Kapitalizm Nereye Gidiyor?

Kapitalist dünya sisteminin -tekelci kapitalist emperyalist sistem- içine düştüğü son ekonomik kriz, sadece güncel krizin nedenleri sorununu değil, kapitalist sistemin geleceğinin ne olacağına, nasıl bir dünya sistemi kurulacağına ilişkin tartışmaları da gündeme getirmiş bulunuyor. Burjuva ideologları, ekonomistleri, bir dizi daldan profesörleri ve sistemin tüm paralı uşakları kapitalizmin nereye gitmekte olduğu sorusunu ortaya atıyorlar ve bu soruya, genellikle “yanlışlıklarından arınmış, daha mükemmel bir küreselleşme sürecine doğru gidileceği” yanıtını veriyorlar.

Ülkemizde de durum pek farklı değil. Yukarıda sayılan çevrelerden gıdalarını alan Türkiyeli uzantılar da benzer tahliller yapıyorlar. Bu çevrelerin kapitalizmin “ebediyen yaşayacağına” ilişkin inançları tam. Örneğin şu iddiayı ele alalım; “Kapitalizmin yerine kolektif mülkiyete dayalı, piyasa mekanizmasını reddeden, tamamen farklı bir ekonomik sistemin geçmesini ise ancak hayal edebiliriz. Küresel kapitalizmin, küresel meşruiyet de kazanacak tarzda geliştirilmesi yolundaki arayış ise mutlaka sürecektir.” (Küresel Çöküş ve Kapitalizmin Geleceği Osman Ulagay. Söyleşi Murat Aksoy Özgür Yayınları sf. 51, 3. Baskı)

Alıntıdan da anlaşılacağı gibi, Milliyet’in ekonomi yazarı Osman Ulagay da, -sosyal reformist sayılabilecek bir çizgide- kapitalizmin uluslararası “reformcu” ideologları gibi “küresel kapitalizmin, küresel meşruiyet de kazanacak tarzda geliştirilmesi” dışında bir alternatifin olmadığına iman etmiş durumda. Adını vermeden tarif ettiği sosyalizmi ise ancak “hayal edebiliriz”! Yani kapitalizmin gelişmesi, tüm yıkıcılığına ve yağmacılığına karşın gerçek bir gelişme yoludur. Buna karşın sömürüyü ortadan kaldırarak, eşit, adil, özgür bir gelecek sunan yeni bir dünya, sosyalist bir dünyanın kurulması ise ancak bir hayaldir! Burada dikkati çekmek gerekir ki; ortaya atılan tezde güncel olarak sosyalist bir sistemin kurulması ihtimalinin bugün olup olmadığı -bugün gündeme girmiş pratik bir alternatif olup, olmadığı- tartışılmıyor, yaşanmış sosyalizm örneğine rağmen, sosyalizm kurulabilir bir sistem olarak, kategorik olarak reddediliyor. Ne bugün ne de gelecekte sosyalizm olanaklıdır, ama hayal edebiliriz, hayal etmenin bir sakıncası bulunmuyor nasılsa!

Ulagay’ın bu ve benzeri görüşlerini içeren söyleşilerden oluşmuş yukarıda adı geçen kitapta kriz tartışılıyor ve sadece krizin nedenleri değil, kapitalizmin geleceğine ilişkin tespitler yapılıyor. Bizde bu yazıda, yukarıda küçük bir bölümünü aktardığımız Ulagay’ın bu “tespitleri” üzerinde duracağız ve kapitalizmin nereye doğru yol almakta olduğunu, kapitalist “adil bir uluslararası düzen” kurulup kurulamayacağını irdelemeye çalışacağız. Mevcut kriz hangi sonuçları ortaya çıkarıyor, kapitalizmin “küresel meşruiyet” kazanması ne anlama geliyor, uluslararası işçi sınıfı ve emekçi halklar kapitalizme alternatif bulmakta gerçekten çözümsüz mü vb? Bütün bu soruları daha yakında irdelemek gerekiyor.

YIKILMA TARTIŞMASI

Ulagay, hayatta sizi en çok heyecanlandıran şey nedir sorusuna karşılık, “ömrünün önemli bir bölümünü dünyadaki ve Türkiye’deki dönüşüm süreçlerini izleyerek geçirmiş biri olarak” şöyle yanıtlıyor: “Halen yaşanmakta olan küresel krizin yarattığı altüst oluşu fevkalade heyecan verici bulduğumu söyleyebilirdim herhalde.” (agy, sf. 9) Ulagay’ın bu kadar heyecanlanmasına neden olan altüst oluş nedir? Yanıt şu; “Şimdi yaşamakta olduğumuz krizin alternatifsiz tek seçenek olarak dünyaya pazarlanan efsaneyi yıkması, ‘piyasa tanrısı’nın ve finans sektörünün çok boyutlu çöküşünü sergilemesi de benim heyecanımı artırıyor. Hayatı piyasalara indirgeyen ve insanın toplumsal bir varlık olduğunu unutan bir anlayışın şimdi iflasın eşiğine gelmesi, değişim umudunu gündeme taşıdığı için de önemli.” (agy)

Kapitalizmin egemen olduğu bir dönemde “insanın toplumsal bir varlık olduğunu unutmayan”, “piyasalar dışında bir hayat” için, bir değişim için umut var mı yok mu, bunları daha sonra irdelemeye çalışacağız. Ama önce şu “altüst oluş”a bakmak gerekiyor. Altüst olan nedir ve yıkıldığı iddia edilen “piyasa tanrısı ve finans sektörü”ne dayanan günümüz kapitalist sistemi, başka türlü olabilir miydi ve gelecekte de izleyebileceği başka bir yol var mı? Bu kapitalizm hangi temel üzerinde yükselmektedir? Ve bu temel değişmeden, bu iki gerçeği -piyasanın tanrılığıyla finans sisteminin ağırlığını- değiştirmek olanaklı mıdır? Öncelikle yanıtlanması gereken sorular bunlardır.

Ama burada şuna dikkat çekmek gerekiyor ki, Ulagay, kolayca anlaşılacağı gibi, “yıkılanın”, finans sektörüne önem veren “özel” bir kapitalizm türü olan “Anglo Sakson Modeli” olduğunu öne sürüyor. Ulagay’ın ifadeleri ile aktaracak olursak, “Kapitalizmin sonunun geldiğini söylemek zor, ancak piyasanın belirleyiciliğini ve finans kesiminin önemini abartan Anglosakson modeli kapitalizmin ciddi bir darbe yediği ortada.” (Agy, sf. 23) Anglosakson modelinden kasıt, ABD ve İngiltere gibi Anglosakson ülkelerinde egemen olan kapitalist sistemdir. Başka bir ifade ile, dev tekellerin, bankaların vb. batmasına, ülkelerin iflas etmesine neden olan kapitalizmin son krizi, aslında kapitalizmin genel bir krizi değil, “Anglosakson modeli”nin krizidir. O yıkılmadıysa da, “ciddi bir darbe” yemiştir. Söylenmek istenen budur. Tabii burada akıllara şu soru gelmiyor değil; dünyanın son yüzyılından İngiltere ve ABD’yi, onların kapitalist emperyalist sistemde tuttuğu yeri çıkarıp atsak kapitalist emperyalizm adına geriye ne kalır? Bu da başlı başına ayrı büyük bir sorundur! Hepsine kısaca değinmeye çalışacağız.

Bugün başta sosyalistler olmak üzere, aklı başında hiç kimse zaten kapitalizmin sonunun geldiğini söylemiyor. Eğer mevcut kriz, uluslararası işçi sınıfının güçlü partilere sahip olduğu, yaygın bir işçi hareketinin var olduğu bir dönemde patlak verseydi, kuşkusuz bu sorun farklı bir biçimde önümüze gelecekti. Bugün işçi hareketi elindekini korumaya çalışma, daha fazla mevzi kaybetmeme çizgisinde bulunuyor. Uluslararası işçi hareketi henüz güç toplama, hasarlarını tamir etme döneminde ve önüne kuşkusuz daha ileri hedefleri de yavaş yavaş koyacaktır. Kapitalizmin çöküşü meselesi bu koşuldan bağımsız olarak tartışılamaz ve sosyalistler de hiçbir zaman böyle bir tartışma yapmadı.

Ama kriz dönemlerinin devrim için ortaya çıkardığı elverişli koşullar, bu koşullarda sermayenin devrilmesi için verilecek mücadele ve bu mücadelenin sorunları, işçi hareketinin ihtiyaçları her zaman tartışıldı. Krizlerinin ardından kapitalizmin “stabilizasyonu”nun geçmişte olanaklı olduğu, biten her krizin ardından yeni bir krize doğru ilerleyen sürecin başladığı, bunun kapitalizm için bir kısır döngü olduğu hep tespit edildi.

Stalin’e sövgüler savuranları kızdırmak için söyleyelim, bütün bunlar, emperyalizm koşullarında Stalin tarafından tespit edildi. Her krizde, mevcut durumun somut tahlilini yapma yeteneğinden yoksun, tanrıya dua eder gibi kapitalizmin çöküşünü gözleyen “sosyalist” tipi çizmek, sonra da “bakın kapitalizm şimdi de çökmedi, sosyalizm hayaldir” demek, burjuva ideologlarının ve sosyalizme saldırıda onlardan geri kalmayan sözde sosyalistlerin sosyalist ideolojiye saldırı yöntemlerinden birisidir. Hasmını önce istediğin kılığa sok, sonra da darbelerini bir güzel indir. Kurnazca bir yöntem! Ama buna karşın yine de sonuçsuz. Çünkü yalan ve demogajiye dayalı ve gerçekler de çok inatçı!

