek-gücünün değerinde yeralandan daha büyük miktarda emeği temsil etmesidir.”[9] Çünkü, kapitalist üretim süreci, sermaye için artı-değer yaratılmasını ve “dolayısıyla paranın ya da metanın fiilen sermayeye dönüşümü”nü, sonuç olarak öngörür. Kapitalist üretim sürecinin doğrudan amacı işçinin ödenmemiş emeğini sahiplenerek zenginlik birikimi sağlamak, artı-değer yaratılması yoluyla değeri artırmaktır.
“Yalnız doğrudan sermayeye dönüştürülebilen emek üretkendir; yani değişen sermayeyi, değişken bir büyüklük yapan ve bunun sonucu, [toplam sermaye S’yi] S +’ya eşit yapan emek üretkendir” diye yazan Marx, bunu “açıklanması gerekli ilk nokta” olarak belirlemişti. “[Yani] artı-değer üreten ya da sermayeye artı-değer üretimi için etmen olarak hizmet eden ve böylece kendini sermaye olarak, kendini genişleten değer olarak ortaya koyan emek” üretken emekti.[10] “Sermaye ile doğrudan değiştirilen emek” olarak üretken emek, emek-gücünün belirlenmiş değerini yeniden üretir, “değer yaratan etkinlik olarak” para ve metaı sermayeye dönüştürür ve sermayenin değerini artırır. “Emeğin doğrudan sermaye ile değişilmesi”, üretim sürecinde sermayeye, “sermayenin maddi oluşturucu bir parçasına doğrudan dönüşümü” ve “belirli miktardaki maddeleşmiş emeğin aynı miktarda canlı emek, artı, değişim olmaksızın sahiplenilen bir miktar fazla canlı emek ile değişil”mesi demektir.
“Yalnızca sermaye üreten ücretli emek üretkendir” tanımının “kapitalist üretim anlamında” ifade ettiği şey; üretken emeğin, sermayenin ücretle, onun karşılığı ödenen parçasıyla değişilen ve sermayenin yalnızca bu parçasını değil, ek olarak kapitalist için bir artı-değer üreten emek olmasıdır. Bu, kendi değerinden daha fazla değer üreten emeğin, kapitalist sınıfın varoluşunun “göreli” koşulu olması demektir. İşçinin yalnızca kendi varlığını yeniden üretmesine karşılık gelen üretimi, mutlak olarak üretken olmakla birlikte, kapitalist anlamda sermayeye eklenen, onun kendini genişletmesini sağlayan emek değildir. “Yalnızca işçiyi yaşatmaya, yani emek-gücünün yeniden üretilmesine” yeten emek, “mutlak anlamda üretken” olmakla birlikte, “kapitalist anlamda” üretken değildir. İşçi, yaşamını sürdürmesine yetecek olanla sınırlı üretimde, geçim araçlarının üzerinde bir değer üretmemektedir. Emeğin kapitalist anlamda üretken olmasının koşulu, üretim araçlarının sahibi için bir artı değer yaratmasıdır. “Metada kapitalisti ilgilendiren şey, ödediğinden daha fazla değişim değeri yaratılmış olmasıdır.” Onun açısından kullanım değeri, ücret olarak ödediği emek zamanını daha fazla miktarda geri alıyor olmasındadır. Kapitalizm, tüm metalar dünyası ve maddi üretimin tüm alanlarının giderek belirginlik kazanan tarzda kapitalist üretime tabi kılınması ve bağlanmasıyla birlikte, “meta üretiminde yer alan tüm emekçiler”in ücretli-işçiler haline gelmelerine ve tüm bu alanlardaki üretim araçlarının, onlarla, “sermaye olarak” karşı karşıya gelmelerine doğru bir gelişmeyi ifade eder. “Bu durumda, üretken emekçilerin yani sermaye üreten emekçilerin, tipik özelliğinin, emeklerinin, metalarda, maddi zenginlikte somutlaşması olduğu söylenebilir. Böylece, üretken emek için, belirleyici tipik özelliği doğrultusunda –ki bu tipik özellik, hiçbir biçimde, emeğin içeriğini dikkate almaz ve o içerikten tamamen bağımsızdır– ikinci, farklı ve ek bir tanım daha yapılabilir.”[11] Bu üretken işçiler, asıl makine işçisinden mühendise kadar, meta üretimine şu ya da bu biçimde, ancak “…(kapitalistten farklı olarak)” katılanların hepsidir.[12]
Demek ki, üretken emek, kullanım değeri üretmekle kalmayıp değişim değeri sermaye sahibi için bir artı-değere de karşılık gelen emektir. Üretken emekçi, meta üreterek, “ücret biçiminde sürekli olarak tükettiği değişen sermayeyi sürekli olarak yeniden-üretir. Kendisini ödeyen fonu, ‘geçimini sağlayan ve onu çalıştıran’ fonu sürekli olarak üretir.”
