32 kısım tekmili birden bir medya kavgasının ortasında at izi it izine karışmış durumda. Ama ortalığa dökülen gerçekler, aslında sadece tek bir gerçeğe işaret ediyor: Medya, hiçbir zaman sadece medya değildir. Derler ki; bir medya organının maddi değerini hesapla ve beşle çarp, o zaman gerçek değerine ulaşırsın. Kastedilen güçtür; medyanın, haberleşme ağlarını tekelinde tutmanın gücü. Ve bu güç kolaylıkla “kâr”a dönüştürülebilir. Geçmişte, medyanın gücünü, “kamuoyu” denilen halk adına gazetecilerin kullandığı varsayılırdı. Burjuva gazetelerin bile, en azından “kuralına uygun işleyen bir sistem” için işlev taşıdığını söylenebilirdi o zaman. Ama bugün, bu güç, daha fazla kâr için kullanılan bir silah sadece. Maddi değeri beş kat artıran da, “kârı artırma potansiyeli”nden başka bir şey değil.
Kapitalizmin “dördüncü kuvvet” saydığı ve sistemin devamı için vazgeçilmez gördüğü medya, bugün üç gücün çekiştirdiği “ortalık malı”na dönüştürülmüş durumda. Hükümet, sermaye ve asker, açıkça medya üzerinde planlar yapıyor, yön veriyor, yönlendiriyor. Hükümetin yaptıklarına karşı, “basın özgürlüğü” adına karşı çıkmanın bile zorlaştığı günler yaşıyoruz. “Yesinler birbirlerini” demek de mümkün, ama olan yine emekçilere olacak. Siyasi alanda sahte kamplara bölünen halk, okuduğu gazeteler üzerinden bir kez daha bölünecek. Aynı yalanları farklı logolar altında okumak zorunda bırakılacak.
Öncelikle yakın zamanda yaşananlara kısaca bir göz atmakta fayda var. Deniz Feneri Davası’yla ilgili haberler, AKP Hükümeti ile Doğan Grubu arasında esen soğuk rüzgarları fırtınaya dönüştürdü. İşçi gazetesi Evrensel’in 1.5 yıl önce yayınladığı ve o dönem görmezden gelinen yolsuzluk haberlerini bugün birden bire kıymete bindiren gelişmelerin fitili böylece ateşlenmiş oldu. AKP Hükümeti’nin ve onun başı Erdoğan’ın tezi belli: “Doğan Grubu’nun hortumlarını kestik, o yüzden bağırıyorlar”. Bir Başbakan, bir holding patronunu Kasımpaşa jargonuyla tehdit ediyor, “Benden istediklerini açıklarım” diye şantaj yapıyor. Hilton arazisine rezidans yapma pazarlıklarını böyle öğreniyoruz; CNN Türk’ün karasal yayına geçmek için çabaladığını da… Ve kim bilir başka ne istekler, ne pazarlıklar…
BÖYLE MEDYAYA BÖYLE BAŞBAKAN
Aydın Doğan, “Erkeksen açıkla” kıvamında konuşuyor: “Ben Hilton için bir şey istemedim. Ceyhan’da rafineri ruhsatı istedim. Başbakan, Çalık’a söz verdiğini söyledi” diyor. Bir de rafineri ve AKP ile Çalık Grubu’nun ilişkisi de çıkıyor böylece ortaya. Uzun uzun kavgayı ve karşılıklı sözleri aktarmaya gerek yok. Özünde aynı kapıya çıkıyor bütün cümleler. Başbakan sıfatı taşıyan Recep Tayyip Erdoğan, birden bire beklenmedik bir çağrı yapıyor. Yüzde 47’lik oy tabanına sesleniyor: “Bu ülkede medya güvenilirliğini yitirmiştir, kendini bitirmiştir. Onun için, bundan sonra ben de diyorum ki, partinin mensupları olarak yalan yanlış bu haberleri yapan medyaya karşı sizler de kampanyanızı başlatın, sürdürün ve bu gazeteleri evinize sokmayın, almayın. Bu kadar açık konuşuyorum. Hangi dilden anlarsanız o dilden konuşacağız ve biz bu ülkede bu hizmetleri canla başla sürdürürken bir de sizle mi uğraşacağız ya…” Çok söze ne hacet: Böyle medyaya, böyle Başbakan!
