kriz, politika ve emeğin ve hakların dünyası için

 

En gelişmiş ülkeler başta olmak üzere dünya kapitalist sistemi büyük bir kriz tehdidi altında. Sadece aklı başında burjuva iktisatçıları değil, küreselleşmenin fanatik yandaşları bile, bu tehdidin giderek büyüdüğünü ve “kabusun gerçek olabilme ihtimalinin her geçen gün arttığını” belirtiyorlar. Muhtemel bir krizde yıkımın büyüklüğü hesapları yapılıyor ve krizden fırsat çıkarmak isteyenler de kolları sıvamış bulunuyorlar. En büyük tekellere bağlı firmalar; “üretimde daralma”, “muhtemel bir kriz” gerekçesine dayanarak, işçi çıkarmak, ücretleri düşürmek, işçilerin çeşitli haklarını gasp etmek, uluslararası ve ulusal planda mevzilerini yenilemek için çoktan harekete geçmiş bulunuyorlar. Eylül ortasında ABD’de trilyonlarca dolarlık yatırıma hükmeden 17 yatırım bankasının batması (ABD’de bankaların yüzde 85’nin batma riski altında bulunduğu belirtiliyor) ve AIG gibi dünyanın en büyük sigorta firmasına devletin müdahale ederek kurtarma girişiminde bulunması, krizin ABD ve İngiltere üstünden bir dünya krizine dönüşmesi ve yıkımın boyutlarını göstermesi bakımından önemli işaretlerdir.

ABD’nin krize 1 trilyon dolar nakitle müdahalesi ve 6 büyük merkez bankasının (ABD, İngiltere, AB, Kanada, Japonya ve İsviçre) müdahalesine ve bu müdahalenin borsalar ve öteki piyasalarda bir rahatlatma yaratmasına karşın, uluslararası burjuvazinin politik temsilcileriyle ekonomik sözcülerinin “Aman panik olmasın, bu krizi hızlandırır”, “Dibi gördük, artık daha kötüsü olmayacak” yollu uyarıları kimseyi ikna etmiş görünmüyor. Hassas duyargalara sahip büyük finans çevreleri, artık Avrupa, Amerika, Japon borsalarının güvenli limanlarında bile günlük yüzde 3-5’lik dalgalanmaları normal saymaya başladılar. Her krizin ukala öğretmenleri IMF ve Dünya Bankası ise, bir yandan “kriz önlemleri” uyarısı yaparken, öte yandan da, adlarının mümkün olduğu kadar az geçmesi için etliye sütlüye dokunmamayı tercih eden bir pozisyona çekilmiş bulunuyorlar.

Piyasalar ve finans dünyasını alt üst ederken, bütün sektörleri kapsama beklentisini de artıran ABD merkezli kriz; kuşkusuz sermayenin iktisatçı ve ideologları arasında da büyük bir hayal kırıklığı ve moral çöküntüye yol açmıştır. Bu cephede ortaya çıkan çatışmanın daha da büyümesi ve büyük bölünmeler için sadece biraz zamana ihtiyaç vardır. Yoksa küreselleşme ideolojisi ve politikalarının birleştirdiği bu küreselleşme “entelijansiya”sının etrafında birleştiği tüm “değerler sistemi” şimdiden çökmüştür. Kriz bugün bulunduğu aşamadan daha ileriye gitmese ve alınan önlemler krizin seyrini bir süreliğine erteletse bile, artık “yeni dünya düzencileri” için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Çünkü kriz, bugünden, küreselleşme politikalarının cilasını kazımış, altındaki gerçeğin görülmesini olağanüstü kolaylaştırmıştır.

 

BURAYA NEREDEN GELİNDİ?

Oysa çok değil, daha bundan 15 yıl önce, kapitalizmin propagandacısı iktisatçılar, “Yeni Dünya Düzeni” (YDD) adını verdikleri düzenin dayanağı olarak; “çelişmelerini barış içinde çözen, krizsiz bir kapitalizm” dönemine girilmiş olmasını gösteriyorlardı. Yani kapitalizmin çelişmelerinin uzlaşmaz olmaktan çıktığı, dolayısıyla krizlerin olmayacağı; rekabetin barış içinde süreceği bir düzen olarak ilan edilen YDD, aynı zamanda, savaşların olmadığı, refahın yaygınlaştığı, özgürlüklerin demokrasinin sınırsız bir biçimde geliştiği bir dünya düzeni olarak tanımlıyordu.