Bu durum ya da özellik, üretken olmayan emeğin artı-değer üretmeyen emek olmasını da belirlemektedir. Üretken olmayan emek, “sermaye ile değil, doğrudan gelirle (yani ücret ve kârla), doğal olarak kapitalistin kârından, co-partners [iş ortakları] olarak faiz ve rantla pay alan çeşitli kategoriler dahil) değişilen emektir.”
Emeğin üretken ya da üretken olmayan emek olarak tanımlanması, “onun belirli içeriğiyle, özgül yararıyla ya da kendini ifade ettiği belli kullanım-değeriyle” ilgili değildir. “Aynı tür emek üretken emek de olabilir, üretken-olmayan emek de olabilir.” (sf. 375) diye, önemle belirten Marx, yazdığı kitabı belli bir fiyat karşılığı satışa sunan yazarın üretken olmayan emekçi, ancak aynı yazarın bir girişimci/yayıncıya bağlı olarak çalışması durumunda üretken emekçi olduğuna dikkat çekiyordu. Birinci durumda geçimini sağlamak üzere kullanım değeri yaratan emek, ikinci durumunda patronu olan yayımcı için kitap üreten ‘yazın proleteri’nin emeği olarak daha baştan sermayenin artırımı sürecine katılmaktadır. Yine, buna göre, “Şarkısını kendi hesabına satan” şarkıcı üretken-olmayan; ancak para kazanmak amacıyla bu işin ticaretini yapan bir girişimci tarafından tutulan şarkıcı üretken emekçidir; birinci durumda basit kullanım değeri, ikincisinde sermaye üretmektedir. Eve, kişinin hizmetini görmek üzere çağrılan emekçinin emeği, örneğin pantolon dikmesi ya da ev ve eşyasının tamiri için gelen “gündelikçi terzinin emeği” ile duvar kağıdı ve boya vs. işleri yapan işçinin emeği; bu emek bir ürün yaratmasına ve karşılığında para (emeğinin fiyatı) almasına karşın, üretken değildir. Bu durumda, çünkü, emekçinin az ya da çok çalışması, aldığı ücretin yaptığı işin (gördüğü hizmetin) içerdiği değerden az ya da fazla olması vs., hizmeti verdiği kişiyi zenginleştirmez, sermayesini artırmaz, aksine parasından bir miktar harcanmasına, yani gelirinin azalmasına yol açar. Oysa aynı ‘gündelikçi terzi’nin “bir tüccar terzi”ye bağlı olarak çalışması durumunda, ona verdiği hizmet bu kapitalist terzi için, pantolonda maddeleşen emek zamanının bir bölümüne el koyması nedeniyle artı değer üretir. “Tüccar terzi, olabildiğince ilk fırsatta, pantolonu yeniden paraya, yani belirli terzi emeği karakterinin tamamen ortadan kalktığı bir biçime çevirmeye çalışır; o para biçimi içinde artık, terzinin verdiği hizmet, altı saatlik bir emek-zamanının belli miktarda para olarak ifadesi yerine, o paranın bir kat fazlasıyla, 12 saatlik bir emek-zamanının ifadesi olarak yeralır.”[13]
Birinci durumda, terzinin emeği, bireysel gereksinimin karşılanması için, belirli bir kullanım değeri yaratması karşılığında satın alınmıştır; ikincisinde, tüccar terziye mal olduğundan daha fazla değişim değeri yaratmak üzere. Emeğin üretken olup olmaması, para karşılığı “basit değişimi” tarafından belirlenmiyor ya da “paranın emekle basit değişimi, emeği üretken emek haline getirmiyor.” Emeğin içeriği, somut niteliği, özel bir yararı olması gibi özellikleri, “görünüşe göre, ilkin hiçbir fark yaratma”maktadır; “aynı terzi işçinin aynı emeği, bir durumda üretkendir; öteki durumda üretken değil”dir.[14]
Eve, eşya tamiri ya da duvarların yeniden kağıtla kaplanmasını için çağrılan işçiler açısından da aynı şey geçerlidir. Bu işçiler, onları evin onarımı ya da boyasını yapmak üzere çalıştıran ev sahibiyle ilişkilerinde, üretken olmayan emekçilerdir. Ama aynı işçiler, onları çalıştıran ve evin onarımı için gönderen patron için, artı-değer üreten üretken emekçilerdir; onu zenginleştirmekte, sermayesini artırmaktadırlar.
