Üniversitelerde bilimsel ve felsefi düşüncenin tarihi genellikle soyut bir entelektüel etkinlik olarak algılanmaktadır. Bu konular, sosyal bilimlerin ancak bazı dallarında ele alınmakta ve az sayıda meraklı araştırıcının ilgisine terk edilmektedir. Üniversitede önemli olan günceli yakalamaktır. Ancak buradaki güncelliğin içeriği, toplumun karşı karşıya olduğu güncel sorunlar tarafından değil, son yıllarda üniversitelerin yaşadığı piyasa odaklı dönüşümle birlikte piyasanın gündelik/pratik gereksinimleri tarafından belirlenmeye başlamıştır. Üniversitelere hakim olan bu yeni anlayışın, güncel olgulara tarihsel bir bakış açısıyla yaklaşması beklenemez. Zaten üniversitelerde moda olan araştırma konuları da, yapıları gereği, bu tür bir yaklaşıma ihtiyaç duymamaktadır. Tüm bunlara rağmen üniversitelerde düşünce tarihi dersleri okutulmaya devam etmektedir. Bu yöndeki araştırmalar ise, ilginç ve eğlenceli bir entelektüel bir çaba olarak görülse de, pek ciddiye alınmamaktadır. Düşünce tarihi bir şekilde ele alındığında ise, insan düşüncesi, bilimdeki pozivist geleneğin yarattığı işbölümü ve uzmanlaşma doğrultusunda, felsefe tarihi, siyasi düşünce tarihi, iktisadi düşünce tarihi, sosyolojik düşünce tarihi vb. kompartımanlara bölünerek incelenmektedir. Böylece düşünce tarihinin evriminin bütünsel olarak incelenmesi olanaksız hale gelmektedir. Bu incelemelerde ise, geçmişteki düşünceler, bugünün “mutlak doğrular”ına ulaşma yolunda üretilen olgunlaşmamış düşünceler yığını olarak aktarılmaktadır. Burjuva idealizminin temsilcisi olan yerleşik akademik gelenek, düşünce tarihine mutlak bir özerklik atfederek, geçmişteki düşünceleri ortaya çıktıkları koşullardan soyutlayarak ele almakta ve geçmiş düşünceleri, bugün ulaşılmış mutlak doğrulara kıyasla eksik ve yanlış düşünceler olarak görmektedir. Bu yaklaşımın, toplumun mevcut güç ve egemenlik ilişkilerini meşrulaştırmaya hizmet edeceği çok açıktır. Oysa düşünce tarihi incelemesi, sistematik düşünce ile bunların ortaya çıktığı maddi koşullar arasındaki karmaşık ilişkileri dikkate almadığı sürece gereksiz bir bilgi yığını olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Eğer düşünce tarihine ortaya çıktığı koşullar içinde bakılmazsa, Ortaçağ skolastiklerinin yazdıklarına bakarak, Ortaçağ toplumlarının Hıristiyanlıkla yatıp kalktıklarını, akşam yemeğinde din ve ahlakla beslendiklerini düşünmek işten bile değildir.
Bu uzunca girişi, iktisadın kurucusu sayılan Adam Smith’in düşüncelerinin güncel bağlamına işaret etmek için kaleme aldık. 18. yüzyılın düşünürü olan Adam Smith (1723-1790), kapitalizmin son 30 yılda emeğin kazanımlarına karşı yürüttüğü yeniden yapılanma stratejisinin ideolojisi olan neoliberalizmin öncü düşünürü olarak takdim edildi. Bu süreçte, Smith’in 1776 yılında yayınlanan Ulusların Zenginliği adlı eserinde dile getirdiği kimi düşünceler, neoliberalizmin piyasayı kutsayan görüşlerini meşrulaştırmak üzere sıkça gündeme getirildi ve onun görüşlerinin entelektüel itibarına yaslanarak, her türlü kolektif hak hedef tahtasına konuldu.
Ulusların Zenginliği’nin neoliberal mercekten yansıyan yorumuna göre, piyasa mekanizması, kendi haline bırakıldığında, her türlü sorunu çözmeye muktedirdir. Yine bu yoruma göre, Adam Smith, eserinde bu engellerin kaldırılması halinde piyasanın genel refahı artıracağını ve genel refahın nüfusun bütün sınıflarına adil bir şekilde dağıtılmasına hizmet edeceğini ortaya koymuştur. Piyasa, toplumunun en büyük handikabı olarak görülen bencillik ve kazanç peşinde koşmak, sanıldığı gibi kötü şeyler değildir. Smith, insanların bireysel çıkar peşinde koşmasına karşın, “görünmeyen bir el”in, bencil davranışların toplumsal açıdan yararlı sonuçlar doğurmasını sağladığını ortaya koymuştur. Sözgelimi, kâr elde etmek dışında hiçbir amacı olmayan bir kapitalist, aslında hiç de böyle bir şey amaçlamadığı halde, toplumun ihtiyaç duyduğu ürünleri piyasaya sunmakta ve işsizler için iş imkanı sağlamaktadır.
Ulusların Zenginliği’nin yayımlanmasının 200. yıldönümü olan 1976 yılı, eserin kapitalizmin güncel gereksinimleri doğrultusunda gündeme getirilmesinde bir dönüm noktası oldu. Bu yıldönümü, uluslararası kapitalizmin, 1970’li yılların başından itibaren karşı karşıya kaldığı kriz koşullarının kendisini her alanda hissettirdiği bir döneme rastgeldi. Bu yıllarda yaşanan kriz karşısında, kapitalizmin 1929 bunalımından sonra gündeme gelen ve II. Dünya Savaşı’ndan sonra somut bir biçimde uygulamaya konulan Keynesçi politikaların, krizin nedeni olduğu savunulmaya başlandı. Toplam talebi geliştirmek amacıyla devletin ekonomiye etkin müdahalesini öngören Keynesçi politikalar, aynı zamanda sosyalizm tehlikesine karşı, Batı ülkelerindeki emekçilere verilen bir “sus payı”ydı. 1970’lerde başlayan yeni dönemde, fikri temelleri, ABD’de Hayek ve Friedman gibi burjuva ideologlar tarafından atılan neoliberal doktrin doğrultusunda, her türlü iktisadi sorunun kaynağında devletin piyasaya yönelik müdahalelerinin bulunduğu savunularak, piyasaların işleyişi önündeki engellerin kaldırılması için yoğun bir çalışma başlatıldı. Neoliberal ideologlara göre, kendi kendine işleyen piyasalar, etkin kaynak dağılımını sağlayarak, verimliliği ödüllendirerek, her türlü iktisadi ve sosyal problemin çözümünü sağlayacaktı. Piyasaların etkin bir şekilde işlemesinin önündeki en büyük engel ise, işçi ve emekçi sınıfların sahip olduğu yüksek ücret düzeyleri ile güçlü sosyal ve sendikal haklardı. Bu haklar, piyasada işgücünün serbestçe mübadelesini engelleyerek, piyasanın etkin bir şekilde işlemesini engelliyordu. Ekonomide yaşanan işsizlik, krizler, gelir adaletsizliği vb. sorunlar, piyasaya devletin müdahalesinden kaynaklanıyordu. Bu çerçevede, piyasanın özgürce işlemesinin önündeki her türlü engel ortadan kaldırılmalıydı. Batı kapitalizminin sosyalizm tehlikesine karşı kendi işçi sınıflarına sağladığı refah devleti uygulamaları, sadece bütçe açıklarına yol açmakla kalmıyor, insanları tembelliğe iterek, çalışkanların tembelleri finanse etmesine yol açıyordu. Bunun yanı sıra, ‘ulusal kalkınmacılık’ adı altında, geri ülkelerin korumacı gümrük tarifeleri uygulamaları da, piyasanın etkin bir şekilde işlemesini engelliyordu.
Neoliberalizmin ideologları, bu görüşlerini meşrulaştırmak üzere, Adam Smith’in Ulusların Zenginliği eserinin neoliberal yorumunu popülerleştirilerek dolaşıma soktular ve Smith’i neoliberalizmin sembolü haline getirdiler. Öyle ki, 1980’li yıllarda İngiltere ve ABD’de iktidara gelen Thatcher ve Reagan yönetimleri, uyguladıkları özelleştirme ve deregülasyon politikalarını meşrulaştırmak için yoğun olarak Smith’in liberal mesajlarına atıfta bulundular. Ulusların Zenginliği’nin yayınlanmasının 200. yılında İngiltere’de kurulan Adam Smith Enstitüsü (The Adam Smith Institute), “Smith’in mesajının günümüz diline çevirme” işini üzerine alarak, temel kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi konusunda Thatcher hükümetine danışmanlık yapmış, özelleştirme yanlısı argümanların popülerleşmesi için yoğun bir faaliyet yürütmüştür.
