Öyle ya da böyle, görülüyor ki, IMF, en azından gelecek beş yıl boyunca dünya ekonomisine yön vermekte kullanılacak olan en önemli kurum olacak. Ve şu anda, bu role uygun olarak, IMF’nin şekline, söylemine, yapısına ve sermayesine ayar veriliyor.
Daha bir yıl öncesine kadar, Türkiye’den başka belli başlı müşterisi kalmamış, çalışanlarının dahi ücretlerini nasıl ödeyeceğini düşünen, sinek avlayan bir dükkan sahibine benziyordu… Fakat o, her zaman küllerinden doğmayı başarmış bir aktördü. Ne zaman böyle itibardan düşse, çok geçmeden bir küresel ‘ekonomik felaket’ yaşanır ve ardından ona yeni bir sorumluluk verilirdi.
Bu sefer de aynen öyle oldu. Bir felaket yaşandı, hem de 100 yılda bir görünebilecek cinsten… Ve, IMF yeniden göreve çağrıldı. Son G-20 toplantısından çıkan sonuçlara bakıldığında, tasarlanan yeni ekonomik düzende en önemli rolü üstlenmesi öngörülen kurumun IMF olduğu görülüyor. ABD’nin G-20 gündemine getirdiği yeni tasarıma göre, IMF, bütün G-20 ülkelerinin uymayı taahhüt ettikleri koordineli ekonomi politikalarına hangi ölçüde uyduklarını denetleme görevini de üstlenecek.
ABD, artık G-7 veya G-8 şemsiyesi altında, AB ve Japonya ile birlikte dünyayı “Al gülüm ver gülüm” kendi çıkarları doğrultusunda yönetemeyeceğinin farkında. Bu nedenle, dünyaya yeni bir çeki-düzen verilmesi döneminde, bu ihtiyaç çerçevesinde, daha 1998’de Asya krizi sırasında kurulan G-20’ye (gelişmiş ve gelişmekte olan 20 ülkeden oluşuyor) yeni bir misyon yükledi. G-20’nin doğru dürüst bir sekretaryası bile bulunmuyor. Bu nedenle, IMF’ye verilen ‘denetleme’ görevi, aslında G-20’nin sekretaryasının IMF’ye verilmesi anlamına da geliyor. G-20’nin mutfağının IMF’ye devredilmesini, basit bir teknik düzenleme olarak değerlendirmemek gerek. ABD’nin gittikçe zayıflayan küresel hegemonyasının yeniden tesisi yolunda stratejik bir adımla karşı karşıyayız.
Kimilerine göre, IMF değişti. Bu tezin sahiplerine göre, “IMF artık eski sömürücü, ülkeleri krize sürükleyen değil, krizden çıkmaları için çaba harcayan bir yapı. Artık yoksulluktan ve sosyal politikalardan bahseden sorumlu bir kuruluş. Protesto edilmesi gereken ‘günahkar’ bir kurum değil…“
G-20 zirvesinde önemli görevler verilen IMF, 6-7 Ekim tarihlerinde ikizi Dünya Bankası ile İstanbul’da yıllık zirvesini gerçekleştirdi. İstanbul’da yapılan yıllık toplantıların sonuç bildirisinde, bundan böyle küresel alanda İstanbul Kararları olarak anılacak ve belki de, birçok ana akım iktisatçısı tarafından referans gösterilecek bir dizi karar açıklandı. Alınan kararlar, iki açıdan değerlendirmeye muhtaç. Birincisi; kararlar, krizden çıkış bakımından neleri öngörüyor ve öngörüler, ülkeler ve emekçileri için ne ifade ediyor? İkincisi; kararlar IMF’nin değiştiğine işaret eden bir içeriğe sahip mi?
KARARLARDA HAYIR VAR MI?
”İstanbul Kararları”nın, önümüzdeki dönemde gerçekleştirilecek G-20 ile IMF-Dünya Bankası Bahar Dönemi toplantılarına da esas teşkil edeceği vurgulanıyor. IMF-Dünya Bankası yıllık toplantıları kapsamında alınan ”İstanbul Kararları”nın, küresel ekonomik ve finansal mimariyi yeniden yapılandırma çalışmalarına önemli katkılarının olacağı vurgulanıyor.