Aynı şey, öğretmenin, doktorun, avukatın, kişinin bireysel hizmetine dair çalışması için de geçerlidir. Eve çağrılan öğretmenin, kişinin zihin yetilerinin geliştirilmesine katkısının karşılığını hizmet verdiği kişiden alması; doktorun sağlık kontrolü ve hastayı iyileştirmek üzere çaba göstermesi; avukatın bir davayı kazanmak için üstlenmesi, bu iş ya da hizmet, bireyin beklentilerini karşılayıp karşılamamasından bağımsız olarak, o belli yarara rağmen, kişiye parasını sermayeye dönüştürme olanağı yaratmaz; onu öğretmenin, doktorun, avukatın patronu/kapitalisti durumuna getirmez, yani bir artı değer sağlamaz. Onlar emek harcamalarına, hizmet vermelerine karşın, hizmetleri sermayeye dönüşebilecek bir değişim değeri olarak maddileşmez. Ödeme gelirden yapılmıştır.
Burada önemli olan, yaratılan nesnenin bir kullanım değeri olması değildir. Bu açıdan alındığında, eve “gömlek dikmesi için” çağrılan gündelikçi de, mobilyaları onaran ustalarla evi temizleyen hizmetçiler de, “ete, şuna buna lezzeti veren aşçı” da, emeklerini “bir şeyin içinde saptamakta ve gerçekte o şeylerin değerini artırmaktadır”lar. Bunların ürününün maddi kullanım değeri olması ve eyleminin niteliği, “tıpkı gündelikçi terzinin fabrikada dikiş dikmesi, makineleri onaran makine ustası, makineleri temizleyen işçi, ya da kapitalistin ücretli işçisi olarak bir otelde yemek pişiren bir aşçı gibi” üretken karakterdedir. “Hizmetlerin büyük bir bölümü, bir aşçının, bir hizmetçinin durumunda olduğu gibi, tüketimin maliyetlerine girer”ler. “Bu kullanım-değerleri ayrıca potansiyel metalardır; gömlek belki de rehinciye gönderilecektir, ev yeniden satılacaktır, mobilya açık artırmaya çıkarılacaktır, vb.. Şu halde bu insanlar da potansiyel olarak meta üretmektedirler, üzerinde çalıştıkları nesneye değer katmaktadırlar. Ne var ki, bunlar üretken-olmayan emekçiler arasında çok ufak bir grupturlar; kuşkusuz geniş hizmetliler kitlesi için, ya da rahipler, devlet memurları, askerler, müzisyenler, vb. için bu söz konusu değildir.”
Marx, ‘üretken-olmayan emekçiler’in sayısının büyük ya da küçük olmasından bağımsız olarak, emeği, ‘üretken’ ya da ‘üretken-olmayan’ emek yapan şeyin, “emeğin özel türü” ve “dış görünümü” olmadığına dikkat çekerek, aynı emeğin kapitalist tarafından “daha fazla değer üretmek üzere” satın alınması durumunda üretken ve fakat “bir tüketici olarak, bir gelir harcayıcı olarak, onun kullanım-değerini tüketmek üzere” satın alındığında üretken olmayan emek kategorisine girebildiğine işaret eder. Buna göre, örneğin “Oteldeki aşçı, onun emeğini bir kapitalist olarak satın alan kişi için, otel sahibi için meta üretir.” Bu durumda aşçının emeği, “(kârdan ayrı olarak) otel sahibinin aşçıya ödeme yapmaya devam ettiği fonu yerine geri koyar.” Aşçının emeğinin, “ondan genel olarak yararlanmak üzere değil”, ama kişisel hizmet için satın alınması durumunda ise, “bu emek kendini maddi bir üründe saptadığı halde ve bu ürün (sonuçta), otel sahibi için olduğu gibi, satılabilir bir meta olabildiği halde”, üretken emek olmamaktadır. Birincisinde aşçı, kendisine ödeme yapılan fonu yenilemekte, ikincisinde yenilememektedir; birincisinde otel sahibinin sermayesini artırmakta; ikincisinde, sonuçta bir meta-bir kullanım değeri üretmesine karşın, kişi için sermaye yaratmamaktadır. Bu ilişki, “hizmetleri”, bir tiyatro, konser, genelev, vb. patronu tarafından pazarlanmak üzere satın alınan aktörlerin, müzisyenlerin, fahişelerin vb. durumu açısından da geçerlidir. Girişimci onların emek gücünü kendi emrine aldığında, “dolaylı bir biçimde yalnızca ekonomik bir çıkar ilişkisi”ne girmiş görünür; ancak “sonucu bakımından süreç aynıdır”; ‘hizmetleri görüldüğü anda sona eren’ ve kendini, kendileri dışında ‘herhangi satılabilir bir metada’ “sabitleşip gerçekleştirmeyenlerin şu ‘üretken-olmayan emek’ denen emekleri” satın alınmış, bunların satılması sonucu, “ücret ve kâr” elde edilmiştir. Bu ilişkide, satın alınan hizmetlerin kullanımıyla, onların emek-gücünün yeniden satın alınmasını sağlayacak fon yenilenmektedir, “onlar, kendilerine ödeme yapılan fonları yenilerler.” Buna benzer bir durum, “bir avukatın bürosunda çalıştırdığı clers’in (katiplerin) emeği için de” geçerlidir, ve yine Marx’ın deyişiyle “bu tür bir ilişkinin yaşandığı bolca örnek gösterilebilir.”[15]
Marx, “..şu üretken-olmayan emek denen bir kısım emek, bir yandan kendini, aynı zamanda pekala meta da olabilecek (vendible commodities [satılabilir metalar]) maddi kullanım değerlerinde somutlaştırırsa, bir yandan da bu hizmetlerin, dar anlamda herhangi bir nesnel biçim almayan –yani hizmetleri görenlerden ayrı şeyler olarak bir varlık kazanmayan ve bir metaya onun değerinin parçası olarak girmeyen– bir başka kısmı (emeği doğrudan satın alan tarafından) sermaye karşılığı satın alınabilir; böylece kendi ücretini çıkarır ve girişimciye de bir kâr bırakır” diye yazıyordu.
