kentler, yerel yönetimler ve “yerelleşme”

1980’li yılların sonlarından bu yana siyasi ve iktisadi dönüşümler, açıkça mekânsal göndermeleri olan “küreselleşme” ve “yerelleşme” gibi kavramlarla ifade ediliyor. “Küreselleşme”, en genel anlamıyla emperyalistlerin dünyayı türdeş bir bütün haline getirmek için kullandıkları anahtar bir kavram olurken; “yerelleşme” de, bu genel amaç için küçük mekânsal ölçekler üzerinde yapılacak dönüşümleri ifade etmek için kullanılıyor. Ve aslında bu iki kavramla birkaç on yıldır meydana gelen değişimler hem açıklanabiliyor hem de gizlenebiliyor.

Bütün dünyada en küçük siyasi birimlerden en büyüklerine kadar toptan bir dönüşümü öngören “küreselleşme-yerelleşme” süreci, belki de en tuhaf etkilerini bizim ülkemizde gösterdi. Avrupa ile Uzak Doğu arasında uzanan coğrafyada yer alan, nüfusu 10 milyonu geçen benzer şehirler gibi “küresel kent” modeli olarak görülen ve “küreselleşme” odakları tarafından bu modele nasıl dönüşeceğinin yol haritası çizilmiş olan İstanbul, bu tuhaflığın merkezinde duruyor. Zira İstanbul’un, diğer yerleşim mekânlarını, ulusal sınırlar içinde kalan diğer kentleri olduğu kadar, Ortadoğu kentlerini de peşinden sürükleyecek kadar bir örnek-ivme yaratması öngörülüyor. Mevcut olanın yakılıp yıkıldığı, kamusal mekânları özel kullanıma açmanın yollarının arandığı, işyeri ve konutların zamana yayılarak taşındığı, senelerce uğraşılmış nazım planların yırtılıp atıldığı, yerlerine dönüşüm projelerinin geçirildiği, her kurumun eline etüt edilmiş haritaların verildiği ve bütün bu hengâmede, gelecekte kendisine nasıl uygun bir konumlama yapabileceğini haritalar üzerinden tartışan bir yerli-kentli “iş güç sahibi” kitle ile, İstanbul’un taşının toprağının altın olduğuna inanan yabancı yatırımcı ajanların oluşturduğu bir kalabalık, kentte görülmemiş bir hareket yaratıyor. İstanbul bir şantiyeye dönüştürüldü ve yıkıntıların, molozlarının ortasından “küresel bir kent” yükseltmek için merkezi yönetim, yerel yönetim ve emperyalist tekeller marifetiyle bir koalisyon çoktan kuruldu.

İstanbul dışındaki kentlerde de son yirmi yılda önemli değişiklikler oldu. Bazı Anadolu kentlerinde, genişleyen sermaye hareketi, “Anadolu Kaplanları” denilen yerel bir sermaye sınıfını palazlandırdı, bu sınıfın ihtiyaçlarına uygun bir kentsel düzenleme hızla gerçekleştirilmeye başlandı. Birçok şehirde sermaye birikimini düzenlemek için idari önlemler alındı ve organize sanayi siteleri gibi oluşumlarla, buna mekânsal bir yoğunlaşma da sağlandı. Köy-belde-ilçe düzenlemeleri yeniden gözden geçirilerek, belde olmak için gereken nüfus miktarı 5000’e çıkarıldı. Buna göre, en son gelişme de, geçtiğimiz ay, bir dizi ara yerleşim ünitesinin yeniden köy kategorisine geçirilmesine yol açılırken, eski ilçelerin birleştirilerek ya da mevcut mahallelerin toparlanarak yeni ilçeler oluşturulmasıydı. Buna, 90’lı yılların başından bu yana belediye hizmetlerinin halka sunumundaki değişim, başlıca belediye hizmetlerinin yabancı tekellere özelleştirilmesi, belediyelerin maddi kaynaklarını edinme biçimini düzenleyen kararname, yasa ve yönetmeliklerin çıkarılması da eklenmelidir.

Uzun zamandır unsurları yavaş yavaş ve parça parça ortaya çıkan eğilim, sermayenin başlıca karar organlarının, sermayenin dağılımını kolaylaştıracak siyasi önlemleri almak için idari birimlerde ne gibi düzenlemeler yapılması gerektiğine ilişkin fikirlerine genel bir onay bulmalarına bağlı olarak, giderek netleşen bir gerçeklik haline geldi. ANAP hükümeti döneminde gündeme gelmesine karşın, kentsel değişimlerin, AKP iktidarı döneminde yoğunlaşmasının bir nedeni de budur. Anılan organlarda yıllardır süren görüşmelerin ve etüt çalışmalarının, ancak 90’ların ikinci yarısında nihayet bir sonuç verdiği söylenebilir. AKP hükümeti dönemi boyunca uğraşılan yerel yönetimler yasası da, kendi aralarında, artık, bu konuda uzlaşmış uluslararası emperyalist siyasi birlikler ve finans kurumlarının yol göstericiliğinde; saymak gerekirse; GATS, OECD, IMF’nin niyet mektupları veya yapısal uyum programları, AB katılım Ortaklığı Belgesi, Dünya Bankası tavsiyeleri vb. gibi bir dizi prosedür eşliğinde bir şekle sokuldu.

Peki ama, başta İstanbul olmak üzere, milli misak içindeki kentsel mekânların idari, sosyal, siyasal olarak değiştirilip dönüştürülmesine niçin ihtiyaç duyuluyor? Şimdi yıkılmaya, ortadan kaldırılmaya çalışılan ve modernleştirilmesi gerektiği iddia edilen kentsel düzende hoşa gitmeyen nedir? Ve sahiden, bu girişimler, kentleri modernleştirmeye ve geliştirmeye hizmet edecek midir? Dahası, pek sık işitildiği gibi, “kent yönetimlerinin merkez sultasından kurtarılarak, yetkinin yerel yönetimlere devredildiği” bir “yerelleşme”ye sessiz sedasız boyun eğilirse, bütün kentlerde, bütün kentlilerin karar alma süreçlerine katılacağı “doğrudan demokrasi” mi kurulacaktır? Bu yazı, “yerelleşme” ve “kentsel dönüşüm projesi”yle akla gelen bu sorulara veya “yerelleşme”yle ilgili ileri sürülen olumlayıcı iddialara ayrıntılı yanıtlar verme iddiasında olmasa da, ülkedeki kentleşme pratiğinin şimdiye kadar öne çıkan başlıca özelliklerine, sorunun uluslararası boyutları kapsamına da dikkat çekerek, kısaca değinmeyi amaçlıyor.