Adam Smith’in yukarıda ayrıntılı bir şekilde aktardığımız neoliberal yorumu bilinçli bir çarpıtmaya dayanmaktadır. Ancak bu çarpıtma, neoliberal dönemin ürünü değildir. Smith’in eserini kapitalizmin meşrulaştırılması doğrultusunda kullanma çabaları, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, Smith’in iktisadi liberalizmle özdeşleşmesi, esas olarak, 19. yüzyılın ortalarına doğru liberal politik ekonomistlerin yaygınlaştırdığı Smith yorumuyla bağlantılıdır. Marx’ın klasik politik ekonominin zirve noktası olarak övdüğü David Ricardo’nun ölümünü izleyen dönemde, İngiltere’de yükselen sanayi burjuvazisinin toprak sahiplerine karşı sınıf iktidarını tahkim etmesi ve modern işçi sınıfının tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte, o güne kadar toplumdaki farklı sınıf çıkarlarını kabul eden ve bu sınıflar arasındaki mücadeleyi temel alan iktisadi literatür, burjuvazinin işçi sınıfına karşı günlük çıkarlarını meşrulaştırmak üzere bilinçli çarpıtmalara dayanan yüzeysel bir hüviyete bürünmüştür. Bu yüzeysel iktisat anlayışı, Smith’in eserini, yazıldığı toplumsal ve entelektüel bağlamdan kopararak, liberalizmin kutsal kitabına dönüştürmüştür.
Ulusların Zenginliği’nin 1937 yılında yayınlanan baskısına yazdığı önsözde Max Lerner (1937, s. v,ix), bu anlayışı şu sözlerle dile getiriyor: Ulusların Zenginliği “yükselen kapitalist girişimcilerin, girişim özgürlükleri önündeki feodal kısıtlamalara, eski düşünce ve alışkanlıklara karşı yürüttükleri mücadeleye entelektüel bir gerekçe sağlamış, kazanç hırsına ve açgözlü tutkulara bir saygınlık ve kutsallık kazandırarak bu sınıfın iktisadi çıkarlarını rasyonelleştirmiştir”. Böylece Smith, “farkında olmadan, Avrupa’da yükselen kapitalist sınıfın paralı askeri olmuştur”.
Adam Smith ve eseri hakkındaki güncel ve tarihsel görüşler bunlar. Yukarıda bunun bir çarpıtmaya dayandığını savunduk. Çünkü Smith’in eserinde ele aldığı temel sorun, yukarıda yansıtılan çerçeveden tamamen farklı teorik öncüllere dayanıyor. Her şeyden önce, Smith, kapitalizmin henüz tüm kurum ve kurallarıyla egemen olmadığı bir dönemin düşünürüydü. Eserinde ele aldığı birçok mesele, feodalizmden kapitalizme geçiş döneminin sorunlarını yansıtıyordu. Smith, eserlerini, burjuvazinin Avrupa çapında feodalizme ve feodalizmin kalıntılarına karşı egemenlik mücadelesi verdiği, bu çerçevede toplumun geniş emekçi yığınlarına özgürlük ve adalet vaat ettiği bir dönemde kaleme almıştı. Başka bir deyişle, burjuvazinin, tarihsel olarak ilerici bir rol oynadığı bir dönemin burjuva düşünürüydü. Dahası Smith, 18. yüzyıl Aydınlanma geleneğinin İskoçya’da filizlenen özgün bir kolu olan “İskoç Aydınlanması” ekolünün önde gelen temsilcilerinden birisiydi. Smith, dönemin diğer Aydınlanma düşünürleri gibi, aklın, adaletin, refahın ve eşitliğin hüküm sürdüğü “iyi bir toplum” düşlüyordu. Ona göre, kapitalizmin gelişmesi, insanları bencil davranmaya yöneltse de, aklın ve uygarlığın gelişmesinin önündeki engelleri ortadan kaldırarak “iyi bir toplum”un maddi koşullarını yaratıyordu. Smith’in ticari toplum diye andığı kapitalizm, kişisel bağımlılık ilişkileri üzerinde yükselen ortaçağ dünyasına karşı, uygarlığın temel koşulu olan hukuken özgür bireylerden oluşan yeni bir toplum yaratıyordu. Eğer uygun kurumsal düzenlemeler yapılırsa, kapitalizmin yaratacağı sorunlar denetim altına alınabilir, kapitalizmin sağlayacağı dinamizmle elde edilecek zenginlik, toplumun tüm sınıflarına adil bir şekilde dağıtılabilirdi. Çünkü Smith (1937:79)’e göre, “[ü]yelerinin büyük bir bölümü yoksul ve perişan durumda olan hiçbir toplum elbette, gelişkin ve mutlu olamaz”dı.
Smith’in zenginliğin oluşumu ve bölüşümü konusundaki bu iyimser bakış açısı, onun politik ekonomiye bakış açısındaki ahlaki önyargılarla ilişkiliydi. Bu önyargılar, döneminin genel entelektüel algılama kalıbını yansıtıyordu. Bu bağlamda Smith’in temel meselesinin anlaşılabilmesi için ahlak konusundaki görüşlerine değinmek yararlı olacaktır.
Smith’in bu görüşleri, aşağıda ele alacağımız gibi, kapitalizmin eşitsizlik ve sefalet üreten doğası konusunda safdil bir iyimserliği barındırıyordu. Bu iyimserlik, kapitalizmin tarihsel olarak kurulmuş toplumsal ilişkilerini doğal yasaların işleyişinin sonucu olarak görmesinden kaynaklanıyordu. Marks’ın Felsefenin Sefaleti’nde dikkat çektiği gibi:
“Adam Smith ve Ricardo gibi klasikler, feodal toplumun kalıntılarına karşı hâlâ savaşım vermekle birlikte, yalnızca feodal izler taşıyan üretim ilişkilerini temizlemeye, üretici güçleri artırmaya ve sanayiye ve ticarete yeni bir hız vermeye çalışan bir burjuvaziyi temsil ederler. Bu savaşımda yer alan ve bu ateşli çaba içine çekilen proletarya, yalnızca geçici, rastgele sıkıntılar tadar ve kendisi de bunlara bu gözle bakar. Bu evrenin tarihçileri olan Adam Smith ve Ricardo’nun burjuva üretimi içinde zenginliğin nasıl elde edildiğini göstermekten, bu ilişkileri, kategoriler, yasalar biçiminde formüle etmekten ve zenginliğin üretilmesinde bu yasaların, bu kategorilerin feodal toplumun yasa ve kategorilerine oranla nasıl daha üstün olduklarını göstermekten başka bir görevleri yoktur. Onların gözünde sefalet, doğada olduğu gibi sanayide de, her doğumun getirdiği sancılardan ibarettir.” (sf. 112-113)
Smith’in kapitalist toplumun gerçek niteliği konusundaki iyimser bakış açısı, onun politik ekonomiye bakışındaki ahlaki önyargılarla ilişkiliydi. Bu önyargılar, feodalizmden kapitalizme geçiş döneminin genel entelektüel algılama kalıbını yansıtıyordu. Smith’in kapitalizmin meşrulaştırılması yolunda sıkça kullanılan görüşlerinin gerçek mahiyetinin anlaşılması için, ahlak konusundaki görüşlerine değinmek yararlı olacaktır. Bu tür bir inceleme, günümüzün neoliberal propagandasının dayanaklarını ya da aynı anlama gelmek üzere dayanaksızlığını da ortaya koyacaktır.
AHLAK FELSEFECİSİ OLARAK ADAM SMİTH
1737 yılında İskoç aydınlanmasının merkezi olan Glasgow Üniversitesi’ne giren Smith, burada, kendisinden çok etkileneceği Francis Hutcheson’dan ahlak felsefesi dersleri almıştır. O dönemde, Glasgow ve Edinburg gibi İskoç üniversiteleri, İngiliz üniversiteleriyle kıyaslandığında, entelektüel özgürlük açısından çok daha ileridedir ve Aydınlanma düşüncesinin merkezi durumundadır. Smith, burada maddeci tarih anlayışının öncülerinden Adam Ferguson’dan ders almış, maddeci tarih anlayışının bir diğer öncü düşünürü olan John Millar’ın hocası olmuştur. Smith, aynı zamanda David Hume’un yakın dostudur. Adlarını saydığımız bu düşünürler, İskoç Aydınlanması adı verilen entelektüel akımın en önemli temsilcileridir. Smith’in entelektüel kimliği de, İskoç Aydınlanmasının temel sorunlarına yanıt arama çabası içinde oluşmuştur.
İskoç Aydınlanması geleneği, 18. yüzyıl Aydınlanma felsefesinin bir kolu olmasına karşın, Aydınlanma denilince ilk akla gelen Fransız Ansiklopedistlerinden farklı sorunsallardan hareket eder. Fransız ya da genel olarak Kıta Avrupa Aydınlanma geleneği, 18. yüzyılda hüküm süren feodal mutlak monarşilerin baskısı altında gelişen kapitalizmin önündeki engellerin kaldırılması için “doğa yasaları” argümanına başvurmuştur. Buna göre, kapitalist gelişmenin önündeki engeller, doğanın yasalarının ve bunun insan zihnindeki yansıması olan aklın kurallarının işlemesine engel olmaktadır. Anlaşılabileceği gibi, burada kapitalizmin gelişmesi bir doğa yasası olarak algılanmakta, başka bir deyişle, kapitalist toplumsal ilişkilerin başlıca kurumsal dayanağını oluşturan özel mülkiyet ve girişim özgürlüğü, şeylerin doğasına en uygun çerçeve olarak algılanmaktadır.