Yetmezmiş gibi bir AKP yöneticisi çıkıyor; “Aydın Doğan bir sabah saat 06.00’da uyandırılıp bileklerine kelepçe takılırsa şaşırmam” diyor. Bu açık gözaltı ve tutuklama tehdidini, Aydın Doğan “bu kelepçe basın özgürlüğüne vurulmuş olur” diyerek göğüslemeye çalışıyor. Ama aklında, Sermaye Piyasası Kurulu’nun Doğan Holding’in 1997-2003 yılları arasındaki kağıt ithalatını incelemeye alması var. Burada tespit edilen yolsuzlukların “kelepçeli bir gözaltı”na dönüşmeyeceğinden emin olmak istiyor. Alınırsa da, en azından bunun bir “basın özgürlüğü sorunu” olduğuna kamuoyunu ikna etme gayreti içinde denilebilir.
BİR ZAMANLAR SU SIZMIYORDU
Bugün bunları söyleyen Erdoğan’ın, Başbakanlığının ilk yıllarında Doğan Grubu ile arasından su sızmıyordu. Başbakan, Aydın Doğan’ın her işini görüyor; Doğan Grubu da tüm gazete ve televizyonlarıyla Avrupa Birliği yolundaki “sahte” başarıların borazanlığını yapıyordu. Uzan’ın el konulan televizyonu Star TV de, böyle bir dönemde Aydın Doğan’a verildi.
Aslında Başbakan Erdoğan, bugün Aydın Doğan’a söylediklerini iki yıl önce de söylemişti. Erdoğan’ın şu sözlerine dikkat edin: “Kendi menfaatlerinizin, gayrimeşru menfaatlerinizin önü kesildi diye bu haberleri yaptığınızı millete anlatacağım. Hangi talebiniz geri çevrildi diye bu haberleri yapıyorsunuz? Bunlar çıkacak meydana…”. Söyleyen Erdoğan, kastettiği medya grubu ise Doğan Grubu’ndan başkası değil. Bugün kopan fırtınaya ne kadar benziyor değil mi? Peki sonuç ne oldu? Hiçbir şey. Hiçbir şey ortaya çıkmadı.
Aydın Doğan’ın POAŞ’ta kaçırdığı vergiler sümenaltı edildi, AKP Hükümeti yeniden Doğan’ın gözdesi oldu. 2007’de seçimlere gidilirken, Doğan Grubu’nda AKP yanlısı rüzgarlar esiyordu. Anlaşma sağlanmış, borçlar silinmiş, “gizli pazarlıklar” sonuçlanmıştı. Yeni bir çatışma dalgası bir yıl bile geçmeden geldi. Başbakan’ın deyimiyle “menfaatlerin önü kesildiğinden” midir; Aydın Doğan’ın yaklaşımıyla “ben işadamıyım, elbette taleplerim olacak” zihniyeti henüz sonuç alamadığından mıdır bilinmez, kavga yeniden patladı.
MEDYADA AKP OPERASYONU
AKP Hükümeti’nin bugün Aydın Doğan ile kapışmasının ardında, artık “doğrudan bağlı bir medya” yaratma yolunda attığı adımların da etkisi var. AKP Hükümeti’nin ilk yıllarında büyük medya gruplarından biri olan Uzan Grubu, artık yok. Televizyonunu Aydın Doğan, gazetesini AKP yanlısı bir işadamı aldı. Bir dönem öncesinin “hükümet muhalifi” sayılan Sabah – ATV grubu ise, artık Çalık Holding’in elinde. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Bizim Çalık” diye bahsetiği Ahmet Çalık, holdinginin üst düzey yöneticiliğine Başbakan’ın damadı Berat Albayrak’ı getirmeyi ihmal etmedi. Sabah-ATV grubunun başında da Başbakan’ın damadının kardeşi Serhat Albayrak var. Bunlara, TMSF eliyle AKP yanlılarına devredilen Star gazetesi ile kardeş televizyonu 24’ü de eklemek lazım. Yeni Şafak, Vakit gibi doğal olarak AKP’li gazeteler ile Fethullahçı olduğu bilinen Zaman gazetesi de AKP yanlısı cenahın ağır topları. Bir de, “yandaş medya” ile “karşı medya” arasında tarafsızlaştırılanlar var. Mehmet Emin Karamehmet’in Show TV’sinin ortakları arasında, hükümetin kontrol ettiği TMSF de bulunuyor. Karamehmet de, Pamukbank batışı dolayısıyla hükümete göbekten bağlı. Çatışmanın tarafı değilmiş gibi görünmeye çalışan NTV başta olmak üzere, Doğuş Grubu, hem Aydın Doğan, hem de AKP ile arayı iyi tutma gayreti içinde. Bu yüzden haber kanalı olma iddiasındaki NTV ekranlarında “suya sabuna dokunmayan haberler” ağırlığını artırıyor. Gözünü elektrik özelleştirmelerine dikmiş olan Turgay Ciner’in Kanal 1 ve Haber Türk televizyonları da, şimdilik AKP ile iş pişirme gayreti içinde. Bir yandan gazete çıkarmaya hazırlanan Ciner, Doğan-AKP kavgasını, nasıl nemalanacağını düşünerek izliyor.