MERKEZDEN YERELE

Dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’de de, yerel birimlerin yönetimi, merkezi yönetimi oluşturan temel ilkelerden ayrılamaz. 1923’te cumhuriyetin kuruluşu ile başlayan, günümüze kadar değişerek gelen kent yönetimi anlayışı, devletin dönemsel tercihleri ile ve bu tercihleri belirleyen veya etkileyen güncel uluslararası bağlamla yakından ilişkili olmuştur. Başlangıçta kırsal nüfusu kentsel nüfusundan fazla olan ülkede, modern ve Batılı kentler oluşturma çabası, hem iç pazarın kontrollü bir biçimde geliştirilmesini, hem kırsal gelirlerin kentlerde yoğunlaşan sermayeyi düzenli beslemesini sağlayacak kaynak aktarımının rastlantıya bırakılmamasını, hem de kentteki emekçi nüfusun asgari yeniden üretimi için gerekli hizmetlerin düzenlenmesini amaçlıyordu. Geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında, emperyalizmle siyasal bağlarını koparmış ancak iktisadi bağımlılığını sürdüren ülkeler için emperyalistler tarafından öngörülmüş prensipler kapsamında, Türkiye’de de, kentleşme, kalkınma politikalarına bağlanmıştı. Bu kapsamda egemen bir söylem haline gelen, icrasının, ancak kaynakların dağılımının merkezi kontrolüyle mümkün olabileceği, bölgesel eşitlik, ülkenin en büyük kentlerinden en ücra yerleşimlerine kadar temel kentsel hizmetlerin götürülmesini gerektiriyordu. Aslında bu, “hizmetlerin eşit dağılımı” gibi etkileyici bir tarifle sunulsa da, ülkenin en uzak köylerinin dahi sermayenin dolaşım ağında tutulmasını/bağlanmasını amaçlamak demekti. Ancak sermaye birikiminin yetersizliği, büyük kentsel mekânlarda yoğunlaşma eğiliminin yol açtığı kır ve kent arasındaki dengesizlik kapitalizmin en önemli karakterlerinden birini oluşturduğu için, bölgesel eşitlik, bir mit olmaktan çıkamadı. Kalkınma anlayışı doğrultusunda, kırsal kesim yerleşimlerine yol, elektrik, su dağıtımı, kentlerin alt yapı çalışmalarının tamamlanması gibi temel hizmetler öncelikli ve yakıcı bir sorun olarak görülmeye ve gündeme alınmaya başlanmış; Yol Su Elektrik Kurumu (YSE), Türkiye Karayolları İşletmesi, İller Bankası gibi kurumlar oluşturulmuş olmasına karşın, aydınlatılmamış köyler, karda yolları kapanan yerleşimler, kışın aylarca dünyayla bağlantısı kesilen ücra alanlar bugün bile vardır. Dolayısıyla, bölgesel eşitlik, asla tamamlanamayan bir süreç olarak kaldı. Türkiye’nin metropolüyle herhangi bir Anadolu kenti arasındaki kalkınmışlık düzeyi arasındaki oran, azalacağına giderek arttı.

Cumhuriyetin başlangıcında, kent yönetimleri, üstlendikleri hizmetler için gerekli mali kaynakları büyük oranda merkezi idareden alan düzenlemelerdir. 1950’lere gelinceye kadar, nüfusun ancak dörtte birinin kentli, daha doğrusu belediyelere bağlı yerel birimlerde yerleşik sakinlerden olduğu düşünülürse, kentleşmenin devlet kaynaklı teşviki ve sübvansiyonu anlaşılır olacaktır. Bu yeni kentler, kapitalist gelişme aşamasının başında olan bir ülkede kendilerine yeter bir ekonomiye sahip değildirler. Ülkenin kırsal ekonomisine bağımlılıkları hâlâ sürmektedir. Bu yüzden, kentsel hizmetlerin dağılımının düzenlenmesi, planlanması ve finansmanı tamamen merkezi otoritenin yetkisi dahilindedir. Belediyeler, kentlerde yerel ticaretin ihtiyaçlarını gözeten bir tür düzenleyici gibidirler. Fiyat denetimleri yapar, pazaryerleri açar ve kontrol eder, perakende ticaretin gelişmesi için gerekli mekânsal ayarlamalarla uğraşır. Bunların yanı sıra da çöp toplanması, çevre düzenlenmesi, su işleri, kömür tevzi vb. gibi hizmetlerle sınırlı yeniden üretim görevlerini üstlenmiştir. Yerel yönetimlere konut yapma yetkisi de sonradan sınırlı olarak verilmiştir. 1980’li yıllara gelindiğinde, yerel yönetimlerin gelirlerinin hâlâ ortalama yüzde 35’ini devlet gelirleri, yüzde 18’ini borç ve yardımlar, geri kalan miktarını da öz gelirler oluşturmaktadır.* Ancak borç kaleminde görülen miktarlar da, ya devlete olan borçlanmalardan ya da yerel yönetimle ilgili kurulmuş finans kurumlarından alınan paralardan oluşur.

