Ülkenin politik gündemini işgal eden olaylar büyük bir hızla değişiyor ve neredeyse hergün yeni bir “gelişmenin” getirdiği sorunları tartışılırken, birdenbire bu “önemsizleşerek” başka bir yeni oluşup gündeme oturuyor ve ortaya çıkan bu yeni olay ve sorunlar tartışılmaya başlıyor. Gazetecilerin deyimiyle, Türkiye, gündem ve haber bolluğu konusunda adeta bir “cennet”i andırıyor. Birkaç hafta önce Irak Kürdistan’ına yapılan askeri harekat gündemin baş köşesini işgal ediyordu. Birkaç gün sonra, “çekilmenin biçimi” ve bunda ABD etkisi baş köşeye kuruldu. Ardından AKP’yi kapatma davası “patladı”, onun ardından “Ergenekon” operasyonu ilk sıraya çıkıverdi! Baş döndürücü bir hız!
Ancak gündemler ne kadar sık değişirse değişsin, bütün bu “gündemlerin” üstü biraz kazınınca, sorunlar gelip birkaç temel meselenin üzerinde düğümleniyor, ve olaylar farklılaşsa da, aslında, bunların arasında sürekli bir bağ olduğu, bir ilişkiler bütününün parçaları oldukları anlaşılıyor. Bugün ülkenin temel meseleleri; demokrasi –ki bunun içinde esas sorun Kürt sorunudur, laiklik mevcut biçimiyle bu kapsamda bir diğer tartışma ve kapışma konusudur, bunlara diğer hak yoksunlukları eklenmektedir–, bağımsızlık ve bununla bağlantılı olarak ABD, AB ilişkileri ve Türkiye’nin Ortadoğu işlerindeki konumu vb. ve işçi sınıfı ve emekçi yığınlara karşı yürütülen ekonomik, sosyal ve politik saldırılardır. Bu sorunların yol açtığı mücadele ve gerilimler, egemen sınıflar cephesinde derin çatlaklar ve bölünmeler yaratmıştır. Örneğin “harekat” öncesi ittifaklar ve “sefer dönüşü” ittifaklar farklılaşabilmektedir. Şu meselede iki parti yanyana gelirken, diğer bir meselede bunlardan birisi karşı taraftaki parti ile ittifak –AKP, CHP ve MHP’nin durumu böyledir– yapabilmektedir.
Bu özellik, elbette sadece partilere özgü bir durum değildir. Bunun da ötesinde, devlette tüm temel meselelerde asıl yönetim gücünü elinde bulunduran ordunun da, devlet üst bürokrasisinin de ittifakları değişebilmektedir. Bugün Türkiye egemen sınıflarını karakterize eden temel özelliklerden birisi, işte bu bölünme ve bunun üzerinden girişilen güç ve egemenlik kavgası, iktidar mücadelesidir.
Bugün ülkedeki egemen sınıf –işbirlikçi büyük sermaye, yeni büyüyen sermaye kesimleri vb.– ve bunların politik temsilcileri olan yönetici klikler arasındaki cepheleşme ve kapışmalar, her gün yeni biçimler kazanarak devam etmekte ve sertleşmektedir. İşbirlikçi bu egemen sınıfların üst kesimlerindeki bölünme “laikçiler ve dinciler” biçiminde yansıtılmakta ve bu bölünme, –bölünen halkı çatışan kesimlerin yedeği yapmak üzere– başta işçi ve emekçiler olmak üzere, tüm topluma yaygınlaştırılmak istenmektedir. Bu bölünmede emperyalist gruplaşmalarla –ABD, AB– ilişkiler de etkin olmakta, bu durum hesaplaşmayı keskinleştirmektedir.
Yaşanan olayların da ortaya koyduğu gibi, görülmüştür ki, bu mücadelede her yol mübahtır. Demokrat görünme, laiklik bayrağını sallama malzeme yapılmakta, şeriatçılık ve gizli gündem suçlaması, darbe tezgahçısı olma iddiaları rakip cepheye fırlatılmaktadır. Karşılıklı davalar açılmakta, kirli çamaşırlar ortaya dökülmektedir.
