anayasalar ve sınıf mücadelesi

 

 

12 Eylül askeri faşist cuntası tarafından yapılan ve cunta koşullarında halka kabul ettirilen 1982 Anayasası’nın, artık toplumun ihtiyacını karşılamadığı, yeni bir anayasanın yapılması gerektiği uzun süredir dile getiriliyordu. İşçi ve emekçi yığınlar, yürüttükleri demokrasi mücadelesinde, özellikle kendilerini ilgilendiren ve mücadelelerini anayasal ve yasal sınırlarla boğan darbe anayasasına karşı değişim isteğini zaten dile getiriyorlardı. Burjuva liberal çevreler ve sermaye örgütleri de, kendi cephelerinden, yeni bir anayasanın gerekliliğini dile getirmişler, “demokratikleşme adımı” olarak kendi anayasa taslaklarını hazırlatmışlardı.

AKP Hükümeti de, özellikle cumhurbaşkanlığı krizinin gündeme gelmesi ile birlikte yeni anayasa ihtiyacından sıkça söz eder olmuş, bir akademisyenler grubunu yeni bir anayasa metni hazırlamak üzere görevlendirmişti. Bugün artık tüm politik parti ve eğilimler yeni bir anayasa tartışması içerisindeler ve kendi cephelerinden istek ve önerilerini, taleplerini dile getiriyorlar, anayasa tartışmasına bir biçimde katılıyorlar. Bu tartışmalar, AKP’nin taslağını kamuoyuna açması ile birlikte daha da yoğunlaşacak ve ülkenin politik gündeminde anayasa sorunu çok önemli bir yer tutacak.

Yeni anayasa nasıl bir anayasa olacak ve hangi sorunu çözüme bağlayacak? Genelde anayasalar ve anayasa niteliğindeki metinler nasıl ortaya çıkarlar ve neleri karar bağlarlar? Kuşkusuz bu yazıda anayasa tartışmalarını tüm yönleri ile –teknik hazırlık, maddeler, anayasa hukuku vb. açısından bunu hukukçular ve tartışmaya katılanlar yapacaktır– değil, sınıf mücadelesini ilgilendiren boyutu ile ele alıp irdelemeye çalışacağız. Çünkü bu niteliği ile sorun doğrudan sınıf mücadelesini ve politikayı ilgilendirmektedir.

Konunun ayrıntılarına girmeden önce, sınıf mücadeleleri açısından anayasa tartışmalarının özünü oluştururan bir soruyu sormak ve bu soruyu yanıtlamak gerekir? O temel soru şudur: Anayasalar toplumda tartışılan herhangi bir sorunu çözüme mi bağlarlar, yoksa toplumun bir çözüme bağladığı sorunları temel bir yasa halinde güvenceye alan metinler midir? Bu soruya tarihsel materyalizm ve sınıf mücadeleleri cephesinden verilmesi gereken yanıt şudur: Anayasalar toplumun –sınıf mücadelesinden geçerek– ulaştığı çözümleri, temel yasalar haline getiren metinlerdir.

Toplumda çözülmeyen sorunları çözmeye yönelmek değil, ama ulaşılmış çözümleri, en azından toplumda o anda oluşan yeni güç dengelerine dayalı olan ara çözümleri anayasa maddeleri düzeyine yükseltmek, toplumu yönetmenin genel ilkeleri haline getirmek, devletin işleyişinin kurallarını belirlemek anayasaların temel içeriğini –bu durum aynı zamanda devletin alacağı biçimi de doğrudan şekillendirir– oluşturur. Yoksa anayasalar toplum tarafından olumlu ve olumsuz bir çözüme kavuşturulamamış sorunları çözüme kavuşturmazlar, bu anlamda sorunları çözen sihirli metinler değillerdir. Egemen olan kendi anayasasını da hazırlar, yürürlüğe koyar. Bu söylenenleri tek cümlede şöyle de özetleyebiliriz: Anayasalar toplumun o andaki fotoğrafını çeker ve bize verirler. Bundan ne eksik, ne de fazla!

Bu nedenle, yeni bir anayasa yapılırken, ortaya çıkabilecek anayasanın karakterini saptamak için, o günkü topluma, sınıf mücadelesinin durumuna, güç ilişkilerine bakmak, toplumun o an verdiği fotoğrafı iyi okumak gerekir. Ancak toplumlar ve sınıf mücadelesi –bundan sadece emek ile sermaye, burjuvazi ile işçi sınıfı anlaşılmamalı, toplumun diğer sınıf ve tabakaları, sermaye ve egemenler içindeki farklı kesimler vb. arasındaki mücadele de anlaşılmalı–  söz konusu olduğunda, bu “fotoğraf”ın durağan bir kare olmadığını, sürekli değişmeye ve gelişmeye açık olduğunu sanırız ayrıca vurgulamak gerekmiyor. Her anayasa daha yapıldığı andan itibaren eskimeye yüz tutmaya başlar ve gelişen toplum, ilerleyen sınıf mücadelesi, anayasada yansımış olan fotoğrafın yenilenmesini talep eder. Toplumda güç sahibi olan yeni aktörler fotoğraf karesinde yer almak ve etkili olmak isterler. Bu açıdan anayasalar ile sınıf mücadelesi arasındaki ilişkiyi yazının ilerleyen bölümlerinde açıklamaya çalışacağız ve bu fotoğrafın nasıl çekildiğini dünya ve ülke tarihinden örnekler vererek göstermeye çalışacağız.