Gerçek şudur ki; tarihsel materyalizm ve politik ekonomi bize gerçek durumu ve olayların gelişim yönünü anlamamızda güçlü bir kılavuz sunar. Bu nedenledir ki, kapitalizmin krizlere yuvarlanacağını, her gelişme ve yükseliş evresinden sonra yeni bir krizin geleceğini sosyalistler tespit etmişlerdir. Bu, az çok genel bir birikime sahip hiç kimse için bir sır değildir. Ama ekonomiyi, finans sektörünü yönetsinler diye önlerine milyonlarca dolar yığılan yöneticiler, onların hizmetindeki ekonomistler bunları göremezler. En iyi ihtimalle birkaçı, belki bir kaç yıl önce durumu sezer, ama onlar da olayların ardındaki sistemi kavramaktan uzaktır. Kriz başlayıp, kapitalizmin kabeleri bir bir çökmeye başlayınca da, bütün bunları niye göremedikleri tartışmasını yaparlar. İşler biraz “düzelmeye” başlar başlamaz da, benzer bir süreci yeni baştan yaşamak için var güçleri ile aynı oyunu oynamaya devam ederler. Ünlü bir tekelin CEO’sunun dediği gibi, “müzik çaldıkça dans etmeye devam” ederler.

Kapitalist sistem sürece -devre- yeniden başlar, dökülen dökülür, yıkılan yıkılır, çöken çöker, dengeler bozulur, yenileri kurulmaya çalışılır, geriye kalanlar aynı biçimde devam ederler. Bu durum, uçurumdan atlayan ilk koyunu takip edip, uçurumun dibini boylayan koyun sürüsüne benzer. Kapitalist sistem, sistemin temelleri tehdit altına girmedikçe sürüyü kurtarmaya çalışmaz, yeni sürü toplamaya koyulur. Eğer ciddi bir tehdit söz konusuysa, tekelci sistemin devletini devreye sokar, işleri bir miktar düzeltmeye çalışır. Düzenin sahipleri bütün bunlara “yaratıcı yıkıcılık” diyen ideologlar da yetiştirmiştir.

ANGLO-SAKSON TÜRÜ BİR KAPİTALİZM VAR MI?

Buradan, Ulagay’ın “piyasaya ve finansa ağırlık veren Anglo Sakson kapitalizmi” tespitlerine dönebiliriz. Hemen vurgulamak gerekir ki, bu tespit bazı Batılı ekonomistler tarafından yıllardır kullanılmaktadır. Yani patenti Ulagay’a ait değildir. Kapitalizmin farklı ülkelerdeki gelişme özelliklerine göre geçmişte farklı tanımlar da kullanılmıştır. Örneğin İngiltere “sömürgeci”, Fransa “tefeci”, Almanya ikisinin karışımı vb. tanımlarla adlandırılmıştır. Ortak özellikler dışındaki bazı karakteristik farklılıkları vurgulamak için yapılmıştır bu tanımlar. Yoksa farklı farklı kapitalizm türleri söz konusu değildir. Maddi zemin, temel ilişkiler bir ve aynıdır. Anglo Sakson kapitalizminden kastedilen, ABD ve İngiltere’de uygulanan, tüm dünyayı sarıp sarmalayan bir kapitalizmdir. Bir kavram ortaya atılmakta, ama bunun anlamı, farklı temellerinin var olup olmadığı tartışılmamaktadır. Anglo Sakson kapitalizmi tanımı da böylesi kavramlardandır.

Kapitalist sistem, gelişmesini, hep en ileri ögelerini örnek alarak, onun önünü açarak, geriden gelenleri onun peşine takarak sürdürür. ABD ve İngiltere, İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkmış devletlerdir. Zaferin asıl kaymağını da ABD yemeye başlamış, tartışmasız dünya kapitalizminin liderliğini üstlenmiş, İngiltere de onun peşine takılmıştır. Başta ABD olmak üzere, bu iki devlet, kapitalist emperyalist sistemin en önünde yer alarak, kapitalist sistemin hem önünü açmışlardır, hem de kapitalist emperyalizm bu ülkelerde en doğal gelişme yoluna girmiştir.

Sermayenin aşırı merkezileşmesi ve yoğunlaşması, sermaye ilişkilerinin yaygınlaşıp, derinleşmesi en ileri noktalara evrilmesi, öncelikle bu ülkelerde, en uç noktalarda gerçekleşmiştir. Yani Anglo Sakson kapitalizmi denilen “model”, ABD’li ve İngiliz yöneticilerin “bilinçli bir tercihleri, politikaları” değil, tekeci kapitalizmin doğal gelişmesinin bir ürünü ve sonucudur. Onlar, sermayenin en fazla yoğunlaştığı ve merkezileştiği, aşırı kâr dürtüsünün en yoğun olduğu ülkelerde, bu sermayenin ihtiyaçlarına uygun davranmışlar, bu ihtiyaçların kendilerini götürdüğü yere gitmişlerdir. Belki burada ancak şu söylenebilir ki; kapitalizm, kriz nedeniyle güçlü bir darbe almıştır, kitlelerin geniş tepkisi nedeniyle “bazı aşırılıklar” devlet tarafından kontrol edilebilecektir. Bugün, devlet, ne de olsa en büyük tekel durumuna gelmiştir vb!

Kapitalizmin, ABD ve İngiltere örneklerinde görüldüğü gibi, bu en gelişkin örneklerine göre değil de, başka gelişim yollarını “tercih ederek” gelişimini sürdürebileceğini öne sürmek, sadece iflah olmaz bir kapitalizm dalkavukluğu değil, aynı zamanda kapitalizmin gelişim yasalarından da hiçbir şey anlamamak demektir. Küçük burjuva, sosyal reformist bir rüyadır bu.

Burada, ABD ve İngiltere’de kapitalizmin gelişim özelliklerine, fazla uzatmadan, ama temel nitelikleri itibarıyla biraz yakından bakmak gerekiyor. Önce İngiltere’ye, sonra da ABD’ye bakacağız. Bu sıralama, bu ülkelerin dünya tarihinde aşağı yukarı son iki yüzyılda oynadıkları role göre yapılmıştır. Yoksa ilk önce İngiltere gelir, en önemli odur anlamında değil. ABD bugün tartışmasız liderdir.

İngiltere, dünyanın en büyük sömürge imparatorluğunu kurmuş ülkesidir. “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” deyimi, İngiltere için üretilmiştir. İngiltere, bu duruma kendi kapitalist gelişmesi sonucu ulaşmıştır ve kapitalizmi geliştikçe de sömürgeciliği güçlenip, yaygınlaşmıştır. İngiltere, kabaca 19. yy.’ın ilk çeyreğinden sonra kapitalist dünyanın tartışmasız lideri konumundadır. İngiliz sanayi hızla gelişmekte, sömürgelerden elde ettiği hammaddeleri büyük ölçeklerde işlenmiş kapitalist metalara dönüştürmektedir. İngiltere “dünyanın atölyesidir” sözü bu nedenle söylenmiştir. İngiliz sanayiinin üretim gücü ve verimliliği diğer ülkelerin üretimlerini vurmuş, eski üretim yöntemlerini yıkmış, “dünya pazarı” bütünüyle İngiltere’nin denetimine girmiştir.

Kapitalist sanayinin bu gelişmesi, bankacılığı ve sigortacılığı da peşinden sürüklemiş, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, mali sermayeyi ortaya çıkarmıştır. Mali sermaye, sanayi ve banka sermayesinin birleşip kaynaşması, tek bir sermaye -finans kapital- haline gelmesidir. Artık tekelci kapitalist yolu tutan bütün ülkelerde, kapitalist üretim ve onun yönetimi, mali sermayeden, yani finans kapitalden sorulmaktadır. Geçmişte sınırlı etkileri ve işlevleri olan bankalar, artık dev kapitalist organizasyonlara dönüşmüş, üretimi, mali sistemi, tüm kapitalist ilişkileri, bu sermayenin çıkarlarına göre şekillendirmişler ve denetimleri altına almışlardır. Bu arada, 19. yüzyılın sonuna doğru borsa, “büyük oyun” olarak gelişmeye, güçlenmeye başlamıştır.

Ancak mali sermayenin güçlenmesi ve her şeye egemen olması, aynı zamanda kapitalizmin asalaklığının ve çürümesinin de hız kazanması anlamına gelmektedir. Mali sermaye, sadece üretimin değil, artık tüm toplumun sırtında kan emici büyük bir güçtür. Dünya pazarında pay sahibi olmak -Almanya, Japonya, ABD- isteyenlerle, payını korumak isteyen -İngiltere, Fransa- diğer güçlerin karşılıklı mücadelesi ve mevzilenmesi, egemenlik ve güç çatışmasının kızışması, bilindiği gibi, Birinci Paylaşım Savaşına yol açtı.

İngiltere ve ABD, bu savaştan galip devletler olarak çıktılar. Ancak üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu -İngiltere-, tüm haşmetine karşın, artık eski gücünde değildir. Kapitalist gelişme ABD’de de dev adımlarla ilerlemiş, ABD dünyanın yeni efendisi olmaya doğru ilerlemeye başlamıştır. Ancak ABD’ye dünyanın yeni patronu olacak yolu açan asıl olay, bilindiği gibi, İkinci Dünya Savaşı’dır. Artık bu dönemden sonra ABD, kapitalist dünyanın tartışmasız tek lideridir. İngiltere ikinci dereceden bir güç haline gelmiş, ABD ile “stratejik ittifakı” içerisinde gücünün daha fazla zayıflamasına engel olmaya çalışmıştır.