Henüz kapitalizmin egemen olmadığı, burjuvazinin feodalizme karşı tarihsel olarak ilerici bir rol oynadığı ve işçi sınıfının tarih sahnesine çıkmadığı koşullarda ortaya atılan bu düşünceler, Fransız Devrimi’nde berrak bir şekilde gözler önüne serileceği gibi, Aydınlanma düşünürlerinin sınıf körlüklerinin de temel nedenidir.
İskoç Aydınlanmasında ise, kapitalist toplumsal ilişkiler, hayata geçirilmesi gereken doğa yasaları olarak değil, verili toplumsal gerçeklik olarak algılanır. Çünkü, feodalizmin kimi kalıntıları hala varlığını sürdürse de, İngiltere ve İskoçya’da kapitalist düzenin egemenliği 17. yüzyıldaki 1640 ve 1688 Burjuva Devrimleri ile sağlanmış, iktidar, burjuvalaşmış toprak sahiplerinin kontrolündeki Parlamento’nun eline geçmiştir. Kralın otoritesi ise sembolik hale gelmiştir. Bu nesnel koşullar altında, İskoç filozofları, Fransız filozoflardan farklı olarak, gelişen kapitalist ilişkilerin yarattığı toplumsal ve siyasi sorunlara odaklanmıştır. İskoç Aydınlanmasının temel sorunu, “geleneksel ahlaki değerlerin yeni iktisadi koşullarla uzlaştırılması” olmuştur. Rekabet ve kişisel çıkar peşinde koşmanın hakim olduğu bir ticari toplumda, toplumsal yaşam için birleştirici ilke ne olacaktır? İskoç Aydınlanması içinde yer alan toplumsal kuramcılar, “ticari toplumun atomize bireylerinin nasıl bir araya getirileceği, iktisadi bireyciliğin hakim olduğu bir toplumun çöküşten kurtulması için neyin gerekli olduğu”, “bireyci bir toplumda erdemin nasıl korunacağı” sorularına yanıt aramışlardır. Bu konudaki tartışmanın ilk kıvılcımı, Bernard Mandeville adlı bir yazarın Arılar Masalı (Fable of the Bees) adlı eserinde ortaya attığı görüşlerle çakılmıştır. Mandeville, insanın doğası gereği bencil olduğunu, başkalarının durumuna ilgili olduğunda bile, bunu, beğenilme ya da övülme kaygısıyla yaptığını savunmuştur. Bu çerçevede, kapitalizmin yarattığı özel çıkar odaklı toplumdan şikayet etmek yersizdir. Çünkü ahlaki ölçütlerle değerlendirilip günahkarlıkla damgalanan her türlü eylem, aslında toplumsal açıdan yararlı sonuçlar doğurmaktadır. Bu bağlamda Mandeville, hırsızlığın kilit yapımcılığını geliştirdiğini, 1666 yılında Londra’yı yerle bir eden yangının tuğla ve inşaat sektörünün büyümesine katkıda bulunduğunu söylemiştir.
Bu kışkırtıcı görüşler, geleneksel ahlak felsefesinin etkisi altında bulunan İskoç üniversitelerinde büyük bir tepkiyle karşılanmış ve Mandeville’in ortaya attığı savlar, İskoç Aydınlanma geleneğinin temel tartışma konularından birisi olmuştur. Smith’in kuramsal vizyonu, bu soruya verilen çeşitli yanıtlar içinde gelişmiştir.
İskoç düşünürlerin 18. yüzyıl boyunca bu temel izlek doğrultusunda kaleme aldığı eserlerde, mekanik bir maddeci anlayışa dayanan, geçim biçimlerine göre tasnif edilmiş aşamalı toplum teorileri geliştirilmiştir.1 Adam Smith’in Ulusların Zenginliği’nde de ele aldığı bu teoriye göre, insan toplumları, avcılık, çobanlık, tarımcılık aşamalarından sonra ticari aşamaya geçmiştir. Dönemin düşünürlerinin “ticari toplum” derken kastettikleri, kapitalist toplumdur. Bu eserlerde, geçim/üretim biçimi ile siyasal düzen ve düşünce biçimleri arasında mekanik nedensellik ilişkileri kurulmuştur. Dönemin düşünürleri, ticari toplumu tarihsel gelişmenin bir aşaması olarak görmelerine karşın, bu aşamayı “doğal özgürlük sistemi” adı altında tarihsel evrimin nihai aşaması olarak değerlendirmişlerdir. Bu anlayışın temel nedeni, ufuklarının burjuva mülkiyet ilişkileri ile sınırlı olması ve özel mülkiyeti kutsal ve dokunulmaz bir doğal hak olarak görmeleridir. Bu düşünürlerden birisi olan Adam Smith, Ulusların Zenginliği’nde ticari toplumun tarihsel evrimin belli bir aşamasının ürünü olduğunu kabul etmiş ve bu aşamayı “açık ve basit doğal özgürlük sistemi” adı altında mutlaklaştırmıştır.2
Adam Smith, Mandeville’in ortaya atığı tartışmayı yakından izlemiştir. 1759 yılında yayınladığı Ahlaki Duygular Kuramı (The Theory of Moral Sentiments) adlı eserin daha girişinde Mandeville’in görüşlerine atıfla şunları söylemiştir:
“Her ne kadar insanın bencil olduğu varsayılıyorsa da, insanın görmekten memnun olmak dışında bir kazancının olmadığı, onu başkalarının durumuna ilgili yapan ve başkalarının mutluluğunun kendisi için gerekli kılan kimi ilkeler vardır.” (Smith, 1976:9).
Smith’e göre, bu ilke, sempati ilkesidir. Sempati ilkesi, toplumsal sözleşmenin temelini oluşturur. İnsan, doğası gereği, kendisi ve diğer insanların duyguları arasında bir uyum arzusu duyar. Bu nedenle, belli bir toplumda yaşayan her insan, diğer insanlara sempati duyma potansiyeli taşır. Özetle, sempati, toplumsal bir varlık olarak insanın, kendini başkalarının yerine koyabilme özelliğini ifade eder. Smith’e göre, sempati ilkesi, Mandeville’in öne sürdüğünün aksine, bireyci bir ilke değildir. Ahlaki Duygular Kuramı’nda Mandeville’in bu yöndeki görüşlerini sert bir dille eleştirmiştir:
“Ahlak dışı olanla ahlaki olan arasındaki farkı tamamen ortadan kaldıran bu yüzden de bütünüyle tehlikeli bir eğilim gösteren bir sistem daha var. Dr. Mandeville’in sisteminden söz ediyorum. …Dr. Mandeville edep duygusuyla beğenilmeye, övgüye layık olanı yapma isteğiyle girişilen her hareketi, beğenilme yada övülme isteğinden ya da kendi deyimiyle gösterişçilikten kaynaklanan bir hareket olarak görüyor. [Mandeville] başkalarının duygularıyla ilgili olan veya olması gereken her şeyi gösterişçilik olarak ele alıyor ve bu göz boyamacılık yoluyla bireysel ahlaksızlıkların toplumsal yararlar olduğu sonucuna varıyor.” (Smith, 1976:308)
Smith, Ahlaki Duygular Kuramı’nda, genel olarak sanıldığı gibi, ahlak sorunuyla değil, ticari toplumdaki bireyciliğin toplumsal düzen açısından yol açtığı sorunlarla ilgilenmiştir. Sözgelimi, eserde, adil ve iyi bir yönetim için, siyasi alanın bireysel çıkarlardan özerk kılınması kaygısı oldukça belirgindir. Başka bir deyişle, Smith’e göre, ticari çıkarların Parlamento’nun kararlarında belirleyici olması, adil bir yönetim için büyük sakıncalar doğuracaktır.
Ahlaki Duygular Kuramı, bugün anlaşıldığı şekliyle bir ahlak felsefesi metni olmamakla birlikte, Smith’in bu eserde savunduğu ahlaki görüşlerle 1776 yılında yayınlanan Ulusların Zenginliği’nde dile getirdiği iktisadi görüşleri arasında bir çelişki olduğu savunulagelmiştir. İlk olarak 19. yüzyıl başlarında Almanya’da dile getirildiği için Almanca bir deyimle anılan (Das Adam Smith Problem-Adam Smith Sorunu) bu sözde çelişki, Smith’e dair entelektüel tartışmaların merkezine yerleşmiştir.