Kalkınma politikaları doğrultusunda ülkede sanayinin teşvikini, tarımın mekânizasyonunu ve modernleşmesini üstlenen, sosyal hizmetleri merkezileştiren devlet için, kentler de, bütün bu işlevleri üstlenmek için kurulan KİT’ler gibi, gözetilmesi gereken bir birim olarak görülür. Ama elbette, kentlerle KİT’ler arasındaki benzetme bu kadar kurulabilir. Kent, esasen farklı sınıfsal aidiyetleri olan sakinlerinin ihtiyaçlarına ve birbirleriyle ilişkilerine göre dönüşmek ve değişmek zorunda kalan, merkezin, evdeki hesabının çarşıya uymayabileceği hareketli ve canlı bir organizmadır. Zaten, evdeki hesaplarda da karışıklıklar başlamıştır. Egemen sınıf siyasetinin tek bir parti tarafından yürütülmesi devrinin bitmesi, merkezi politikaların yürütücülerinin çoğullaşması, belediyeler arasında siyasal tercihleri de gündeme getirmiş, “bölgeler arası eşitlik” söylemi, iktidar partilerinin, gözdelerini kayırma diğerlerini görmeme yöntemiyle yer değiştirmiştir.

Türkiye’nin çok partili sisteme geçtiği 1950’li yıllar, bir yandan yerel yönetimlerin, hükümetler tarafından siyasal egemenliğin ve yaptırımın bir aracı haline geldiği, siyasi iktidarın kaynak aktarımında kendi yandaşı belediyeleri gözetmeye başladığı, finansmanın cezalandırma-ödüllendirme esasına göre yapıldığı bir dönemi başlatmıştır. İktidardaki siyasi parti için yerel yönetimler, bölgedeki oy oranını güçlendirmenin, yerel halkı, hizmet sunumundaki kısıntı veya artış ile terbiye etmenin aracıdır. Belediye yönetimi muhalefetteki partiden seçilmişse, iktidardaki hükümet dönemi boyunca bu yerel yönetim kuşkusuz oldukça zorlanacaktır.

Diğer yandan, ’50’li yıllar, kentsel nüfus hareketlerinde önemli değişimlerin gündeme geldiği yıllardır. Türkiye’nin yabancı sermayeye açılma hızındaki artış ve bunu kolaylaştıran düzenlemelerin yapılması, büyük kentlerde, özellikle İstanbul’da belirli oranda bir sanayileşmenin gerçekleşmesi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında zorunlu olarak kırsal ekonomiyi destekleyen ve köylüyü milletin efendisi ilan eden Kemalist kadroların tercihinin tersine, yeni bir eğilimi gündeme getirdi. Kırsal nüfusun hatırı sayılır bir kısmının hızla kentlere göç ederek işçileşmeye başlaması, kırsal nüfusun azalmasına yol açarken, kentlerde de, çözülmesi gereken devasa sorunlar biriktirmeye başladı.

Şimdi artık kentlere doluşmuş bu nüfusun her şeyden önce düzenli bir geçim olanağına kavuşması, bu yeni işçi kitlelerinin günlük yeniden üretimi için gerekli yatırımların yapılması ve kırsal kökenli nüfusun kültürel bakımdan kente entegrasyonu gibi önemli ihtiyaçları gündeme getiren yoğun göç karşısında, siyasi iktidarın köklü önlemler aldığı söylenemez. Kentin fabrikalarını dolduran ucuz emek gücünün yeniden üretimi için hemen hemen hiçbir şey yapılmadığını söylemek, daha doğru olacaktır. Tersine, bu nüfusun kentin dışında veya fabrikaların yakınında sağlıksız gecekondu konutlar yapmasına zaman zaman şikayet edilmesine karşın ses çıkarılmadı. Gecekondu mahalleleri, genel olarak, görmezden gelindi. Böylece, göçle gelen yeni kent sakinleri için gerekli yeniden üretim maliyeti, devlet tarafından karşılanmak yerine, bu nüfusun becerilerine bırakılmış oldu. Öte yandan, bu kitlenin kente entegrasyonu da pek istenmiyor gibiydi. Geldikleri kırsal bölgeyle organik ilişkileri sürdüğü sürece, köyden gönderilen nevale ve erzak, emekçilerin düşük ücretlerden şikayet etmesinin önünü de kapatabilecekti. Ama daha önemlisi, kontrolden çıkmış göç hareketini en iyi emebilecek sistem, yeni gelen köylülere derme çatma evlerinde ve sofralarında yer açabilecek bir nüfusun kültürel bakımdan değişmeden kalmasıyla sağlanabilirdi. Çünkü bu durum, gecekondulu emekçilerin bir sınıf olarak davranabilmelerinin önünü de kapatıyor, akrabalık ve köylülük ilişkileri içinde dayanışma ağları, sendikal örgütlenmelerin çekiciliğini de azaltıyordu. Türkiye burjuvazisi, sendikalarda örgütlenmeye ihtiyaç duymayan bir emekçi kitlesiyle karşı karşıya kalmaktan kuşkusuz son derece hoşnuttur. Böylece, siyasi iktidar, gecekondu nüfusunu kontrol altında tutabilecek mekanizmaların bozulmadan kalmasını desteklemeyi tercih etti. Sonuçta, gecekondu sakinlerinin akrabalık ilişkileri, feodal bağları, kırsal kültürü, büyük kentlerin işgücü ihtiyacını, devlete herhangi bir yük oluşturmadan karşılamak için bulunmaz nimetti.