Bütün bu karşılıklı suçlamalar içinde yalan ve gerçek, sahte ile orijinal birbirine karışmıştır. Ama apaçık olan bir şey kesindir; bu durum, bir taraftan sert bir egemenlik ve iktidar mücadelesini ortaya koyarken, diğer taraftan egemen sınıfların kokuşmuşluğunu, çürümüşlüğünü, iki yüzlülüğünü, emekçi halk üzerinde oynadıkları oyunları, kirli ve pis işlerini açığa çıkarmakta, onların çözülmelerini ve iflaslarını hızlandırırıcı, halkın politik bilincini geliştirici bir rol oynamaktadır.
Bu durumun işçi sınıfı ve emekçi halk açısından temel karakteristik özelliği ise şudur ki; üst sınıflar arasındaki bu gerici kapışmalar; işçi sınıfı hareketinin kendisini toparlamaya başladığı, Kürt sorununda geleneksel asimilasyoncu ve baskıcı politika ve statükonun iflas ettiği, dünyada başta ABD olmak üzere ekonomik durgunluğun itiraf edildiği ve dünya ekonomisinin krize doğru gidişinin artık gizlenemez hale geldiği koşullarda gündem gelmektedir. Türkiye ise, tek tek olayların da kanıtladığı gibi, bu ekonomik krizden en fazla etkilenecek ülkelerden birisidir. Hükümet’in SSGSS “reformu”nu bu koşullarda gündeme getirmesi, özelleştirmeleri hızlandırması, diğer saldırılar için kolları sıvaması tesadüfi değildir ve başta AKP Hükümeti ve onu destekleyen sermaye kesimleri olmak üzere, geleneksel sermaye kesimlerinin de –TÜSİAD vb.– işçi sınıfına ve emekçi halka saldırmaktan, tüm faturayı onların sırtına yıkmaktan başka bir alternatifleri ve çareleri yoktur.
Bunun anlamı, işbirlikçi egemen sınıflar ve ayrımsız onların tüm temsilcilerinin –mücadeleden bir kesim galip çıksa da, aralarında gerici bir uzlaşmaya gitseler de ki, TÜSİAD’ın uzlaşma çağrıları bulunuyor– işçi sınıfına ve emekçi halka ekonomik, politik ve sosyal saldırılar yöneltmekten başka bir “çıkışları ve çözümleri”nin bulunmadığıdır. İşçi sınıfına ve emekçi halka daha fazla saldırı, saldırının zafere ulaşması için halkın daha fazla bölünmesi –laikler-dinciler vb.–, egemen sınıf fraksiyonlarının ortak zeminini oluşturmaktadır.
DEMAGOJİ VE GERÇEK
Bugün çatışmakta olan güçlerin ülkenin temel sorunları karşısındaki tutumları nedir? Kuşkusuz, ilk sorun, demokrasi sorunudur. Devleti ellerinde bulunduran geleneksel işbirlikçi sınıfların ve onların temsilcilerinin anti-demokratik ve otoriter yönetim tarzları ve anlayışları bilinmektedir. Şimdi bu kesim, “laikçilik” ve ek olarak “ulusalcılık” bayrağını elinde sallamaktadır. Bu bayrakları ellerine almaları tesadüf değildir. Çünkü laiklik bayrağı ve çağrısı, halkın azımsanmayacak bir kesimi arasındaki, modern yaşam tarzı ve demokrasinin tehlikede ve şeriat yönetiminin gelmekte olduğu yönünde körüklenen korkuları, en çabuk harekete geçirecek politik paroladır. Bu nedenle, bazı aydın kesimleri üzerinde de etkili olmaktadır. Bunlar, dini “Diyanet” aracılığı ile yönetmek istemekte, bu konuda dini politik amaçla kullanan partilerin rekabetini şiddetle reddetmektedirler. Ancak türban meselesinde Genelkurmay’ın takındığı tutumda görüldüğü gibi, bu konularda iki yüzlü bir tutum kolaylıkla alınabilmektedir.