Esasen her iki eser dikkatle okunduğunda, ortada bir çelişki bulunduğunu söylemek zordur. Smith, Ahlaki Duygular Kuramı’nda geliştirdiği sorunsalı, ticari toplumun işleyiş ilkelerini ele aldığı Ulusların Zenginliği’nde izlemeye devam etmiştir. Smith’in amacı, herkesin kendi çıkarı peşinde koştuğu bir toplumda, toplumun her kesiminin yararına işleyecek bir düzenin olanaklı olduğunu kanıtlamaktır. Buradaki vurguya bir kez daha dikkat çekelim. Smith, herkesin kendi çıkarı peşinde koşmasının iyi bir şey olduğunu savunmamakta, ama herkesin kendi çıkarı peşinde koşması verili bir gerçeklik iken, uygun kurumsal düzenlemelerle iyi bir toplumun sağlanabileceğini savunmaktadır. Buradaki beklenti, kapitalizmin gerçekleri karşısında elbette naif bir iyimserliği barındırmaktadır. Hatta bu konuda bir adım daha ileri gidip, cehenneme giden yolun iyi niyet taşları ile döşeli olduğunu söylemek de mümkündür. Nitekim, Smith’in Ulusların Zenginliği’nin bazı bölümlerinde, günümüzün neoliberallerinin yorumlarını haklı çıkaracak bazı yorumlarına da rastlanabilmektedir. Ancak bir bütün olarak bakıldığında, Smith’in iyimserliği, kapitalist üretim tarzının çocukluk döneminin koşullarını veri almasından kaynaklanmaktadır. Smith, eserlerini kapitalizmin kesin zaferini ilan ettiği Sanayi Devrimi’nin arefesinde kaleme almıştır. Dolayısıyla sanayi kapitalizminin ortaya çıkardığı fabrika sistemi ile tanışmamıştır. Marx’ın deyişiyle, manüfaktür döneminin iktisatçısıdır. Eserinde, kapitalizme özgü sınıf ayrımlarını yansıtsa da, küçük üreticiliğin hala egemenliğini sürdürdüğü toplumsal koşulları yansıtır.
ULUSLARIN ZENGİNLİĞİ’NDE EKONOMİ POLİTİK VE DÜZEN
Adam Smith’in Ulusların Zenginliği’ndeki en önemli savlarından birisi, “ticari toplum”un sağladığı zenginliğin bütün toplumsal sınıfların lehine sonuçlar doğurduğudur. Eserin girişinde, ticari topluma özgü bir kategori olarak tartıştığı işbölümünün yararlarından söz ederken, işbölümü sayesinde zenginliğin halkın en alt kesimlerine kadar ulaştığını vurgular. Smith, ticari toplumda rahatlık sağlayan maddelere ulaşmada sınıflar arasında farklar olduğunu kabul eder. Ancak ona göre, ticari toplumun sıradan emekçileri “üst katmanların gösterişli ve lüks yaşantısı ile karşılaştırıldığında çok basit ve sade” bir yaşam sürmelerine karşın, “Avrupalı bir prensin yaşantısı ile çalışkan ve tutumlu bir köylünün yaşantısı arasındaki fark, bu köylü ile on bin çıplak vahşinin yaşamları ve özgürlükleri üzerinde mutlak efendi olan çok sayıda Afrikalı kralın yaşantısı arasındaki fark kadar büyük olmasa gerektir.” (Smith, 1997, sf. 24-25)
Kapitalizmin övgüsü gibi görünen bu satırlarda Smith’in amacı, kendi iyimser toplum kuramının maddi temellerini ortaya koymaktır. Smith, eserin girişinde, iğne manüfaktürü örneğinden yola çıkarak, işbölümünün emeğin üretkenliğine yaptığı katkının kaynaklarını ortaya koymuş, üretim sürecindeki teknik işbölümünü ele aldığı bu bölümün ardından “İşbölümüne Yol Açan Esas Üstüne” başlığını taşıyan 2. bölümde teknik işbölümü tartışmasını bir yana bırakarak, toplumsal işbölümünü tartışmaya başlamıştır. Smith (1937, sf. 13)’e göre, işbölümü: “insan doğasında pek geniş yer tutmayan belli bir eğilimin, çok ağır, yavaş yavaş gelişen ancak yine de zorunlu olan bir eğilimin; değiş tokuş, takas, bir şeyi başka bir şeyle mübadele etme eğiliminin sonucudur”. Smith’e göre, insanlardaki mübadele eğilimi, bütünüyle toplumsal süreçler olan dil ve iletişim olgusuna bağlıdır. Bu açıdan mübadele eğilimi, Ahlaki Duygular Kuramı’nda, toplumun ahlaki yapısının korunmasını güvence altına alan sempati ilkesine benzer bir işleve sahiptir. Smith (1937, sf. 14)’e göre, mübadele toplumsal bir süreçtir. Bu nedenle, işbölümü, rekabet üzerinde değil, işbirliği üzerinde yükselir ve insanlar arasında geniş bir işbirliği ağı gerektirir. İşbölümünün hakim olduğu bir toplumda, insanlar kendileri farkında olmasalar bile, binlerce insanın işbirliği olmadan yaşayamazlar. İnsanları diğer hayvanlardan bu bağımlılık ayırır. Mübadeleyi zorunlu kılan bu bağımlılık ilişkisi, insanların hayvanlardan farklı olarak, “ortak bir yerde toplanmasını” ve kendi soylarının “daha iyi ve rahat donanımı” için katkıda bulunmalarını sağlar. Böylece, bir eksiklik gibi görünen bu zorunluluk, uygarlığın doğması ve gelişmesi için bir avantaj haline gelir. Smith, Ahlaki Duygular Kuramı’nda, insan toplumundaki bağımlılıktan kaynaklanan işbirliği ağının, insanlar arasındaki sevgiye değil, fayda ilkesine dayandığının savunmuştur. Ona göre, bu, eleştirilecek bir şey değildir. Ulusların Zenginliği’nde, aynı ilkeyi şu çok ünlü sözlerle ifade etmiştir:
“Yemeğimizi kasabın, biracının yardımseverliğinden dolayı değil, onların kendi çıkarlarını gözetmeleri nedeniyle elde ederiz. Onların insancıllıklarına değil, bencilliklerine sesleniriz. Ve her zaman, kendi ihtiyaçlarımızdan değil onların kazançlarından söz ederiz.” (Smith, 1937, sf. 14)
Bu ünlü ifade, genellikle ticari toplumun çıplak kişisel çıkar ilkesi üzerinde kurulu olduğunun kabulü olarak değerlendirilmektedir. Smith, gerek Ahlaki Duygular Kuramı, gerekse de Ulusların Zenginliği’nde, ticari toplumun kişisel çıkar üzerine kurulu olduğu düşüncesini benimsemesine karşın, insanların salt kişisel çıkar ilkesine göre hareket ettiğini değil, böyle hareket etmelerine karşın bütün toplumun yararı doğrultusunda işleyecek bir düzenin olanaklı olduğunu göstermeye çalışmıştır. Bu nedenle, Ahlaki Duygular Kuramı’nda, toplumun “iyilik yapma” ilkesi olmadan ayakta durabileceğini, ancak adalet olmadan ayakta duramayacağını savunmuştur. Ulusların Zenginliği’nde ise, ticari toplumsal düzen ve ahlakın korunması için adaletin toplumun bütün üyeleri arasındaki iktisadi ilişkilerde hakim olması gerektiğini vurgulamış, bu yüzden tüccar ve sanayicilerin toplumdaki adalet duygusunu zedeleyen tekelci eğilimlerini mahkum etmiştir. Adaletin egemenliğini sağlamak için devletin “toplumun büyük çoğunluğunu yozlaşma ve dejenerasyondan” koruyacak müdahalelerde bulunması gerektiğini söylemiştir.
Smith’in Ulusların Zenginliği’nin önemli teorik konularından birisini oluşturan değer teorisi konusundaki görüşleri de, ticari topluma ilişkin ve siyasi ve ahlaki endişelerini yansıtır.
Smith’in değer kuramının başlangıç noktasını zenginlik kavramı oluşturmaktadır. Smith, zenginliği tüketim açısından değerlendirirken karmaşık bir yaklaşım sergilemiştir. Smith (1937, sf. 625)’e göre, “üretimin ana hedefi ve amacı” tüketimdir. Ulusal zenginlik, “acil tüketim için ayrılan stokun büyüklüğüne göre ölçülür”. Başka bir ifadeyle, zenginlik, toplumda varolan tüketim mallarının miktarına bağlıdır. Smith, ulusal zenginliğin toplam toplumsal tüketimden çok, toplumun ortalama üyesinin tüketim düzeyinin artması sayesinde artacağını savunmuştur. Smith (1937, sf. 823)’e göre, toplumun büyük çoğunluğunu “ağırbaşlı ve çalışkan” yoksul emekçiler oluşturur. Dolayısıyla ulusal zenginlik, ortalama emekçinin yaşam standartları açısından yaklaşık olarak ölçülebilir. Bu nedenle, Smith, reel ücretlerin artmasının topluma yararlı olduğunu ve malların ucuzluğunu sağlamanın ekonomi politiğin ana amacı olduğunu savunmuştur. Bu görüşün kapitalizmin gerçekleri ile bir ilgisi olmadığı kolaylıkla görülebilir. Nitekim, sanayi devriminin ardından yazan Ricardo, ücretlerle kârlar arasındaki çelişkiye dikkat çekecektir.