Yine de kentin görünümünü bozan, yoksulluğu göze batıran, eşitlik söylemlerini boşa çıkaran, hem sosyal hem de ideolojik sorunlar yaratan gecekonduların varlığına ilişkin politikalar değişkendir. Bunlara yokmuş gibi davranmak, belediye hizmetlerinden yoksun bırakmak, yol, su elektrik sağlamamak, zaman zaman şikayet etmek, bazen mahallelere buldozerler sokarak konduları yıkmaya çalışmak, bazen tapu dağıtmak, bu yasadışı yaşamı bağışlamak vb. gibi, dönemsel olarak değişen tavırlar alınmıştır. Gecekondu nüfusuna ve gecekondulara daha kabullenici yaklaşım, sakinleri oy deposu olarak gören siyasi partilerin, bir takım vaatlerde bulunmaya kendilerini zorunlu hissetmeleriyle ilişkilidir. Gecekondu gerçekliği kabullenilmek zorunda kalındığında ise, bu bölgelere belediye hizmetlerinin götürülmesi de gündeme gelmiştir. Dahası, gecekondululara önce tapu verilmiş, böylece sahip oldukları konut arazisi sınıf atlamaya kapı açar hale gelmiştir. İlk gecekondu mahalleleri, sonradan, çok katlı apartmanların yükseldiği, alt yapısı tamamlanmış semtlere dönüşmüş, sakinlerinin ekonomik durumu arsanın rantından dolayı kısmen iyileşmiştir. Konut sahibi olmanın sosyal güvenlik sahibi olmak yerine geçtiği günümüzde, bir arsaya müteahhidin diktiği apartmandan üç dört daire kazanan gecekondulu, çocuklarının konut derdini, belki emeklilik sorununu ya da günlük geçim derdini çözmüş demektir. Dolayısıyla, gecekondu devlet tarafından pek çok derde deva olarak görülür, çünkü devlet, kendi işini kendi gören gecekondu sakininin hem bugününden hem yarınından kaygılanmak zorunda kalmayacak, emekçilerin nesil olarak yeniden üretimine önemli miktarda kaynak ayırmak zorunda olmayacaktır. Gecekondulunun fabrikada veya hizmet sektöründe ekonomiye kattığı artık da cabasıdır.

Türkiye’de kalkınma politikaları döneminin kentleri, aslında, sermaye sınıfı ve devlet için ucuz, emekçi sınıflar için son derece pahalıdır. Bu dönemde, Avrupa ülkelerinde başlatılan sosyal devlet uygulaması, bizim ülkemizin kentlerinde son derece güdük uygulanmış, emekçilerin sosyal sorunları kendi geleneksel ilişkilerine havale edilerek, çözümsüz bırakılmıştır. Çocukların ve yaşlıların aile ücretiyle bakıldığı, sosyal ihtiyaçların geleneksel mahalle ilişkileriyle tatmin edildiği, kentin kıyısında kalmış bu kitlenin yaşadığı bölgeye, “sosyal devlet” pek ulaşamamış gibidir. Dolayısıyla, kısmen bile olsa, bütün kent sakinleri arasındaki eşitsizlik görünümünü giderecek hiçbir şey yapılmamıştır. Sadece finansmanı merkezden karşılanan ilköğretim ve sağlık gibi sosyal hizmetler, birkaç on yıl, devletin, topladığı vergileri denetleme işlevini üstlenerek kontrol ettiği alanlar olabilmiştir.

Elbette ülke çapında iç pazarın birbirine bağlanması, sermaye yatırımlarına uygun alanlar oluşturulması bakımından gerekli olan yatırımlar yapılmış, emekçilerin işyeri ve konutları arasında gidip gelmelerini sağlayacak yaygın toplu taşıma sorununun çözümüne ilişkin kaygılar duyulmuş ve bunların çözümü yoluna gidilmiştir. Bu arada, göçle birlikte büyüyen işçi sınıfının yanı sıra büyük kentlerde palazlanan orta sınıfın ihtiyaçları da gözetilmek zorunda kalınmış, belediyelere sonradan tanınan konut yapma, imar planı düzenleme gibi yetkilere bağlı yatırımlar, giderek artan otomobilli nüfusun hareket alanını geliştirecek biçimde otoyollar yapma gibi hizmetler üstlenilmiştir.

Sermaye birikimindeki artışa bağlı olarak, üst ve orta sınıfların güçlenmesi, kimi kentsel yatırımların, sadece merkezden ve devlet eliyle değil, bizzat özel teşebbüs tarafından üstlenilmesinin de yolunu açmıştır. Daha çok rant ve kâr getiren yatırımlar olmasına karşın bunlar, büyük kentlerin geleneksel görünümlerini değiştirerek, onları modern kapitalist kentler haline getiren adımlar olmuştur. Eğlence alanları, alışveriş merkezleri, modern konutlar, turistik binalar, kültürel kurumlar vb., burjuvazinin inşa ettiği birçok yapı, kentsel dokuya eklenmiştir. Ancak kâr esaslı bu yapılar, çoğu kere kentlerin imar ve nazım planlarını hiçe sayar. Kentlerin en işlek, en iyi, en manzaralı alanlarını işgal ettikleri için, eklendikleri dokuyu tahrip edip etmedikleri, onları inşa edenler tarafından ve bu sermaye sahibi sınıfın iktidarı tarafından bir kaygı konusu değildir. Bu yüzden, İzmir Konak Meydanı’na Galleria açma girişimi ve İstanbul’da Park Otel inşaatı sırasında görüldüğü gibi, eğitimli orta sınıfın direnişlerine de zaman zaman rastlanmıştır.

1980’li yıllardan itibaren yerel yönetimlerin kaynak kullanımında önemli değişiklikler gündeme geldi. Belediyelere, merkezden kaynak aktarımı giderek azaltılarak kendi gelir kalemlerini yaratmaları dikte edildi. Bu kapsamda alt yapı yapma yetkisi de belediyelere devredildi. Yerel yatırımların yapılmasında, ihaleler ve satın almalarda etkili bir kurum olan ve belediyelere kaynak aktarımında bulunan İller Bankası’nın yavaş yavaş devreden çıkarılması da bu zamana denk düşer. 80’ler Türkiye’deki mevcut yerel yönetim anlayışının terk edilmeye başlandığı yıllardır ve aslında bu tercihte uluslararası burjuvazinin yeni eğilimlerinin etkisi büyüktür.