Bu tanımlama, 20. yüzyılı, “Emperyalizm ve proleter devrimler çağı” olarak ilan eden Lenin’e, Stalin’e, Marksizm-Leninizm’e karşı burjuvazinin bir yanıtı olarak öne sürülmüştü. Çünkü; 20. yüzyıl, en azından Ekim Devrimi’nden itibaren, sosyalizm ve kapitalizm arasındaki büyük mücadelenin yüzyılı olarak; insanlığın geleceğini temsil eden sosyalizmin, insanlığın karşılaştığı sorunların ancak kendisi tarafından çözüleceğini ilan ettiği ve bunun dünya ölçüsünde kabul gördüğü bir yüzyıl olmuştu.

1980’lerin sonunda Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle, bu büyük mücadeleyi kazanmanın özgüveniyle uluslararası burjuvazi ve onun, sosyalizmin insanlığa vaatlerini kapitalizmin vaatleri olarak formüle eden YDD ideologları*, bu hayali “düzen”i sosyalizme karşı bir seçenek olarak tanımladılar. YDD, aslında sadece sosyalizme değil, insanlığın beş bin yıllık, herkesin barış ve kardeşlik içinde yaşayacağı bir dünya ütopyasına da yanıt olarak öne sürüldü.

Gerçekte ise, YDD bir burjuva ütopyası; insanlığı bir burjuva masalla uyutmanın adıydı. Çünkü sosyalizmin, insanlığın barış ve kardeşlik içinde, sınıfsız, sömürüsüz bir toplum ütopyasının gerçekleşmesi için bir maddi temeli vardı ve Marksist sosyalizm; üretim araçları üstündeki özel mülkiyeti ve sınıfları ortadan kaldırarak; sınıfların, savaşların olmadığı bir kardeşlik dünyası, bir refah dünyası kurmayı savunuyordu. Bunun yolunu da, böyle bir dünya düzeninden çıkarı olan tek sınıf olarak (kurtulmak için kendisinden başka tüm sömürülen ve ezilenlerin kurtuluşu için mücadele etmek ve sömürüyle birlikte kendisini de ortadan kaldırmak zorunda olan bir sınıf olarak) işçi sınıfının mücadelesinin açabileceğini söylüyor; bunu bilimsel kanıtlarla da destekliyordu. Dahası, Ekim Devrimi sonrasında SB’deki uygulamalarıyla da bu kuramı kanıtlayan adımlar atmıştı.

YDD’nin ideologları ise, bu talepleri kapitalizmin gerçekleştireceğini iddia ederken; kapitalizmin, “yeni altın çağı” dedikleri bu dönemde, artık o eski vahşi, sömürücü, yağmacı karakterinin değiştiğini, sosyalizmin onu terbiye ettiğini söyleyerek[1]; bütün teorilerini, onun, kendi içinde çelişmelerini çözmüş, artık savaşmaya, sınıf mücadelesine ihtiyaç duyulmayan bir “ileri kapitalizm” dönemine geçtiği iddiasına dayandırıyorlardı.

Elbette ki; bu aşırı idealist görüş yeni değildi. “Yeni” teori, Karl Kautsky’nin daha yüzyılın başında öne sürdüğü, “ultra emperyalizm” kuramının cilalanmış ve idealize edilmiş haliydi. Ama yine de ninninin melodisi yeterince uyuşturucuydu ve Tito ve Kruşçev’den başlayarak, adım adım kapitalizmle uzlaşmanın ve kapitalizm içinde, bir devrim olmadan da, tedricen sosyalizme geçmenin tedrisinden geçmiş eskiden sosyalist, Marksist aydınlar içinde, uzlaşmanın verdiği rehavetin de katkısıyla, bu ninninin melodisi daha etkili oldu. Bu yüzden de, YDD’nin en hararetli savunucuları, onların arasından çıktı; bugün de durum farklı değil.

Bu savaşsız, refah içinde, sınıfların ebediyen var olacağı (kimi ideologlara göre, zamanla sınıfların da gereksiz olduğu görülecektir) ama birbiriyle çatışmadığı bir dünyaya varmak için de; eski dünyanın, sosyalizmin kapitalizme vurduğu tüm izlerin silinmesi; kapitalizmin bütün kurallarıyla işlediği bir biçime; “serbest piyasacı kapitalizme”, “pazar ekonomisi”ne, “mal ve hizmetlerin piyasa koşullarında üretilip dağıtıldığı ve bunların parası olanlar tarafından alındığı” kapitalist modelin uygulanması gerekirdi! Çünkü sosyalizm ve işçi sınıfının iki yüzyıllık mücadelesi kapitalizmi yolundan alıkoymuş; mal ve hizmetlerin piyasa koşullarında üretilip dağıtımını sekteye uğratmış, sermaye karşısında işçi sınıfı ve öteki emekçi sınıfların lehine kimi kurallar ve sınırlamalar getirilmesine neden olmuş; sömürünün sınırsız bir biçimde gerçekleşmesi, işçi sınıfının mücadelesi (kapitalist ülkelerdeki mücadeleler ve sosyalizmin dünya kapitalizmini baskılaması yoluyla) tarafından sınırlanmıştır.