      

MAGNA CARTA’DAN İNSAN HAKLARI BEYANNAMESİNE, SENED-İ İTTİFAK’TAN GÜNÜMÜZE

Tarihte modern anayasaların temeli sayılan ilk metin, Magna Carta’dır. Büyük ferman anlamına gelen Magna Carta, İngiltere’de, 1215’te, Kral John ile büyük toprak sahipleri olan soylular arasında imzalanmıştır. Bu ferman, soyluların kendi rızaları olmadan kralın onlardan vergi alamayacağını, can güvenliklerini vb. hükme bağlar. Yani kralla soylular arasında yapılan bir anlaşmadır. Kralın yetkilerini soylular ve din adamları lehine sınırlar. “Hiç kimsenin, ülke kanunlarına göre yasal şekilde yargılanıp hüküm giymeden tutuklanmayacağı, hapsedilmeyeceği, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacağı” gibi maddeler, feodal soyluların kendilerini, mallarını ve mülklerini güvenceye almak için krala dayattıkları ve kabul ettirdikleri maddelerdir. Bu madde, aynı zamanda mülkiyet sahibi sınıfın mülkiyetini güvenceye alması ile, sonraki sınıflı toplumların da değişmez kurallarından birisi olmuştur. Olup bitenin anlamı şudur ki; kralla feodal soylular arasında bir mücadele olmuş, bunun sonucu olarak, kral soyluların bazı haklarını kabul etmek zorunda kalmış, ve ortaya, bu durumu belgeleyen ilk “anayasa benzeri metin” çıkmıştır.

Yüzyıllar sonra, feodal sistem içerisinde gelişip güçlenen soyluluğa ve feodal sisteme karşı mücadele eden burjuvazi, kendini tüm toplumun önderi ve çıkarlarının savunucusu olarak tanımlamış, giderek iktidarı bir devrimle ya da tedricen ele almıştır. Eski feodal düzene karşı burjuvazinin önderliğinde gerçekleştirilen 1789 Büyük Fransız Devrimini’nin şiarı, özgürlük, eşitlik ve kardeşliktir. Burjuva sınıf üretimini rahatça sürdüreceği toplumsal koşullara ihtiyaç duymakta, feodal toplumun dar ve parçalanmış yapısı, kişisel bağımlılık ilkesi, kapitalizmin gelişimine, serpilip güçlenmesine engel olmaktadır.

Kapitalist, iş gücünü bir meta olarak pazarda serbestçe satabilecek “özgür bireyler”e ihtiyaç duymaktadır. Feodal toplumun serfi, toprak sahibinin malıdır, kişiye ve toprağa bağlıdır ve yerini değiştiremez, iş gücünü serbestçe satamaz vb. Ancak toprak beyine çalışabilir ve kalan zamanda da kendine ayrılmış topraklarda geçimini sürdürmek için çalışabilir. Bu durum, üretim için “özgür emekçiye” ihtiyaç duyan burjuvazi açısından kabul edilebilecek bir şey değildir. Burjuvazi özgürlük bayrağını çeker ve tüm toplumun öncüsü olduğunu ilan ederek, toplumu ve bireyleri özgürleştirme mücadelesine atılır. Feodal baskıdan ve sömürüden bunalmış geniş halk yığınları burjuvazinin bu çağrısına kayıtsız kalmazlar ve feodal sistemin kökü kazınır. Bu, büyük bir tarihsel ilerlemedir.

Artık insanın insana kölece kişisel bağımlılığı, yani feodal bağımlılık ortadan kalkmış, tek bağımlılık ilişkisi olarak, modern burjuva toplumun ekonomik bağımlılık ve çıkar ilişkileri egemen hale gelmiştir. Sermaye, burjuvazi artık “özgürleşmiş” insanlarla, onları ücretliliğin kölesi yapacak “özgür iş sözleşmesi”ni rahatça yapabilir olmuştur. Bundan sonra, artık tek bir bağımlılık ilişkisi vardır: Tüm bireyler ve toplum, sermayeye ve onun çıkarlarına –bugün her olayda piyasalar ne der sorusunun sorulmasının nedeni de budur bağlanmıştır. “Değişim ilişkisi” burjuva toplumun temel ilişkisi haline gelmiştir ve burjuvazi, bu ilişkiyi, hem modern devletin temeli olarak, hem de evrensel insan hakları olarak tanımış ve güvence altına almıştır.