BÖLEGELERARASI EŞİTLİKTEN YARIŞAN KENTLERE

1970’li yıllarda devrevi krizlerinden birine daha yakalanan kapitalist sistemde sosyal devlet harcamaları, daha doğrusu emekçi kitlelerin yeniden üretimi için merkezi iktidarlar tarafından ayrılan kaynaklar artık yük olarak görülmeye başlanmıştı. Daha o yıllarda sosyal devletin tasfiyesinin planları ve sermayenin dünyanın her tarafında yerel düzeylerde dolaşımının sağlanabilmesi için neler yapılması gerektiği emperyalist odaklar tarafından gündeme alınmaya başlandı. 1973 yılından 1979 yılına kadar GATT-Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması kapsamındaki Tokyo Raundu oturumlarında tavsiye niteliğinde gündeme gelen kamusal yatırımların özelleştirilmesi, 1980’li yıllardan itibaren giderek daha net formüle edilecek, 90’lı yıllara gelindiğinde ise, finans ve siyasal kurumlarla imzalanan sözleşmelerin vazgeçilmez şartı olarak her fırsatta belirecekti. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye verdiği ev ödevlerinin en büyük kalemini de kamu kurum ve kuruluşları aracılığıyla sağlanan hizmetlerin özelleştirilmesi oluşturdu. Bu süreçte, devletin üstlendiği kamu yatırımlarıyla yerel yönetimlerin üstlendiği hizmetlerin doğrudan doğruya sermayeye devri konusunda, uluslararası tekellerin üst organları, hem gelişmiş ülkeleri hem de gelişmekte olan ülkeleri sıkıştırmaya ve atılan her adımı denetlemeye başladı.

Sermayenin talebi “devlet küçültülsün”, “yetkiler yerel idarelere devredilsin”, “ulus devlet kaldırılsın” gibi terimlerle dile getirildi ve bu kavramlar entelektüel platformlarda gerekçelendirildikten sonra, günlük dile de çevrildi. Yerelleşme üst başlığının altında sıralanan devletin küçültülmesi, ulus devletlerin ortadan kalkması, yönetişim vb. gibi parıltılı sözler, sözde, devletin tepeden inme sultasına karşı, yerel müdahalelere, yerel karar alma süreçlerine ve yerinden yönetime imkan tanıyan bir demokratikleşmeyi ima ediyordu. “Yerelleşme”nin, “küreselleşme” ile esmeye başladığı öne sürülen özgürleşme rüzgarlarının en doğrudan ifadesi olduğu konusundaki kabuller de, bu terimlerin çok önemli ve derin iktisadi çıkarları ve aslında bu dönemin özgürleşme değil tamamen sermayeye teslim alınma dönemi olduğunu başarıyla gizliyordu.

“Ulus devletin küçültülmesi” olarak tabir edilen yenilik, aslında devletin sosyal harcamalardan elini çekmesi, yerel bir sanayi geliştirmek için sürdürdüğü üretici yatırımlardan vazgeçmesi, sermayenin dolaşımını kısıtlayan geleneksel yasa ve uygulamaların ortadan kaldırılarak kamu yararına kurulmuş kurum ve kuruluşların ayrıcalıklarının bertaraf edilmesiydi. Bu, aslında ülkede çok kısmi bir biçimde hayata geçirilmeye çalışılan “bölgesel eşitlik” ilkesine dayalı kalkınma iktisadı döneminin kentleşme anlayışının terk edilmesi talebiydi. Bunun için, süreç içinde, kalkınma iktisadı döneminin kurumları olan Karayolları, YSE, Köy Hizmetleri vb.’nin ortadan kalkması, İller Bankası gibi oluşumların da zayıflatılması gündeme geldi.

Uluslararası sermayenin öngördüğü devlet organizasyonu, kentleri merkezi olarak finanse etmekten, borçlanmaların muhatabı olmaktan, en gelişmiş kentlerden ülkenin ücra kentlerine kadar hizmet götürme sorumluluğundan kurtulmuş bir devlettir. Ve doğal olarak bu, kaynağı kesilen kentlerin kendi kaynaklarını yaratmak zorunda kalmaları anlamına gelir. Bunun, aynı anda başvurulacak iki yolu vardır. Birincisi, yerel yönetimin hizmet sunucu olarak bir tüccar haline gelmesi, halkı da müşteri olarak görmeye başlaması. Fiyat denetimi işlevini bir yana bırakmış yerel yönetimin, hizmetlerin ücretlendirilmesinde elini tutacak kimse olmayacağı için, bu durum, kentsel hizmetlerin kentlilere giderek daha pahalıya gelmesiyle sonuçlanacaktır. İkincisi de, yerel yönetim hizmetlerinin doğrudan sermayeye, son zamanlardaki fizibilite araştırmalarında hizmet sektöründe devasa kârlar bulunduğunu keşfeden uluslararası tekellere devri olacaktır. Halk açısından, bunun sonucu da birincisiyle aynıdır. Bunun yanı sıra sermayenin tercihlerinin kârlılık kaygılarıyla ilintili olması nedeniyle, bölgesel eşitsizliklerin önceki döneme kıyasla görülmemiş ölçüde derinleşeceğini tahmin etmek zor olmaz. Büyük kentlerin hizmet yatırımlarını üstlenecek olan uluslararası tekel, nüfusun daha seyreldiği, hizmetlerin değişim değerinin kullanım değerini aşmadığı, yani kullanıcıya statü sağlayamadığı bölgelerde bu yatırımı yapmaktan, hizmeti üstlenmekten kaçınacaktır.

Ancak sermaye kendisini de bir statü nesnesi haline getirmiştir. Sermaye, bir kenti tercih etmesi için, o kentin sermayenin gelişine kendisini hazırlamasını şart koşmuş, bunu nasıl başaracağını da göstermiştir. GATTS sözleşmeleri, Dünya Bankası belgeleri ve AB normları bunu açıkça belirtir. Kentlerin sermayeyi çekebilecek kadar cazip mekânlar haline gelmesi için, bütün sektörlerin yeniden bakirleştirilmesi, her türlü kısıtlamalarından kurtulmuş sektörlerin sermayeyle gerdeğe girmek üzere hazır bekletilmesi, kentin bütün alt yapısının sermayeye uygun düzenlenmesi ve o kentin görsel bakımdan da değişmesi gerekmektedir. Bu dönüşüm için gerekecek krediler de, yine yabancı sermayeden sağlanabilecektir.