Smith (1937, sf. 30)’e göre, “her insan yaşam için gerekli maddelerden, yaşamı kolaylaştırıcı ve eğlendirici eşyalardan yararlanabildiği ölçüde zengin ve yoksuldur”. Her kişi, kendi tüketimini başkalarının üretiminden elde eder. Her kişinin tüketimi, diğer insanların emeğine bağlıdır. Toplumdaki her birey, kendi emeğinin ürününü başkalarınınki ile mübadele ederek, başkalarının emeğinden bir pay alır.
Smith, “emeğin tüm metaların mübadele değerinin gerçek ölçütü” olduğunu söyler. Smith’e göre, bir kişinin zenginliği, onun diğer insanların emeği üzerindeki denetim gücü açısından ölçülür. “Bir şeyi elde etmiş olup elden çıkarmak ya da başka bir şeyle mübadele etmek isteyen kişi için, o şeyin gerçek değeri, kendi üzerinden atarak başkalarının sırtına yükleyebileceği eziyet ve zahmettir”.
Smith’in burada ortaya koyduğu yaklaşımın emek değer kuramı ile ilişkisi yoktur. Emek değer kuramına göre, her malın değeri, üretimi için gerekli emek miktarına bağlı olarak belirlenir. Smith’in, epeyce karmaşık bir biçimde ifade ettiği görüşlerinde, “emeğin değeri” (ücret) ile emek zamanı miktarını birbirine karıştırdığı görülmektedir. Emeğin kendisinin de bir meta olduğunu kabul ettiği halde, emeğin değerini, sabit bir ölçüt olan emek zamanı ile karıştırmıştır.3 Bu karışıklığı, Marx (1993, s.76) şöyle yorumluyor:
“Metaların değerinin içerdikleri emek zamanı ile ölçüldüğünü söylerken, o, insanların, kapitalistler, ücretliler, toprak sahipleri, çiftçiler ..vb. olarak değil, basit meta üreticileri ve basit meta değişimcileri olarak karşılaştıkları burjuvazinin [kayıp cennet]ine ait bir şey olduğunu ifade ediyordu. O, durmadan, metaların değerinin taşıdıkları emek zamanı ile belirlenmesini, metaların değerinin emeğin değeri olarak belirlenmesi ile karıştırmaktadır; ayrıntılara girerek toplumsal sürecin eşit olmayan emekler arasında zorla kurduğu nesnel denklemi, bireysel emeklerin öznel haklar eşitliği olduğunu sanarak, her yerde tereddüde düşmektedir. Gerçek emekten değişim değeri yaratan emeğe… gelince, onu işbölümü ile gerçekleştirmeye uğraşmaktadır.”
Smith, eserinde; toprak sahibi, kapitalist çiftçi ve ücretli emekçi arasındaki ilişki örüntüsünü temel aldığı halde, Marx’ın doğru bir biçimde işaret ettiği gibi, ufku, içinde yaşadığı sanayi öncesi dönemin basit meta üretimini ile sınırlıdır. Bu nedenle, emek değer kuramının, saf biçimiyle sermaye birikiminin ve toprak üzerinde özel mülkiyetin bulunmadığı emekçinin kendi üretim araçlarına ya da emek koşullarına sahip olduğu ilkel döneme özgü olduğunu savunmuştur. Toplumun bu aşamasında, emek ürünü tümüyle emekçiye ait olduğu için, “herhangi bir metayı elde etmek ya da üretmek için genel olarak harcanan emek miktarı, bu metanın satın alacağı, kumanda edebileceği ya da mübadele edeceği emek miktarını belirleyen tek koşuldur” (Smith, 1937, sf. 47-8).
Smith, basit meta üretimi ile sınırlı ufku nedeniyle, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet düzeninin hakim olduğu kapitalist toplumda, emek değer kuramının geçerli olmadığı sonucuna ulaşmıştır:
“Bir takım kişilerin elinde mal mevcudu birikir birikmez, bunlardan bazıları, bu mal mevcudunu doğal olarak gayretli kimseleri işe koşmakta, …bunların emeklerinin malzemelerin değerine kattığı şeyi satıp bir kâr elde etmek için bu insanlara iş malzemesi ve geçim maddeleri sağlayacaklardır. …Malzemelerin fiyatları ve işçi ücretlerini ödedikten sonra mal mevcudunu bu serüvene atmayı göze alan girişimcinin kârı olarak bir şeyin verilmesi zorunludur.” (Smith, 1937, sf. 48)
Yine benzer bir şekilde, bir ülkenin toprağının özel mülkiyete dönüşmesiyle, “tüm insanlar gibi toprak sahipleri de ekmeden biçmeyi severler ve toprağın doğal ürünleri için bile rant isterler.” (Smith, 1937, sf. 49)
Görüldüğü gibi, Smith, üretimin modern kapitalist biçimi ile karşılaşınca, emek değer kuramını yadsımış; metaların mübadele değerinin, ücret, kâr ve rant gibi üç bileşenden oluştuğu düşüncesine yönelmiştir. Bunun, bir değer teorisi değil, bir fiyat açıklaması olduğu açıktır. Smith’in bu yaklaşımı, kapitalist toplumda bir doğal bölüşüm düzeninin inşa edilmesinin zorunlu önkoşulunu oluşturmaktadır:
“…her ülkenin toplam yıllık emeğinin ürününü oluşturan metaların tümünün değeri, topluca ele alındığında, yine aynı üç bileşene ayrışmak zorundadır ve bunun o ülkede yaşayan çeşitli insanlar arasında emeklerinin ücreti, sermayelerinin kârı ya da topraklarının rantı olarak bölüşülmesi gerekmektedir” (Smith, 1937, sf. 52).
Smith (1937, sf. 50)’e göre, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet düzeninin kurulmasıyla ortaya çıkan ücret, kâr ve rant biçimindeki bu üç gelir kategorisi, fiyatın bileşenlerini oluşturur. Smith’in değer sorununa yaklaşımındaki tutarsızlıklar bir yana, sorunu ele alma biçimi, ortaya koyduğu değer kuramının, aynı zamanda bir bölüşüm kuramı olduğunu göstermektedir. Ücret, kâr ve rant biçimindeki temel gelir kategorileri, toplumun üç ana sınıfı olan emekçiler, kapitalistler ve toprak sahipleri arasındaki bölüşüm ilişkisini ifade etmektedir:
“her ülkenin toprağının ve emek gücünün yıllık ürününün tümü, ya da bir başka deyimle bu bir yıllık ürünün tüm bedeli, doğal olarak toprak rantı, emek ücretleri ve sermaye kârı şeklinde üçe ayrılır; bunlar rantla geçinen ücretle geçinen ve kârla geçinen üç ayrı halk katmanının gelirini oluşturur. Bunlar, her uygar toplumun, üç büyük özgün ve köklü katmanı olup, tüm diğer katmanların geliri önünde sonunda bunların gelirinden gelmektedir.” (Smith, 1937, sf. 248)
Smith, eserinin “Malların Doğal Fiyatı ve Piyasa Fiyatı” başlıklı bölümünde; ücret, rant ve kârın ortalama ya da alışılmış düzeyini belirleyen toplumsal ve kurumsal etkenleri tartışıp, bu doğal ücret, doğal kâr ve doğal rant oranlarının, doğal fiyat adını verdiği denge fiyatını oluşturduklarını savunur:
“Bir metanın fiyatı, toprak rantını, emek ücretini ve o metayı yetiştirmek, hazırlamak ve pazara götürmek için kullanılan mal mevcudunun karının doğal oranlarına göre ödüyorsa ve buna yetecek miktardan ne az ne de çoksa bu meta doğal fiyatı adı verilebilecek bir fiyattan satılmaktadır.” (Smith, 1937, sf. 55-6, vurgu sonradan)
Smith’e göre, bir malın piyasada satıldığı fiyata piyasa fiyatı adı verilir. Piyasa fiyatı, doğal fiyatın altında, üstünde ya da ona eşit bir fiyat olabilir. Doğal fiyat, arz ve talep dengesi sonucu oluşur ve tüm meta fiyatlarının, “adeta, sürekli olarak çekimine kapıldıkları bir merkez fiyattır.” (Smith, 1937, sf. 58)
Smith’in ücretler ve rantların doğal düzeyi üzerine görüşleri, iktisadi zenginliği tüketimle ilişkili olarak gören teorik vizyonuyla uyumludur. Bu çerçevede yüksek ücretlerden yana olmuş ve topraktaki özel mülkiyetten kaynaklanan rantın da, ekonomide toplam talep için belirleyici bir unsur olduğunu savunmuştur.