İşte bu baskının yarattığı izleri (kurum, yasa, gelenek, örgütlenme vb.) ortadan kaldırmayı amaçlayan uluslararası stratejiye de “küreselleşmecilik” (“Mondializim”, “Globalizm”) dendi. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (DB), G-7’ler gibi uluslararası sermaye merkezleri, bu stratejinin somutlaşmış ifadesi olan “kürselleşme politikaları”nın “uygulanması” ve uygulanmasının “denetlenmesi”yle görevlendirildi. Bu politikaların yetmediği, IMF ve öteki kurumların etkin olmadığı yerlerde ise; örtülü ve açık askeri operasyonlar, hatta ülkelerin işgaline varan bir saldırganlıktan da çekinilmeyeceği, daha YDD ilan edilirken de açıkça belli edildi. Gorbaçov ve Baba Bush’un Yeni Dünya Düzeni’ni ilan etmelerinin mürekkebi kurumadan, Amerikan-İngiliz ordusunun Irak’ın işgaline yönelik 1. Körfez Savaşı denilen savaş, YDD’nin nasıl bir savaşsız dünya getireceğinin işareti olarak kendisini ortaya koymuştu!

Ama bütün bu işaretlere karşın YDD’nin propagandacıları, “sosyalizm alt edildi, böylece dünyada barışı bozan asıl güç ortadan kaldırıldı” propagandasına hız verdiler. Bunu sağlayacak şey ise; “serbest piyasa ekonomisi”nin yayılmasının önündeki engellerin kaldırılmasıydı.

Bu amaçla, uluslararası sermaye, örgütleri ve en büyük kapitalist ülkeler; tüm diğer ülkelere;

1-) Ulusal ekonomileri koruyan sınırların kaldırılarak, uluslararası sermayenin tüm ülkelerde sınırsız dolaşımının sağlanması,

2-) Kamuya ait tüm mal (KİT’ler) ve hizmet üreten kurumların özelleştirilmesi; eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim, enerji, yerel yönetim hizmetleri… gibi temel hizmetler de dahil, tüm hizmet üretimi ve dağıtımının piyasa koşullarında alınıp satılmasının önünün açılması,

3-) Emeğin sömürüsünü sınırlayan ve sosyalizmle kapitalizm arasındaki mücadelede kapitalistlerin vermek zorunda kaldığı tavizlere de karşılık gelen emeğin kazanılmış haklarının kaldırılarak, sosyalizm ve işçi sınıfı mücadelelerinin kapitalist dünyaya bıraktığı izlerin silinmesi; bu amaçla, esnek çalışmanın yaygınlaştırılması için istihdam biçimlerinin çeşitlendirilmesi, performansa göre ücret gibi yollarla işçiler, emekçiler arasında (işletmede, işkolunda, ulusal ve uluslararası çapta) rekabetin kışkırtıldığı bir çalışma düzenin geliştirilmesi; taşeron çalışmasının sınırsız biçimde uygulamaya sokulması… türünden politika ve uygulamaları dayattılar.

Yeni Dünya Düzeni’nin temeliydi bunlar.

Çünkü YDD’nin ideologlarına göre; bu temel gelişip dünya küreselleştikçe (globalleştikçe); önce tekeller arasında, sonra da ülkeler arasında çelişmeler yumuşayıp çatışmalara yol açmayacak biçimde azalacak; böylece savaşlara gerek kalmadan büyüyen kapitalizmin, savaşlara gerek duyulmayan bir dünyanın kurulmasında sağlayacağı ilerleme, kapitalizmin “eşitsiz gelişme yasası” olarak biline yasayı da artık işlemez hale getireceğinden, tüm ülkelerin eşit (eşite yakın) gelişmesi mümkün olacak, barış ve refah yayılacak, yeryüzünde yoksulluğun kalktığı bir dönem başlamış olacaktı!.. Böyle bir dünyada ülkeler ve halklar arasındaki barışçıl ilişkiler de, hiçbir türden milliyetçi çatışma ve üstünlük çabasına gerek kalmadığı bir uluslararası düzen kurulmasının imkanını yaratacaktı.

Kısacası, böylece; 1) Savaşların olmadığı, tüm dünyanın barış içinde yaşadığı, 2) Refahın yaygınlaştığı, 3) Demokrasinin gelişip tüm ülkelere yayıldığı, bireysel özgürlüklerin serpilip geliştiği, 4) Ülkeler ve halklar arasında üstünlük ve eşitsizlik çabalarının kimseye yarar sağlamayacağı için ihtiyaç olmaktan çıktığı bir dünya olacaktı dünya!