Kararlardan ilki, IMF’nin görev tanımının gözden geçirilmesi. Piyasa ekonomisi anlayışı terk edilmedi. Kâr ve rekabet merkezli bir kurgunun yerini “insan ihtiyaçlarına, toplumsal dayanışmaya” dayalı bir zihniyetin aldığı yolunda bir belirti bulunmadığına göre, IMF’nin yetkilerinin genişletilmesi hayırlı bir gelişme olabilir mi?
Küresel krizi tetikleyen finans sektöründe riskler azaldığı, işlerin yoluna girdiği ileri sürülüyor. Ancak buna karşılık, henüz tüm problemler aşılamadığı da belirtiliyor. Toparlanmanın, ne zaman başlayacağı bir yana, yavaş olacağı kararlara da zemin sağlıyor. Üstü örtük olarak “reel sektör riskleri devam ediyor” uyarısı yapılan bu ifadeyle, aslında istihdam yaratmayan bir iyileşme süreci vaat ediliyor. Krizden çıkış kısa zamanda gerçekleşmeyecek ve IMF’ye göre, kriz, işsizlikle ve beraberinde getirdiği yoksullukla ilgili herhangi bir sorumluluk üstlenilmeden aşılacak.
İkinci karar, esnek kredi hattının daha çok ülkeye açık hale getirilmesi. Bu program, krizle birlikte zaten yürürlüğe konmuştu. IMF’nin web sayfasında, temel göstergeleri istikrar sergileyen ülkeler için tasarlandığı vurgulanıyordu. Bu şartlarda, sürdürülebilir dış dengeler, sürdürülebilir kamu borçları, mali istikrar şeklinde sıralanıyordu. İlk müşteri ABD’nin sadık partneri Meksika oldu. O da 47.5 milyar dolarlık borçlanma olanağını henüz kullanmadı. Macaristan, Ukrayna gibi krizdeki ülkeler, zaten kapsam dışı kaldılar, “acı reçete” stand-by’a razı oldular.
İstanbul kararlarına göre, krizden çıkış önlemleri için, ülkeler arasında tam bir işbirliği ve uyum gerekiyor. Gelişmekte olan ülkelerin, küresel toparlanmanın lokomotifi olmaya devam edeceği ileri sürülüyor. Sistem içi çözüm arayışlarının amentüsü sayılan işbirliği ve uyum ifadelerinin, tüm IMF belgelerinde olduğu gibi, burada da anılması hiç de şaşırtıcı değil aslında. Krizler, gelişmekte olan ülkelere, yani daha doğru bir isimlendirmeyle, gelişmiş kapitalist emperyalist ülkelere bağımlı geri kapitalist ülkelere, “çevre ülkeler”e gelişmiş “merkez”in hegemonyasından kurtulmada önemli imkanlar sağlıyor. Fakat IMF gibi merkez hakimiyetindeki örgütlerce işbirliği ve uyumun gerekliliğine inandırılan bağımlı ülkeler, “çevre ülkeleri”, buna biat ettiğinde bu imkanlar da kaçmış oluyor.
Canlandırıcı önlemlerin erken terk edilmesinin krizden çıkıp toparlanma girişimlerine olumsuz etkide bulunabileceği, önlemlerin geç terk edilmesinin de kamu açıklarını yükselterek, enflasyon ve nihai olarak da faizleri yükseltici bir baskı yapacağı ifade ediliyor. Krizin aşılmasında kamusal finansmana icazet veren bu ifadeyle, alınan tedbirlerden vazgeçilmesinde zamanlama hususu öne çıkarılıyor. Oysa, kamusal finansman, her şey bir yana, piyasaya müdahale anlamı taşıyor ve her nasılsa IMF, kriz konu olduğunda, müdahaleciliği görmezden geliyor. İlk uyarı, kamusal finansmandan vazgeçmeme uyarısı… Aslında bu, “Hükümetler sermayeye karşı sorumluluklarını yerine getirsin” anlamına geliyor. “Kamusal finansmanın sınırlarını çiz” şeklindeki ikinci uyarı ise, “kamusal finansmanı abartmayın” anlamında. Bu uyarı, enflasyonun sermayenin getirisini azaltması hususunda önem taşıyor. Ancak bu yapıldığında, ortaya çelişik bir durum çıkıyor ve krizin çözümünü talep cephesinde arayan IMF’nin, “enflasyon olmadan talep nasıl yaratılacak?” sorusuna muhatap olması gerekiyor.