“PATRONAJ” NASIL DEĞİŞTİ?
Son günlerde yaşanan gelişmelerin özeti bu. Anlamak için ise, daha eskilere gitmek lazım. Gazeteciliği, gazetecilerin yaptığı yıllarda da bu işler olurdu aslında. Televizyon henüz yoktu. İktidarlar ile gazeteler “kağıt” ve “teşvik” tahsisi üzerine gerilim yaşarlardı. Medyadaki değişim, kavganın niteliğini de değişirdi. Peki, ne oldu medyada, ne değişti? Öncelikle, bugün “patronaj” denilen sahiplerin niteliği değişti. Gazeteci kökenli, servetlerinin kaynağı gazetecilik olan, yayıncılık ile palazlanan gazete patronları, gazetelerini bir bir elden çıkardılar. 1980 sonrası Turgut Özal’ın “İki buçuk gazete yeter” diye yaklaşımını özetlediği bu dönemde, Aydın Doğan başta olmak üzere, pek çok medya patronu ihya oldu.
Sektörün kârlı olmadığını, ama medyayı elinde tutmanın doğal sonucunun kâr olacağını fark eden pek çok sermaye grubu, bu sektörde kendini var etmeye başladı. Örneğin bugün Doğan Grubu bünyesindeki çok sayıda televizyon ve gazete içinde sadece Hürriyet ve Kanal D’nin kâr edebildiğini söylemek, herhalde gerçeği anlamak için önemli bir veri olabilir. Holdingler, “en az bir banka, en az bir gazete” ilkesiyle bu iki alana birden balıklama daldılar. Özellikle 1990’lı yılların ilk yarısı bu iki sektörün yıldızının parladığı yıllar oldu. Mantar gibi çoğalan bankalar ile mantar gibi türeyen gazete ve televizyonlar, her iki sektörde de “şişkinlik” yarattı. Kendi bankasından aldığı kredi ile kendini ihya eden patron tipi, kendi medyası ile gerçeklerin üzerini örtme çabasına girişti. Neredeyse “temiz” bir medya patronundan söz etmenin mümkün olmadığı bir döneme girildi. Dönem dönem aralar bozuldu, çatışan medya grupları birbirleriyle ilgili tüm yolsuzlukları ifşa etseler de, sonunda ara bulundu. Hükümetler ile de yer yer çatışmalar yaşansa da, sonunda anlaşma sağlandı. Sonuçta, kalın bir yalan perdesi ile gerçeklerin üzeri örtüldü.
Medya sahibi sermaye gruplarının değişimi ile paralel gelişen bu süreci, araştırmacı yazar Mustafa Sönmez şöyle anlatıyor: “Orijini medya olan sermayedarlar, finans, sanayi, ticaret, emlak gibi sektörlere de yatırım yaptılar; ya da medya dışındaki sermayedarlar ya yenilerini kurarak ya da mevcutları ele geçirerek/ortak olarak, medya sektörüne girdiler. İletişim ve bilişim teknolojisinin yoğunlukla kullanıldığı bu sektörlerde, yazılı basında tirajlar, ürün çeşitleri hızla arttı, cirolar büyüdü, reklam harcamaları hızlandı ve yazılı-elektronik pazarda etkinlik kuran, daha ileri teknoloji ve işletmecilik uygulayan gruplar, hem satışlardan hem reklam harcamalarından giderek büyük paylar almaya ve sektörde hakimiyet kurmaya başladılar. Bu hegemonya tesisinde, medya dışından edinilen ekonomik kaynakların ve hükümetler üstündeki etkinliklerin ya da hükümetlerle girişilen pazarlıklar sonucu edinilen kaynakların da katkısı büyük oldu.”