Çatışmaların kontrol altına alındığı, krizlerine kendisi çözüm bulan (krizsiz bir kapitalizm), barış içinde, küreselleşmiş tek bir dünya ideali, kuşkusuz bir burjuva ütopyasıydı. Çünkü; kendisi emek ve sermaye çatışması temelinde yükselen bir sistem olan kapitalist dünyanın, barış içinde, kardeşlik içinde, refahın paylaşıldığı bir dünya olması mantıksal bakımdan bile olanaksızdı. Ve bunun olmayacağını, en başta böyle bir düzen iddiasıyla ortaya çıkan güçlerin politikacıları, ideologları biliyordu. Ama, burada amaç, gerçekten bir “Yeni Dünya Düzeni” değil, eski düzeni restore etmek, bu bahaneyle sosyalizmin izlerini silmek, sömürüyü sınırlayan engelleri ortadan kaldırarak, dünyanın yeraltı ve yerüstü servetlerinin en büyük tekelci güçler tarafından yağmalanmasının önünü açmaktı.

Bu kısa zamanda görüldü. Çünkü; küreselleşme politikalarının hayata geçmesi için; bir yandan uluslararası sermayenin sömürü ve yağmasından kurtulmak üzere alınmış ulusal içerikli önlemlerin ortadan kaldırılması bir saldırıya dönüştürülüp, IMF ve DB bu ülkelerin başına dikilirken; öte yandan da bu saldırıya direnen ülkelere karşı güç kullanılmaya girişildi.

Yugoslavya’dan altı yeni ülke çıkarıldı, Rusya cumhuriyetlerine parçalarken, Irak’a karşı savaş açıldı. İran ablukaya alındı; Yemen’den Pakistan’a, Afganistan’dan Filistin’e, Endonezya’dan Latin Amerika’ya diplomasi ve örtülü operasyonların her biçimi kullanıldı. Ve uluslararası baskı, birer birer ülkelerde işçilerin emekçilerin kazanılmış haklarının kaldırılması; esnek çalışmanın yaygınlaştırılması, taşeronlaştırmalar üstünden sendikalar ve emek örgütlerinin işlevsizleştirilmesi girişimlerinin tam bir saldırıya dönüştürülmesi eklendi; bu saldırganlık, patronlar, hükümetler ve uluslararası sermaye kuruluşlarının koordineli operasyonlarıyla yürütüldü.

YDD’nin ilanının üstünden 10 yıl geçmeden, barış içinde, refahın, özgürlükler ve demokrasinin her yerde yaygınlaştığı ve uluslar ve devletler arasında adil bir dünya düzenin olduğu bir dünya ve onu çağrıştıracak vaatler yavaş yavaş propagandadan bile çıkarılmıştı.

2001 yılında New York ve Washington’a yapılan El Kaide saldırısından sonra; başta ABD yönetimi olmak üzere, gelişmiş kapitalist ülkelerin siyasetçi, diplomat ve propagandacıları; barış, adalet, refah ve özgürlük taleplerini “resmen” de Yeni Dünya Düzeni’nin “yükselen değerleri” olmaktan çıkardılar. Onların yerine yeni değerler olarak; “medeniyetler savaşı”, “Haçlı savaşı” ve “terörizme karşı yüz yıllık bir mücadele dönemi”nin gerektirdiği “Ortaçağ” değerlerini öne çıkaran bir kampanya başlattılar.

“Terörizme karşı mücadele” ve Batının ve Hıristiyan-Yahudi kültürünün korunması adına, Rönesans’tan beri insanlığın bilim ve kültürel gelişimi içinde çöpe atılmış en gerici değerlerin korunması için özgürlüklerin kısıtlanması, demokrasinin sınırlandırılması; ülkelere karşı tek taraflı savaş ilan etme gibi, 20. yüzyılın başından beri geliştirilen insanlığın ileri değerleri tümüyle terk edildi.

Kısacası, 2001’e gelindiğinde; Yeni Dünya Düzeni’nin, 1990’larda ebedi değerler olarak ilan ettiği “ilkeler”den sadece “piyasa ekonomisi” ve “sermayenin uluslararası planda serbestçe dolaşımı”nın kerameti üstüne hamasi değerlendirmeler kalmıştı.

Gerçi 1994 Meksika krizi, 1998 Güney Asya, 1999 Rusya, 2001 Türkiye ve Arjantin krizleri, küreselleşme politikalarının itibarını epeyce çizmiş olsa da, kürselleşmenin propagandacıları; hala “krizsiz kapitalizm” ve “küreselleşen bir dünya” seçeneğinin tek seçenek (seçenekler içinde en iyisi) olduğunu, ancak bu sayede insanlığın ilerleyeceğini iddia etmeye devam ettiler.