ABD emperyalizminin İkinci Dünya Savaşı sonrasında ulaştığı gelişme dikkat çekicidir. Sanayi üretiminin verimliliğinde ABD tartışmasız dünyanın en ileri ülkesidir. Olağanüstü artan üretimin üzerinde yükselen dev tekeller, bu tekellerle iç içe girmiş bankalar dünyanın en büyükleri haline gelmişlerdir. ABD mali sermayesi, ABD Dolarının dünya kapitalist sisteminin ortak parası haline gelmesi ile -Bretton Woods anlaşması ve sistemi- dev gelişme boyutlarına ulaşmıştır. ABD, bugün de, 14 triyon dolarlık yıllık GSMH’sı ile açık ara dünyanın en büyük ekonomisi durumundadır.

ABD ve İngiltere’nin dünya kapitalist sistemindeki yeri genel hatları ile böyledir. Yani dünyanın eski ve yeni efendileri olan, ama birlikte hareket etme konusunda da bugüne kadar birbirlerine stratejik olarak pek ters düşmemiş iki ülkeden söz ediyoruz! Şimdi deniyor ki, Anglo Sakson kapitalizmi kendisini dayattı ve tüm dünyada akıl ve mantık dışı bir durumun ortaya çıkmasına yol açtı. Oysa bu iki ülke, tekeci kapitalist sistemin en ileri ülkeleri oldular ve sermaye ilişkileri burada olabilecek en uç noktaya kadar gelişti ve egemen oldu. Mali sermaye egemenliği için bir laboratuar aranıyorsa, öncelikle kuşkusuz bu iki ülkenin ekonomileri -Marx’ın kapitalizmi tahlil için İngiltere’yi temel alması hatırlansın- incelenmelidir. Kapitalizmin ideologları ve diğer emperyalist ülkeler, bu iki ülkedeki “piyasaların derinliğine” boşuna hayran olmadılar.

Diğer kapitalist-emperyalist ülkelerin önünde de farklı bir “gelişme” yolu bulunmuyordu ve bulunamazdı. Diğer büyük ekonomiler de bunların peşine takıldı ve aynı yoldan ilerledi. Zaten en büyük ve en ileri sermayenin açtığı yolda diğerlerinin ilerlememesi, kapitalizmin, sermayenin işleyiş kurallarına aykırıdır ve bunu yapmayan sermaye grubu ya da devlet geride kalmaya mahkumdur. Bu tartışmalar geçmişte de yapıldı. Alman emperyalizmi, Britanya İmparatorluğuna kıskançlıkla baktı. Bir Alman emperyalisti, “Britanya İmpartorluğu’nun temelinde 1 sterlinlik hisse senetleri var” -o dönemde Almanya’da en küçük hisse senedi 1000 Mark olmak zorundaydı- dediğinde (Bkz. Lenin Emperyalizm), “üretimci” Alman kapitalizminin bu yolu tutması gerektiğine dikkat çekiyordu.

Ayrıca bugün şu bir sır değildir: ABD ekonomisinin finanse edilmesinde, devlet tahvillerinin alımı ile ona “kredi” sağlanmasında başı Japonya, Çin ve petrol zengini Körfez ülkeleri çekmektedir. Çin ve Japonya’nın Amerikan devlet tahvillerine yatırdıkları sermaye 2 trilyon dolar civarındadır. Burada, “piyasadan, finans sisteminden” azami kârı sağlayanlara ne ad verilecektir. Sadece bu örnek bile, “Anglo Sakson kapitalizmi” diye “özel ve tercih edilen” bir kapitalizm türünün varolduğu iddiasının kofluğunu ortaya koymaktadır. Bu tanımla adlandırılan kapitalizm, bugünkü kapitalizmin olağan gelişmesinin zirvesidir ve az çok önemli bir sermayeye, sanayiye hükmeden hiçbir ülkenin bu gelişimin dışında kalması olanaklı değildir. Başka bir “tercih”, gerileme ve iddialarını yitirme anlamına gelmektedir.

Eğer bugün bazı emperyalist ülkeler bunalımdan farklı derecelerde etkilenmişlerse, bunun nedeni, “bilinçli tercihleri” değil, kapitalizmin eşitsiz ve dengesiz gelişmesi, bazı ülkelerin diğerlerine göre bazı alanlarda geri kalmış olmaları, güçleri oranında gelişmelerden etkilenmeleridir. Bu, aynı zamanda şu anlama gelmektedir: Ciddi bir sermaye birikimine hükmeden bir devlet, tekel grubu vb., kaçınılmaz olarak ABD ve İngiliz sermayesinin tutmuş olduğu yolu tutacak, azami kârını benzer yöntemlerle güvence altına alma imkanlarına yönelecektir.

Burada, geçmişe dönük bazı hatırlatmalar yapmanın da yeri geldi. Bu kriz, kapitalist emperyalist sistemin ilk kriz olmadığı gibi, son krizi de olmayacaktır. 1929 Büyük Bunalımı da, ABD’de patlak vermişti. Hatırlatmak gerekir ki, o zaman “sermaye piyasaları” ve “finans sektörü” bugünkü kadar “derinlikli” ve gelişmiş değildi. Şimdiki anlamda bir “küreselleşme”den de söz edilmiyordu. Ama kapitalizm bunalıma düşmekten kaçınamadı ve kuşkusuz bundan sonra da kaçınamayacak. Krizlerin kapitalizmin yol arkadaşı olduğu gerçeğine, kapitalist üretimin yapısının ortaya koyduğu sonuçlardan, bu sonuçların yol açtığı etkilerden yola çıkılarak ulaşılmıştır.

Kapitalist sistem, periyodik olarak, değişik zaman aralıklarıyla -son 20 yıla bakıldığında, neredeyse her beş yılda bir kriz düşmektedir- krize yuvarlanmaktadır. Bu krizler, genel, bölgesel, bazı ülkeleri içine çeken ya da durgunluk vb. biçimlerde görülebilmekte, hafif ya da ağır hasarlarla atlatılmaktadır. Ama dikkati çeken şudur ki, her kriz bir öncekinden daha etkili olmakta, tahribat büyümektedir. Kapitalist sistem, bu altüst oluş içerisinde bozulmuş olan dengelerini yeniden kurmaya çalışmakta, aradan fazla uzun bir süre geçmeden yeni bir kriz kapıyı çalmaktadır. Güncel kriz ise, kapitalist sistemin dengesini daha önceki krizlerden çok daha fazla bozmuş, “eski güzel günlerin” bir daha yaşanmayacağına ilişkin pek çok belirtiyi ortaya çıkarmıştır.

Bu bölümü, krizden çıkış tartışmaları ile bitirmek istiyoruz. Yukarıda özetlemeye çalıştığımız düşünceleri ileri süren Ulagay ve diğerleri, acaba güncel krizden çıkışın çaresini nerede görmektedirler? İlginçtir, ama “çare”, Amerikan tüketicisinin yeniden tüketmeye başlamasında görülmektedir. Kriz koşullarının yarattığı duruma dikkat çeken Ulagay şöyle diyor; “ABD halkı yıllardan beri ilk kez tasarruf yapmaya zorlandı. ABD’deki ve küresel ekonomideki küçülmenin ya da resesyonun en önemli nedeni bu bence. Çünkü Amerikalı tüketicinin yerini alacak başka bir tüketici yok dünyada….” (agy)

Bu düşüncelerinde, Ulagay yalnız değildir. Soros da benzer düşünceler ileri sürmektedir. Soros, Financial Times gazetesindeki röportajında, “Küresel ekonominin zayıf noktaları, esas olarak ABD tüketim oranları ve bankacılık sektörü” demektedir. (Milliyet ekonomi. int. Sys 27.10.2009) Durum böyle olunca yapılacak da belli. Amerikalılar yeniden daha fazla tüketmeye teşvik edilecek. Ama Amerikalı “tüketici” borç içinde yüzüyor ve başta ABD Başkanı Obama olmak üzere, pek çok yetkili “eski günlerin geri gelmeyeceğini” itiraf ediyorlar. Ama bu “çare”yi ileri sürenlerin, aynı zamanda krizin “nedeninin” de Amerikalı “tüketicinin” doymak bilmez tüketim hırsında yattığını, Amerikalıların evlerini “bankamatik” gibi kullandıklarını ileri sürdüklerini hatırlatarak, bu bölümü bitirelim.

KAPİTALİZM KOŞULLARINDA ADİL BİR DÜZEN, ULUSLARARASI DÜZEYDE ÇATIŞMASIZ BİR KÜRESEL SİSTEM OLANAKLI MI?