HOLDİNGE BAĞLI GAZETECİ ORDUSU
Sadece gazeteler değil, gazeteci tipolojisi de değiştirildi. Basın emekçileri, bilinçli bir politikayla, yüksek maaşlı “medya köleleri” haline geldi. Gazeteler Babıali’den İkitelli’ye taşınırken, sendikayı, basın meslek ilkelerini ve hepsinden önemlisi “basın emekçisi” kimliğini Cağaloğlu’nda bıraktılar. “Maaşa zam, sendikaya elveda” dönemi, dünyayı kendi etrafında döndüren ve hatta patron istediğinde onun etrafında döndüren hilkat garibesi medya yöneticileri ve yazarları yarattı. Gazete ve televizyonların “kamusal alan” sayıldığı, “kamu yararını gözeten kurumlar” olduğu sözleri, kimsenin yüzüne bakmadığı ders kitaplarında kaldı. “Editoryal bağımsızlık”, “tarafsızlık”, “angaje olmama” gibi kavramlar, sadece tarafını emekten yana belirleyen gazeteleri eleştirmek söz konusu olduğunda hatırlanır oldu. Çünkü, bu dönem işçi ve emekçilerin kendi basın organlarını yaratma yolunda ilk ciddi adımları attığı bir dönemdi.
Plazalarda lüks odaların sayısı artıkça, on binlerce doları bulan maaşların “sadece bir yazı ya da haber için ödenmeyeceği” gerçeği de belirginleşti. Gazeteci ve köşe yazarları, artık sadece “iş”leri ile değil, “iş takibi” ile de patronlarına hizmet eder hale getirilmişti. Bu durum, kuşkusuz yayınların içeriğinde de ciddi bir deformasyona yol açtı. Habercilik ve fikir üretiminin yerini eğlence ve magazin sosuna bulanmış “tetikçilik” aldı. Holding patronları, bağlı medyaları birer silah, basın çalışanlarını ise asker gibi görmeye başladılar. Öyle ki, ortaya balıkçı muhabbetinde kulak misafiri olduğu sohbeti, hemen Başbakan’a yetiştiren bir sözde “gazeteci” tipi çıkıverdi. İspiyonlanan Doğan Grubu’nun iki ünlü yazarı, ispiyonlayan, geçmişte Doğan’da da çalışmış, bugün Sabah-ATV grubunda görevli üst düzey bir yöneticiydi. Ve bu kişiliklere verilen on binlerce dolar maaş ile adının önündeki “gazeteci” sıfatının hiçbir ilgisi yoktu. Bağlı olduğu holdingin çıkarları için “aklını ve fikrini satan” bu eratın dışında kalan bir avuç gerçek gazeteci ve samimi yazarlar için ise, zorlu bir süreç başladı. Sıklıkla gazete değiştirmek, kovulmak ya da istifa etmek; hatta “gazeteciliğe küsüp bir köşeye çekilmek” sık rastlanır durumlar oldu.
“Patronaj” diye tabir edilen gazete yöneticileri, artık köşe yazarlarına “ne yazacakları, nasıl yazacakları” konusunda brifing verdiklerini gizlemez hale geldiler. Bu öylesine meşrulaştı ki, örneğin Sabah Grubu yazarlarından Hıncal Uluç, yeni patronu Ahmet Çalık’ı köşe yazarları ile toplantı yapmaya çağırdı. Ne garip tesadüftür ki; Ahmet Çalık’ın köşe yazarları ile toplantı yaparak “ne istediğini” anlattığı günlerde, Aydın Doğan da kendi yazarlarıyla toplantı yapıyordu.
Bu toplantıların “masum” yemekli tanışma toplantıları olduğunu düşünmek, en hafif deyimle saflık olur. Amacını ve sonuçlarını görmek için ise, her iki grubun gazetelerindeki köşe yazılarına bakmak yeterli.
ASKERDEN UYGULAMALI MEDYA DERSLERİ
Yine garip bir tesadüf olsa gerek (!), medya ile hükümet arasındaki söz düelloları arasında, yeni Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, gazete ve televizyonlara ayrı ayrı brifingler verdi. Sert bir üslup kullanan, sorumsuz haberleri eleştiren ve medyayı açıkça askerin yanında saf tutmaya çağıran Başbuğ, bundan sonra haberleri yakından takip edecekleri uyarısı yapmayı da ihmal etmedi. Gazetecilik üzerine dersler veren ve Genel Yayın Yönetmenleri’nin de üzerinde birilerinin olduğunun altını kalın harflerle çizen Orgeneral Başbuğ, Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi ile yakın ilişki halinde, haberlere müdahale edeceğini de söyledi. Başbuğ’un, bazı gazete ve televizyonların neden davet edilmediğine ilişkin açıklaması da oldukça manidardı: “Basın Konseyi ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin Basın Meslek İlkelerine uyan gazete ve televizyonları çağırdık.” Erdoğan-Aydın Doğan kavgası arasında gündeme fazla gelmeyen bu brifingte, Başbuğ, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyaset yapacağını da açık bir dille söyledi.