Küreselleşmecilere göre; bütün bu krizler, “eski” kurumlardan, “eski” devletçi, korumacı ekonomi artıklarından geliyordu; dolayısıyla bunlar ortadan katıkça, “küreselleşme” kurumlaşıp geliştikçe, her şey yoluna girecekti; zaten krizlerin vurduğu ülkeler de, gelişmiş kapitalist ülkeler değil, henüz yeterince liberalleşememiş ülkelerdi! Bu yüzden de, IMF, DB ve öteki uluslararası sermaye merkezleri ve gelişmiş ülkeler; krizlere karşı “daha çok liberalleşme”yi, “özelleştirmeleri daha hızlı yapmayı” ve sağlık, eğitim, yerel yönetim hizmetlerinin daha çok piyasalaştırmasını önermişler; krizlerin tahribatını bu yolla sağlanan kaynaklardan karşılamayı öğütlemişlerdi.

 

KAPİTALİZMİN TARİHİNİN EN BÜYÜK DEVLETLEŞTİRME HAREKETİ

Son bir yıldan beri, “kriz” sözcüğü etrafında olup bitenler ise; liberal iktisatçıların, neo-liberal politikacılar ve ideologların bütün iddialarını çürütecek biçimde gelişmektedir.

Her şeyden önce, krizin “merkez üssü” ABD’dir. Ve bir yılı aşkın bir zamandan beri; enflasyon ve işsizlik artarken, ekonomik büyümenin istikrarlı bir biçimde yavaşladığı bu ülkede, mortgage sisteminden başlayan sıkıntılar giderek finans sektörünü kapsamış ve “reel sektör” denilen mal ve hizmet üretimi alanlarında da etkisini duyurmaya başlamıştır.

Kriz etkenlerin yükselişini önlemek için girişilen piyasacı müdahalelerin bir etkisini olmaması ve kriz dalgalarının her adımda daha derin ve daha geniş bir alanı etkilemesi, sermaye iktisatçılarının uluslararası finans merkezlerinin kabusu haline gelmiştir. Neo-liberal iktisat politikacıları, halka para dağıtmak (ABD’de, yazın başında, kişi başına 700 dolar dolayında tüketim kredisi açılması gibi) gibi en pespaye Keynesyen önlemler ve müdahalelere bile sarılacak kadar düşmüşlerdir.

Özellikle Ağustos’un ikinci yarısında şiddetlenen sarsıntıda, Fannie Mea ve Freddie Mac’in çöküşü (Bu iki kuruluş, ABD, Çin ve Japonya başta olmak üzere, pek çok ülkede, yaklaşık 5 trilyon dolarlık bir sermayeyi kontrol ediyorlardı), bu dalganın bugüne kadarki en büyük yıkıntısı oldu. Bu yıkıntı ve ardından Eylül’ün ortalarında gelen Merrily Lynch’in satışı ve Lehman Brothers’ın çöküşü, dünyanın en büyük sigorta kuruluşu AIG’ye 85 milyar dolar sübvansiyonla devlet tarafından el konulması ve daha pek çok dünya sıralamasının doruklarında yer alan banka, kredi kurumu ve sigorta firmasının kurtarılma sırasına girmesine karşın, daha büyük çöküntülerin beklenmesi; içinden geçilen kriz sürecinin ne büyük bir yıkım potansiyeli taşıdığının göstergesidir. ABD’nin en büyük 19 yatırım bankasını devletleştiren ve ayakta kalmaları için 900 milyar dolarlık destek sağlayan ABD, şimdi de, 700 milyar dolarlık bir fonla, kurtarılmayı bekleyen firmaları kurtarmaya hazırlanmaktadır. Bu, elbette, daha şimdiden, tarihin gördüğü en büyük devletleştirme hareketidir. İşin ironik tarafı, bu devletleştirmeyi, kendi ideolojik temelini “bütün kötülüklerin anası devletin ekonomiye müdahalesidir var sayımı” üstüne kurmuş olan sermaye fraksiyonunun gerçekleştirmek zorunda kalmasıdır.

Kriz, asıl marifetini ABD’de sergilemektedir; ama son aylarda ABD ile en sıkı ekonomik ilişik içinde ve ABD ile birilikte “küreselleşme” harekatının en ön safındaki Avrupa ülkesi olan İngiltere’de de, kriz, İngiliz ekonomisinin ana dayanağı olan finans sistemini temellerinden sallamaya başlamıştır.

Birkaç ay öncesinde, kriz etkenlerinin yükselişi karşısında iyimserliğini bozmayan ve yakın gelecekte her şeyin daha iyi olacağını, küresel ekonominin birkaç sarsıntıdan sonra yoluna devam edeceğini söyleyen sermaye ekonomist ve politikacıları, şimdi artık, “Bugün daha iyi günlerdeyiz. Yarın bugünü aratacak” demektedirler. Dahası; geleceğe dair bir kestirimde de bulunamamaktadırlar.