Smith’in doğal kâr oranı konusundaki açıklaması ise, ücret ve rant konusundaki açıklamasından temelde farklıdır. Bu meseleyi ele aldığı bölümlerde, serbest rekabetin geçerli olduğu koşullarda sermaye birikiminin kâr oranını neden düşüreceğini açıklamıştır. Smith, sermayenin kârını ekonomi politiğe kazandırmış olmasına karşın, kârı, iktisadi büyümenin ana kaynağı olarak görmemiştir. Sermayenin kârını ele aldığı bölümde, ağırlıklı olarak, ücretlerin yükselmesi ve kârların düşmesinin iktisadi ilerleme için zorunlu olduğunu açıklamaya çalışmıştır. Bu yaklaşım, Smith’in zenginlik anlayışı ve bu anlayışla bağlantılı olarak, toplumsal sınıflar hakkındaki görüşleriyle tutarlıdır. Dobb (1973, sf. 54-5)’un da vurguladığı gibi, Smith’e göre, sermaye birikiminin kaynağı, ücretli emekçilerin ve toprak sahiplerinin zenginliğindeki, dolayısıyla bunların tüketimlerindeki artışa bağlıdır. Bu sınıfların tüketiminin yüksek olması, reel ücretlerin yüksek ve mal fiyatlarının ucuz olmasına bağlıdır. Smith, doğal fiyat kuramını, bu gerekçeyle formüle etmiştir. Doğal fiyat üzerinden gerçekleştirilecek mübadele, verili ücret düzeyinde, malların en düşük fiyattan satılmasını güvence altına alacaktır. Bu nedenle, Smith’e göre, malların fiyatlarını artırmaya yönelik girişimler, toplumun zenginliğini azaltır. Öyleyse, malların piyasa fiyatlarını doğal fiyatın üzerinde tutan her türlü engel kaldırılmalıdır.
Kapitalist ekonominin işleyişinin temel mekanizmasının sermaye birikimi olduğu ve sermaye birikiminin temel kaynağının kârlar olduğu göz önüne alındığında, Smith’in bu konudaki görüşlerinin kapitalizm-öncesi bir vizyona dayandığı anlaşılmaktadır. Smith, aynı yaklaşım doğrultusunda, tüccar ve sanayicilere yönelik olumsuz düşüncelere sahiptir.
Ulusların Zenginliği’nde, sıkça tekellerin malların piyasa fiyatlarını doğal fiyatın üzerine çıkarmasından şikayet etmiştir. Ona göre, ortaçağ kalıntısı lonca tüzükleri ve çıraklık yasaları emeğin piyasa fiyatını doğal fiyatın üzerinde tutmasına karşın, bu durum, mal fiyatları üzerinde yüksek kâr oranları kadar etkide bulunmaz. Ücretlerdeki artış, malların fiyatları üzerinde aritmetik bir artışa neden olur. Buna karşılık, genel kâr oranlarındaki artış, belli bir malın üretimi sırasındaki bütün aşamalarda aynı kâr oranı uygulanacağı için, fiyatlar üzerinde geometrik bir artışa neden olur. Bu nedenle, Smith yüksek ücretlerden yakınan tüccar ve sanayicileri ikiyüzlü olmakla suçlamıştır:
“Tüccarlarımız ve manüfaktürcü patronlarımız, yüksek ücretlerin fiyatları artırdığı için olumsuz sonuçlara yol açtığından ve dolayısıyla ülke içinde ve dışında malların satışının azalttığından fazlasıyla yakınırlar. Yüksek kârların olumsuz sonuçlarından ise söz etmezler. Kendi kazançlarının zararlı etkileri konusunda sessiz kalırlar. Yalnızca diğer insanların kazançlarının zararlı etkilerinden yakınırlar.” (Smith, 1937, sf. 98)
Smith’in tüccar ve sanayicilere yönelttiği eleştiriler, bu kesimlerin çıkarlarının toplumun çıkarlarına karşı işlediği varsayımına dayanmaktadır. Smith’e göre, zenginliğin doğal gelişmesi, tam rekabet aracılığıyla kâr oranının en düşük oranda olmasına bağlıdır. Tüccarlar ve sanayiciler, kendi kişisel çıkarlarına karşı olduğu için, genel çıkara hizmet eden bu sürece karşı direniş gösterirler. Yüksek kâr oranlarını korumak amacıyla, fiyatları olabildiğince yüksek düzeyde tutmaya çalışırlar ve böylece halkın çoğunluğunun tüketim düzeyini azaltarak, genel iktisadi büyüme hızını yavaşlatırlar. Bu nedenle, bu kesimlerin çıkarları toplumun çıkarlarına karşıttır:
“Ticaret ve manüfaktürün özel bir dalıyla uğraşanların çıkarı her zaman için, bazı bakımlardan toplumun çıkarlarından farklı, hatta ona terstir. Pazarı genişletmek, rekabeti sınırlamak her zaman işadamlarının çıkarınadır. Pazarı genişletmek genellikle toplum çıkarına yeterince uygun düşebilir, ancak rekabeti sınırlamak her zaman toplum çıkarına aykırı olsa gerektir; bu, yalnızca işadamlarının kârlarını doğal biçimde olacak olanın üstüne çıkararak, kendi çıkarı için diğer yurttaşların üzerine saçma vergi koymalarını mümkün kılar. Bu katmandan gelen ticaretle ilgili yeni bir yasa ya da tüzük önerisi, daima büyük bir dikkatle dinlenmeli, uzun uzadıya hem büyük bir kuşkuyla hem de büyük bir özenle dinlenmeden asla kabul edilmemelidir. Çünkü bu öneriler, çıkarları hiç bir zaman genel çıkarlarla bütünüyle uyuşmayan, genel olarak halkı aldatmakta ya da ezmekte çıkarı olan ve dolayısıyla birçok kez hem halkı aldatmış ve ezmiş olan kesimden gelmektedir.” (Smith, 1937, sf. 250, vurgu sonradan)
Bu ifadeleri kaleme alan birinin kapitalistlerin “paralı askeri” diye anılması herhalde haksızlık olacaktır.
Smith’e göre, işadamları sınıfının çıkarları, genellikle bunları ticaret ve sanayide tekeller oluşturmaya yöneltir. Bu eğilimi şiddetle eleştiren Smith, eserinin IV. Kitabında, “tüccar ve manüfaktürcülerin bayağı açgözlülüklerinin ve tekelci tabiatlarının insanlığa zararlı eğilimler” olduğunu söylemiştir. Ona göre, “geçmişte ve günümüzde, kralların ve bakanların kaprisli tutkuları tüccar ve manüfaktürcülerin münasebetsiz kıskançlıkları kadar Avrupa’nın huzuruna zarar vermemiştir” (Smith, 1937, sf. 460). Smith’i en çok rahatsız eden konu, bu kesimin halkı aldatması ve kendi çıkarlarını toplumun çıkarı gibi göstermesidir. Tüccarlar ve sanayiciler, yüksek gümrük duvarları ve lonca yasaları sayesinde fiyatları yükseltirler. Ve bu yüksek fiyatlar:
“…sonunda her yerde bu gibi tekellerin kuruluşuna hemen hiç karşı gelmeyen kırdaki toprak sahipleri, çiftçiler ve işçiler tarafından ödenmektedir. Bunların genellikle bir birlik oluşturmak için ne istekleri ne de olanakları vardır; tüccarlar ile manüfaktürcülerin safsataları ve kopardıkları yaygaralar, bir kesimin özel çıkarının, üstelik toplumun bir alt kesiminin özel çıkarının bütünün genel çıkarı anlamına geldiğine bunlara kolaylıkla inandırmaktadırlar” (Smith, 1937, sf. 127-8).
Smith’e göre, tüccar ve sanayicilerin “çıkarcı safsataları insanlığın sağduyusuna zarar verir”. Bu safsata ve yaygaraların sonucu, topluma tümüyle zararlı olan merkantil sistemdir.
Adam Smith’in merkantil sistem4 adını verdiği düzenlemeler bütünü, kapitalizmin 16. yüzyılla 18. yüzyıl arasındaki ilk döneminde hakim olan sermaye birikim modelidir. Bu sistem, kârın kaynağını üretimde değil ticarette gören geleneksel anlayış doğrultusunda, zenginliğin sadece dış ticaretten elde edilecek fazla ile sağlanabileceğini öngörmekte, bu çerçevede dış ticaret üzerinde tekeller oluşturarak, yeni oluşmaya başlayan ulusal devletlerin hazinesini zenginliğin temel ölçütü sayılan değerli madenlerle doldurmaya odaklanmaktadır. Merkantilist aşama, kapitalizmin oluşumu için gerekli ilk birikimin sağlanmasında büyük bir rol oynamıştır. Ancak sanayinin gelişmeye başlamasıyla birlikte, dış ticaretin tekelci şirketler tarafından kontrol edilmesi, hammaddeleri bu tekellerden fahiş fiyattan almak zorunda kalan ve kendi mallarını özgürce pazarlama imkanları sınırlanan sanayicilerin tepkisini çekmeye başlamıştır.