Aslında, Türkiye’de medya alanında yaşanan tekelleşme ve hükümet müdahalesi kadar, hatta ondan daha büyük bir tehlikenin göstergesiydi bu brifing. Tekseslilik. Hem tekelleşme, hem hükümet yanlısı medya gayretleri, hem de askerin açık müdahalesinin ortaklaştığı temel nokta da bu olsa gerek. Sonuçta, ayrı gibi görünen üç ayrı kuvvet, farklı gibi görünen, hatta çatışan medya grupları, demokrasi, emek, barış, bağımsızlık söz konusu olunca, kolayca aynı noktada birleşebiliyor. Daha doğru bir ifadeyle, burjuvazinin ortak çıkarları söz konusu olduğunda aralarında bir nokta kadar bile ayrım kalmıyor. Yazı boyunca sözünü ettiğimiz Hilton’muş, POAŞ’ın vergi borçlarıymış, o grupmuş bu grupmuş; tümü, tüm çatışmalar, sermayenin çıkarları söz konusu olduğunda tamamen anlamsızlaşıyor.
AYNILAR AYNI YERE
Örgütlenme hakkını kullandığı için işinden atılan işçiyi, ne birinde ne öbüründe göremiyorsunuz. Kürtler anadilde eğitim için birçok kentte on binlerce kişinin katılımı ile mitingler yapıyorlar, esameleri okunmuyor. AKP’nin kapatılma davası günlerce manşetlerden düşmezken, DTP hakkındaki dava, kendine iç sayfalarda güçlükle yer buluyor. AKP için demokrasi havarisi kesilen, “parti kapatma demokrasiye aykırı” diyen köşe yazarları, söz konusu olan DTP olunca sus pus. Özelleştirmelere, toplusözleşme süreçlerine, artık yama tutmayan ekonomiye, memleketin dört bir yanından fışkıran yoksulluk haberlerine gelince, medya bir bütün halinde, aynı “tekses”i çıkarıyor. Gündelik siyasetin hay huyunu bir kenara bıraktığımızda, önümüzde tek bir medya, tek bir ses kalıyor. İster literatürdeki ifadesiyle “burjuva medya” deyin, ister yaygın popüler söylemle “holding medyası”, hepsinin aynı gücün tetikçisi olduğunu daha kolay görebileceğimiz günlerdeyiz.
Tüm bu süreç, bize “Türkiye’de gazetecilik bitmiştir” dedirtse de, tüm tarihi referanslarını tüketerek miadını dolduranın burjuva gazetecilik olduğunun bilincinde olmamız gerekir. Burjuvazinin devrimci çağında önemli bir işlev üstlenen gazeteler, bugün gericiliğin, emek ve halk düşmanlığının odağı durumunda. Ama, şanslıyız, halkın bir seçeneği var. Bu gürültülü teksesliliğin ve kayıkçı dövüşünün karşısında, yeni bir basın odağının güçlendiği, geliştiği günler yaşıyoruz.
İşçi basını her geçen gün güçleniyor, büyüyor, gelişiyor. Evrensel, 14. yılında emin adımlarla ilerliyor. Birkaç ay sonra halkın televizyonu Hayat, birinci yılını kutlayacak. Hukuksuzca yöneltilen kapatma saldırısını püskürten Hayat’ın sahipleri, onu çok daha ilerilere taşımaya da hazır. Uzunca süre küçümsenen, gazetecilik dışı sayılan “işçi muhabirliği”, “halk gazeteciliği” kavramları, şimdi “yurttaş gazeteciliği” gibi yumuşatılmış bir literatürle gazeteciliğin kurtuluş reçetesi olarak sunuluyor. “Bağımsız Medya” konferanslarında, alternatif basın organlarının yanı sıra, habere konu olanların haberi ürettiği “hiyararşik olmayan” site, blog gibi modern haber ağlarının önemine dikkat çekiliyor.