“Bu kriz nasıl aşılacak ve sonunda nasıl bir dünya düzeni ya da düzensizliği çıkacak ortaya?” Ulagay’a sorulan bir diğer soru bu. Ulagay’ın bu soruya verdiği yanıtın tam olarak anlaşılabilmesi için uzunca bir alıntı yapmak zorunlu. Yanıt şu: “Bunu kestirmek kolay değil, ama bu krizde çok büyük yara alan küresel finans sistemini yeniden yapılandırmak için ve küresel kapitalizmi yaşatmak için ciddi bir çaba harcanacağı söylenebilir. Şimdi gündemde olan G-20 toplantıları bu çabanın önemli bir ayağını oluşturuyor. Hedef, yeni güç dağılımını daha iyi yansıtan, Batı’nın artık tek başına belirleyici olmadığı bir yeni küresel düzenin oluşturulması yolunda adımlar atmak; bu yeni küresel düzenin kurallarını ve kurumlarını gerçekten küresel katılımla belirlemek. Bu çabalar olumlu sonuç verirse, küresel düzenin çerçevesi konusunda küresel mutabakat sağlanabilirse, halen yaşanmakta olan krizin aşılması yolunda önemli bir adım atılmış olur. Küresel kaynakların koordinasyon içinde kullanılması güven krizinin aşılmasını kolaylaştırabilir. Örneğin büyük tasarruf fazlası olan, iki trilyon dolarlık döviz rezervi bulunan Çin’in tavrı belirleyici olabilir…” (sf. 24-25) Ulagay’ın Çin’e özel bir rol biçmesi, bu örnekle sınırlı değil. Şunları da söylüyor: “Halen yaşanmakta olan kriz, Batı’nın küresel düzendeki tartışılmaz üstünlüğünün sona ermekte olduğunu ve başta Çin olmak üzere yeni yükselen güçlerin hemen her alandaki ağırlığının arttığı bir döneme girilmekte olduğunu gösteriyor.” (sf. 12)

Şimdi bütün bu “tezler”in üzerinde biraz durmak gerekiyor. Ama önce şunlar hatırlatılmalı ki; her büyük uluslararası olaydan sonra -savaşlar, büyük ekonomik krizler vb.-, bu kapışmanın ardından, uluslararası kapitalist sistem, yeni oluşan güç ilişkilerini yansıtan -örneğin paylaşımın ardından- ona uygun bir ilişkiler sistemi kurmuş, bu güç ilişkileri, uluslararası kuruluşların oluşturulmasında ve bunların işleyişinde kendisini kabul ettirmiştir. BM ve Güvenlik Konseyi, NATO, AB, IMF ve DB vb. gibi politik ve ekonomik kurumlar, bu güç ilişkilerini yansıtacak biçimde örgütlenmişler, bunların iç işleri ve çalışmaları buna göre belirlenmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan kurumlar, dünyanın kapitalist ve sosyalist blok olarak bölünmesini yansıtırken, Batı kapitalizmi cephesinde ABD’nin liderliği ve belirleyiciliği çok bariz görülür.

Genel olarak yüzeysel bir adlandırma ile “sosyalizmin yıkılması ve blokların ortadan kalkması” olarak tanımlanan, özünde Doğu Bloku’nun açık kapitalist biçimlere geçmesi olayının ardından da, -bu, aynı zamanda bir paylaşımın tamamlanması, ama yenisinin başlaması için mücadele anlamına geliyordu- ABD’nin “tek süper güç” olarak dünya kapitalist sisteminin üzerine çöreklendiği bir döneme girildi. Emperyalist politikacı ve ideologların propagandası ve adlandırması ve bunları izleyen soldaki çömezlerinin alkışlarıyla, buna, “yeni dünya düzeni” dendi. Kısaca hatırlanacak olursa; bu dönem, barışın egemen olduğu, insanların refahının yükseldiği, savaşların geride kaldığı, demokrasi ve insan haklarının egemen olduğu bir dönem olacaktı!

Olup biteni hep birlikte gördük, yaşadık. Neo-liberal kapitalist saldırganlığın eşliğinde ABD emperyalizmi ve müttefikleri dünyayı kana ve gözyaşına boğdu, ülkeler yakılıp yıkıldı, soyulup yağmalandı. “Yeni Dünya Düzeni” hayalleri, propaganda materyallerinin mürekkebi kurumadan yerle bir oldu, emperyalizmin insanlık dışı yüzü her tarafta daha çıplak görülür hale geldi.

Büyük bir pişkinlikle ortaya atılan “tarihin sonu” tezlerinin kısa sürede iflas ettiği görüldü. Peki, ama neo-liberal kapitalist emperyalist saldırganlık doludizgin nereye koşuyordu? Nereye koştuğu, sadece ülkelerin yakılıp yıkılması, uluslararası işçi sınıfının kazandığı mevzilerden geriye sürülmesi ile ortaya çıkmadı. Emperyalist kapitalist sistem, tarihinin en büyük ekonomik bunalımlarından birine yuvarlandı. Dünün burnundan kıl aldırmayan emperyalist tekelleri lego taşları gibi birbiri ardına devrildi. Sistemi daha büyük bir çalkantıya girmesini, şimdilik, tekelci devletlerin devreye girmesi önledi. Kendisine en fazla güvendiği bir dönemde, emperyalist sistem ağır bir krize yuvarlandı ve “piyasa tanrısı”, kendisini kurtarması için, “piyasalar için sorunun kaynağıdır” dediği devletin kapısına sığındı. Anlaşıldı ki, kapitalist sistem doludizgin genel bir krize doğru koşmaktadır.

Yani sondan bir önceki altüst oluşun sonuçları kısaca bunlar oldu. Şimdi, bu yeni “altüst” oluştan sonra, “eskinin zaaflarından arınmış, yeni bir küresel düzenin oluşturulması” çağrıları yapılıyor. Kuşkusuz dünya ekonomisi içerisinde yer alan bazı ülkeler ilerledi ve gelişti. Çin, Brezilya, Hindistan, Meksika, Rusya, Güney Kore, daha geriden gelmek üzere Türkiye gibi ülkelerin ekonomileri eski ağırlıklarının biraz daha üzerine çıktılar. Ama bu süreç krizle ortaya çıkmadı. Kriz, var olan durumun daha açık seçik görülmesini sağladı. Bu ülkeler, “piyasalarının fazla derin” olmamasının, yani geriliğin avantajı ile krizden en büyüklere göre, göreli olarak daha az etkilendiler. Dünya ekonomisinin “merkez ülkeleri”, “tepe noktaları” bu krizden daha fazla darbe yediler. Bunun yol açtığı sonuçlardan birisi, krizin ardından ülkelerin pozisyonlarında, ağırlıklarında değişmeler olmasıdır.

Kapitalist ekonominin eşitsiz ve sıçramalı gelişmesi göz önüne alındığında, bütün bu yaşananların sürpriz olmadığı çok iyi görülür. Kapitalist emperyalist sistem içerisinde ülkelerin ağırlıklarının değişmesi, -İngiltere tek güçken, Fransa, Almanya ve ABD’nin ilerlemesi ve ortak olması gibi. Ayrıca, hatırlanacağı gibi, Birinci Paylaşım Savaşı’nın ardından Almanya neredeyse sömürge olmuştu!- ekonomilerin genel sıralamadaki yerlerinin farklılaşması, sistemin doğasında bulunmaktadır. Eşitsiz ve sıçramalı gelişmenin sonucudur bu. Ancak son yüzyıla bakıldığında, listenin ilk ülkelerinin sıralamada yerleri değişmekle birlikte listenin hemen hemen hep aynı kaldığı görülmektedir. ABD, Japonya, Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya gibi ülkeler hep bu listenin içindedirler. Şimdi bu listenin biraz daha genişlediği görülmektedir. Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya vb. gibi ülkelerin ekonomileri eşit ve aynı özellikler göstermemekle birlikte, gelişmiş ve büyümüştür.

Buna karşın dünya ekonomisinin belirleyici ülkesi halen ABD’dir. ABD, 14 trilyon dolarlık GSMH ile listenin başında yer almakta, bir ucundan tartışılmaya başlasa da, dolar hâlâ dünya parası olarak kabul görmektedir. Listenin ikinci ülkesi ile ABD arasında hemen hemen 10 trilyon dolara yakın bir fark bulunmaktadır. ABD ekonomisinin dünya ekonomisinin yüzde 25’inden fazlasını oluşturduğu bilinmektedir. Dünya ekonomisinin ağırlık merkezinin Batı’dan Asya kaydığına ilişkin tespitler, yeni ve kriz sonrasının tespitleri değildir. Milyarlık nüfus sahibi ülkelerin -Çin ve Hindistan- yer aldığı, eski emperyalist Japonya’nın bulunduğu Asya’nın kapitalist gelişmenin girdabına kapılması ile üretimlerinin artması, bu ülkelerin büyük potansiyel pazarlar ve üreticiler haline geldikleri bir gerçektir. Ama diğer bir gerçek de, dünya ekonomisinin canlanması için halen Amerikalı tüketicilere bel bağlanmış olmasıdır! Büyük nüfusları ve alanları ile bu ülkelerin ekonomileri büyümekte, ama kişi başına düşen GSMH payı genellikle üç rakamlı dolarla ifade edilmektedir.

Burada temel sorun şudur ki; bu ülkeler kapitalist emperyalist sistemin bir parçasıdır ve avlanma istekleri kadar, av olma durumları da bulunmaktadır. Yani eski çözümsüz çelişkilerin üzerine yenileri binmiş durumdadır. Bu durumda, dünya ekonomisinin ağırlık merkezlerindeki farklılaşma ya da oranların değişmesi, daha adil ve kusurlarından arınmış bir küreselleşme -emperyalizm- için nasıl bir zemin sağlayacaktır? Dünya ekonomisinde orta büyüklükteki devletlerin sayısının artması, bunların eskilerle kurdukları işbirlikleri ve karşı taraftakilerle mücadelesi; daha sert rekabet, bloklaşma eğilimlerinin artması, pazarlar için mücadelenin daha da kızışması anlamına gelmektedir. Kuşkusuz ABD eskisi kadar rahat at oynatamayacaktır. İttifaklarını geliştirerek pozisyonunu korumaya çalışacaktır ve bunu yapıyor. Ama bütün bunlar, bloklaşmalar ve egemenlik mücadelesini, daha sert bir rekabeti, silahlanma yarışını, ham madde ve enerjiye egemen olma mücadelesini kızıştıracak gelişmelerdir. Yani çelişkilerin yumuşaması değil, keskinleşmesi ve sertleşmesi söz konusudur.