Burada da olan biten şudur ki; modern burjuva toplumun temeli, alt yapısı kapitalist ilişkiler tarafından oluşturulmuş, burjuvazi de, burjuva toplumunun bu yapısını, hem kendi devletinin, hem de genel olarak insan haklarının temeli olarak tanımıştır. Yeni devlet, burjuva toplumun ürünü ve sermayenin egemenlik ve yönetim aygıtıdır. Bu toplumun temel belgesi olan anayasalar ve yasalar da burjuvazinin sınıf egemenliğini güvence altına almıştır. Yani sonuçlanmış sınıf mücadelesi, kendi yansısını ve sonucunu anayasal belgelerde dile getirmektedir. Zaman zaman yanlış bir biçimde dile getirilen, anayasaların, toplumla devlet arasında bir “sözleşme” olduğu yolundaki görüşler, devletin sınıf mücadelelerinin ürünü olarak toplumun içinden çıktığı ve egemen olan sınıfın egemenlik aygıtı olarak toplumun üstünde yer aldığı gerçeğini perdelemekte, toplumun devlete gönüllü olarak itaat ettiği fikrini yaymaktadır.

Kuşkusuz, tarihte ve toplumda olup bitenler, burada kısaca özetlenmeye çalışıldığı kadar yalın ve açık seçik değildir. Sınıfların mücadelesi, pek çok ara biçimi ve çözümü de gündeme getirmiş, bu biçimler, bazen burjuvazinin çeşitli kesimleri arasındaki mücadelenin damgasını –büyük, küçük burjuvazi, büyük burjuvazinin çeşitli kesimleri vb. taşımış, bazen de devrim ve karşı-devrim arasındaki dengeyi yansıtmıştır. Ama bu biçimler geçici olmuş, ağır basan taraf, kendi egemenliğini ve damgasını devlete ve anayasaya vurmuştur.

Burjuvazi, emperyalizm dönemi ile birlikte, serbest rekabetin son dönemlerinde iyice görür hale gelen gericileşmesini sürdürmüş, emperyalist dönemin anayasaları, “güvenlik ve terör” bahanesi ile emekçi sınıflara karşı daha da zırhlandırılmış, devletler, emperyalist sistemin yeni ihtiyaçları temelinde yetkinleştirilip güçlendirilmiştir. Örneğin Avrupa’da bazı ülkeler tarafından reddedilen AB Anayasası, emperyalist tekelci sermayenin istek ve arzularını en ileri düzeyde gerçekleştiren, neo-liberal saldırıları temel hükümler haline getiren bir anayasa olma özelliğini taşıyordu.

Buradan da açıkça anlaşılacağı gibi, anayasalar, donmuş ve değişmez metinler değillerdir. Yönetici sınıfın değişen ihtiyaçlarına göre ya da alt sınıfların baskısı sonucu değişebilirler, toplumda oluşan yeni güç ilişkilerini yansıtırlar. Yukarıda verilen örnekler, bu durumu yeterince kanıtlamaktadır. Ancak tarihte sadece egemen sınıfların egemenliklerini pekiştiren ve güvenceye alan anayasalar bulunmamaktadır. Sömürüye ve ücretli kölelik düzenine karşı mücadele eden işçi sınıfının da kendi anayasaları olmuştur. Bu durumun ilk örneği Paris Komünü olurken, Rus işçilerinin Ekim Devrimi ile kurdukları yeni işçi devleti de, sınıfsız topluma doğru ilerlemek için kendi anayasasını yapmış ve iktidarını güvence altına almaya çalışmıştır.

1871’de Paris’te bir ayaklanma ile iktidarı alan işçiler ve onları destekleyen emekçi kitleler, bütün yönleriyle belirlenmiş bir anayasa olmasa bile, ilk işçi anayasasasının temel hükümleri sayılabilecek kararlar almışlardır. Komün, mevcut orduyu ortadan kaldırmış, yerine silahlanmış halkın gücünü koymuş, memurların seçimle işe başlamasını ve yüksek ücretler almamasını karar altına almış, halkın temsilcilerinin seçilmek gibi, görevden alınmasını da halkın kararına bağlamış, fırıncıların gece çalışmasını yasaklamış, kadın ve çocuk emeğinin istismar edilmesini önlemiş, devleti ve kiliseyi birbirinden ayırarak laikliği uygulamış, genel eğitimi başlatmıştır. Bütün bunlar, anayasa hükmündeki kararlardır; ve tarihte ilk kez, sömürenler değil, sömürülenler ve ezilenler, kısa bir süreliğine ve Paris’le sınırlı da olsa iktidarı almışlar, sömürülen ve ezilen sınıfların talep ve isteklerini yönetim ilkesi durumuna yükseltmişlerdir.