Yaygarası kopartılan kararlardan biri de, “gelişmekte olan ülkelerin hem kotalarının arttırılması, hem de G-20’nin yönetiminde daha fazla söz sahibi olmaları…” IMF ve Dünya Bankası’ndaki kota ve oy hakkı ile yeniden yapılanma reformlarının en kısa sürede gerçekleştirilmesi, uluslararası kuruluşlarda ”aşırı temsil edilen” ülkelerin IMF’deki yüzde 5, Dünya Bankası’ndaki yüzde 3’lük kotasının az temsil edilen ülkelere aktarılması benimseniyor. Bu konuda, gelecek yılki IMF-Dünya Bankası bahar dönemi toplantıları ve 2011 yılına kadar nihai bir sonuca ulaşılması gerektiği belirtiliyor.
Başta Çin olmak üzere, diğer “yükselen ekonomiler”in IMF’deki söz hakkı artacak, ama bu artış, oransal olarak, bir anda batı ekonomilerinin ve elbette IMF’nin “ana sermayedarı” Amerikanın kontrolünü kaybettirecek kadar olmayacak. Bu, aslında Çin başta gelmek üzere, en gelişmiş kapitalist emperyalist ülkelerin dışında kalan “yükselen ekonomiler” denen belli başlı ülkelerin dünya ekonomisindeki ağırlıklarının artmasının doğal bir sonucu. Ancak IMF’de yüzde 5, DB’de yüzde 3 kota artırımı, ABD’nin yüzde 17 civarındaki oy gücüyle veto hakkını ortadan kaldırmıyor. Belçika, Hollanda gibi bazı AB ülkeleri aleyhine kozmetik iyileştirmeler sağlıyor. G-20’nin sekretaryasının zaten IMF’ye verilmesi ise, daha demokratik bir dünya görünümü altında fonun icraatlarının meşrulaştırılmasını amaçlıyor. Zor yerine rıza mekanizmalarını harekete geçirecek bir aldatmaca gibi görünüyor.
Hemen hatırlayalım. Küresel kriz yaşanmadan önce IMF’nin varlığı tartışılır hale gelmişti. Çünkü kriz öncesi dünya dengeleri değişmişti. Bir bütün olarak “merkez” denen gelişmiş kapitalist emperyalist ülkeler açık verirken, “çevre ekonomiler” fazla verir durumdaydı. Yarım yüzyıllık emperyalist ülkeler ile yarı sömürgeler arasındaki kaynak akımları tersine dönmüştü. Geçmiş yıllarda “acil ödemeler dengesinin finansmanı” misyonunu yüklenen IMF, bu misyonunu yitirmişti. Cari işlemler açığı veren az sayıda ülke ise, kriz öncesi tüm dünyada çılgınca dolaşan sermayeden kolayca kaynak bulur hale gelmişti.
2007 yılı sonunda, Türkiye ile birlikte IMF denetiminde sadece 11 ülke vardı. Türkiye hariç, hiçbirisi gelişmekte olan ülkeler kategorinde yer almayan, az gelişmiş sayılan ülkelerdi. IMF’nin ülkelerden alacağı olan yaklaşık 10 milyarın yüzde 70’i Türkiye’nindi. Kısacası, IMF’nin Türkiye’den başka ciddi bir müşterisi yoktu. IMF’nin, çalışanlarının maaşlarını ödeyemeyeceği belirtiliyordu. IMF’nin işlevi sorgulanmaya başlanmıştı. 2007 yılında hazırlanan bir rapor, IMF’ye finansman ihtiyacını piyasadan karşılamayı öneriyordu.