Demek ki, Ulagay’ın “sosyal reformist, liberal” bir cepheden yorumlayarak;  “kusurlarından arınmış, daha katılımcı bir dünya sistemi” için olanak gördüğü yerde, daha sert rekabet, rakibi boğmak için önlemler, bloklaşma ve egemen olma mücadelesinin bütün unsurları bulunmaktadır. Bu tablonun içinde ABD’nin ne kadar ağırlığı olacağı sorunu, bir ayrıntıdan, ama önemli bir ayrıntıdan öteye geçmediği gibi, sorunun özü de değildir. Sorunun özü, yeni güç ilişkileri temelinde yeni dengelerin kurulması talebi, eskilerin durumlarını koruma mücadelesi, bu mücadele içinde yeni dengeler kurulurken amansız bir mücadelenin yürütülecek olmasıdır. Örneğin doların dünya parası olmaktan çıkarılması için yürütülen açık/kapalı pazarlıklar, ülkelerin ikili ticarette ulusal paraları kullanma yönünde yaptıkları anlaşmalar, enerjiye ve enerji yollarına egemen olmak için verilen mücadeleler ve gruplaşmalar bu gelişmenin ön habercisi durumundadır.

“Batı’nın artık tek başına belirleyici olmadığı bir yeni küresel düzenin oluşturulması yolunda adımlar atmak; bu yeni küresel düzenin kurallarını ve kurumlarını gerçekten küresel katılımla belirlemek”… Ulagay’ın beklentisi ve temennisi bu. Ama bu “katılımcılar”, kapitalist dünyanın “yükselen güçleri” olarak tanımlanan ülkeler ve bunların “eskilere” göre henüz epeyce çapsız oldukları da görülmektedir. Bu ülkelerin, eskilerin liderliğinde olmak üzere, çeşitli gruplaşmalara yedeklenerek, ganimetten kendi güçlerine göre bir parça koparmak istemek dışında ne gibi bir hedefleri bulunuyor? Başka bir hedefleri yoktur. Her birisi bulundukları coğrafyada bölgesel bir güç olmak istiyor ve bunu, ancak eskilerin bazıları ile ittifak arayarak, onların koltuk altına girerek gerçekleştirebileceklerini gayet iyi biliyorlar. Buradaki mücadele, “insanın toplumsal bir varlık olduğu” teslim etme mücadelesi değil, dünyayı yeni bir yıkıma sürükleyecek bir mücadeledir.

Örneğin G-20’lerden Türkiye’ye bakalım. Türkiye, bugün Ortadoğu’ya, kendi doğusuna daha fazla yöneliyorsa, bunun ABD’nin bölge politikaları dışında düşünülmesi, ona rağmen bir gelişme olması kesinlikle söz konusu değildir. ABD emperyalizmi, ekonomik ve askeri olarak yediği darbeler sonucu kısmen zayıflamış, bölgesel dayanaklara daha fazla ihtiyaç duyar hale gelmiştir. Ama onlara verdiği görev, onlardan istediği daha “aktif” politikalardır. ABD Başkanı Obama, Türkiye ziyaretinde TBMM’de yaptığı konuşmada, ABD-Türkiye ilişkilerini, bu duruma uyan “model ortaklık” olarak tanımlamıştır. Türkiye’den istenen, ekonomisiyle, diplomasisiyle, askeri gücüyle, hatta tarihsel birikimi ve ilişkileriyle ABD’nin çıkarlarını koruması ve geliştirmesidir.

Ya da şöyle bir olasılık düşünelim; örneğin uzak doğu’da Çin, Japonya, Güney Kore vb. ülkeler, kendi aralarında bölgesel bir ittifaka girmiş olsunlar. Bu durumda bu ittifak kime karşı olacaktır? Öncelikle, bölgede güç ve egemenlik mücadelesi veren diğer büyük devletlere karşı ve onları bölgeden sürmek üzerine olacaktır. Bu, keskin bir rekabet ve egemenlik mücadelesi demektiir. Küresel düzenin belirlenmesindeki “katılımcılık” ancak böyle olanaklıdır. Mücadeleye katılanlar, güçleri oranında kendi paylarını talep edeceklerdir. Halklara düşen ise, sömürü ve yıkımdır. Bu mücadelelerden “insanı toplumsal bir varlık olarak görme” sonucunun çıkacağını öngörmek için gerçekten hayal dünyasında yaşamak gerekir.

G-20’ler böyle bir role soyunabilir mi? Bu mücadelelere katılan, dünya kapitalizmini yaşatmak dışında ortak bir çıkarları olmayan, ayrışan ve birbirine zıt çıkarlara sahip olan devletlerin, “yeni kuralların” belirlenmesinde kendi gerici amaç ve isteklerinin dışında bir ilkeleri bulunmamaktadır. G-7 dışında kalanlar, diğerleri ile çeşitli müttefiklik ilişkileri içerisinde bulunmaktadırlar. Örneğin Türkiye ve Meksika’nın ABD çıkarlarına zarar verecek kararların içinde bulunmayacağı ne kadar gerçekse, Almanya ve Fransa’nın başka bir “ittifakın” çıkarlarının söz konusu olduğu yerde, kendi çıkarlarının zarar gördüğünü dile getirmeleri de o kadar gerçektir. Örneğin, Ulagay “yeni düzen” için Çin’e fazlaca bir umut bağlasa da, ABD ile Çin arasında patlak veren, bazı metalarda karşılıklı olarak gümrük ve vergi artırımını gündeme getiren “ticari savaş”ın büyüme ihtimali oldukça fazladır.

Ulagay, “ABD ve diğer Batı ülkelerinin, dünya ekonomisinde ve küresel sistemde hâlâ büyük ağırlığı var… küresel mutabakatın sağlanması için her şeyden önce Batı’nın sahip olduğu bazı ayrıcalıklardan feragat etmeyi kabul etmesi, dünyanın yeni gerçeklerini kabul etmesi gerekiyor.” (sf. 25) demektedir. Ancak, yine örneğin son G-20 toplantısında IMF’ye daha fazla görev verilmesinde anlaşılmış, ancak IMF kararlarında ABD belirleyiciliğine dokunulamamıştır. ABD, IMF’nin istemediği kararlarını tek başına veto etme hakkını sıkıca elinde tutmaktadır. Görülüyor ki; Ulagay’ın bu söyledikleri, emperyalist sistemin katı gerçekleri karşısında boş bir hayal, kapitalist emperyalist devletler arasındaki egemenlik ve güç mücadelesi ise realitedir.

Son dönemde yapılan sık toplantılara karşın, G-20’nin kurumsallaşma yönünde hiçbir adım atamaması son derece dikkat çekicidir. G-7’yi oluşturanlar, G-20’yi toplayarak onların krizin yükünün hafifletilmesi için “sorumluluk üstlenmeye” davet ettiler! Bu davetin, ‘bizim yığılan metalarımızı daha fazla tüketmelisiniz’ anlamına geldiği kısa sürede anlaşıldı. Ayrıca işin diğer bir boyutu var ki, bu, son derece dikkat çekicidir. G-7’ler, diğer ülkelerin döviz rezervlerini IMF’nin kullanımına açmalarını talep ettiler. Bu durum, söz konusu ülkeler için son derece ağır sonuçlara yol açacak bir yolun açılması olacaktır. Kasım ayının ilk haftasında İskoçya’da yapılan G-20 maliye bakanları toplantısında alınan “önlemlerin” kaldırılıp kaldırılmaması yönünde ciddi tartışmalar yaşanmış, ülkeler kendi çıkarlarını koruma konusunda taviz vermeye yanaşmamışlardır. Örneğin “küresel para transferlerinin yeniden düzenlenmesi” tartışılmış, ancak ortak bir karar alınamamıştır. Kısaca vurgulanmalıdır ki, G-7’lerin G-20’yi toplamasının temel amacı, onların krizin yükünü üstlenme konusunda sorumluluk almasını sağlamak, dahası, onları yükün altına girmeye zorlamaktır.

Diğer taraftan şu gerçek dikkat çekicidir: G-20’ye katılan “gelişmekte olan ülkeler”e ya da farklı bir tanımla “yükselen pazarlar”a sermaye akışında ciddi bir yavaşlama söz konusudur. Bu ülkelere olan sermaye akışı, 2007 yılında 1,2 trilyon dolar seviyesindeydi. Net özel sermayenin bu akışı, 2008 yılında 707 milyar dolara düştü. Uluslararası sermaye akışının bu yıl daha da gerileyip 363 milyar dolara düşmesi bekleniyor. (Kaynak Dünya Bankası) Mali sermaye, daha çok “kendi merkezleri”ne yönelme eğilimine girmiştir. Ulagay’ın hoşuna gitmese de, gerçekler bunlar. G-20’ye katılan ülkelerin ciddi iddialar ortaya sürebilmeleri bu tabloda olanaklı görünmüyor. Onlar, şimdilik, güçlü stepneler olma aşamasındalar.