Bu hizmetler ya da hizmetlerin üretimi, “kısmen sermayenin kapsamı içine alınabilir”; “kendini yararlı şeylerde somutlaştıran” diğer bir kısmı ise doğrudan gelir tarafından satın alınır ve sermaye üreten emeğin kapsamı içine girmez. “Emek-gücünü eğiten, devamını sağlayan ya da değiştiren vb., yani tek sözcükle ona özgül bir biçim veren ya da devamını sağlayan türden hizmetler” bu türdendir. Kendisi de meta olan, dahası meta üreten tek meta olan emek-gücünün yenilenmesi sürecine katılan eğitmen/öğretmen ve sağlıkçı (doktor) emeğinin, üretilen metaların üretim maliyetine şu ya da bu oranda girmesi, “satılabilir meta”da bir biçimde ifade edilir olması demektir. Ancak bu emek türü, hem “katılma payı”nın üretilen metaın maliyeti içindeki “çok az” yeri, hem de “tüm değerleri yaratan üretim maliyetleri fonu”na girmesine rağmen, “kendi ücretini ödediği fonu” doğrudan yaratmaması nedeniyle, emek-gücü “onarımı” ve “eğitimi”ne katılan emek olarak “satılabilir meta”ın üretimine katıldığı oranda üretken; ama kendi başına ve üretim maliyeti içindeki payının küçüklüğü bakımından da kendi ödeme fonunu doğrudan yaratmayan ve emek-gücünün onarımı giderleri içinde sayılabilir bir emektir. İşçinin fabrika içindeki işi yapması sırasında, onun eyleminin hazırlığına ya da iş yaparken fiziki ve ruhi olarak sağlıklı ve yetkin olmasını sağlamak üzere katılan bu tür emek, meta üreten emek gücünün devamlılığına yardım ve hizmet eden emektir.
Marx, “tüm gösteri sanatçıları, konferansçılar, aktörler, öğretmenler, doktorlar, rahipler vb.” için, kapitalist üretim tarzının “ancak sınırlı bir dereceye kadar” karşılaşılır ve “pek az alanda uygulanabilir” olduğunu belirterek, eğitim kurumlarındaki öğretmenlerin, “kurumun girişimcisi için birer ücretli-emekçi” olabildiklerine ve İngiltere’de “bu tür birçok eğitsel fabrika”nın bulunduğuna işaret etmekteydi. Bu öğretmenler, öğrencilerle ilişkilerinde (öğrenciler söz konusu olduğunda) üretken emekçi olmadıkları halde, “kendi işverenleri söz konusu olduğunda” (girişimciyle ilişkilerinde) üretken emekçidirler. Bu ikincisinde, girişimci –örneğin dershane ve özel okul sahipleri–, sermayesini öğretmenlerin emek-gücüyle değişir ve “bu süreç aracılığıyla” sermayesini artırarak zenginleşir. “Tiyatrolar, eğlence yerleri, vb. için de durum aynıdır. Bu durumlarda, aktör, kamu karşısında bir sanatçı olarak davranır, ama kendi işvereni karşısında o bir üretken emekçidir.” (aynı yerde)
Bir aktör, hatta bir palyaço, “ücret olarak aldığından daha fazla emeği geri döndürdüğü bir kapitalistin (girişimcinin) hizmetinde çalışıyorsa” üretken bir emekçidir; ama kapitalistin evine, pantolonunu onarmak için giden gündelikçi terzi, kapitalist için “yalnızca bir kullanım-değeri ürettiği için” üretken olmayan emekçidir. “Birincinin emeği sermayeyle değişilmiştir, ikincininki gelirle. Birincinin emeği bir artı-değer üretir; ikincisinde gelir harcanır.”