1917 Büyük Ekim Devrimi ile birlikte, tarihte ilk kez, işçi sınıfı, eski sömürücü sınıfları devirerek kendi iktidarını tüm ülke çapında kurmuş, yeni işçi iktidarı, işçi sınıfının özgürce gelişiminin önündeki tüm engelleri kaldırmış, çeşitli milliyetlerden Sovyet halklarının eşitliğini güvence altına almıştır. İşçi sınıfı, ilk kez ve uzun süreli iktidara gelerek, sömürücü üst sınıfları tasfiye etmiş, insanın insan tarafından sömürülmesine son vermiştir. Bu dev tarihsel adımlar, önce 1924 Anayasası ile güvence altına alınmış, ardından 1936 Anayasası gelmiştir. Dünyada bugüne kadar yapılmış en demokratik anayasa, kuşkusuz 1936 Anayasası’dır. Bu anayasa, sadece içerdiği demokratik hükümleri, sınıfsız topluma doğru yürümenin yollarını sonuna kadar açması ile değil, yapılış süreci ile de tektir. Çeşitli milliyetlerden Sovyet emekçileri, tartışarak, eleştirerek, yazarak, fabrika, işyerleri, okullar, mahalleler vb.’nde toplantılarla, buralarda oluşturulan öneriler, alınan kararlarla ve sonunda oylayarak, bu anayasanın yapılışının tüm süreçlerine katılmıştır. Bu anayasa, genel niteliği itibari ile sosyalist toplumun ulaştığı gelişim aşamasını yansıtırken, sosyalist kazanımları da güvence altına alan ve geliştiren bir özellik taşıyordu. Sosyalizm ve işçi iktidarı emperyalist kuşatma altında yıkılsa da, ilk kez, sömürüden kurtulmuş işçi sınıfının kurmaya çalıştığı, insanın kendi kendisinin efendisi olmasını sağlamaya çalışan bu yeni uygarlık, geriye derin ve kalıcı izler bıraktı.

 

TÜRKİYE’DE TARİHSEL GELİŞME

Türkiye’de, Osmanlı İmparatorluğu dönemi de dahil olmak üzere, anayasaların tarihi, çok eskilere gitmez. Padişahın sarsılmaz ve tek olan otoritesine karşı, ilk anlaşma sayılabilecek belge, Sened-i İttifak’tır. 1808 Ekim’inde ayanlar –dönemin büyük beyleri ile yapılan uzlaşmanın sonucu olan bu belgeye göre, ayanlar yerel büyük beyler de diyebiliriz merkezi otoriteyi –padişahı tanıdıklarını –iç ayaklanmalarla padişahın otoritesi sarsılmıştır kabul ederler; buna karşılık, kendi hanedanlıklarını, mallarını mülklerini güvenceye alan maddeleri padişaha kabul ettirirler. Halk, vergilerle fazla ezilmemesi tavsiye edilen “fakir, fukara” olarak, bu anlaşmanın önemsiz unsurları arasında yer alır ve ayanın aşırı vergilerle onları bunaltmaması istenir. 1839’da başlayan Tanzimat Dönemi’nde bazı ”modernleşme” hareketleri vardır ve padişahın, özellikle Müslüman olmayan halkların haklarını güvenceye almasına yönelik küçük adımlar atılır. 1856’da yayınlanan Islahat Fermanı’yla, bu adımlar devam ettirilmeye çalışılır.

1876’da ilan edilen 1. Meşrutiyet ve 1876 Anayasası Kanun-i Esasi–, ilk yazılı anayasal metin olarak kabul edilmektedir. Padişahın tek otorite olmasını güvence altına alır ve il yönetimlerinde bazı değişiklikler yapar. Hatırlanacağı gibi, ilk Meclis-i Mebusan’ın kendisi gibi, bu anayasa da kısa sürede rafa kaldırılmıştır. Padişahlığa karşı, 1905 Rus Devrimi ve dönemin diğer ayaklanmalarının da etkisiyle Osmanlı İmparatorluğu’da gelişen hareketler sonucu, 2. Meşrutiyet 24 Temmuz 1908’de ilan edilmiş, meşruti monarşi denebilecek bir yönetim biçimine geçilmiştir.

Bu değişikliklerin kökeninde, toplumsal ilerleme ve burjuvazinin kısmen gelişmesi, Batı ve bazı Doğu ülkelerindeki halk hareketlerinin yansımaları bulunmaktadır. Anayasal düzeyde yapılan her değişiklik, ileriye doğru atılan her adım, toplumun değişen yapısına karşılık düşmektedir.

1. Dünya Savaşı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bu savaştan yenilgiyle çıkmasının ardından Ulusal Kurtuluş Savaşı başlar ve bu dönemi karakterize eden anayasal metin olarak, 1921 Anayasa’sı –Teşkilat-ı Esasiye Kanunu kabul edilir. Anayasa uzmanlarının genel kanısına göre, bu anayasa, Türkiye’de şimdiye kadar yapılan en demokratik anayasadır. İlk toplanan Meclis tarafından kabul edilen bu anayasa da, “Türk devleti”nden değil Türkiye devletinden, “Türkler”den değil Türkiye’den söz eder. Devlet başkanı yoktur ve Meclis hükümeti tanınır. Bu anayasa, işgal koşullarında ve tüm halkın –Türk, Kürt ve diğer unsurlarmücadeleye katılmasını öngören bir yaklaşımla hazırlanmıştır ve bu yaklaşımı, o anda toplumun içinde bulunduğu durumu resmetmesiyle gerçekçi bir anayasadır.