Olup bitenler içinde iki şey açığa çıkmıştır:

1) Bu kriz sürecini önceki krizlerinden ayıran birinci özellik, krizin üssünün ABD ve İngiltere’nin de krizden en çok etkilenen ikinci ülke olmasıdır. Dahası krizin, AB ülkeleri başta olmak üzere, bütün diğer ülkelere, Çin ve Hindistan gibi son yılların “yıldız”ları da dahil, küreselleşmenin kapsadığı tüm ülkelere yayılacak bir potansiyel taşıdığı gerçeğinin açıkça görülmesidir.

2) Kriz, düzensiz aralıklarla ortaya çıkıp vuran, sonra “dinlenen”, ama her seferinde daha genişleyip derinleşen etkilerini ortaya koyan bir seyir izlemektedir. Burjuva iktisatçıları, ideologları ve her türden küreselleşme savunucularının bu krizden nasıl çıkılacağı konusunda, bırakalım pratik çözümü, teorik olarak bir yaklaşımları bile yoktur. İçlerinde biraz namuslu olanlar, “Keynesyen önlemlere mi dönsek” yoksa “Marx mı haklıydı”, “Bırakın yapsınlar bırakın geçsiler artık tümüyle tarihte mi kaldı”  demektedirler, ama kriz dalgaları karşısında sadece olanları açıklamakla yetinmekte ya da çaresizlik homurtularından öteye geçmeyen anlamsız sesler çıkarmaktadırlar. IMF ve Dünya Bankası, yazın başında kimi ülkelerde “açlık ayaklanmaları” çıktığında, devletleri gidişata müdahale etmeye çağırırken, aslında küreselleşme politikaları merkezli bir dünya fikrinin çöktüğünü de ilan etmişlerdir. Keynesyen öneriler, “Acaba Marx haklı mıydı” tartışmaları da, bu “çöküş”e paralel olarak gündeme gelmektedir. Bu, dünyayı yöneten kapitalist güçlerin sistemin karşılaştığı sorunlara çare bulamadığının ilanıdır.

IMF ve Dünya Bankası’nın devletleri gidişata müdahaleye çağırması, ABD’nin trilyon dolarlık fonlarla gidişata müdahale etmeyi devletleştirmeye kadar vardırması, küreselleşmenin itibarının sıfırlamak, küreselleşmenin çöktüğünü ilan etmek demektir. Çünkü YDD ve onun ekonomik temelini oluşturan temel ilke, devletin ekonomik alandan tümüyle çekilmesi ve piyasa karşısında müdahalesizliktir. Bugün ise, tam tersi yapılmaktadır.

Ancak bunlardan, kapitalizmin, yol açtığı/açacağı yakıntıları işçi ve emekçilere fatura edemeyerek, sorunlarını hiçbir biçimde çözemeyeceği krizine dolanarak, kendi kendisine yıkılıp gideceği anlamı çıkarılamaz. Tersine, eğer başta işçi sınıfı, kapitalizm karşıtı güçler tarafından müdahale edilmezse, kapitalist sistemin, önünde sonunda, yıkılanın yıkılacağı, ama kalan sağlarla, yüz yıl geriye gitse bile umursamadan, yeniden ayakları üstüne dikeceğinden şüphe duyulamaz. Ve kapitalistler, daha şimdiden; suyun yüzünde kalmak için, işçilere yol vermeye başlamışlar, çalışanları işten çıkarak “hafiflemek” için hareket geçmişlerdir. Dahası, yangını söndürüldükten sonra; kapitalistler, bu krizin yıkıntısından en güçlü çıkmak için de harekete geçeceklerdir.

 

SERMAYE GÜÇLERİNİN FAZLA SEÇENEĞİ YOK

Bu yüzden de, toplam açısından bakıldığında; mevcut kriz bir biçimde rolünü icra ettiğinde; yeniden ayağa kalkmak için; birbirinin boğazına sarılmak ayakta kalmanın tek geçerli yöntemi olduğu için zaten ara verilmeyen dünyanın yeraltı ve yer üstü kaynaklarını yağmalama yarışı yeni bir hız kazanacaktır. Ve kapitalistler krizi bir fırsat olarak kullanmayı amaçlayacaklardır. Bunun, daha bugünden sayısız belirtileri ortaya çıkmıştır.

Böyle bir durumda, sermayenin imkanları şunlardır:

1-) Liberalleşmeye daha çok hız vererek, kalan özelleştirmeleri tamamlamak, satılabilecek her şeyi satarak sermayeye çevirmek. İşçi ve emekçilerin kazanılmış haklarını ortadan kaldırmak için emeğin geçmişten gelen kazanımlarına (işsizlik sigortası, sosyal güvenlik ve sağlık fonları, kıdem tazminatı birikimleri,…) yönelik saldırıları artırmak.