EMPERYALİZM; ÇÜRÜMESİ VE ASALAKLIĞI ZİRVEYE ÇIKMIŞ TEKELCİ KAPİTALİZM

Bugünkü krizi, finans gruplarının yöneticilerinin yanlış politikalarına, CEO’ların aç gözlülüğüne bağlayarak açıklama çabalarının olduğu bilinmektedir. Oysa son kriz, kapitalist sistemin bir bütün olarak asalaklığı ve çürümesinin dışa vurmasından başka bir şey değildir. Azami kârı garantiye alma isteği aşırı üretimi körüklemiş, aşırı üretim spekülasyona yol vermiş, bütün bunların sonucunda, kapitalist üretimin sinir merkezi olan finans sistemi tepe taklak gitmiş, üretim büyük bir yara almıştır. Bu bölümde Lenin’i ve onun “Emperyalizm” adlı yapıtını hatırlatmakta sayısız yarar bulunuyor.

Lenin, “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm” adlı yapıtını 1916 ilkbaharında yazdı. Lenin, 19. yüzyılın ortalarından itibaren nüveleri ortaya çıkan, bu yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında artık egemen olmaya başlayan tekeller ve mali sermaye üzerine dönemin literatürünü tarayarak, ölümsüz bir yapıt ortaya çıkardı. Emperyalizmin değiştiğine ilişkin bütün teori ve tezlere karşın, emperyalizme temel olan ilişkilerin ve ekonomik temelin, niceliksel değişimler dışında, özünde değişmediğini, bugün yaşanan olaylar yeterince kanıtladı. Bu yapıtın ilgili bölümlerine kısaca bir göz atmak, bugün olup bitenleri daha iyi anlamamıza yardım edecektir.

Bu ölümsüz yapıtın üçüncü bölümünün başlığı “Mali sermaye ve mali oligarşi”, sekizinci bölümünün başlığı ise “Kapitalizmin asalaklığı ve çürümesi”dir. Lenin, çürümeyi ve asalaklığı anlattığı bölümde, şunları vurgular: “Emperyalizmin en derin ekonomik temeli tekeldir. Bu tekel kapitalist tekeldir, yani kapitalizmden doğmuş olan ve kapitalizmin, meta üretiminin, rekabetin genel koşulları içinde, bu genel koşullarla sürekli ve çözülmez bir çelişki halinde bulunan bir tekeldir. Ve yine de, bütün tekeller gibi, kaçınılmaz olarak bir durgunluk ve çürüme eğilimine yol açar: geçici olarak da olsa, tekel fiyatları uygulandığı ölçüde, teknik ve dolayısıyla her türlü ilerlemenin itici gücü bir noktaya kadar yok olur; ayrıca, teknik ilerlemeyi yapay olarak frenleme iktisadi olanağı doğar… Kapitalist rejimde tekel, elbette dünya pazarında rekabeti tümüyle ya da uzun bir süre için ortadan kaldıramaz… Teknik iyileşmelerle üretim maliyetlerini azaltma ve kârları yükseltme olanağı elbette yeniliklere yol açmaktadır. Ancak, tekellere özgü durgunluk ve çürüme eğilimi işlemeye devam etmekte, bazı ülkelerde bazı sanayi dallarında bir zaman için üste çıkmaktadır.

Bu asalaklığı ve çürümeyi iyi anlayabilmek için alıntılarımızı biraz uzun tutmak zorundayız. Lenin, şöyle devam etmektedir: “Emperyalizm, az sayıda ülkede, daha önce de gördüğümüz gibi 100-150 milyar frankı bulan büyük bir nakdi-sermaye birikimidir. Rantiye sınıfın ya da daha doğrusu rantiye tabakanın, yani “kırptıkları kuponlarla” yaşayan insanların, herhangi bir işletmenin çalışmasına hiçbir biçimde katılmayan insanların, meslekleri işsizlik olan insanların olağanüstü bir biçimde çoğalması bundandır. Emperyalizmin başta gelen ekonomik temellerinden biri olan sermaye ihracı, rantiye tabakasının üretimden kopuşunu daha da artırır ve denizaşırı bazı ülkelerin ve sömürgelerin emeğinin sömürüsüyle yaşayan ülkenin topuna asalaklık damgasını vurur.

Lenin, o dönemde yapılmış araştırmalardan örnekler vererek, bu asalaklığın dev boyutlarını ortaya koyuyor. Örneğin şu: “Büyük Britanya’nın bütün sömürge ve dış ticaretinde, ihracat ve ithalatından elde ettiği toplam yıllık gelir -istatistikçi Giffen tarafından, 1889 için 800 milyon İngiliz liralık iş hacmi üzerinden %2,5 hesabıyla- 18 milyon İngiliz lirası (yaklaşık olarak 170 milyon ruble) olarak tahmin edilmiştir. Bu rakam ne denli büyük olursa olsun, gene de İngiliz emperyalizminin saldırgan yönünü açıklamaya yetmeyecektir. Bunu asıl ortaya koyan, ‘yatırılmış’ sermayenin gelirini, rantiye tabakasının gelirini temsil eden 90-100 milyon sterlin tutarındaki paradır. Rantiyelerin elde ettiği gelir, dış ticaret gelirinden, hem de dünyanın en büyük ticaret ülkesinin dış ticaret gelirinden beş kat daha fazladır! Emperyalizmin ve emperyalist asalaklığın esası budur işte.

Bunun için, ‘rantiye-devlet’ (Rentnerstaat) ya da tefeci-devlet kavramı, emperyalizmi işleyen iktisat yazınında, sık sık kullanılan bir deyim olmuştur. Dünya, bir avuç tefeci devlete ve bir borçlu devletler çoğunluğuna bölünmüş bulunmaktadır… İngiltere’nin ulusal geliri 1865-1898 yılları arasında, hemen hemen iki katına yükselmişti; oysa ‘yurtdışından sağlanan’ gelirin aynı süre içinde artışı dokuz kata çıkmıştı.” Lenin “İngiltere’de gittikçe daha büyük yüzölçümlerine ulaşan bir toprak parçası, tarımdan ayrılarak spor işlerine, zenginlerin eğlence işlerine verilmektedir.” diye yazarak, tekelci kapitalist emperyalist asalaklık ve çürümeye dikkat çekmekteydi…

“Mali Sermaye ve Mali Oligarşi” bölümündeki şu tespit, günümüzde olup biteni anlamak açısından son derece çarpıcıdır: “Kapitalizmin özelliği, genel olarak, sermaye sahipliğini, bu sermayenin sanayide uygulanışından; para-sermayeyi, sınai ya da üretken sermayeden, yalnızca para-sermayeden elde ettiği gelirle yaşayan rantiyeyi, sanayiciden ve sermayenin yönetimi ile doğrudan ilgili herkesten ayırır. Bu ayrılma, geniş ölçülere ulaştığı zaman, mali-sermayenin egemenliği ya da emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşama çizgisine gelir. Mali-sermayenin bütün öbür sermaye çeşitlerinden üstünlüğü rantiyenin ve mali-oligarşinin egemenliği anlamını da taşır; mali yönden ‘güçlü’ birkaç devletin bütün öbür devletler karşısındaki üstün durumunu da açıklar.

Lenin’den aktardığımız çürüme ve asalaklık örnekleri bugün zirveye çıkmış durumda. Burada, bazı verileri incelemekte yarar var.

Yapılan bir araştırmaya göre (Mc Kinsey Global Institute); 1980 yılında dünyadaki finansal varlıkların (banka mevduat ve kredileri, hisse senetleri, tahvil ve bono) toplamı 12 trilyon dolardır. Buna karşın dünya GSYH’sı 10 trilyon dolardır. 2007’ye gelindiğinde, küresel finans varlıklarının toplamı 196 trilyon dolara çıkmış, buna karşın GSYH 55 trilyon dolar olmuştur. Artışlardaki katlanma dikkat çekicidir, ancak finans varlıklarındaki artış daha da dikkat çekicidir. Finans varlıkları 16 kat artarken, GSYH ise 5 kat artmıştır. “Türev” varlıkları diye adlandırılan enstrümanlarla yapılan kontratların değeri, 1998’de GSYH düzeyindedir. 2007’de ise, 600 trilyon doları -dünya GSYH’sının 11 katı- aşmıştır. (kaynak: günlük gazeteler ve Ulagay)

Bu gelişme neyi kanıtlamaktadır? Öncelikle, sermayenin, üretken sermayeden -gerçek değerler üreten, üretime bağlı sermaye- kopuşunun son derece arttığını, mali sermayenin ulaştığı asalaklığın ve çürümenin düzeyini kanıtlamaktadır. Ama bu durum, her zaman potansiyel bir krizin varlığına işaret eder. Az çok ciddi sayılabilecek birkaç banka, tekel kârlarını “realize” etmek istediğinde, sistem için tehlike çanları çalmaya başlamış demektir. Kapitalist üretim sisteminin temeli ve kalbi sanayi üretimidir. Finans sistemi, kapitalizmin kan dolaşımı ve sinir sistemi gibidir. Sanayi ve banka sermayesi tekeller çağında iç içe girmiş, tek bir mali sermaye olarak kaynaşmış, ama üretimin genel değeri ile, finansal varlıkların genel değeri arasında az çok kabul edilebilen bir oran olmuştur. Şimdi bu oranın çok fazla açıldığı, bu durumun da kapitalizmin bunalımlarını daha da ağırlaştırdığı görülmektedir. Şuna vurgu yapmak gerekir ki, günümüzde mali sermayenin ulaştığı gelişme derecesi, kapitalist sistemin sorunlarını son derece ağırlaştırdı ve büyüttü, içinden çıkılamaz bir hale getirdi. Kapitalizmin dengesizliğini artırdı.