“Küreselleşme-yerelleşme” sürecinin kentlerinin bizzat kendileri de, artık, yaşanacak alanlar değil, değişim değerleri artırılmış metalar haline gelmiştir. Küresel kent ilan edilen İstanbul’un şantiye haline gelmesinin nedeni de sadece budur. Şirketlerin karar merkezleri için dikilen gökdelenler, üst ve üst orta sınıfın yaşam alanları olarak kurulan yüksek güvenlikli ama kentin en iyi manzarasına sahip siteler ve üst sınıf kent sakininin ayakkabıdan beyaz eşyaya, meyveden bahçe düzenleme malzemelerine kadar her şeyi temin edebileceği, restoranlarında, kafelerinde ve sinemalarında vakit geçirebileceği, otomobille ulaşılan yalıtılmış devasa alış veriş merkezleri, ön görülen kent statüsünü artırmaya yönelik olarak son yıllarda hızla yapılandırılmışlardır. Kentin yoksul sakinlerinin iş yerleri ve konutları ise, göz önünden kaldırılması gereken yapılar olarak görülmektedir. Son yıllarda artan gece kondu yıkımları ve fabrikaları, kentin en dış sınırlarına taşıma çabası da, kentin uluslararası sermayeye hazırlandığı bu sürecin bir parçasıdır. Çünkü “küresel kent”, içinde parası olanın yaşayabileceği, kentin gerçek emekçileri için gittikçe pahalanmış, emek gücünün yeniden üretimi için hiçbir kaygının duyulmadığı, bütün sosyal ilişkilerin kapitalizmin “vahşi” dönemini aratmayacak bir pervasızlıkla yeniden kurulduğu bir kenttir. Gecekondu alanları, üzerine kurulu konutlar yıkıldıktan sonra, yeniden değerlendirilerek satılması gereken arazilerdir buna göre. Esasen kentin bütünü bir arazi olarak görülmektedir.

Öte yandan kentteki yıkıp-yeniden satma sürecinden, kentin tarihsel dokusu ve geçmiş kültürle bağlantılar kuran ve hâlâ yaşayan yapıları da nasibini alır. Bütün “küresel kentler” gibi, İstanbul da, ulusal bir tarihe, geçmiş çağlardan bugüne kadar dayanarak gelmiş kültürel anıtlara sahip olmayan New York’un, üzerinde gökdelenler yükselen Manhattan’ına benzetilmek istendiği için, kentin kendine özgü tarihsel silüeti ciddiye bile alınmaz. Emperyalist kent estetiği, kentlerin silüetindeki özgünlükleri dışlar, eski kültür merkezlerinin, tiyatro binalarının, sinemaların vb. geleneksel binaların kent merkezindeki görünümünden rahatsız olur. Bunları bir an önce yakıp, yerine daha büyük hacimli, kültürel değil ama rantsal getirisi çok olan binalar yapmayı amaçlar. Kültürün, kâr getiren bir endüstri olarak kurumlaştırılması çabasına koşut bir gelişimdir bu.

İstanbul, içinde yaşayan, üreten, kendi özgünlüğünü kente yansıtan bir halkın, ülkenin işçi sınıfının göz bebeği olmamalıdır, bu hesaba göre. Sahip olunması hoşnutluk üreten bir meta, ama bu hoşnutluğu ancak büyük sermayenin duyabileceği emekçisizleştirilmiş bir finans merkezi; ya da akışkanlığın yüksek ama yerleşimin sorunlu olduğu bir fast food kent. Sonuna kadar pazarlanan, sonra yeniden pazarlanan bir kent.

Bütün bunlar olurken, ülkenin diğer kentlerinde de, İstanbul kadar yoğun olmasa da, belirli ölçüde bir dönüşüm yaşanmaya başlandı. Kuşkusuz bu süreçte en önemlisi, kentlerdeki belediye hizmetlerinin yavaş yavaş özelleşmeye başlamasıdır. Su ve atık hizmetleri, çöp toplama vb. gibi temel kentsel hizmetler kimi kentlerde görücüye çıkarıldı ve bunlar yabancı tekellere sunuldu. Örneğin sadece 2000’li yıllara gelmeden kısa bir süre önce, Antalya Büyükşehir Belediyesine 100 milyon dolarlık kredi açan Lyonnaise des Aux adlı bir Fransız tekeli, Antalya suyunun işletmeciliğini 10 yıllığına aldı. Isparta Belediyesi katı atık tesisi müşavirliği, Fichtner ve Tugal çevre teknolojileri konsorsiyumunun oldu; Erzurum ve Samsun kentsel katı atık ihalesi Alman firmalarının üzerine geçti; İzmir, Denizli, Trabzon-Rize hattı, Zonguldak atıkları da yabancı firmaların eline geçti vb.* Bu liste elbette eksiktir, ayrıca aradan geçen 10 yıllık süreci içermez. Ülkenin, kamu malı olan büyük sanayi tesislerinin yanı sıra yerel yönetim hizmetlerinin en kâr getiren türleri, en rantabl olan yerel yönetimlerden, sessiz sedasız özelleştirilmiş bulunuyor. Son dönemlerde, belediyelerin birer ihale kurumu gibi çalıştığını, uluslararası sermayenin kentlerin çoğunda konuşlandığını söylemek, bu durumda çok abartı olmayacaktır.

Bunun yanı sıra AKP hükümeti döneminde çıkarılan yasalarla kentsel arazinin metalaştırılması da kolaylaştırmıştır. Orman Yasası, Maden Yasası, SİT Yasası gibi birbiriyle ilişkili maddeler içeren yasalar, hazine arazilerini ve ormanlık araziyi olduğu kadar, tarihsel kalıntı arazilerini de satılabilir bir duruma getirmiştir. Bu, kentlerin doğal veya kültürel varlıklarının da artık kâr uğruna elden ve gözden çıkarılabileceği, köksüz, geleceksiz ve insansız siber kentlerin kurulmak istendiği anlamına gelir. Başbakanın en son, tarihi binaları otel yapmak istediğini beyan etmesi de bu konsepte uygundur.