1924 Anayasası, savaşın kazanılmasının ardından yapılmış ve 1921 Anayasası’nı kaldırmıştır. Milliyetçi bir anlayışla yapılan bu anayasa, “Türklük” tanımını ve onun haklarını anayasaya sokmuş, “altı ok” umdeleri anayasa maddesi haline gelmiştir. Bu anayasa, yeni kurulan cumhuriyet’in, kendisini Türk milliyetçiliği temelinde inşa etmesinin anayasası olarak da kabul edilebilir ve anayasa hukukçularının deyimi ile “katı ve otoriter” bir içeriği bulunmaktadır. 24 Anayasası, yeni kurulan Cumhuriyet’i kurumsallaştırmayı, yeni gelişen burjuvaziyi palazlandırmayı hedefler. Bu anayasa, 1960 askeri darbesine kadar yürürlükte kalmıştır.

1961 Anayasası ’60 darbesinden sonra yapılmış, 24 Anayasası’nı kaldırmıştır. ’61 anayasası, genel toplumsal uyanışın üzerine gelmiş, bir taraftan bu uyanışa dayanıyor görünürken, asıl olarak, onu kontrol altına alma ve sınırlamanın çerçevesini çizmiştir. 1982 Anayasası ise, faşist askeri darbe sonucunda, cunta koşullarında yapılan bir anayasadır. Bu anayasanın karakterini, ünlü iki cümle ile belirlemek olanaklıdır. Birinci cümle, dönemin ABD Başkanı Reagan’a aittir ve darbeyi yapanları “bizim çocuklar” olarak tanımlamaktadır. İkinci cümle ise, dönemin TİSK Başkanı Halit Narin’e aittir ve “gülme sırası artık bizde”dir. Özetle ifade edecek olursak; halk hareketi yenilmiş, işbirlikçi egemen sınıflar, bağımlılığı ve faşizmi yansıtan, sermayenin önünü sonuna kadar açan, bunalımın tüm yükünü işçi sınıfı ve emekçi halkın sırtına yıkan “anayasal bir düzen” kurmuşlardır.

 

BUGÜNKÜ DURUM VE ANAYASA TARTIŞMALARI

12 Eylül’ün kurduğu faşist gerici devlet yönetiminde ilk gedikler, işçilerin ’80’li yılların ortalarından itibaren girdikleri mücadele ile açılmaya başlamıştır. İşçi hareketi “Bahar Eylemleri” ile doruğuna ulaşmış, diğer emekçilerin hareketine de alan açmıştır. Kamu emekçisi memurlar kendi talepleri ile hareketlenmişler, yükselen mücadele fiili haklar elde ederek ilerlemiştir. İşbirlikçi egemen sınıflar, arada kendi cephelerini toparlamaya çalışan ataklar yapmışlarsa da –sürgün sansür kararnameleri, 28 Şubat vb.–, 12 Eylül Anayasası, artık topluma “dar gelmeye”, dikilen elbisenin dikişleri patlamaya başlamıştır. Bu dönemin diğer karakteristik özelliklerinden birisi de, çeşitli kanatları ile dinciliğin –radikal, liberal vb.– gelişmesidir.

Bütün bu mücadelelerin bir anayasa tartışmasını gündeme getirmemesi beklenemezdi. İşçi ve emekçiler zaten yıllardır gerici faşist yasa ve uygulamalara karşı mücadele etmekte, demokrasi ve özgürlük talep etmekteydiler. Bu hareketlenmeden endişelenen ve kontrolü ele almak isteyen sermaye kesimleri de, zaman zaman AB ilişkilerini de gündeme getirerek, değişiklik talep etmeye başladılar. Onların istediği, “küreselleşme ve globalleşme çağına” ayak uyduran bir “TÜSİAD demokrasisi” idi. Bugün artık özellikle burjuva liberal çevreler başta olmak üzere, pek çok çevre, şu görüşü daha yüksek sesle dile getirmektedir: “1982 Anayasası artık hızla gelişen ve değişen topluma dar gelmekte, ‘modern Türkiye’nin ihtiyacını karşılamamaktadır.’ Yeni bir anayasa yapılmalı, toplum rahatlatılmalıdır.” Eğer durum böyleyse, bugün hazırlıkları yapılan yeni anayasa çalışmalarının gerçekte neyi ifade ettiğini ve hangi sorunları çözüme bağlayacağını doğru saptamak gerekir.

Öncelikle, bugün anayasa tartışmalarının nereden çıktığını, farklı mevzilerde duruyormuş gibi görünen güçlerin gerçek niteliğini olanca açıklığı ile belirlemek gerekiyor. Anayasaların çözüme bağlanmış sınıf mücadelelerinin sonuçlarını yansıtan politik metinler ve egemen sınıfın temel yönetim ilkelerini yansıttıklarını, yazının önceki bölümlerinde açıklığa kavuşturmaya çalıştık. Bugün, yöneten ve yönetilen sınıflar arasında büyük bir hesaplaşma mı yaşanmakta, yönetilenler –işçi sınıfı ve emekçi halk kitleleri– yöneten sınıfa –işbirlikçi tekelci burjuvazi– kendi taleplerini zorla kabul ettirmeye mi çalışmaktadırlar? Ve bugün demokratik bir anayasa olanaklı mıdır?