“Bir yazar, fikir ürettiği ölçüde değil, ama onun çalışmalarını yayınlayan yayıncıyı zengin ettiği ölçüde ya da bir kapitalistin ücretli-işçisiyse üretken emektir.” “İçinde üretken işçi emeğinin yer aldığı bir metanın kullanım değeri, en yararsız türden olabilir. Metanın maddi özellikleri, hiçbir biçimde, emeğin doğasıyla bağlantılı değildir; tam tersine, yalnızca belli bir toplumsal üretim ilişkisinin ifadesidir. Bu emeğin içeriğinden ya da sonucundan değil, ama belirli bir toplumsal biçiminden çıkarılmış bir tanımdır….”[16] “Keman yapımcısının, org yapımcısının, müzik ile ilgili ticaret yapanın, teknisyenin, vb. üretken olması”na karşılık, bir kapitalist girişimciye bağlı olmaksızın bu emeklerin ürünüyle mesleklerini icra eden keman, org vs. sanatçısının “üretken olmaması” çelişki oluşturmaz. Üretken olmayan emekçiler de “şu ya da bu tür” bir ürün üretirler. Bu, emekçi olmalarının belirleyenidir. İlaç reçetesini yazan doktor da, “o ilacı hazırlayan eczacı kalfası” da emek harcarlar, emekçidirler. Ancak ilki üretken emekçi değilken, ikincisi üretken emekçidir. Kemanın üreticisi üretken, kemanla müzik eserini icra eden müzisyen değildir. (Müzikle uğraşan sanatçının bir girişimciye bağlı olarak bunu yapması durumunda üretken emekçi olacağına yukarıda işaret edildi.) Bir piyano yapımcısının yanında çalışan, onun piyano üretiminde çalıştırdığı işçi üretken işçidir. Emeği, ücretini yeniden-üretmekle kalmaz, piyano yapımcısına, sattığı üründe (piyano) ‘cisimleşen’ ve ödediği metada, ücretin üstünde ve ötesinde bir artı-değer bırakır. Aşçının ya da garsonun emeği, “otel sahibi için sermayeye dönüştürüldüğü ölçüde”, üretken emektir. Ama bu aynı kişilerin emeği herhangi bir kişi tarafından, “onların hizmetinden bir sermaye yaratmak” için değil, “hizmetkârlar olarak” satın alındığında, hizmetlerinin karşılığı o kişinin gelirinden ödenen üretken olmayan emekçilerdir. Eve çağrılan gündelikçi terzinin pantolon dikmesi, duvar boyacısının duvarı kağıtla kaplaması ya da boyamasında olduğu gibi, yapılan iş, “maddi nesne kabul edilen” kullanım değerine karşılık düşmesine karşın, bunlar çalışmalarıyla kendilerini çağıranı zenginleştirmediklerinden, emekleri üretken emek değildir; “meta” değil, doğrudan “kullanım-değerleri” üretirler.
Ulaştırma sanayi yer değiştirmeyi satar. Yararlı etki, ulaştırma süreci ile sımsıkı bağlıdır. “Üretken ikmalin depolanması, büro vb. aygıtlar üretken sürecin parçalarıdır, bu işleyişin kendisi de artı-değer üretir. Üretken emek sürecinin bir parçasını, devamını oluşturur. Tüccar sermayesi, depolama, taşıma, ulaştırma, toptan ve perakende dağıtım gibi kendisiyle bağıntılı olabilecek bütün heterojen işlerden sıyrılmış” olarak alındığında değer ve artı-değer üretmez; “hiç değilse doğrudan doğruya yaratmaz.” Ticari işlerde çalışanlar, mal ve yolcu taşımacılığı, iletişim, mektup, telefon vb. iletimlerde çalışanlar doğrudan bir değer yaratmaz, yaratılmış ürünün ulaştırılmasına aracı işlerin çalışanları olarak katılırlar. Ticari işçi doğrudan doğruya artı-değer üretmez. “Doğrudan doğruya artı değer üretmez, ama, karşılığı ödenmeyen emek harcaması ölçüsünde, artı-değeri gerçekleştirme giderini azaltması için ona yardım ederek, kapitalistin gelirini artırır.”[17] Devlet görevlileri, asker kişiler, rahipler, yargıçlar vb., bunlar yıkıcı olmakla kalmayıp, ‘maddi olmayan’ metalarını halka zorla dayatarak toplumsal zenginlikten yararlanır, onun büyük bir kısmını ele geçirirler. Bunlar, tüketimden pay alan ve “gerçek üreticilerin sırtından geçinen asalaklar” kategorisine girerler. Sanatçılar, doktorlar, avukatlar ise, emeklerinin sermaye ile ilişkisine göre, ya çalışmalarıyla emrinde oldukları patron için bir artı-değer üretirler ya da hizmetlerinin karşılığını yaratılmış toplam gelirden alırlar. Bürosunda çalışan avukat, büroda ya da devlet kurumunda çalışan doktor, herhangi yönde geliştirdiği yeteneğini icra eden sanatçı, emek harcamakta, karşılık olarak da bir ücret almaktadır. Bu, onların yaratılmış toplam toplumsal gelirden –ki kaynağı artı-değerdir– pay almaları demektir. Ancak, doktor, örneğin fabrikada meta üreten emeğin kendini yenilemesi sürecine katılır ya da özel bir işletmenin kapitalisti için, onun emrinde çalışırken, onun tarafından el konan meta ya da hizmetin üretimine katılmış olur.