İşçi sınıfı ve emek haberciliği ise, kendi dışındaki tüm bu tartışmaları izliyor, ama kendi doğru yolunda ilerliyor. İşçi havzalarında, fabrikalarda, halkın arasında, mahallelerde, hastanelerde, okullarda kendi muhabir ağını yaratarak, yeni gazeteciliğin belirgin bir örneğini sunuyor. Halktan yana basın organları da son dönemde gelişme eğiliminde. Birgün gazetesi beş yılı geride bıraktı bile. Çok daha uzun bir deneyime sahip olan, fakat son aylarda sürekli kapatmalarla boğuşan Alternatif-Gündem çizgisi inatla yayınını sürdürüyor. Bunlara, Yol TV, Dem TV gibi muhalif içerikli bazı Alevi kanallarını, ülkenin dört bir yanına dağılmış muhalif radyoları, pek çok yerel gazeteyi, irili ufaklı onlarca dergiyi, yayınevlerini, haber ağlarını, internet sitelerini eklediğinizde, ortaya hiç de küçümsenmeyecek bir basın-yayın odağı çıkıyor. Sermayeyle, hükümetle, askerle tek bir göbekbağı olmayan, tamamen halka ait ve halkın yanında bir odak. Öyleyse, bu kayıkçı dövüşünün tarafı, hatta izleyeni olmaktan öte yapacak çok fazla işimiz var.
NELER YAPILABİLİR?
Atılacak adımları iki yönlü olarak düşünmek gerekli. Öncelikle, bu kurumların kendi arasında bir dayanışma ve işbirliği geliştirilmesinin önünü açacak adımları atmalıyız. Ortak haber ajansı ya da ortak medya alanları yaratmak da mümkün, ama belki, bu hedefe ulaşacak bir mesleki dayanışmayla işe koyulmak gerekiyor. Farklı yayın organlarının haber ağlarını ortak kullanıma açmak, üretilen haberlerin kullanımı konusunda ulaşma ve telif gibi sorunları ortadan kaldıracak düzenlemeler yapmak mümkün. Elbette, öncelikle günlük gazeteler ve Hayat Televizyonu’nun olanakları ve yoğun üretimleriyle başı çekmesi gerekiyor. Sonrasında irili ufaklı pek çok çevrenin, çevrecilerden kadın örgütlerine, farklı muhalefet kesimlerinin ortaklaşabileceği haber ağlarını planlamak yerinde olur. Haber örgütlenmesi ve ortak haber ağlarının yaratılmasını, mutlaka gazetelerin dağıtım, televizyonların frekans sorunlarıyla ilgili ortak politikalar geliştirmesi izleyebilir. Hatta, mali sorunların giderilmesi konusunda (reklam sponsorluk vb..) bile, pek çok ortak adımın atılması neden mümkün olmasın? Tüm bunlar ve yeni başka adımlar kuşkusuz tartışılabilir. Ama, basın kurumları arasında atılacak bu ve benzeri adımlardan çok daha önemlisi, “aidiyet” tarifi yapılan kesimlerin kendi medyalarına sahip çıkması olacaktır. Emek ve halk medyasının gerçek sahibi olan geniş yığınların ve onların örgütlerinin, hiç değilse “sermaye sınıfı” kadar araçlarına sahip çıkması gerekir. Başta sendikalar ve meslek örgütleri olmak üzere, emek, barış, demokrasi savunucusu ve gücü durumundaki siyasi partilere ve her türden kitle örgütlerine büyük görev düşüyor. Tamamen holdinglerin eline geçmiş hakim medyaya karşı, ancak işçilerin, emekçilerin yoğun sahiplenmesi ile güçlü bir karşı çıkış örgütlenebilir.
Nasıl ki, AKP – CHP arasında sıkışıp kalmış siyasi kısırlığa karşı en geniş halk muhalefetini örgütleme göreviyle karşı karşıyaysak; burjuva medyanın çürümüş saltanatına karşı da en geniş medya ortaklığını kurmak zorundayız. Milyonlarca okuru-izleyicisi, on binlerce muhabiri, sayısız maddi destekçisi olan yepyeni bir medya cephesinin nasıl örüleceği, bugün önümüzde duran önemli bir sorun. Evet, geniş bir halk cephesinin bir parçası olarak önümüzde duran devasa bir sorun, ama çözüm olanakları da bir o kadar büyük.
Holding medyasının sınıf karakteri tüm çürümüşlüğü ile ortada. Öyleyse, sınıfa karşı sınıf… Sermaye medyasına karşı halkın medyası…