Bugün ülkede böyle bir durumun olmadığı görülmekte ve bilinmektedir. Ülkede büyük bir alt-üst oluş durumu, sınıflar arasında az-çok bir denge durumu ya da emekçi sınıfların ağır basarak devrimci bir anayasa yapma güçleri şimdilik bulunmuyor. İşçi sınıfının ve emekçi halkın, işbirlikçi egemen sınıfa ve onun gerici yönetimine karşı bir mücadelesi olsa da, bu mücadelenin egemen sınıflara yeni bir anayasa yaptıracak, işçi ve emekçi kitlelerin hak ve özgürlüklerini kabul ettirmeye zorlayacak bir gelişkinlikte olmadığını tespit etmek zorundayız. İşçi ve emekçi yığınlar, henüz bağımsız, birleşik bir hareket içerisinde değillerdir ve hakları saldırı altındadır, gaspedilmektedir, en ileri noktada küçük bazı kazanımlarla yetinmek zorunda kalıyorlar. Kürt ulusal hareketinin ise, böyle bir güce –temel hak ve özgürlüklerini anayasal düzeyde kabul ettirmek– sahip olmadığını biliyoruz. Böyle olmakla birlikte, işçi, emekçi yığınlar ve kürt ulusal hareketi eğer etkin bir tutum alabilirse, yeni anayasada bazı önemli demokratik hakların yer almasını sağlayabilecekleri de ayrı bir gerçekliktir. Ama bunun, ivmesi bugünkünden daha yüksek bir mücadele sürecini zorunlu kıldığı/kılacağı kabul edilmelidir.

Bugün yeni bir anayasa için ortaya gerçek bir politik güç koyan kesimler, seçimlerden de aldıkları moral güçle, AKP’de simgelenen –din karşısında liberal tutumları ile öne çıkan– işbirlikçi tekelci burjuva kesimler ve liberal aydın takımıdır. AB sürecinden ve AB’den de destek alan, geniş bir orta burjuva tabakaya dayanan ve palazlanan bu büyük tekelci sermaye kesimi iktidardan pay almak istemekte, kendi sınıfsal isteklerini, “demokrasi” talebi olarak –Demirel’in yasaklı olduğu dönemde “kendim için birşey istiyorsam namerdim” demesi gibi– dile getirmektedir. Bu sermaye grubu, dini ve dinin etkisini, tarikat ilişkilerini yedeklemiş durumdadır. “Özgürlük”, bu sermaye kesiminin literatüründe, devlet olanaklarından ve iktidar nimetlerinden daha fazla yararlanmanın yanında dine biraz daha fazla alan açma özgürlüğü anlamına gelmektedir. Dine daha fazla özgürlük tanımayı –şeriatçılık iddialarına güç verecek biçimde– vadetmesi, asıl olarak, geniş kitleleri peşinden sürüklemek ve örgütlülüğü ve gücünü buradan tahkim etmek içindir. Ülkenin politik yaşamına damga vuran çelişki de, tam da bu nedenle, –kimi liberaller “halkla seçkinler (bürokrasi) arasındaki çelişme” olarak gösterseler de– egemenler arasındaki dalaşmayı ifade eden “laik-dinci” kutuplaşması olmuştur.

Eğer yapılabilirse, yeni anayasa, kuşkusuz bir şeriat anayasası olmayacaktır. Ancak bugüne kadar yürütülmüş olan dini faaliyetleri anayasal bir çerçeveye alacağı, onlara daha fazla alan açacağı da kesindir. Buna rağmen, siyasal demokrasi çerçevesine girecek haklar bakımından, 12 Eylül Anayasası’ndan daha geri ve gerici olması imkanı da herhalde pek yoktur. Bunun nedeni, AKP’nin bunu istemesi değil, işçi ve emekçi yığınların bugüne kadar yürüttükleri demokrasi mücadelesinin, AKP’ye asıl olarak din için değil, ekonomik ve sosyal durumlarını düzelteceği beklentisi ile destek veren halk kesimlerinin bu beklentilerinin etkisi olacaktır. İki gerici gücün karşı karşıya geldiği –laikçiler ve liberal dinciler– durumda, ortaya eskisinden daha gerici bir anayasa çıkma ihtimali bugün bulunmamaktadır. Bir paradoks gibi görünen bu durumun köklü ekonomik, politik ve sosyal nedenleri bulunmakta, uluslararası koşullar da buna bugün için olanak vermemektedir. Öncelikle, sahneye gelen güçlerden birisi, kendisi için de olsa “demokrasi” talep etmekte, “cumhur”un –halk– söz sahibi olmasını istemektedir. Bu durumda, göstermelik ve eğreti de olsa, bazı hak ve özgürlüklerin tanınmak zorunda kalınması olanaklıdır. Yoksa geniş halk kitlelerinin –“cumhurun”– aldatmaya dayalı desteğini bile sağlayabilmek, kendi sosyal tabanını güçlendirebilmek olanaklı değildir. Bu durum, demokrasi isteklerini kışkırtan bir rol oynamaktadır. AKP’nin burada işlevi, demokrasi taleplerini olabildiğince budamak ve güdükleştirmek olarak öne çıkacaktır. Gelişmelerin, AKP’yi yeni anayasa yapma işinden vaz geçmeye götürebileceğini de gözden ırak tutmamak gerekir.