Bu kesimlerin temel amacı; devletin mevcut otoriter, anti-demokratik yapısını muhafaza etmek, kısacası şimdiki statükoyu savunmaktır. ABD, AKP’yi değil de, bunları desteklerse, “Kürtleri satarsa”, “ulusalcılığı” da satmaya –örneğin Kuzey Irak Harekatı sırasında ABD’ye sunulan teşekkürler hatırlansın– hazırdırlar. Ülkenin ABD’ye bağımlılığı, IMF direktifleri ile yönetilmesi bunları rahatsız etmediği gibi, kendi yönetimleri altında bu işlerin yapılmasına bir itirazları da bulunmamaktadır. Hem ulusalcılıkları iki yüzlü, hem de demokrasi karşısındaki konumları gericidir. Kısacası, ne ulusaldırlar –ulusalcılıkları esas olarak Kürt düşmanlığı ile karakterize olmaktadır– ne de demokratik! Açıkça görülmektedir ki; “ulusalcılık” ellerindeki eğreti bayraklardan ikincisidir, darbecilik ve komploculuk temel özellikleri arasındadır…
Peki, buna karşın, AKP Hükümeti’nde simgelenen, dini politik bir araç olarak kullanmakta oldukça usta olan kesimler, demokrasi kavgası mı vermektedirler? Fazla söze gerek yok; bugün öne çıkmış birkaç olaya ilişkin AKP’nin pozisyonunu aktarmak, konunun anlaşılmasına, demokrasi demagojisinin açığa çıkarılmasına yeterlidir. Birinci olarak; AKP’ye Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı kapatma davası açmıştır. Gelişmenin sonucu bugünden kestirilemez ve bu dava sert bir mücadelenin konusu olmaktadır –kapatma iddianamesi sonrasında Ergenekon’da bir adım daha atılması tesadüfi değildir–, olacaktır. Ancak kesin olan bir şey vardır ve o da şudur; AKP, yaklaşık altı yıldır hükümet partisidir ve parlamentoda da ezici bir çoğunluğa sahiptir. Davaysa, mevcut siyasi partiler yasasına göre açılmıştır. AKP, bu yasanın DTP ve benzer partilerin kapatılmasında oldukça etkili olduğunu görmüş, bu gerici yasanın değişmesi için, kendisine dava açılıncaya kadar kılını bile kıpırdatmamıştır. Mevcut siyasi partiler yasası ve anti-demokratik seçim barajları, AKP tarafından hararetle savunulmuştur.
İkincisi ise, YÖK karşısındaki tutumdur. AKP, YÖK’ten şikayetçidir! Ama AKP’nin şikayeti, YÖK’te kimin egemen olacağı noktasında düğümlenmektedir. Şimdi, AKP yanlısı bir YÖK Başkanı vardır ve eskilerinin görevleri bittikçe, bunların yerlerine atanan AKP yanlısı rektörler görev almaktadır ve AKP YÖK’e egemen oldukça, bu şikayet ortadan kalkmaya yüz tutmaktadır. Üçüncüsü; yeni anayasa çalışmaları sırasında görülmüştür. AKP’nin taslak anayasası demokrasi konusunda hiçbir temel açılım ve yenilik getirmemekte; anayasa çalışmaları, karşı cephe ile mücadelenin bir aracı olarak ısıtılmakta veya rafa kaldırılmaktadır. Dördüncüsü, 301 konusudur ve bu faşist, ırkçı yasa hâlâ yürürlüktedir. Beşincisi (önem bakımından beşinci sırada değil); son Newroz gösterilerine azgınca saldırı, Kürt emekçilerinin katledilmesi açıkça göstermiştir ki, AKP’nin Kürtlere ve işçi ve emekçi kitlelere saldırısı yoğunlaşarak artacaktır.