Smith’e göre, merkantil sistem hile ve gözdağı ile oluşmuştur. Ve bu sistem, tüccarlar ve manüfaktür patronlarının sistemlerini sürdürmek için devleti baskı altına alması ve bir dizi ayak oyunuyla kendi çıkarlarına uygun yasaları çıkarması nedeniyle aşılamaz bir engel haline gelmiştir. (Smith, 1937, sf. 438)
Smith’in merkantil sisteme ilişkin eleştirileri, dönemin siyasal yapısına ilişkin yaklaşımını açık bir şekilde yansıtmaktadır. B. Moore (1989)’un ifadesiyle, 18. yüzyılda İngiliz devleti, “toprak sahipleri oligarşisi”nin egemenliği altına girmiştir. Devletin yasama işlevini yerine getiren Parlamento (Avam Kamarası), esas olarak toprak sahiplerinden (gentlemen) oluşmaktadır. Bu nedenle, 18. yüzyılın egemen siyasal retoriğinde, toprak sahiplerinin çıkarı toplumun genel çıkarlarıyla yakından ilişkilidir. Smith, toprak sahipleri sınıfının “çıkarlarının toplumun genel çıkarlarına kesin ve ayrılmaz bir şekilde bağlı” olduğunu savunmasına karşın, bu kesimin, “konumlarındaki rahatlığın ve güvenliğin doğal sonucu olan tembellik” nedeniyle, herhangi bir yasanın sonuçlarının nereye varacağını önceden kestirip anlamaları için kafaları gereğince işlemeyen cahil insanlar olduğunu söylemiştir. Buna karşılık, tüccarlar ve manüfaktür patronları, “tüm yaşamları boyunca plan ve tasarılarla uğraştıkları için genellikle toprak sahiplerinin çoğunluğundan daha keskin anlayışlıdırlar. Ancak bunların toprak sahiplerine üstünlüğü, genel çıkarları bilmelerinde değil, kendi öz çıkarlarını daha iyi bilmeleridir”. “Tüccarlar ve manüfaktür patronları öz çıkarlarına ilişkin bu üstün bilgileri sayesinde, toprak sahiplerinin cömertliğini istismar ederler. Ve toprak sahibinin değil kendi çıkarlarının toplumun genel çıkarı olduğu yönündeki gafil, ancak içten inanç ile toprak sahiplerini, hem kendi çıkarından hem de genel çıkardan vazgeçmesi doğrultusunda kandırırlar.” (Smith, 1937, sf. 249-50) Smith (1937, sf. 438)’e göre, nasıl bir ordu kendi güçlerini azaltmak istemez ve büyüdükçe devlet için bir tehlike haline gelirse, manüfaktür patronları da, lonca yasalarına dayanarak kendi iş alanlarında yeni rakiplerin olmasını istemezler. Bu kesim, “tıpkı fazla büyümüş bir ordu gibi, devlet için aşılması güç bir engel haline gelir ve birçok durumda, yasama organını sindirir.”
Smith’e göre, merkantil sistemin temel ilkesi tekeldir. Tekel, üretimin baskı altına alınması ve doğal olmayan kâr ve fiyatların sürdürülmesi için rekabetin kısıtlanması anlamına gelir. Pazar üzerindeki ve diğer ekonomik kısıtlamalar, bireylerin emeklerini kendi belirledikleri alanda kullanmalarını sağlayan doğal özgürlüğünü ortadan kaldırır. En önemlisi, merkantil sistem, üretim ve tüketim arasındaki doğru ilişkiyi tersine çevirir. Oysa “üretimin tek amacı ve hedefi tüketim olmalıdır”. “Fakat merkantil sistemde tüketicinin çıkarları üreticinin çıkarlarına feda edilmiştir” (Smith, 1937, sf. 625). Smith’e göre, iktisadi büyüme toprak sahipleri ve emekçilerin refahına ve tüketime bağlı olduğundan, merkantil sistem bu kesimleri yoksullaştırarak, iktisadi büyüme oranını da düşürmektedir. Örneğin koloni ticareti üzerindeki tekel hakkı nedeniyle, büyük miktarda sermaye Büyük Britanya’nın dışına götürülmektedir. Ticari sermaye akışkan ve istikrarsız olduğu için ülkeye hiçbir yarar sağlamaz. Bu nedenle, Smith, sermayenin en üretken alan olan tarımda değerlendirilmesinden yanadır. (Smith, 1937, sf. 359)
Smith’e göre, ticaret ve sanayiye dayalı zenginlik, tarımdan farklı olarak, sabit ve kalıcı bir zenginlik biçimi değildir. Bu nedenle, tüccarlar ve manüfaktürcüler, belli bir ülkeye karşı sadakat duymazlar: “Tüccar açısından ticaretini nerede yürüteceği pek önemli değildir”. Dolayısıyla, bu zenginlik, ulus açısından tümüyle istikrarsızdır. Buna karşılık, toprak sahipleri oturdukları ülkede sabit bir çıkarları olduğu için, gelişmenin doğal seyrini saptırmakta bir çıkarları yoktur. Zenginliğin tarıma dayalı doğal gelişmesi, rantları artıracağı için, bunlar oturdukları ülkeye karşı sadakat duyarlar ve en önemlisi, “taşralı mülk sahipleri ve çiftçiler, sahip oldukları üstün onur duygusuyla, bütün toplumun, tekelin lanetli ruhundan en az etkilenen üyeleri” oldukları için erdemin ve uygunluğun (propriety) en önemli temsilcileridir (Smith, 1937, sf. 395, 428).
Smith’e göre, merkantil sistemin bu olumsuz etkilerini ortadan kaldırmak için ekonomi dışı bir zor uygulamaya gerek yoktur. Bu sistemin dayandığı korumacı ve kısıtlayıcı düzenlemelerin kaldırılması yeterlidir. Smith’in tüccar ve sanayiciler üzerine olumsuz görüşleri, onun serbest rekabet sistemini savunmasının ardında yatan temel nedeni oluşturmaktadır. Ona göre, rekabetin iktisadi işlevi, tekelleri engellemek ve kâr oranını, en düşük normal oranına indirmektedir. Bu durum, toplumun çoğunluğunun ihtiyaçlarını düşük fiyattan sağlamalarını güvence altına alır. Rekabetin tesis edilmesi, merkantil düzenlemelerin kaldırılarak, yeni bir hukuksal zeminin oluşturulmasını gerektirir. Smith’e göre, bu hukuksal çerçeveye uyma zorunluluğu, bireysel özgürlüğün temel kısıtını oluşturur. Dolayısıyla: “Her insan adaletin yasalarını çiğnemediği sürece, kendi çıkarlarını kendi bildiği yol doğrultusunda izlemekte ve kendi çalışması ve sermayesi ile başkalarıyla rekabet etmekte özgürdür” (Smith, 1937, sf. 651).
Smith’e göre, tam özgürlük sisteminin en önemli sonucu, bütün fiyatların doğal düzeyine inmesidir. Doğal fiyat, yalnızca belli durumlarda değil, her zaman serbest rekabet fiyatıdır ve bir ulusun zenginliği için en iyi fiyattır. Smith, zenginliği sıradan emekçinin gerçek yaşam standardı açısından tanımladığı için, doğal fiyatın, uzun dönemde toplumun çoğunluğu için elde edilebilir en düşük fiyat olduğunu ve en geniş miktarda malın sürekli üretilmesini sağladığını savunmuştur.
Smith, Ulusların Zenginliği’nde, rekabetin yalnızca, fiyatların ve kâr oranının düşmesine yol açmadığını, aynı zamanda tüccar ve sanayicileri toplumun geleneksel uygunluk standartlarına uymaya zorladığını vurgulamıştır. Smith’e göre, rekabet ilkesi, sağladığı piyasa disiplini ile, tüccar ve sanayicileri dengeli ve toplum yararına davranışa zorlayan bir araç işlevi görmektedir:
“Zanaatların daha iyi yönetimi açısından, loncaların gerekli olduğu iddiasının hiçbir temeli yoktur. Bir zanaatçının üzerinde gerçek ve etkili olan disiplin, loncanın değil, müşterinin tavrından kaynaklanır. İşçinin hile yapmasını engelleyen, ihmalkarlığını gideren şey, elindeki işi yitirme korkusudur. Tekelci bir lonca bu müşteri baskısını kaçınılmaz bir şekilde zayıflatmaktadır. Çünkü bu durumda iyi de çalışsalar kötü de çalışsalar belli bir grup zanaatçıya iş vermek gerekmektedir” (Smith, 1937, sf. 129).