2-) Emek sömürüsünü sınırsız bir biçimde artırmak için çalışma koşullarını ağırlaştırmak, sömürüyü sınırlayan işçi haklarını ortadan kaldırırken, işçilerin örgütlenmelerini işlevsizleştirecek girişimleri sonuna kadar zorlamak.

3-) Birkaç ileri kapitalist ülkenin geri kalan ülkelerin birikimlerini yağmalamasının önündeki tüm engelleri kaldırmayı, halkları her yolla sömürü ve talana boyun eğdirmeyi bir dünya düzenine; yeni uluslararası ilişkilerin resmi haline dönüştürmek isteyeceklerdir.

Ancak herkesin kendi gücüne göre bir pay alacağı bu düzenin kurulması öyle kolay olmayacak; tersine, dünün en güçlüleri değil, geleceğin güçlüsü olacaklar, hızla gelişenler (kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası gereği) yeni düzenin patronu olmak isteyeceklerdir. Bunun belirtileri bir zamandan beri vardır. Özellikle de Rusya’nın ABD’ye açıkça meydan okumasından sonra, ABD ve Rusya mihrakı olarak iki mihrak artık ortaya çıkmıştır. AB, Çin, Japonya gibi ülkeler de elbette bu kutuplaşmada son derece önemlidir. Kriz, bu kutuplaşmaları hızlandırıp büyütürken, aynı zamanda, dünyadaki güçler arasındaki çatışmayı ve büyük emperyalist devletler arasında yeni bir paylaşımı; dolayısıyla bir dünya savaşının koşullarının oluşmasını da olağanüstü hızlandıracaktır.

Elbette bütün bunların başarılmasının koşulu, işçi sınıfının, dünyanın barış ve demokrasi güçlerinin gidişata kendi cephelerinden müdahale edememesiyle yakından ilgilidir. Ve ilk bakışta; dünya işçi sınıfının bugün içinde bulunduğu parçalanmışlık ve atalet, uluslararası barış güçlerinin dağınıklığı göz önüne alındığında, bütün bu gidişatın kapitalist güçler tarafından rahatça yönlendirileceği sanılırsa da, bu doğru değildir. Çünkü gelişmeler; gerek işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıflar, gerekse birer birer ülkelerin barış ve demokrasi güçleri için son derece hızla toparlanma ve gidişata müdahale etme imkanlarını da olağan üstü büyütecek özellikler taşımaktadır. Bunun en başında; ABD merkezli son krizin (bugün geldiği aşamadan daha ileri gitmese bile), küreselleşme ideolojisini (felsefesini) çökertmiş olması gelmektedir. Çünkü böylece, artık kapitalist-emperyalist burjuvazi ve türlü temsilci, sözcü ve propagandacıları, yığınları aldatıp peşlerine takmalarına birinci dereceden dayanak olan en önemli silahı kaybetmiş olmaktadırlar. Bu, yığınların, küreselleşmenin propagandacılarının söylediklerinin etkisinden kurtulmalarının imkanlarının büyüdüğünü gösterdiği gibi, kapitalizm ve emperyalizm karşıtı Marksist ve devrimci güçlerin söylediklerine de kulaklarının açılması anlamına gelir. Dolayısıyla gelişmeler; işçi sınıfının, burjuvazinin kapitalist dünyasının karşısında kendi dünyasını kurma, emekçilerin ve halkların özgür ve barış içinde yaşayabileceği bir dünyayı inşa etme; işçi sınıfının sömürüsüz ve sınıfsız dünyasına giden yolun açılmasının imkanlarının sınırsız geliştiği bir sürece girildiğinin işaretidir.

 

EMEKÇİLERİN VE HALKLARIN BARIŞ VE KARDEŞLİK DÜNYASI İÇİN

Kısacası, son bir-bir buçuk yıl içinde kapitalist sistem içindeki gelişmeler, sınıf partisinin ve gerçek Marksistlerin kapitalizme ve küreselleşme politikalarına yönelttiği eleştirileri, bugün artık hem iktisat çevreleri hem de işçi sınıfı ve öteki halk kesimleri bakımından daha anlaşılır hale getirmiştir. Bu, son derece önemli bir olanaktır. Çünkü bu, bir yandan burjuva aydınları içinde bir bölünmenin yolunu açıp, burjuva cephede parçalanmayı mümkün kılarken, aynı zamanda, işçi sınıfı ve halk yığınları içinde kapitalizme duyulan güvenin, onun yıkılmazlığı hakkında uyandırılmış hayallerin yıkılmasını kolaylaştırmıştır. Liberal, neo-liberal görüşlerin itibar kaybetmesi, gerçeklerin anlaşılmasını kolaylaştırmıştır, süreç ilerledikçe daha da kolaylaştıracaktır. Uluslararası işçi sınıfının ve sınıf partilerinin kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele imkanlarının genişlemesi, işçi sınıfı ve halkaların kendi iktidar mücadeleleri açısından, insanlığın bugün önündeki sorunları aşması ve işçi sınıfı ve partilerinin çözümlerinin emekçilerin gündemine oturması imkanlarını son derece genişletmiştir.