Bu örnekler, sadece son dönemde yürütülen tartşmalardan derlenmiştir. Bunları çoğaltmak, onlarca şey eklemek olanaklıdır. Ancak konunun anlaşılması için bu kadarı yeterlidir. AKP’nin demokrasi konusundaki tutumu, devletçi-milliyetçi, otoriter, anti-demokratik anlayıştan farklı değildir ve bu konuda karşı cephe –özünde MHP ve CHP’nin tutumu da farklı değildir– ile aynı çizgiyi savunmaktadır. AKP’nin ilk kesimden fazlalığı, dini kullanmak gibi bir maharete de sahip olması, dine daha fazla alan açmak istemesi, işbirlikçiliği ve büyük sermayeyi daha gözü kara savunması, toplumsal tabanının diğerlerine göre şimdilik güçlü olmasıdır. Bir yandan ABD ile daha fazla “stratejik ortaklık” aranmakta, diğer taraftan AB’nin büyük devletlerine mavi boncuk atılmaktadır. Hükümet olan AKP iktidar da olmak istemekte, devletin tüm kurumlarını ele geçirmek üzere çaba göstermekte; ancak suyun başını tutumuş olanlar, buna kolayca geçit vermeyeceklerini her fırsatta açığa vurmaktadırlar.
GÖREV İŞÇİ SINIFININ, EMEKÇİ HALKIN VE GENÇLİĞİN OMUZLARINDADIR
İşbirlikçi sermaye kesimlerinin ve onların arasındaki mücadelenin genel görünümü böyledir. Bu tabloya, esasa ilişkin olmayan bazı ayrıntılar ve olaylar da elbette eklenebilir. Ancak bu durum mevcut genel tabloyu değiştirmeyecektir. Şimdi sorun şudur: İşbirlikçi sermaye kesimleri ve onların politik temsilcileri arasındaki bu mücadele nasıl sonuçlanacak, ülke hangi yöne doğru gidecektir ve işçi sınıfı, emekçi halk ve onların gençliği bu süreçte nasıl bir rol oynayacaktır? Bu sorunun yanıtı, işçi ve emekçi yığınların ve gençliğin ülkenin kaderinin şekillenmesinde, geleceğinin belirlenmesinde etkin ve belirleyici bir rol oynayıp oynayamayacaklarına doğrudan bağlıdır.
Peki, “çatışan güçler birbirinden gerici, anti-demokratik zihniyete sahip kesimlerdir, bu nedenle, bırakalım birbirlerini yesinler” şeklinde özetlenebilecek tutum, işçi ve emekçi halkı politik mücadeleye sevk etmek isteyenlerin tutumu olabilir mi? Çatışan güçlerin gerici olduğu doğru, ama “bırakalım ne yaparlarsa yapsınlar” tutumu yanlıştır. Bu kapışma ve çatışma, halkın ve ülkenin çıkarları üzerinden süren bir kapışma olmadığı gibi (iki gerici mihrak da, halkın ve ülkenin çıkarlarına zerrece değer vermedikleri gibi, bu çıkarların yok sayılmasında anlaşma halindedirler), örneklerde de görüldüğü gibi, demokrasi ve laiklik sorunu hiç değildir. Bu kesimler, kapışma içerisinde bile, halka saldırmaya –operasyonlar, Newroz’u kana bulama, ekonomik saldırılar, SSGSS vb. örneklerinde görüldüğü gibi– hiç ara vermemektedirler. Hükümetin ve gericiliğin halkı hedef alan saldırıları önümüzdeki günlerde tırmanarak sürme eğilimi göstermektedir.