Geçmişte pek çok çevre tarafından liberalleştiği ve demokratikleştiği kabul edilen, yıllar öncesinden yeni bir anayasa taslağı hazırlatmış olan büyük patronların örgütü TÜSİAD, bugünkü anayasa çalışmalarına açık bir destek vermiş olmasa da, yeni anayasanın “TÜSİAD demokrasisi”ni hedefleyeceği ve onu yansıtacağı kesin gibidir. TÜSİAD’cılar, büyük sermaye güçleri içindeki bu güç mücadelesinde eski imtiyazlı konumlarından uzaklaşmayacaklar, ama bu konumlarını AKP’nin sağladığı olanaklarla semiren/semirmekte olan yeni sınıfdaşları ile paylaşmak zorunda kalacaklardır. Onlar için yeni anayasanın tek olumsuz yanı bu olacaktır!

Yeni anayasa tartışmalarından en fazla rahatsızlık duyan iki kesim, eskilerin deyimi ile “askeriye ve mülkiye”dir. Üst düzey komuta heyetini oluşturan genarallerde temsil edilen “askeriye”, sadece 82 Anayasası ile değil, neredeyse tüm Cumhuriyet tarihi boyunca devlet yönetiminde ayrıcalıklı kesim olmuştur. ’82 Anayasası, bu kesiminin ayrıcalıklarını iyice pekiştirmiş ve pratik devlet yönetiminde belirleyici mevzileri tutmalarını –milli güvenlik kurulu, devlet kurumlarında ve kurullarında temsil edilme vb.– garanti altına almıştır. Genel olarak genelkurmay, ikinci bir devlet iktidar gibi ya da bir başka deyişle, asıl devlet iktidarı olarak hareket etmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde verilen muhtıra ve devlet organlarının –Anayasa Mahkemesi dahil– hizaya getirilmesi yaşanmış gerçeklerdir. Ancak seçimler ve sonrasında ortaya çıkan tablo, bu kesimi daha dikkatli ve hesaplı adımlar atmaya zorlamış durumdadır. Kullandıkları temel malzeme laikliktir ve işçi, emekçi kitleleri laik-dinci olarak bölmenin, ilerici sol çevreler dahil, halkın bazı kesimleri arasında “şeriat geliyor” korkusu yayarak, onları yedeklemenin artık uzmanı olmuşlardır. İşaretlerine göre davranan ve sözcülüklerini yapanların yanında yaklaşım ve tutumlarını önemle dikkate alarak kendisine çeki düzen veren medya destekleri de ihmal edilemeyecek güçtedir. Her dönemde halkın önüne yeni bir sorun atılmakta –“mahalle baskısı”, türban vb.–, işçi ve emekçi kitleler arasında gerici bir bölünme her fırsatta derinleştirilmek istenmektedir.

Askerlerin asıl sorunları, devlet yönetimindeki ayrıcalıklı konumlarını kaybedecek olmaları korkusudur. AB sürecine uyum için atılan bazı adımlardan duydukları rahatsızlıkları zaten dile getirmekteydiler. Hatırlanacağı gibi, bu “uyum süreci” açısından MGK’nın yapısında bazı değişikliklerin yapılması gibi gelişmeler, komutanlar tarafından hoşnutsuzlukla sineye çekilmek zorunda kalınmıştı. Bugün ordu, sınıflı bir toplumdaki olağan mevzisinde bulunmakla, yani devletin temel kurumu olma ve gerektiğinde harekete geçireceği güç olma özelliği ile yetinmemekte, doğrudan günlük politika ve devlet işlerinde söz sahibi olma konumunu korumak istemektedir. Kuşkusuz yeni bir anayasada orduyu “olağan yerine çeken” köklü değişiklikler olmayacaktır. Ancak bugünkü duruma sınır getirecek bazı adımların atılmak isteneceği de görülmektedir. Bu bir mücadele konusudur ve bu durumun yeni anayasada nasıl yer alacağını belirleyecek olan bu mücadelenin seyri olacaktır. Ordunun Kürt sorununu zorlayarak, “güvenlik sorunlarını” alevlendirerek, laikçi kesimleri hareketlendirip, yedekleyerek mevcut hükümeti ve genel olarak hükümetleri geriye ittiği ve sınırlandırdığı bilinmektedir.