Bu yaklaşım, Smith’in piyasanın görünmez eline yönelik övgüsünün altında, kaynak dağılımındaki etkinliği sağlama kaygısından çok, piyasa toplumunun en karakteristik üyeleri olan tüccar ve sanayicilerin bireyci faaliyetlerinin yol açtığı ahlaki dejenerasyonun olumsuz etkilerini ortadan kaldırma endişesinin olduğunu göstermektedir (McNally, 1988, sf. 227).
Görüldüğü gibi, Smith’in serbest piyasa savunusunun dayanağını oluşturan görüşlerinin, neoliberallerin yansıttığı yorumla hiçbir ilişkisi yoktur. Smith, kapitalizmin manufaktür aşamasında, serbest rekabetin düşük fiyatlara yol açtığı, tekelleşmenin devlet eliyle kurulmuş ticaret tekelleri dışında söz konusu olmadığı koşullarda, rekabetin olumlu sonuçlarına dikkat çekmiş, ama bunu yaparken kapitalist girişimcilerin gündelik çıkarlarını değil, kafasındaki ütopik toplumsal düzenin gereklerini dikkate almıştır. Neoliberallerin Smith yorumu ise, tekellerin gücünü tahkim etmek üzere, Smith’in “çalışkan ve ağırbaşlı” emekçilerinin kazanılmış tüm haklarını hedefe koyan bir piyasa fetişizmine dayanmaktadır. Adam Smith’in neoliberal yorumunun temelsizliği, devlet müdahalesi bağlamında daha açık olarak ortaya çıkmaktadır.
ULUSLARIN ZENGİNLİĞİ’NDE DEVLET MÜDAHALESİ
Smith’in Ulusların Zenginliği’ndeki tarım vurgusuyla bağlantılı olarak, devletin rolü konusundaki görüşlerini ele almak yararlı olacaktır. Smith’in toplumsal düzen ve istikrarı, kişisel çıkar peşinde koşan bireyler arasındaki özgür ilişkilerin sonucu olarak gördüğü ve bu çerçevede her türlü devlet müdahalesine karşı olduğu düşüncesi, toplumsal bilimler alanında çok geniş bir kabul görmektedir. Ulusların Zenginliği bir bütün olarak değerlendirildiğinde, bu yaklaşımın, tümüyle yersiz olmasa bile, önemli kuramsal sorunlar içerdiği ve Smith’i çağdaş tartışmalarda referans olarak kullandığı ölçüde anakronizme düştüğü görülebilmektedir.
Smith’in Ulusların Zenginliği’ndeki devlet, toplumsal sınıflar ve siyasetle ilgili görüşleri tutarlı bir bütün oluşturmaktadır. Smith, eserinde, çağdaş anlamda devletin ekonomiye müdahalesi sorununu değil, ticari toplumun iktisadi ve toplumsal ilerlemeye hizmet etmesini sağlayacak yasal ve kurumsal düzenleme sorununu tartışmıştır. Başka bir ifadeyle, devlet sorununu, ticari ilişkilerin toplumun bütün üyelerinin yararına işlemesini güvence altına alacak kurumsal mekanizma olarak ele almıştır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, Smith’in, “müdahaleci” bir devlet anlayışına sahip olduğunu söylemek olanaklı görünmektedir.
Smith’in devlet konusundaki görüşlerinin temelini, esas olarak, ticari toplumun ana motifi olan kişisel çıkar ilkesinin yol açtığı olumsuz iktisadi ve toplumsal sonuçların ortadan kaldırılması endişesi oluşturmaktadır. Sivil toplumda hakim olan ilişkileri genel yarara hizmet etmesini sağlayacak bir kurumsal çerçeve oluşturma endişesi, Smith’in bütün entelektüel sisteminin özünü oluşturmaktadır. Smith, sivil toplumdaki ilişkilerin düzenlenmesi sorununa, bir ahlak felsefecisi olarak da yakından eğilmiştir. Yukarıda değindiğimiz gibi, Ahlaki Duygular Kuramı’nda, ticari toplumda, toplumsal ilişkilerde ortaya çıkan ahlaki bozulma ve bunun doğurduğu siyasal sonuçlarla yakından ilgilenmiştir. Smith’i, Ulusların Zenginliği’ni yazmaya yönelten de aynı endişe olmuştur.
Ulusların Zenginliği’nde, kişisel çıkara dayalı faaliyetlerin doğal yasaların işlemesini engellediğini ifade ederek, bu yöndeki faaliyetleri keskin bir dille eleştirmiştir. Ona göre, kişisel çıkar ilkesinin iktisadi ve toplumsal hayatta egemen olması, istikrarlı ve uyumlu bir toplumsal yapının oluşturulması için gereken siyasal reformların ve iktisadi ilerlemenin karşısına aşılamaz engeller çıkarmaktadır. Bu nedenle, yukarıda aktardığımız gibi, eserinde geleneksel merkantilist düzenlemelere dayanan tüccar ve sanayicilere karşı keskin eleştiriler yöneltmiştir.
Smith, kişisel çıkar peşinde koşmanın yol açtığı sorunları ortadan kaldırmak için, devletin toplumdaki adalet ilkesini hakim kılmasını ve kişisel çıkarların serbest piyasanın doğal düzenine zarar vermesini engelleyecek bir kurumsal çerçevenin oluşturulması gerektiğini savunmuştur: Böyle bir kurumsal çerçevenin oluşturulması, bu çıkarlar tarafından yönlendirilmeyen bir siyasal iradeye dayanmak zorundadır. Bu nedenle, Smith, devletin yasama organının kişisel çıkarlar alanının üzerinde olması gerektiğini savunmuş, tüccar ve sanayicilerin siyasal nüfuzuna önlem olarak, toprak sahiplerine dayalı bir yasama organından yana olmuştur. Ona göre, toprak sahiplerinin egemen olduğu bir Parlamento, “kişisel çıkarların bitmeyen haykırışlarını değil genel çıkarın geniş bir görüşünü temel alacaktır”. Bu tür bir kurumsal güvence altında işleyen bir “ticari toplum”, Smith’in iyimserliğine uygun bir “yeryüzü cenneti” olarak işleyecektir.
SONUÇ
Smith’in ortaya koyduğu kuramsal çerçevenin kapitalizmin gerçekliğini yansıtmadığı kolaylıkla görülebilir. Smith, tüm iyi niyetine rağmen, ufku burjuva üretim koşulları ile sınırlı olduğu için, kapitalizmi tarihsel evrimin nihai aşaması olarak görmüş, küçük üreticilere dayalı bir kapitalizm idealini “doğal özgürlük sistemi” olarak yüceltmiştir. Tam da bu nedenle, Smith’in yaşadığı sanayi kapitalizmi öncesi dönemin özellikleri dikkate alındığında, “iyi niyetli” sayılabilecek görüşlerinin, kapitalizmin meşrulaştırılması yolunda kullanılması kaçınılmaz olmuştur. Ancak yine de, Smith’in eserinde, politik ekonominin, Marx’ın elinde kavuştuğu olgun biçimin izi sürülebilmekte ve bugüne dair çok zengin düşünceler bulunabilmektedir. İşin ilginci, Adam Smith’i popülerleştiren liberal iktisatçıların ezici çoğunluğu, Ulusların Zenginliği’ni okumamıştır. Okumaya kalktıklarında ise, iktisat biliminin tarihdışı mekanik yaklaşımının rahlesinden geçtikleri için, hiçbir şey anlayamamaktadırlar. Smith’in büyüklüğü, bugün iktisat biliminden kovulmuş olan tarihsel yaklaşıma sahip olmasında yatmaktadır. Çünkü kapitalizm, kendi egemenliğini mutlaklaştırmak için insanlığın belleğini yok etmeye, bu çerçevede tarihi ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Burjuvaziye karşı, burjuvazinin ilerici döneminde üretilen ve insanlığın ortak birikiminin bir parçasını oluşturan bu tür eserler okumuş işçiler ve onların aydınları tarafından okunmalı ve yeniden değerlendirilmelidir.
Gönderme Yapılan Kaynaklar:
– Maurice Dobb (1973) Theories of Value and Distribution since Adam Smith. Cambridge University Press: Cambridge.
- Adam Ferguson (1966). An Essay on the History of Civil Society. D. Forbes, (Ed.), Edinburgh University Press: Edinburgh.
- Karl Marx (1993) Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı. Çev. S. Belli, Sol Yayınları: Ankara.
- David McNally (1988) Political Economy and the Rise of Capitalism: a Reinterpretation. Berkeley: University of California Press.
- Barrington Moore (1989) Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri. Verso: Ankara.
- Adam Smith (1937) An iInquiry into the Nature and Causes of the Wealth of Nations. Edwin Cannan, (Ed.), New York: The Modern Library.
- Adam Smith (1976) The Theory of Moral Sentiments. D.D. Raphael and A.L. Macfie (Ed.), Clarendon Press:Oxford.
- Adam Smith (1997) Ulusların Zenginliği. Çev. A. Yunus ve M. Bakırcı, Alan Yayıncılık: İstanbul.