Kısacası “küreselleşme-yerelleşme” sürecinde sermayenin değiştirmek istediği eski kent, aslında, prensipte, emekçi sınıfların bir sınıf olarak yeniden üretimini az çok gözetmiş olan kenttir. Kentler, geçen yüzyılda, bu kentleşme anlayışını şu veya bu ölçüde yansıtmış olabilirler. Ama kentlerin insan odaklı düzenlenmesi anlayışı, lafızda bile olsa, üzerinde mutabakat sağlanan bir anlayıştı. Bugün ise, tamamen sermayenin çıkarlarına uygun, kentin metalaştırıldığı, kentlerin eşit gelişiminin değil birbiriyle yarışının körüklendiği, kent emekçilerinin ihtiyaçlarının gözetilmeyeceği, üstelik düzenlemenin can yakarak sağlandığı bir sürece girilmiş durumda. Üstelik sermaye, “yönetişim” adı verilen bir yönetme biçimiyle, kentlerin karar alma süreçlerinde halk iradesini tamamen dışlayacak biçimde, kendisine büyük bir koltuk da talep ediyor. Kırtasiye işlemleri görmeye indirgenmiş yerel bürokrasinin, kentte yatırım yapan sermaye temsilcilerinin ve sermaye çıkarlarıyla uyumlu sivil toplum kuruluşlarının oluşturduğu belediye meclislerinin yönetiminden oluşacak kent yönetimi anlayışı, küresel sermayenin işlerini kolaylaştırmak gibi bir işlevi üstlenecek. Yerinden yönetim ve doğrudan demokrasinin örneği olarak gösterilen “yönetişim” modeli, gerçekten de, sermayenin, kentleri yerinden ve doğrudan kontrol etmesine ve yönetmesine olanak sağlıyor.

Fakat elbette “yerelleşme” tamamlanmış bir süreç değildir. Çünkü kentler, yukarıda da değinildiği gibi, farklı sınıf aidiyetlerine sahip sakinlerin karşılıklı ilişkilerinin düzeyi, egemen sınıflar aralarındaki çıkar çelişkileri, emekçilerin ülke çapındaki örgütlülük düzeyi gibi faktörlerle yapılanan; canlı ve hareketli birer organizma olduklarından, bu sürecin nasıl tamamlanacağı, sadece sermayenin niyetleri ve projeleriyle belirlenmez. Uluslararası sermayenin yasalardan daha çok ayağına dolanan da, kent emekçilerinin kentteki dönüşüm konusundaki tutumudur. Birçok yasa, sermaye akışını kolaylaştıracak biçimde değişti; merkezi yönetim, kentleri, uluslararası sermayeye tamamen açtı, ama kentlerin sermayeye açılıp açılmayacağına karar verme yetkisi kent emekçilerinden başka kimsenin elinde değildir. Şimdilik işyerleri yıkılan, gecekonduları başlarına geçirilen gecekonduluların muhalefetiyle ve TMMOB gibi meslek odalarının itirazıyla karşılaşan kentsel dönüşüm projesine daha geniş bir karşı koyuşun örgütlenmesi, alternatif kent özleminin bir bilinç haline getirilmesi için şarttır. Emekçi sınıflar için az-çok yaşanabilecek bir kentin özelliklerine ilişkin genel anlayış yakın geçmişteki deneyimlerden çıkarılabilir. “Yerelleşme”nin sonucunda ortaya çıkacak resminse, göz önünde sürekli olarak bulundurulmasında kuşkusuz büyük bir yarar vardır.

YAŞANILIR KENTLER İÇİN

Yaşanabilir bir kentin, her şeyden önce, içinde yaşayan emekçilerin gündelik hayatını kolaylaştıracak bir nitelikte olması, işyeri zamanı ile iş dışı sosyalleşme ve eğlenme ihtiyaçlarına ayrılan zaman arasındaki dengeyi mekânsal bakımdan kolaylaştırıcı kılması gerekiyor. Bu, emekçinin emek gücünün maliyetinin, hem kendisinin, hem ailesinin, hem de ait olduğu sınıfın bir parçası olduğu gözetilerek karşılanabilmesi için yüklü bir sosyal harcamayı gerektirir. Emek gücü maliyetinin donmuş ve zamanla değişmeyen bir miktarla ya da sınırlı geçim malzemeleriyle karşılanabileceğini düşünmek, baştan bu dengenin ciddiye alınmadığını gösterir. Çünkü insanın günlük ihtiyaçları, onun kişisel gelişimine, sosyal ilişkilerinin çeşitlenmesine, teknolojinin ilerlemesine bağlı olarak sınır tanımadan artar. Her emekçiye yeterli yaşam alanı sağlayan aydınlık konutların yapılması, kolay ulaşılabilen eğlence ve dinlenme mekânları, iş dışı kişisel gelişime yönelik eğitim kurumları, ücretsiz katılınabilen kültürel etkinlikler, çocukların sağlıklı ve eğitimli yetiştirilmesi için parasız eğitim ve sağlık, gelecek güvencesi, kadınların çalışma ve annelik süreçlerini uyumlulaştıran kolaylaştırıcı destekler, ücretli tatil hakkı vb. gibi her insanın günlük hayatını kolaylaştırıcı önlemler, emekçinin ailesiyle birlikte sağlıklı bir günlük hayat geçirmesinin öncelikli koşullarındandır. Ne yazık ki, bizim ülkemizin emekçileri için, bu, “Amerikan hayat tarzı” propagandasının yapıldığı reklam afişlerinde veya filmlerde rastlanan türden bir görüntüdür. Tıpkı Amerikan emekçilerinin çoğu için olduğu gibi, bu ülkenin emekçileri için de hayaldir bu hayatlar. Ama eninde sonunda emekçileri cezbeden bir içeriğe sahiptirler; mutlu, sağlıklı, doygun bir hayat. Kısacası her emekçi böyle nitelikli ve doygun bir hayata kavuşmak ister.