Üretken emekçiler, üretken-olmayan emekçilerin üretiminin bir aracı olan ürünleri ve onların araçlarını üretmelerinin yanı sıra, “herhangi bir emek harcamayan kişiler tarafından tüketilen ürünleri” de üretirler. Maddi metaların esas olarak ücretli işçiler tarafından üretildiği kapitalist üretim koşullarında, üretken-olmayan emekçilerin hizmetleri, sonuçta ya üretken emekçilerin ücretinden ya da onların patronlarının (ve kâra ortak olanların) kârından –ki bu durumda da asıl kaynak yine üretken emekçinin ödenmemiş emeğidir– ödenmekte; üretken-olmayan emekçilerin varolma koşullarını üretken işçiler yaratmaktadırlar.
Marx, o dönem, “kapitalist üretimin bu alandaki bütün görünümleri”nin üretimin tümü bakımından “bütünüyle hesap dışı tutulabilir” düzeyde olmasına dikkat çekmişti. Durum, bu yönüyle, bugün için elbette belirli biçimde değişmiştir. Bugün, “bu görünümler” daha belirgin biçimler alarak, artık dikkate alınmayı zorunlu kılar şekilde yaygınlık göstermektedir. Ancak üretimin tümü bakımından, maddi meta üretimini gerçekleştiren emekçilerin belirleyici rolü ve konumu temel önemde kalmaya devam ediyor. Kapitalist üretim tarzının gelişmesi, hizmetlerinin karşılığı gelirden ödenen üretken-olmayan işçilerin “yalnızca pek önemsiz bir kısmı”nın maddi üretim alanında doğrudan rol oynamalarına yol açar. Bunların (üretken-olmayan işçilerin) gördüğü hizmetlerinin değeri de, “üretken işçilerinki gibi (ya da ona benzer biçimde)” “onların geçimini sağlamanın gerektirdiği üretim maliyetleriyle belirlenir …” Kapitalizm gelişip sermaye üretimin tümüne hakim olunca, gelir (kâr ve ücret) emek karşılığı değişildiği ölçüde, “doğrudan meta üreten emeği değil”, üretken emeği değil, “yalnızca hizmetleri (satın almakta-ç) kullanılır” ve “kısmen kullanım değeri olarak işlev gören metalar için, kısmen de oldukları gibi bir kullanım değeri olarak tüketilen hizmetler için” harcanır.
“Değişik emek türlerini ve dolayısıyla zihin emeğiyle kol emeğini –ya da bunlardan birinin daha hakim olduğu emek türlerini– birbirinden ayırma”nın ve “farklı insanlar arasında dağıtma”nın kapitalist üretim tarzının “gerçekten ayırdedici özelliği” olduğunu belirten Marx, bu ayırmanın, “maddi ürünün, bu insanların ortak ürünü olmasını ya da maddi zenginlik içinde yer alan ortak ürünleri olmasını” önlemediğini; tüm bu insanların, “maddi zenginliğin üretilmesine doğrudan katılmakla kalma”yıp emeklerini “doğrudan, sermaye olan parayla” değiştiklerini; ücretlerine ek olarak kapitalist için bir artı-değeri yeniden üretiklerini; emeklerinin, “ödenmiş emeği artı ödenmemiş artı-emeği” içerdiğini söylemekteydi.[18]
Marx, “Maddi Üretim Sürecinin Bütünü Açısından Üretken Emek Sorunu” arabaşlığı altında, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle birlikte, örneğin bir fabrikada malzemeyi işlemekle doğrudan görevli olanlarla birlikte, onlara nezaretçilik yapan ustaların, vasıfsız işçilerin, esas olarak “beyniyle çalışan” iş mühendislerinin ve farklı değerde emek-gücüne sahip diğer emekçilerin “ifadesini metada ya da maddi üretimde” bulan sonucu birlikte oluşturduklarını; “üretim süreci bir bütün olarak alındığında”, emeklerini sermaye karşılığında değişerek kapitalistin parasını sermaye olarak yeniden ürettiklerini belirtiyordu.
Marx, A. Smith’in, “[kendini sabitleştiren ve gerçekleştiren emeğin] içine, maddi üretim sırasında doğrudan tüketilen tüm entelektüel emeği de doğal olarak” kattığını belirterek “yalnızca elleriyle ya da bir makineyle doğrudan çalışan emekçi değil, ama overlooker, ingénieur, manager, commis [nezaretçi, mühendis, yönetici, memur] vb. –yani tek sözcükle, maddi üretimin belli bir alanında, belli bir metanın üretimi için çalışması (işbirliği) gereksinilen tüm personelin emeği”ni de değişmeyen sermayeye eklenen ve ürünün değerini o miktarda artıran toplam emek içinde değerlendiriyordu.