Yüksek yargı ve sivil bürokrasi diyebileceğimiz “mülkiye” takımı da, anayasa tartışmalarından ciddi rahatsızlık duymakta ve bu sürecin durdurulması için uyarı bayraklarını kaldırmaktadır. Sıklaşan rektörler toplantıları, yüksek yargının her vesileyle yaptığı çıkışlar, devlet yönetiminde hangi kliklerin ağır basacağı mücadelesinin dışa vurumlarıdır. Hükümetin gerek ordu, gerekse de sivil yüksek bürokrasi karşısındaki pozisyonu, demokrasiyi savunmak değil, “benden olsunlar, yerlerinde kalsınlar” pozisyonudur. Ancak Cumhuriyet dönemi boyunca geleneksel politikaların uygulayıcısı ve savunucusu olan bu kesimlerin, kendi konumlarını sarsacak herhangi bir değişikliğe gönüllüce razı olacaklarını gösteren en küçük bir belirti bile bulunmamaktadır. Yeni anayasa –eğer yapılacak olursa!–, bütün bu sorunları kalıcı bir çözüme bağlamaktan çok, geçici ara çözümlere yönelecektir. Çünkü bugünkü güç ilişkileri daha fazlasına izin vermemektedir.

 

NASIL BİR ANAYASA?

Bu sorunun yanıtını vermek, kuşkusuz burada demokratik, halkçı bir anayasanın tek tek maddelerini sıralamak değildir. Ama gerek işçi sınıfının, gerekse emekçi halk yığınlarının yıllardır uğruna mücadele ettikleri talepler bellidir. Bunları genel olarak ifade edecek olursak; bu anayasa; söz, basın ve örgütlenme –sendikal vb. dahil– hakkı üzerindeki her türlü yasaklama ve baskıyı ortadan kaldıran, emperyalizm ve işbirlikçileri karşısında halkın çıkarlarını koruyan, demokratik içeriği ile Kürt halkı üzerindeki baskı ve terörü ortadan kaldırarak, politik ve kültürel hakları tanıyan bir anayasa olmalıdır.

Özetle, yukarıdakilerin yanı sıra, aşağıda genel olarak dile getirilen şu genel talepler demokratik bir anayasanın belirtisidir; işçi sınıfı ve emekçi yığınlar, bu taleplerin anayasada yer alması için mücadele etmelidir:

a) Kürt sorununun demokratik, eşit ve halkçı çözüm yolunu açan, halklarını kardeşliğini esas alan, Kütçe’nin kamusal alanda kullanılmasını güvenceye alan,

b) Laisizmi, devlet dini dayatması ve Diyanet İşleri üstünden Sünniliğin bir yorumu olan “devlet dini”nin destekçisi olmaktan çıkarıp; dinler, inançlar karşısında tamamen yansız olacağı bir temele oturtan, din ve vicdan özgürlüğü temelinde laikliği güvence altına alan, dinsel baskının her türüne karşı vatandaşı koruyan,

c) İşçi sınıfı ve emekçilerin kazanılmış haklarını güvenceye alan, işsizlik ve yoksulluğa karşı önlemler almayı asli görevi sayan, 18 yaşına gelmiş her vatandaşa iş bulmayı garanti altına alan, iş buluncaya kadar işsizlik ödeneği sağlayan,

d) Uluslararası sermayenin dünya egemenliğinin politikası olan küreselleşme politikalarına karşı; Türkiye’nin sanayisini, tarımını, emeğinin birikimlerini koruyan, kamu sağlığı ve eğitimini hak sayan ve garanti eden,

e) Dünyanın ve Türkiye’nin doğasını ve tarihi varlıklarının korunmasında devleti sorumlu kılan,

e) Gerici Ortaçağ değerleri ve bilim dışı öğretilere karşı; insanlığın ileri kültürel değer ve birikimlerinin korunup geliştirilmesini teşvik eden, bilim özgürlüğünü savunan ve bu alandaki hakları güvence altına alan… bir anayasa.

Burada temel sorun, elbette, işçi ve emekçi kitlelerin mücadelesinin henüz böyle bir anayasayı koparıp alacak gelişkinlikte olmamasıdır. Ancak demokrasi ve özgürlükler için mücadele etmek, bu mücadeleyi yeni anayasa tartışmaları sırasında da yükseltmek, bütün bu talepleri elde etme olanağı tanımasa da, gerici yönelimleri, daha da geriye çekme –laikçi, milliyetçi cephe bunun için bastırmaktadır– çabalarının bazı girişimlerini engelleyebilir. Bütün bunlar, açık ki, soyut akademik tartışmaların, doktiriner yaklaşımların, anayasa taslakları hazırlamayı iş ve görev edinen bir anayasa yazıcılığının değil, somut mücadelenin konusudurlar.

Eğer işçi sınıfının iktidar mücadelesi gibi bir sorunu, demokrasi ve bağımsızlık isteyen güçleri arkasına toplama diye bir sorunu varsa –olduğuna her halde kimse itiraz edemez–, anayasa gibi önemli politik bir sorunda atıl kalması söz konusu değildir. Bütün bu sorunlar ve mücadeleler iktidar mücadelesinin ön çarpışmalarıdır ve işçi sınıfı bu okuldan geçmek zorundadır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