Bu nedenle, aşırı ölçüde dengesizleşmiş bir üretim ve finans sistemine sahip kapitalist dünya sistemi, geçmiş bunalımlarından farklı olarak, gelecekteki olanaklarını da yemeye başlamıştır. Toparlanma beklenmekte, ancak sistem, yeni döneme aşırı borçlu başlamaktadır. Bu durum, bunalımdan çıkmayı eskiye göre zorlaştırdığı gibi, var olan dengesizliği de, yeni dengeler oluşturma konusunda son derece kırılgan hale getirmektedir. “İkinci dip”, “bir yıl içinde yeni balonların patlayacağı” öngörüleri de, işte bu temelden kaynaklanmaktadır.

Burada şu soru yanıtlanmalıdır: Üretimden bu derece kopuk bir sermaye ne ölçüde ve oranda büyüyebilir? Aşırı kâr dürtüsü, kapitalist tekelleri bunun sınırlarını ölçüsüzce geliştirmeye doğru zorlamıştır. Bir simyacının yoktan altın yaratma tutkusu gibi, mali sermayeye hükmedenler de, sermayelerini üretimden bağımsız olarak sınırsızca genişletebilecekleri ve çoğaltabilecekleri yolları bulduklarını sanmışlardır. Olmayan değerler, olmayan sermaye “gerçek varlıklar olarak” işlem görmeye başlamıştır. Bu durum, başlıca iki temel soruna yol açmıştır. Bunun ilki, aşırı kârlar vurma isteğiyle aşırı üretimi sınırsız teşvik etme ve yığılan meta dağları; ikincisi ise, ilk panikte en zayıf zincirden kopacak mali dolaşım, yani finans sistemi. Son bunalımda her ikisi de gerçekleşmiştir. Bu durum, kapitalist sistemin çürümesinin ve asalaklığının zirvesidir.

Burada, çürüme ve asalaklığının bir başka boyutuna işaret etmek gerekiyor. Belli başlı büyük devletlerin borç yükü giderek artmakta, genel olarak borç toplamının ulusal gelire oranı yükselmektedir. Bazı büyük emperyalist devletlerde durum şöyledir: ABD’de borçların ulusal gelire oranı % 93,6 (ABD’nin 12 trilyon 250 milyar dolar devlet ve özel sektör dış borç toplamı bulunuyor.); Britanya’da %81,7 (İngiltere’nin toplam 10 trilyon 450 milyar dolar dış borcu bulunuyor); Japonya’da %227,0 (Japonya’nın toplam dış borcu 1,5 trilyon dolar); İtalya’da %120,1; Almanya’da %84,5. (Kaynak: Sabah ekonomi, 1 Şubat 2009 İnt.) vb. Burada, örneğin ABD’nin ulusal gelirinin 15 trilyon dolar dolayında olduğunu hatırlatmakta yarar var. Bu yüksek borçluluk oranları, devletlerin “piyasalardan” sürekli olarak borç almasını da beraberinde getirmektedir.

Eğer “alacaklılar” borçlarını bir yılda tahsil etmek isteselerdi, bunun yol açacağı tek sonuç, bu devletlerin iflaslarını istemeleri olurdu! Büyük emperyalist devletler, bu borçların ödenmesini yıllara yaymaları, emperyalist avantajlarla geri ülkeleri soymaları, ticari tekel vb. gibi imkanları kullanmaları nedeniyle ekonomilerini “çevirebilmektedirler”, ama sürprizlere de gebe olmaktan kurtulamamaktadırlar. Çünkü bu yüksek borçluluk, ek riskleri beraberinde getirmektedir. Faiz oranları bile, tek başına, ekonomilerde dalgalanmalara yol açabilmektedir. “Sıcak para”nın orta büyüklükteki ekonomileri nasıl sarsıp, krize sürüklediği görülmüş ve yaşanmıştır. Sürekli borçlanmaların ve bunlara ödenen faizlerin asalaklığın ve çürümenin boyutlarını korkunç derecede artırdığına dikkat çekmek gerekiyor.

Bu arada hatırlatmak gerekir ki, Japonya’nın durumu ilginçtir. Japonya, ulusal gelirine oranla en fazla borçlu olan devlettir. Japon devleti finans kapitale adeta haraç vermektedir. Bir dönem Japon bankalarının dünyanın en büyük bankaları arasında yer alması, kesinlikle tesadüfi değildir. Ama bu durumun Japon ekonomisine faturası, bir türlü atlatılamayan durgunluktur. Japon ekonomisini, üretime önem vermesi ile, herhalde “Anglo-Sakson” kapitalizminden ayırmak gerekir! Ama mali sermaye ve tekel kârları söz konusu olduğunda, tutulan yolun aynı olduğu kolaylıkla görülmektedir.

Yine burada hatırlatmak gerekir ki, finans spekülasyonları ile ilgili verilen örnekler, mali sermayenin sadece finans alanında spekülasyon yaptığı gibi bir sonuca yol açmamalıdır. Başta konut olmak üzere, çelik ve petrol üzerine yapılan spekülasyonların bugünkü krizi hazırlayan unsurların arasında olması son derece dikkat çekicidir. Fiyatlardaki aşırı artma, stokların büyümesi, daha sonra değerlerin düşmesi vb. ciddi çalkalanmalara yol açmıştır.

Tekelci kapitalizmin yol açtığı durgunluk ve çürüme eğilimine, bir de, tek bir tekel örneğinde bakmakta yarar var. GM, dünyanın bir numaralı otomotiv tekeli olarak, sınırsızca büyüdü. Otomotiv sektörü, genelde rekabetin keskin olduğu bir sektördür. Bu durumda, Amerikan tekelinin, pazar payını korumak ve artırmak için, üretim tekniklerini geliştirmeye ve teknolojik yenilenmeye azami dikkat göstermesi beklenirdi. Ancak GM, rakipleri ile girdiği rekabette, diğer şeylerin yanı sıra aşırı ve dengesiz büyümenin yol açtığı durgunluğu da aşamadı. Kriz çanları çaldığında ilk tepetaklak olan otomotiv tekelinin GM olması, kesinlikle bir tesadüf değildir. GM, aşırı tekel kârlarını cebe indirdi, ama bu durum, aynı zamanda, onun kapitalist sistem için zorunlu olan yaşamsal reflekslerini son derece zayıflattı. GM, sonuçta devlet kapısına çulu serdi. Ama diğer taraftan, Opel örneğinde de görüldüğü gibi, rakibin bağrındaki pazar payından da vaz geçmemek, o pazardan silinmemek için ne gerekirse yapıyor.

Sonucu durgunlukla biten eşitsiz ve sıçramalı gelişmeye tekellerden bir başka güncel örnek, Fiat’tır. İtalyan otomotiv devi Fiat, 2000’lerin başında derin bir krize yuvarlandı ve satışı gündeme geldi. Alıcılardan birisi de, GM’ydi! Ama bugün Fiat, Amerikan otomotiv tekeli Chrysler’in yüzde 20’sini almış durumda, tamamını yutmanın hesaplarını yapıyor ve bir ara da GM’ye talip olmuştu! Görülmektedir ki, sermayenin genel eğilimi eşitsizlik ve sıçramalar içinde sınırsızca büyümedir. Ama bu büyüme, durgunluğu ve çürümeyi de beraberinde getirmektedir.

Bütün bu dalgalanmalar, işletmelerin verimliliği ile büyüklüğü arasındaki ilişkiyi, tartışma konuları arasına katmıştır. Kapitalizmin ideologlarının zaman zaman küçük işletmelerin üstünlüğüne övgüler dizmesi boşuna değildir. Dev tekellerin durgunluğunun ve giderek bu durgunluğun yol açtığı kârlılıktaki düşüşün “küçük işletmelerle aşılabileceği” tezlerinin temelinde genelde bu sorun yatmaktadır. İşletmeler küçültülmeye -genellikle bölünerek- çalışılmakta, ama bu kez farklı sorunlar patlak vermektedir. Üretim için çıkan sorunlar bunların başında gelmektedir. Diğer taraftan, kapitalizmde küçülme bir yana, yerinde saymanın bile ağır sonuçları bulunmaktadır. Bu kez eğilim tersine döner ve hantal ve kârsız olduğu gerekçesiyle ve sosyalizmi çağrıştırması nedeniyle mahkum edilen “kombine işletmelerin üstünlüğü” yeniden keşfedilir vb. Bu bir kısır döngüdür. Kapitalizm kendisini bir o tarafa, bir bu tarafa vurmakta, iflah olmaz sorunlarına çare bulmaya çalışmaktadır. Ama görüldüğü gibi bu nafile bir çabadır.

KAPİTALİZMİN SORUNLARI ÇÖZÜMLENEMEZ SORUNLARDIR, SOSYALİZM ZORUNLULUKTUR

Yazının önceki bölümlerinde işlenen kapitalist sistemin sorunları, tüm yaşanan pratik tecrübenin kanıtladığı gibi, kapitalizm bir sistem olarak ortadan kaldırılmadıkça çözümlenemez türden sorunlardır. İşsizlik, yoksulluğun yaygınlaşması, ekonomik krizler, yerel ve bölgesel savaşlar ve işgaller, geçmişte yaşanan ve gelecekte yaşanmayacağının bir garantisi olmayan genel bir savaş tehdidi gibi sorunlar, kapitalizmin çözüm bulamayacağı sorunlardır.