“Bu çerçevede, bu tanımlar, emeğin maddi özelliklerinden (ne emek ürününün doğasından, ne emeğin somut emek olarak belirlenmesinden) değil, ama belli bir toplumsal biçimden, emeğin içinde gerçekleştirildiği toplumsal üretim ilişkilerinden çıkmaktadır.”[19] Belirleyici olan; ürünün ‘doğası’, maddi özellikleri değil, emeğin sermaye ya da gelirle değişilmiş olmasıdır. Belirleyici olan, emeğin ve emek-gücünün hangi tür ilişki içinde olduğu; sermayeye dönüşüp dönüşmediği; artı-değer üretip üretmediğidir. “Bir durumda emek sermaye ile değişilmektedir, ötekinde ise gelirle. Birincisinde emek sermayeye dönüşmekte ve kapitalist için kâr yaratmaktadır; ikincisinde bir harcamadır, gelirin harcandığı nesnelerden biridir.”
Kapitalist üretimin temel yasası, kapitalistin emek gücü kullanımından beklentisine cevap verir. Kapitalistin emek gücünden beklediği “özel hizmet”, çalışmasıyla geçim araçları karşılığı sahip olduğundan daha fazla bir değer üretmesidir. Değişen koşullar, makineler, iş aletleri, buluşlar ve teknik yenilenme, emek-gücünün eşdeğerini yeniden üretmesine ek olarak “az ya da çok” bir fazla, bir artı-değer üretmesi üzerinde etkili olurlar. Emek sürecinin, emek-gücünün kendi eşdeğerini ürettiği kısmı dışındaki zamanda da, işçi çalışmayı ve üretmeyi sürdürür. İşçinin, işgününün bu “ikinci kısmı”nda, bu artı-emek zamanında yarattığı, kapitalistin karşılığında herhangi ödeme yapmadığı artı-değerdir. Üretken olmayan emekçi de şu ya da bu tür bir ürün üretir. Aksi durumda emekçi dahi olamazdı. Emeğin bir metada yeniden ortaya çıkması için, öncelikle yararlı bir iş üzerinde, bir ihtiyacı karşılayacak bir şey üzerinde harcanması gerekir. İşçinin ürettiği ya da kapitalistin işçiye ürettirdiği, her şeyden önce, belli bir kullanım değeri, belirli bir nesnedir. Emek sürecinde, insan emeği, üzerinde çalıştığı malzemede, emek araçları aracılığıyla başlangıçta tasarlanan değişikliği meydana getirir. Tasarlanmış ürünler, bir yandan emek sürecinin sonuçları olarak ortaya çıkarlar, öte yandan “onun zorunlu koşulları olarak” bu sürece girerler ve canlı emekle temasları “kullanım değeri niteliklerini korumaları ve kullanabilmeleri”nin tek yoludur. Emek, “ürün yaratmak amacıyla bu ürünleri tüketir ya da başka bir deyişle, bir dizi ürünü, başka bir dizi ürünün üretim aracı haline getirmek için tüketir.” Marx, Smith’in tanımında, aynı tür emeğin üretken olan ve olmayan emek olarak adlandırılabileceği şeklindeki ayrımını, onun “kendi tanımına göre” “üretken olmayan” emeğin göreli olarak küçük bir parçasını üretken olarak görmesini, “doğru nokta” olarak ifade etmişti.
Kapitalist açısından üretim süreci, artı-değer elde etmek amacıyla emek-gücünün tüketiminden başka bir anlam ifade etmez. Emek süreci, kapitalistin, “malı haline gelen şeyler arasında cereyan eden bir süreçtir.” Bu sürecin ürünü kapitaliste aittir. “Kullanım değerlerini, kapitalistler, salt değişim değerinin maddi özü ve taşıyıcısı oldukları için ve sürece üretirler.” Kapitalistlerin üretmek istediği şeyin değeri, serbest piyasadan satın aldığı üretim araçları ve emek gücünden fazla olmalıdır. Amacı, yalnız kullanım değeri değil, değer üretmektir; yalnız değer değil aynı zamanda artı-değer üretmektir. Artı-değer üreten emeğin “basit hünersiz” ya da “daha karmaşık hünerli” niteliği, artı değerin üretilmesi yönünden hiç bir önem taşımaz. İşçi, “emeğinin özgül niteliği ve yararlılığı ne olursa olsun”, emeğin konusu üzerinde ek bir emek harcayarak ona yeni bir değer katıyorsa artı-değer üretmiş olur. Emeğin özel biçimleri; dokumacı, iplikçi, demirci emeği olması; dokumacı, iplikçi, demirci vs. olarak üretim konusu ürüne yeni değer katmasının farklı özel biçimleridirler ve bu farklı özel biçimler, artı-değer üretmede “özgün olma” anlamında bir farlılık göstermezler. Emeğin üretkenliği, çalışmasının konusu olan –üzerinde çalıştığı– malzemeye yeni değer ilave edip-etmediğiyle ilişkindir; iplikçi, doğramacı, demirci olmasıyla değil. Değer (ve artı-değer) üretme açısından belirleyici olan, emek gücünün herhangi özel biçimi değil, sermaye ile değişime girip girmediğidir.