İki çözüm gündeme gelmişti. Birincisi, IMF kotalarında gelişmekte olan ülkelerin payını ve dolayısıyla oy güçlerini artırmaktı. Nitekim 2006’da, Türkiye’nin de aralarında bulunduğu 4 ülkenin kotası artırıldı. İkincisi ise, IMF’yi, küresel düzeyde iktisat politikalarını gözetleyen ve denetleyen kuruma dönüştürmekti. Krizle birlikte her iki şık da gündeme geldi. Önce piyasaya sürülmesi için merkez ülkelerin merkez bankalarının katkılarıyla oluşturulan fonun denetimi IMF’ye verildi. Son G-20 toplantısında, tasarlanan yeni ekonomik düzende en önemli rol IMF’ye verildi. Küresel krizi, IMF ile G-20’nin ortak yönetmesi kararlaştırıldı. G-20’nin doğru dürüst bir sekretaryası bile olmadığı hesaba katılınca, IMF’nin asıl aktör olması kaçınılmaz. Bu da, ABD egemenliği demek. Çünkü ülkelere dünya ekonomisindeki göreceli ağırlıklarına göre kota verilen IMF’de, ABD’nin kotası yüzde 17. İcra komitesinde karar almak için ise, yüzde 85 çoğunluk gerektiği için, Amerika fiili veto hakkına sahip oluyor.
Bu durum, aslında, bugünlerde ortaya atılan “Dünyanın yönetimi G-20’ye kaydı; Çin, Hindistan, Brezilya artık söz sahibi” söylemlerini tekzip eder nitelikte. Böyle olmasa dahi, adı geçen ülkeler kuşkusuz sosyalist değiller ve tabii ki, krizi emekçilere yıkan kapitalist çözümlerin dışında herhangi bir çözüme de sahip değiller. IMF’yi yetkili kılmalarından da zaten ne yapacakları belli. Yetki, bir emperyalist kurumdan diğerine geçince, sonucun değişmesini beklemek zaten abesle iştigal.
KEMERLER GEVŞİYOR, YOKSULAR DÜŞÜNÜLÜYOR!
Krizin en önemli nedeni olarak gösterilen finans sistemini daha sıkı bir şekilde denetlenme tedbiri de, IMF’nin değiştiğini söyleyebilmeyi gerektirecek bir içeriğe sahip değil. Sistem içi bir önlem olan Tobin vergisinin (ülkelerin uluslararası sermaye hareketlerinden korunmasına yarayacak bir tür döviz işlemleri vergisi) süreç denetimi sağlayan özelliği dikkate alındığında ve elde edilen hasılatın yoksullukla mücadele gibi insani bir amaçla kullanılabileceği düşünüldüğünde, önemi artıyor. Fakat IMF, buna dair olumlayıcı bir yanıt vermiyor ve temsil ettiği sermayeyi dizginleyici içerikli bir vergi olması nedeniyle, bu yanıtı gelecekte de veremeyeceğe benziyor.
Bir diğer iddia ise, IMF’nin kemer sıkıcı değil, artık gevşetici programlar önerdiği iddiasıdır. Oysa IMF, bu süreçte çifte standart uyguluyor. Küresel krizle birlikte ABD ve AB ülkeleri başta olmak üzere, büyük kapitalist ülkeler, depresyondan, kamu harcamalarını artırmak yoluyla genişlemeci mali politikalar ve faizleri 0’a yaklaştırarak gevşek para politikalarıyla sıyrılmaya çalışıyorlar. IMF bir yandan onları bu yolda teşvik ederken, diğer yandan stand-by imzalayan Macaristan, Ukrayna, Litvanya, Pakistan gibi ülkelerin iflahını kesiyor. Onları, daraltıcı politikalar uygulamaya, kamunun ekonomideki rolünü azaltmaya zorluyor. Sırbistan’a örneğin, kamu çalışanlarının en az beşte birini işten çıkarma talimatı verdi.
Finansal kriz ortamında, İzlanda ve Ukrayna’nın sermaye kaçışını frenlemek için döviz işlemlerine ve sermaye hareketlerine kısıtlamalar koydu. Stand-by anlaşmalarında, bu konuda da “asimetrik” ögeler var: İzlanda için, “sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamaların, döviz piyasaları istikrara kavuşuncaya kadar kaldırılmaması” öneriliyor. Ukrayna ile imzalanan stand-by programı ise, tam tersine, “döviz işlemlerine konan vergilerin ve kısıtlamaların mümkün olduğunca çabuk kaldırılması” koşulunu içeriyor.