Bu sorunların bazılarına kısaca bir göz atalım; Birleşmiş Milletler’in yaptığı açıklamaya göre, dünya çapında sürekli açlık çeken insan sayısı 1,02 milyara ulaştı. BM, ilk defa bu kadar yüksek bir rakamla karşı karşıya olunduğunu belirtmektedir. Dünyada her altı insandan biri açlık sorunu yaşamaktadır. Her 5 saniyede bir çocuk, açlık nedeniyle yaşamını yitirmektedir. 2007’ye kadar açlık çekenleri gösteren rakam 850 milyon’u geçmiyordu. 2008’de ise, bu rakam, 915 milyon civarlarındaydı. Yani açlık çekenlerin sayısı azalma değil, artış göstermiş durumdadır.

Yoksulluk sorunu ise, ağırlaşmaya devam ediyor. Dünyada 3 milyar kişinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı kabul ediliyor. Bağımlı ve geri ülkelerin halklarının önemli bir kesimi yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Kapitalizmin merkezlerinde işsizlik sistematik olarak yükseliyor. ABD’de, işsizlik, son 26 yıldan bu yana, ilk defa yüzde 10’u geçti. Avrupa ülkelerinde ise, artık yüzde 10, ile yüzde 20 arasındaki rakamlara rastlanabiliyor.

Dünya Bankası’nın eski Başkan Yardımcısı, Brookings Institution Küresel Ekonomi ve Gelişim Programı Başkan Yardımcısı ve Direktörü, AKP Hükümetine anahtar teslimi ekonomi programı devreden eski bakan ve CHP’li, dünya emperyalizminin has adamı Kemal Derviş, bir konuşmasında zengin ile fakirin yanı sıra, zengin kentler ile fakir kentler arasındaki farkın da arttığını belirtiyor. Urban Age İstanbul Konferansı’nda yaptığı konuşmada kıyaslamalarda yapan Derviş, şöyle diyor: “Geçmişe gidecek olursak, 1820’lerde zenginle fakir arasında 3 kat fark vardı. Yani zenginler fakirlerden 3 kat daha zengindi. Bugün en zengin 10 ile en fakir 10 arasında karşılaştırma yaptığımızda, en zenginle en fakir arasındaki fark 50 kat. Burada inanılmaz bir ayrışma trendi söz konusu.” demektedir. Karşılaştırma çarpıcı, ancak gerçek tabloyu yansıtmaktan uzak. Gerçekte milyon katlara varan bir durum söz konusudur.

Nitekim, ABD Kongresi Bütçe Ofisi’nin verilerinden yararlanılarak hazırlanmış olan bir araştırma, 1979 – 2005 döneminde ABD halkının yüzde 80’ini oluşturan geniş kitlenin elde ettiği gelir artışının çok sınırlı kaldığını gösterirken, en üstteki yüzde 20’nin gelirinin yüzde 100’e yakın bir artış göstermiş olduğunu kanıtlamaktadır. “Gelir merdiveninin en tepesindeki yüzde 1’in elde ettiği gelir artışı ise yüzde 200’ü geçmiş. 2005 yılında en alttaki yüzde 20’lik gelir diliminde bulunan tüm hanelerin toplam geliri 383 milyarda kalırken, en tepedeki yüzde 1’in elde ettiği gelir artışı 525 milyar dolar olmuş”tur (N. York Times, 15 Aralık 2007)

Uluslararası işçi sınıfı üzerindeki emek sömürüsündeki yoğunlaşma da korkunç derecede artmıştır. Otomotiv sektöründe bir işçi, yılda, Hindistan’da 2777, Türkiye‘de 2129, Çin’de 2122 saat çalışmaktadır. Çalışma saatleri mutlak artı-değer sömürüsünün artması konusunda bir fikir vermekte, ancak emek sömürüsündeki yoğunlaşmayı yansıtan nispi artı-değer sömürüsü konusunda kesin bir fikir vermemektedir. Avrupa, ABD, Japonya vb.’de yüksek teknoloji ile çalışan işçilerin üzerindeki emek sömürüsünün yoğunluğu olağanüstü artmış durumdadır. Otomotivde, dakikada bir adet üretimin yapıldığı yoğunluğa ulaşılmıştır.

İşçilerin sosyal kazanımlarına da vahşice saldırılmaktadır. Sağlık ve sosyal alanda kısıntılar ve kesintiler fazlalaşmakta, haklar geri alınmakta, işçilerin ve emekçilerin emeklerinin ürünü olan fonlar, mali sermayenin yağmasına açılmaktadır. Örneğin dünyada emeklilik fonlarının 17-18 trilyon dolar büyüklükte olduğu belirtilmektedir. Bir fon yöneticisi şu tespitleri yapmaktadır: “Bunun 10 trilyon doları Amerika’da ve yüzde 60-65’i de hisse senetlerine yatırılmış. Bu krizde 2 trilyon dolar seviyesinde varlık, fonlar içerisinde eridi. Genel olarak ifade etmek gerekir ki; sağlık ve emeklilik fonları ciddi bir tehdit altındadır.

Kapitalizmin en gelişmiş ülkelerinde aşağı yukarı durum budur. Bağımlı ve geri ülkelerde ise, tam bir yıkım tablosu söz konusudur. Emperyalist kapitalist ülkelerin kendi tüm avantajlarına karşın durum bu iken, onların egemen olduğu bir dünyanın daha değişik ve “adil” bir tablo ortaya çıkarması için ne gibi bir haklı gerekçe bulunuyor? Böyle “haklı” gerekçeler yoktur ve bulunamaz.

Krizin sadece 2008 yılında yol açtığı “varlık kaybı” 50 trilyon dolar olarak hesaplanmaktadır. Bu, neredeyse dünya ekonomisinin 1 yılda yarattığı toplam gelire yakın bir rakamdır. Bu “servetin”, eğer insanlığın yararına kullanılsaydı, bugün açlık, yoksulluk, temiz suya ulaşamama, aşırı sömürü altında üretime zorlanma, geleceksizlik gibi sorunları ortadan kaldıracağını tahmin etmek çok mu zor? Kuşkusuz zor değildir. Ancak bu durumda kapitalist emperyalizm, kendisi olmaktan çıkardı.

Bugün şu durum bir gerçektir: En büyük tekelci devletlerde, ekonomi, iflastan ve çöküşten devlet müdahalesi ile kurtulmuştur. Bu dayanak ortadan kalktığı anda çökecek kapitalist ekonomi sayısının haddi hesabı bulunmamaktadır. Emperyalizmin ideologlarının şaka yollu söyledikleri “sosyalist olduk” lafları gerçeği yansıtmasa, demagojik nitelikli olsa da, olup biten, toplumsal zenginliklerin bir avuç rantiyenin kâr hırsına terk edilemeyeceğini açık seçik kanıtlamaktadır. Başta işçi sınıfı olmak üzere, tüm emekçi yığınlar ağır koşullarda çalıştırılmakta, bunların tüm toplum için yaptıkları üretime, toplam toplumsal üretime tekelci kapitalistler el koymakta, toplum “fazla zenginlik ürettiği” için krize düşmektedir! Bu durum akıl dışıdır, ama kapitalizm böyle işlemektedir.

Bunun temel nedeni, toplumun ürettiği zenginliklerin “sermaye” olma niteliğidir. Hiçbir üretim aracı, sahibi olan kapitaliste azami kâr sağlamadan, üretime -sermaye niteliğinde olmak zorunda- girmemekte, hiçbir banka azami rantı elde etmeden kredi açmamaktadır. Dünyada, bir tarafta yoksullar ve açlar birikirken, diğer tarafta lüks ve savurganlık hüküm sürmektedir. Kapitalizmin merkezlerinde yapılan son anketler, kapitalizmin prestijinin yerlerde -kapitalizmi savunanlar %25!- süründüğünü göstermektedir. Duvarın yıkılmasının ardından estirilen rüzgarlara bakıldığında, bu, çok büyük bir değişimdir. Hiçbir sosyalist propaganda bunu gerçekleştiremezdi. İnsanlık farklı bir dünya kurmanın yollarını aramaya başlamıştır.

Ama bu tabloyu kökünden değiştirmenin tek bir yolu bulunmaktadır. Toplumun elinden çekilip alınarak, sermayeye dönüştürülen toplumsal zenginliklerin, başta da üretim araçlarının toplumun eline verilerek, bunların sermaye olmaktan çıkarılmasıdır. Ama bu, kapitalizm için ölüm, yeni bir dünyanın kurulması demektir. Sömürüsüz, savaşsız, açlığın ve yoksulluğun çekilmediği, toplumsal eşitliğin kurulduğu bu dünyanın adı, çok iyi bilindiği gibi sosyalizmdir. Ama sömürücülerin cennetlerini kaybetmeye asla gönüllü razı olmayacaklarını tarihsel tecrübeler açıkça ortaya koymaktadır.

Sosyalizme ancak, işçi sınıfının kendi bağımsız çıkarlarının farkına varmasıyla ve yeni bir dünya kurmak için, tüm emekçi halkı kendi etrafında toplayarak, onun önünde mücadeleye atılmasıyla ve bu mücadelenin tek tek ülkelerde sermaye düzenini, ücretli emek sömürüsünü ortadan kaldırarak ulaşılacağı çok iyi bilinmektedir. Kapitalizm çürümekte, can çekişmekte, topluma ağır bedeller ödetmektedir. Çare ve kurtuluş sosyalizm için mücadele etmekte, yeni bir dünya kurmayı başarabilmektedir. Görüyor ve yaşıyoruz ki, kapitalizm kendi altını çok iyi oymaktadır. Uluslararası işçi sınıfı kuşkusuz yeni bir sosyalist bilince uyanacak, mücadelesinin içinden devrimin örgütlerini çıkarmayı başaracaktır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