Yakın geçmişte, emekçilerin iktidara geldiği Sovyetler Birliği’nde, aslında, nitelikli bir gündelik hayatı esas alan insan odaklı kentler oluşturuldu. Emekçilerin yüzlerini Sovyetler Birliği’ne dönmesinden tedirgin olan Avrupa burjuvazisi de, kendi ülkelerindeki emekçi sınıfları sömürerek elde ettiği devasa artı değerden ve geçmişte sömürgelerden elde ettiği birikimlerden bir miktarını sosyal kurumlar oluşturmak için ayırmak zorunda kalmıştı. Ancak bu, emekçilerin bu ülkelerdeki örgütlü gücünün denetimi altında gerçekleşen bir sosyalleştirmeydi.

Bizim ülkemizde ise, emekçilerin örgütlü gücünü kırmak, yeniden üretim maliyetini bizzat emekçiye ve onun geleneksel sosyal çevresine yıkmak için, burjuvazi ve devleti elinden geleni yaptı. Sınıfı, sağlıklı sosyal konutlarda yaşamaya layık görmediği için gecekondulara tıktı. Yaşlılar ve çocuklarla ilgili sosyal politikaların yanından geçmeyerek, bu türden ihtiyaçları aile ücretine dahil etmedi. Böylece işçi sınıfının, gerçek anlamda kentli ve modern bir sınıf olmasını sermayenin çıkarları doğrultusunda engelledi. Göç kökenli işçi ailelerinin yeniden üretiminin, kendi doğal çevrelerine ve geleneksel cemaat ilişkilerine bırakılması, çoğunlukla bu ilişkileri bir varoluş biçimi olarak gören, geleneksel ilişkileri için harcadığı çabayı külfet olarak görmeyen emekçiler tarafından önemli bir sorun olarak da görülmedi. Fakat bu, işçi sınıfının birleşmesini zorlaştıran bir sorun olarak var olmaya devam etti.

Halbuki, modern emekçiler arasında kentli olmanın, geleneksel ilişkilere sığınmaktan değil, sınıf dayanışmasının sağlayacağı güvenceye sahip çıkmaktan geçtiği anlayışının yaygınlaşması gerekmektedir. Çünkü modern ve emekçilerin ihtiyaçlarına uygun bir kent örgütlenmesinin önündeki en büyük engel, aynı zamanda bir sınıf tavrı göstermenin de en büyük engeli olan, bu geleneksel ilişkilerdir.

Modern bir sınıf gibi, emek gücünün maliyetini yükseltmek, emek gücünün yeniden üretiminden burjuvaziyi sorumlu tutmak yerine, cemaat ilişkilerinden gündelik çözümler arayışına girmek, içinde yaşanılan kenti, emekçiler için daha pahalı bir kent haline getirmekten başka bir şeye yaramaz. Karşılığını burjuvazinin ödemediği yeniden üretim için harcanan her kuruş, emekçi ailelerinin cebinden çıkıp, sermayenin kasasına akmaktadır. Böylece, kent, emekçiler için pahalı hale geldikçe, sermaye için ucuzlamaktadır.

Yaşanabilir kentin yaşanabilir bir dünyadan ayrı, ondan kopuk olmayacağı açıktır. Sonuçta, her dönemin kenti, o dönemde dünyada yaşanan ilişkiler ve siyasal bağlam tarafından da belirlenir. Bu bakımdan, “yerelleştirme” savunucularının ileri sürdüğü gibi, yerel sorunlara müdahale edebilir olmak, bir kentin istenildiği biçimde değiştirilmesi için yeterli olmaz. Tersine, yerel sorunlara müdahale olanaklarının yaratılması, çoğu kere, kent sakinlerini merkezi politikalara katılım olanağından uzak tutmak ve ufuklarını sınırlamak amacını taşır. Kentlerin düzenlenmesini etkileyen politik kararlar, yerel düzeylerde değil, esas olarak merkezi düzeylerde alınır.

Bu bakımdan, burjuvazinin kentlere saldırısını püskürtmek için, örneğin, sadece canı yanan konduluların ses çıkarması yetmeyecektir. Bütün emekçilerin, kentsel yaşam alanlarına sahip çıkmak ve kentlerde emekçilerin gerçek dönüşüm programlarını hayata geçirebilmek için, her şeyden önce kendi güçlerine, kendi örgütlülüklerine güvenmekten başka şansları kalmamıştır. Bir gün Sulukule’de, bir gün Başıbüyük mahallesinde, bir başka gün Okmeydanı’ndan duyulan buldozer ve ekskavatör seslerine karşı yapılacak en iyi şey budur.

KAYNAKÇA:

Birgül Ayman Güler, Yerel Yönetimler, TODAİ, 1998

H. Tarık Şengül, Kentsel Çelişki ve Siyaset, Demokrasi Kitaplığı, 2001

Yaşar Hacisalioğlu, Küreselleşme Mekânsal Etkileri ve İstanbul, Akademik Düzey Yayınları, 2000

David Harvey, Sosyal Adalet ve Şehir, Metis, Çeviren: Mehmet Moralı, 2003

Mike Davis, Gecekondu Gezegeni, Metis, Çeviren: Gürol Koca, 2007

Kürşat Bumin, Demokrasi Arayışında Kent, Kürşat Bumin

Genel İş-Emek Araştırma Dergisi, 2001/1

Genel İş-Emek Araştırma Dergisi, 2002/1

Genel İş-Emek Araştırma Dergisi, 1999/2

Hizmetler Ticaretinde Küreselleşme – GATS, DİSK-Genel İş, 2002

TMMOB 18 Kasım 2006 Kentsel Dönüşüm Sempozyumu Kitabı

Katılımcı Demokrasi, Kamusal Alan, Yerel Yönetim (Derleme), Demokrasi Kitaplığı, 1999

Selim Yılmaz, Sıra Kamu Çalışanlarının Artı Değerinde, Kızılcık Dergisi, 30 Haziran 2003


* Yerel Yönetimler, Birgül Ayman Güler, TODAİ, 1998, sf. 148

* Genel-İş Emek Araştırma dergisi 1999/2

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