Kısaca, aynı hastalığa tam zıt reçeteler uyguluyor. “Merkez”i oluşturan gelişmiş kapitalist emperyalist ülkelere “kıyak”, İzlanda gibi sermayenin sığınma alanlarına kayırma, geriye kalan ülkelere “acı” reçete…
IMF’ye yönelik bir asılsız yakıştırma da, IMF’nin yoksullukla mücadeleyi öne çektiği iddiasıdır. IMF’nin yoksul ülkelere faizsiz kredi verme kararı alması, iddianın kanıtını oluşturuyor. Dünyada faizler, neredeyse sıfır düzeyine inmiş durumda. Karşılıksız kredi verilse, iddia kısmen inandırıcı olabilirdi. Fakat bu koşullarda imkansız… Pakistan’da tüketicilerin ve çiftçilerin korunmasına yönelik sübvansiyonların kaldırılmasının hedeflenmesi, IMF’nin ne kadar yoksul dostu olduğunu anlatmaya yeter de artar bile.
TÜRKİYE IMF İLİŞKİLERİ: KARŞITLIK MI, UYUM MU?
Türkiye’nin IMF ile yeni bir stand-by anlaşması imzalamamış olması, hükümete ‘böbürlenme’ imkanı doğurdu. Fakat gerçekte durum farklı. İstanbul’daki zirvenin ardından, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’dan şu açıklama geldi: “Ekonomi düzelmeye girdiği için kemer sıkma politikasına başlamak gerekebilir.”
Nitekim, kemer sıkmanın işareti, hükümetin açıkladığı Orta Vadeli Program’da (OVP) ve 2010 yılı tahmini bütçesinde geldi. 2009 yılında, milli gelirin yüzde 6,6’sı düzeyinde gerçekleşmesi beklenen bütçe açığının (metinde kamu açığı denilmesine rağmen merkezi yönetim bütçe açığı öngörüsü veriliyor), sürekli azalarak, dönem sonunda (2012 yılında), yüzde 3,2’ye gerilemesi planlanıyor. Açığın küçültülmesi ise, bütçe harcamaları üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Vergi yükü aynı kalırken (2010 yılı hariç), bütçe harcamalarının payı dönem boyunca küçültülüyor. Sosyal güvenlik primleri hariç vergi yükü, 2009 yılında yüzde 17,7 iken, bu rakam, 2010’da 19,4’e yükseltiliyor. Daha sonraki yıllarda ise, bu düzeyin korunması öngörülüyor. 2009 yılında milli gelirin yüzde 28,2’si düzeyinde gerçekleşmesi beklenen bütçe harcamalarının, sürekli azalarak, dönem sonunda, yüzde 25,6’ya gerilemesi planlanıyor.
Öte yandan, bütçe harcamalarının küçültülmesi, kamu çalışanları ve yatırımlar üzerinden gerçekleştiriliyor. Çünkü hem personel harcamalarının, hem de yatırımların payında ciddi bir gerileme öngörülüyor. Bu kurgudan anlaşılıyor ki, önümüzdeki üç yıl boyunca bir kemer sıkma planı devreye girecektir. Bu dönemin en sancılı yılı ise, 2010 yılı olacaktır. Çünkü bu yılda hem bütçe harcamalarının payı küçülüyor, hem de vergi yükü artmış oluyor. Ancak hemen belirtelim, kemer sıkmanın öngörülen dozda olup olmayacağı olası iki önemli gelişmeye bağlı. 2010 yılında olası bir erken seçim ve/veya IMF ile olası bir anlaşmada doz yükselebilir de yumuşayabilir de.
OVP’de yer alan diğer hedefler ise, geçmiş yıllarda olduğu gibi, bu kez de yineleniyor. Oysa yinelenenlerin (sosyal harcamalar artırılacak, istihdam desteklenecek, bölgesel gelişmişlik farklılıklarını azaltan harcamalara önem verilecek, yaşam kalitesi yükseltilecek, kayıtdışılık azaltılacak vb.), öngörülen kurguda hiç mi hiç gerçekleşebilme olasılığı bulunmuyor. Çünkü bu işler için bütçeden herhangi bir kaynak öngörülmüyor. Sosyal devleti tasfiye etmeyi, kemerleri sıkmayı öngörmüş bir kurgu, olsa olsa bu sorunları daha katmerleştirir.