Dünya şimdi, Amerikan ekonomisini çok derinden sarsarak hükmünü icra etmeyi sürdüren krizin, tüm dünyayı büyük bir krize doğru sürüklediği fikrinin giderek daha güç kazandığı bir aşmaya gelmiştir. Kimi ülkelerde “ekmek ayaklanmaları”na, kimi ülkelerde ise liberalleşmenin militan savunucularının birbiriyle çatışmasını da kapsayan bölünmelere ve burjuva iktidarların sarsılmasına yol açan tepkiler, şimdiden görülmeye başlamıştır.

Açıktır ki, yukardan beri söylenenlerden, sınıf partisi ve onun her kademeden örgütleri ve üyeler için (elbette tüm ilerici ve demokrat güçler için de bu sonuçlar önemli ölçüde dikkate değerdir) iki sonuç çıkar: Bunlardan birincisi, krizin ABD merkezli oluşu ve tüm kapitalist dünyayı kapsama eğiliminde olan karakteriyle bağlantılıdır ki, işçi sınıfının ulusal düzeyde birliği ve krizin yükünü sermayeye yıkma içerikli taleplerle sınırlı mücadelesinin (önceki krizlerde üstünde tartışılan klasik krize karşı mücadele talepleri) yetmeyeceği, tersine uluslararası birliğinin de son derece önemli olduğu gerçeğidir. Bu, bir yandan sınıf partisi, öte yandan da sendikaların ve emek örgütlerinin uluslararası görevlerinin somut ve önemli bir biçimde artması demektir. Burada, uluslararası reformcu sendika merkezlerinin küreselleşmeci çizgilerine karşı tutum almak, ama bu merkezlerde bile bir bölünmenin olacağını, hatta bunun kaçınılmaz olacağını görerek, sendikaların, yeni bir uluslararası mücadeleci sendikal platformda birliği mücadelesine hız vermek önem kazanmıştır.

Olup bitenden çıkarılacak ikinci önemli sonuç ise; sermayenin uluslararası seçeneği olan küresel dünya stratejisine karşı, insanlığın gerçekten barış ve kardeşlik içinde yaşayacağı, “sömürüsüz bir dünya”nın yolunu açacak işçi sınıfının, emekçilerin ve halkların dünyası mücadelesini somut bir seçenek olarak öne çıkarmaktır. Böyle bir mücadelenin geliştirilmesidir. Bu mücadele, elbette, her ülkede, sermaye güçlerinin krizin yükünü işçi sınıfına ve halka yıkma girişimlerini reddetme mücadelesiyle bağlantılı olarak geliştirilecek bir mücadeledir.

Türkiye’nin sınıf partisinin, ilerici, demokrat siyasi parti ve çevrelerin, sınıftan yana sendikacıların, emek örgütü yöneticilerinin; soyut değil, somut görevlerini dünyanın içinden geçtiği bu sürecin özelliklerinden çıkarması, planlarını ve hesaplarını bu gerçekleri göz önüne alarak yapmaları hayati bir önem kazanmış bulunmaktadır. Aksi, reformculuğa sürüklenmek, düzenin kendisini yenileme çabalarının kuyruğuna takılmak olacaktır.

 

 

 

(*) Bu ideologlar içinde en önemlilerinin bir bölümü eskiden Marksist olmuş, uzun zaman SB’yi ve sosyalizmi savunmuş olan dönek Marksistlerdi. Diğer bir bölümü ise, önemli bir bölümü ABD’de üstlenmiş ve YDD’yi ilan eden en üst kastın etkin unsurları olan neo-liberal politikacılardı. Bunlar, 2. Savaş’tan sonra SB’ye karşı ABD’yi savaşa kışkırtan eski Troçkistlerin süreç içinde evrimleşip bugün Bush etrafında ve neo-liberalizmin ideologları halinde toplanmış olanlarından oluşuyordu.


[1] Eskiden sosyalist olup da şimdi YDD’ci olan kapitalizm ideologları ve propagandacıları, sosyalizmin, çökerken, kapitalizmi de değiştirdiğini ve onu uygarlaştırdığını iddia ederek, hala sosyalist olduklarını da ima etmiş oluyorlar.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