Bunun da ötesinde, bu mücadele nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın –bu güçlerden birisi üstün gelse de, uzlaşsalar da vb.–, sonuçta, dönüp yine işçi ve emekçi halka saldıracaklardır. Bunların halk karşısındaki konumlarında özünde bir farklılık bulunmamaktadır. O halde, işçi sınıfı, genel olarak emek ve demokrasi güçleri, kendi mücadele cephelerini örme, ayırımsız tüm emekçi halkı birleştirme görevi ile karşı karşıyadırlar. Son SSGSS eylemleri ve diğer tek tek direnişler göstermiştir ki, işçi sınıfı ve emekçi halk açısından, laikçilik-laiklik karşıtlığı, türbanlı-türbansız ayrımı bulunmamaktadır. İşçi ve emekçi kitleler sınıf mücadelesi okulundan geçmekte, politik bilinçleri ilerlemekte, olup bitenin gerçek yüzünü anlama konusunda, bugün, düne göre daha avantajlı durumda bulunmaktadırlar. Gerici klikler arasındaki kapışma, halkın bunların gerçek yüzünü görmesini sağlayacak bol miktarda malzemeyi ortalığa saçmaktadır. Yığınlar, elbette tüm karanlık işlerin ve ilişkilerin aydınlanmasını istemektedir. Kapışmadan yararlanmanın yolu da, bunların bütünüyle ortaya çıkarılmasını isteyen bağımsız bir hareketi örgütleyebilmekten geçmektedir. Demek ki; işçi ve emekçi halkı pasif izleyici ya da çatışan güçlerden birinin yedeği yapacak tutum değil, işçi sınıfının ve emekçi halkın kendi bağımsız çıkarları için harekete geçmesini sağlayacak bir tutum gerekmektedir.
Burada temel sorun; emek ve demokrasi mücadelesinin –Kürt sorununun çözümü ve ülkenin demokratikleştirilmesi, din ve vicdan özgürlüğü temelinde gerçek bir laik yapının kurulması sorunu– ayrılmazcasına birbirine bağlı olduğunu yığınlara anlatmak, yığınları, zaten pek çok kesimi mücadele içerisinde olan emekçi kitleleri birleşik bir mücadeleye sevk edebilmeyi başarmaktır. Asıl gücünü fabrika ve işyerlerinden alan bir çalışmanın örgütlenmesi, işçi ve halk hareketinin güçlü bir omurga üzerinde yükselmesini sağlayacak, sallantılı ve kararsız tutumları engelleyecektir. Bu yapılabildiği taktirde, gerici sınıflar arasındaki çatışmadan halkın mevzi kazanarak çıkması olanaklıdır. Bunu yapmayıp pasif bir seyircilikle yetinmek; çatışan güçlerden birine yedeklenmek, politik mücadeleden dışlanmak, kendi güçlerinin yenilgisini hazırlamak anlamına gelecektir. Çok açıktır ki; sınıf bilinçli işçinin ve onun partisinin tutumu bu olamaz.
GENÇLİK BÜYÜK BİR SORUMLULUK ALTINDADIR
Bugün, gerek laikçi cephenin, gerekse de Hükümet’in üzerinde en fazla istismar yaptığı kesimlerden birisi üniversite gençliğidir. 12 Eylül askeri faşist darbesinin ürünü olan YÖK sistemi üniversiteleri kışlalara çevirmiş, rektörleri de üniversitelerin sıkıyönetim komutanları haline getirmiştir. Üniversite gençliğinin “özerk-demokratik üniversite”, genel olarak gençliğin “parasız, demokratik eğitim” talepleri ve mücadelesi bu gerici yapının önderliğinde ezilmek istenmiş, üniversitelerden bilim dışlanmıştır. AKP Hükümeti ile birlikte üniversitelerde sorunlar çoğalmış, eskilerinin üzerine yenileri eklenmiştir. Anti-demokratik eğitim ve üniversitelerin paralı hale getirilmesi için sürekli bir saldırı, devlet olanaklarının özel üniversitelere akıtılması, bunların bazılarıdır.
AKP Hükümeti, sürekli demokrasiden ve özgürlükten bahsetmesine karşın, YÖK sistemini özenle korumuş, sistemin başına kendisi kurulmak istemiştir. Bugün YÖK üzerinde türban aracılığıyla bir egemenlik mücadelesi yaşanmaktadır. YÖK’ün eski sahipleri viraneye çevirdikleri üniversiteler üzerinde egemenliklerini korumak istemekte, buna karşın AKP Hükümeti, YÖK sistemine egemen olmak istemektedir. Bugün YÖK başkanı AKP’lidir ve görevi biten rektörlerin yerine hükümet politikalarını uygulayacak rektörler atanmaktadır. Çatışan bu güçler, üniversitelerde özgürlük sorununu türban özgürlüğüne, bilimsel çalışmayı kafanın örtülü olup olmamasına indirgemişlerdir.