Hükümetin IMF’ye ayak dirediği noktalardan biri de, IMF’nin sağlık harcamalarının kısılması talebiydi. Şimdi, katılım paylarının artırılması yanında, sağlıkta ciddi tasarruf planlanıyor. 2010 bütçesinde eğitim ve sağlığa ayrılan ödeneklerin milli gelir paylarındaki gelişme de, bunu doğruluyor. Eğitimin payı, 2008 ve 2009 yıllarında (2009 yılı için verilen rakam başlangıç ödeneğidir) yüzde 3.2 ve 3.1 iken, bu oran, sonraki üç yıl için, sırasıyla, yüzde 3.7, 3.6 ve 3.5 oluyor. Sağlığın payı ise, 2008 ve 2009 yıllarında yüzde 1.4 ve 1.2 iken, sonraki üç yıl için, sırasıyla, yüzde 1.5, 1.4 ve 1.4 düzeyinde belirleniyor. Burada, illa devam eden bir uygulama veya politika aranıyorsa, o da, sosyal devletin ihmal ve tasfiye edilmiş olmasıdır.
Bütçe büyüklükleri bir bütün olarak değerlendirildiğinde, görülüyor ki, 2010 yılında kemerler sıkılacak ve bu politika, 2012 sonrasına kadar sürdürülecektir.
IMF, özellikle belediyelere merkezi bütçeden aktarılan kaynağın kısılmasını dayatıyordu. Sağlık gibi, hükümet, ciddi siyasi rant elde ettiği bu alanda da, IMF’nin diretmesi karşısında ayak diriyordu. Fakat OVP’de bu sorun da halledildi: “Merkezi bütçeden belediyelere aktarılan kaynak kısalacak, belediyelerin ek gelirler elde etmesine yönelik düzenlemeler yapılacaktır.“
Açıkça, “Belediyelere merkezden para yok. Vatandaşı yolabilmelerinin önü açılacak” deniliyor. Geriye, bir tek, Gelir İdaresi’nin IMF’nin denetimine açılması meselesi kalmıştır. IMF, yeni bir Duyunu Umumiye anlamına gelen bu talep karşısında itirazını sürdürmektedir. Geriye kalan tüm sorunlar, OVP ve gelecek yılın tahmini bütçesindeki düzenlemeler ile halledilmiştir.
SONUÇ YERİNE
Kısaca özetlemek gerekirse, IMF, İstanbul’da, krize ve geleceğe dair yeni bir söylem geliştiremediği gibi ve bu anlamda hiçbir sorumluluk da almıyor…
Gerek IMF’nin, gerek DB’nin 65 yıllık faaliyetleri dünya halklarına acılar, zulümler, yoksulluklar, yoksunluklar yaşatmanın tarihidir. Hep uluslararası sermayeden ve onların yerel temsilcilerinden yana, emek karşıtı politikaların dayatıcısı olmuşlardır. Türkiye’de, son 51 yılın 27’sini IMF denetim ve gözetiminde geçirmiş sade yurttaşların, emekçilerin, emeklilerin, kadınların, gençlerin, köylülerin bu politikalardan çok canı yanmıştır. IMF, karşımıza her zaman hastalığın tedavisini bilen, sabırla reçetelerini yenileyen usta bir doktor kimliğiyle çıkarılıyor. Suçlu ise, hep perhizi bozan, ilaçları aksatan, sonra da nedamet getirip IMF’nin ocağına düşen ülkeler…
Şimdi aynı görüntü sürdürülmek isteniyor. Oysa IMF’nin, tedavi eden değil, sermayenin ve emperyalist ülkelerin çıkarlarını gözeterek oluşturulmuş, süründüren reçeteleri var. Bugün kapitalizmi krizden kurtarmakla görevlendirilen IMF’nin değiştiğine inanarak, ondan medet ummak, hastalarını defalarca felce uğratan doktora bir kez daha kanmaktır. AKP’nin IMF karşıtı olduğunu düşünmenin de, doktorun asistanı tarafından aldatılmak anlamına geleceğini, yukarıda aktardığımız planlar açıkça ortaya koyuyor.