Emek-gücü, eğer sermaye ile yeni bir ürün-yeni değer üretmek üzere değiştiriliyorsa, üretkendir; ve bu durumda, bütün bu araç ve koşulların gelişkinliği/teknik donanım zenginliği ve modernliği, üretilen değer ve (artı değer) miktarı yönünden, sermaye sahibinin elinde ancak olanak artışı olarak işlev görür. Yeni buluşlar, sermaye sahibine, emeği eskisine göre bir kaç kat ya da daha fazla etkin hale getirme olanağı sağlar. Bu yeni durumda, gerekli-emek zamanı, (işçinin kendi gereksinimlerini karşılayacak toplumsal emek zamanı) azalacak/kısalacak ve artı-emek zamanı uzayacak, bu da, artı-değerin artışını sağlayacaktır.
Üretken ve üretken olmayan emek ayrımını “anlamsız kılan” ve hemen tüm emek kullanımının üretken emek haline dönüşmesini sağlayan gelişmelerin “yeni kapitalizmin gerçeği olduğu” ve temel üretim alanlarıyla maddi meta üretiminin önemsizleştiği iddiası, bu bakımdan, daha baştan dayanaksız kalır. Üretken emekçi için de, üretken olmayan emekçi için de, geçim araçlarını sağlamak üzere emek harcamak zorunludur. Emek-gücü onların metalarıdır. Ancak, üretken emekçi, emek-gücünü satın alan kapitalist için sermayeye dönüşen, onu zenginleştiren değişim değerleri üretirken, üretken olmayan emekçiler emeklerini gelirle değişirler ve aralarında maddi nesne üretenleri de dahil, emeklerinin kullanımı bir değer ve artı-değer yaratmaz ve sermayeye dönüşmez.
Sermaye egemenliği, maddi zenginlik üretimiyle “doğrudan bağlantılı olmayan üretim alanları”nın da giderek sermayeye bağlanmasına yol açar ve pozitif bilimlerin maddi üretime hizmet etmesini sağlar. Bu durum, “maddi zenginlik üretimiyle ‘bağlantısı’nı” ileri sürerek “her faaliyet alanı”nın üretken alana dahil edilmesi, herkesin “birincil anlamda sermayenin hizmetinde çalışarak kapitalisti şu ya da bu biçimde zengin etmeye yararı dokunan emekçi olarak, ‘üretken emekçi’ haline” getirilmesi yönündeki anlayışa kaynaklık eder. Marx’ın deyişiyle “hiçbir şey yapmayanlar ile onların asalakları” böylece onurlandırılmaya çalışılır.
(devam edecek)
[1] A. Özgün, Birikim s. 217
[2] Burada, A. Özgün ve Ayşe Akalın’ın yazılarını esas alacağız.
[3] Birikim yazarlarından alınan tüm alıntılar için bkz. Birikim, sayı 217
[4] Tez ve iddialarına temel aldıkları ve 1970’li yıllardan sonra şekillendiğini ileri sürdükleri “yeni bir ekonomi” ve “yeni bir toplum” üzerine makalemizin ilk bölümünde söylenenler burada yeniden anımsanabilir.
[5] Artı Değer Teorileri c.1, s. 215
[6] Kapital cilt 1, s. 465
[7] Kapital cilt 1, s. 453
[8] Artı Değer Teorileri 1. cilt, s. 142
[9] Artıdeğer Teorileri 1.cilt, s. 374
[10] Age, s. 368
[11] Artı Değer teorileri, 1.cilt, s. 383
[12] Buradan, meta üretimine katılan ya da emeği üretken emek olarak işlev gören herkesin dolaysız olarak proleterleştiği sonucu çıkmaz. Proleterleşme, kuşkusuz öncelikle üretim araçları karşısındaki konumla ya da üretim araçlarıyla ilişkinin karakteriyle bağlıdır ve ikinci olarak yaşam tarzı vb. açısından da bir süreç işidir.
[13] Age, s. 377
[14] Age,s.378
[15] age., s. 155
[16] age., s. 147
[17] Kapital, c. 3, s. 313
[18] Artı Değer Teorileri, c. 1, s. 385
[19] Artı Değer Teorileri, cilt 1, s. 147