Oysa üniversiteler söz konusu olduğunda, üniversite gençliğinin temel sorununun üniversitelerin özerkliği ve demokratik olması, eğitimin paralı olmaktan çıkarılması olduğu görülmektedir. Üniversiteler bilimsel eğitim yapmaktan, kendi içerisinde demokrasiyi uygulamaktan çok uzaktadırlar. Buna yol açan ise, üniversitelerin, bu hükümetin ve geçmiş hükümetlerin, devlet kurumlarının politik ve idari baskısı altında olmaları olmuştur.
Bugün üniversite gençliğini birleştirecek ortak talep, “özerk ve demokratik üniversite” talebidir. YÖK sistemi bütünüyle tasfiye edilmeden, üniversitelerin özerk ve demokratik olması olanaklı değildir. Üniversiteye saldıran, sadece AKP ve onun dini kullanan zihniyeti değildir. Türban olmayınca sanki üniversitede “bilimsellik” egemen olacakmış havasını yaratan, bugüne kadar YÖK sisteminin aletleri olan üniversite kurulları da, gençlik karşısında aynı derecede saldırgan ve üniversitelerde bilimselliğin ve demokrasinin karşısındadırlar. Bu kesimlerin, üniversitelere, örneğin “Türk ırkının üstünlüklerini anlatan araştırmalar yapma” görevi verdikleri, satırlı katillere yol verdikleri vb. unutulmamıştır. Yetkiyi ele geçiren, kendini, üniversitenin sıkıyönetim komutanı ilan etmektedir. Bunların milliyetçilik ve devletçilikle taşlaşmış kafaları, üniversitelerde demokrasiye ve bilimselliğe yol –dine karşı bilim derken, görülüyor ki, kafaların içine de ambargo koyuyorlar– vermiyor. Öğrencileri ne kadar parçalayıp bölerlerse, gerici sistemlerini o kadar sağlama alacaklarını sanıyorlar. Hükümet saldırınca da, demokrasi ve bilimselliği savunan sahte kahramanlar olarak ortalığa dökülüyorlar. Bunlar, dayandıkları YÖK sistemi ile üniversiteleri yıkıntı haline getirdiler, bu viranenin tek sahipleri olarak kalmak istiyorlar.
Bir yıl içerisinde, YÖK kurulları, neredeyse bütünüyle hükümetin atadıklarından oluşacak. Bütün bu gelişmeler gösteriyor ve kanıtlıyor ki, üniversitelerde temel sorun, özerkliğin ve demokratikliğin egemen kılınması, YÖK sisteminin dağıtılmasıdır. Bunun sağlanması bilimsel eğitime de yol verecek, paralı sisteme karşı üniversite gençliğinin mücadelesini kolaylaştıracaktır. Demek ki, üniversite gençliğinin, kendisine dayatılan mevcut bölünmeleri reddeden, inanan-inanmayan, başı açık-kapalı demeden, Türk-Kürt ayrımı –bütün bu kesimler şimdi gericilik tarafından birbirine düşürülüp düşmanlaştırılmak istenmektedir– yapmadan, inisiyatifli ve kararlı hareket etmesi gereken günleri yaşıyoruz. Gençler, tüm üniversite gençliğini ortak talep etrafında birleştirecek atılımı ve yeteneği gösterebilirlerse, bugün öne çıkan sahte sorunlar tartışma konusu olmaktan çıkacak, üniversitenin ortak sorun ve talepleri onları birleştirecektir.
Bugünün görevi açık seçik ortadadır; tüm emekçi halkı ve onun gençliğini birleştirmek, işçi sınıfını ve emekçi halkı hükümetin ve sermayenin saldırılarına karşı ortak bir mücadeleye yöneltmeyi başarabilmek. Kaldırılan onca toz bulutuna rağmen, bugün, koşullar düne göre daha elverişlidir ve emekçi halkın politik tecrübesi olgunlaşmakta, AKP’nin cilası dökülmektedir. Cesaret ve inisiyatifle hareket etmek, birleşik bir mücadeleyi örgütlemenin önündeki pek çok zorluğun aşılmasını sağlayacaktır.