Ekim-Kasım 2009 zaman aralığı, biri; yirminci yüzyıla silinemez izler bırakmış; “çağ açıp çağ kapatarak” uluslararası değişikliklere ve gelişmelere yol açmış; sömürüsüz toplumsal sistemin (sosyalizm) kurulabilir olduğunu tanıtlamış; öteki; İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin uluslararası ilişkilerinde, şekli bir ‘sınır hattı’ olarak gösterilmiş/gösterilmek; farklı nitelikte iki önemli gelişmenin 92. ve 20.yıl dönümü anmaları ve tartışmalarıyla, önceki dönemden ayrışan özellikler gösterdi. Sovyet Devrimi ve sosyalizm pratiğini, Berlin Duvarı ve yıkımının yıldönümü bağlantısı içinde ele alan burjuva politikacılarıyla liberal burjuva yazarlar, iki tarihi “olay”ın farklı niteliklerinin üzerini örtecek şekilde, “duvar”, “demokrasi”, “özgürlükler”, “totalitarizm”, “soğuk savaş”, “refah toplumu” ve kapitalizm-sosyalizm üzerine tartışmayı yeniden yoğunlaştırdılar. 13 Mayıs 1961’de inşa edilen Berlin Duvarı’nı Stalin ismi ve dönemiyle ilişkilendirmeye kalkışan “solcu eskileri” dahi bulunuyor! Arsızlığı meziyet sayan birçok liberal aydın, Berlin Duvarı’nın “ardında” var saydığı “sosyalizm”in “kapalı dünyası”nı deşifre etmenin “anahtarını” bulduğu zannıyla, Batı parlamentolarının önünde secdeye durup “şükür” ayinleri düzenliyor; ömürlerini kapitalizme adayan burjuva tarihçi, sosyolog ve yazarlar, 9 Kasım 1989’u, sınıf mücadeleleri ve devrimler döneminin “son bulması”nın ve kapitalizmin ebedi yıkılmazlığının, en güçlü ve çürütülemez kanıtlarıyla ortaya çıktığı bir “tarih” sayıyorlar.[1]
Sosyalizmin inşa edildiği topraklarda kapitalist tekellerin hakimiyetinin yeniden tesis edilmesinin ve dünyanın beşte biri büyüklüğündeki bu geniş bölgenin kapitalist pazara yeniden dahil edilmesinin üzerinden onlarca yıl geçmiş olmasına karşın, sözüm ona “serbest pazar”ın hemen tüm ‘ulusal’ bölümlerinin başkentlerinde, “sosyalist totalitarizm”, “özgürlüksüzlük” ve proleter devriminin başarısının “imkânsızlığı” üzerine vaazlarla, karşı kampanya, yıldönümü bağlantılı olarak yeniden canlandırıldı. Birbirleriyle haksız şekilde de olsa ilişkili gösterilen Berlin Duvarı ve Ekim Devrimi ile sosyalizm inşasının; bu iki uluslararası gelişmenin ortak tek özelliği, bugün açısından “geride kalmış” olmalarıydı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (S.B.)’nin kuruluşuyla sonuçlanan 24-25 Ekim (eski Rus takvimi ile 6-7 Kasım) 1917’nin 92. yıl dönümünüydü ama, ortada ne sosyalist bir ülke kalmıştı ne de sosyalizmin zaferiyle parçalanan ve en zayıf halkalarından yarılan kapitalist emperyalizmi tehdit eden güncel-somut bir devrimci-sosyalist kalkışma vardı.
Buna ve Berlin Duvarı’nın yıkılışının (9 Kasım 1989) üzerinden iki on yıl geçmiş olmasına ve krize rağmen, Alman emperyalist burjuvazisi başta olmak üzere “Batılı” kapitalistler, yıkımın 20. yılını, kapitalist dünyanın ‘zafer düğünü’ anlayışıyla, gösterişli şekilde kutladılar. Burjuva politikacıları ve tarihçileri, bu kutlamalar vesilesiyle “tarihi yeniden yazma”ya girişirken, o dönem(ler)in olgu ve gelişmeleriyle günümüz dünyasının olguları arasında bağlar kurarak; işçi sınıfı ve ezilenlerin toplumsal kurtuluş mücadelesini (ve tarihini), kazanma ve zafere ulaşma “olanaksızlığı” iddiasıyla karaladılar.
Söylediklerine inanılacak olunursa, Berlin Duvarı’nın yıkılması, liberal demokrasinin sosyalizme üstünlüğünü kanıtlayan önemli gelişmelerden biri olmuş; “komünizm ve ideolojisi iflas etmiş”; “tarihin görüp göreceği en totaliter rejim”, etki sahasındaki “uydu devletlerle birlikte” yıkılırken, “serbest pazar ekonomisi sistemi”nin –”insan doğası”na da uygunluğuyla– “sonsuzca yaşayabilme gücü” gösterdiği kanıtlanmıştı! Duvar’ın yıkılması ve “Doğu Bloku”nun dağılması; “soğuk savaş” ve S.B. merkezli “Varşova Paktı”nın “başlıca sorumlusu olduğu” savaş tehdidini sona erdirmiş; halklar dünyanın bu “en totaliter rejimi”nin etkisinden kurtulmuşlar, kapitalizmin “alternatifsizliği” kanıtlanmıştı(!) vs.[2]
Marksist teori ve pratiğe, sosyalizme ve sosyalist inşa pratiğine, sömürünün olmadığı bir toplum için mücadeleye ve bunun için örgütlü politik varoluşa karşı, kapitalizmi “herkes için mutluluk ve refah toplumu” olarak gösteren burjuva liberal yazarlar, 1980 sonrası –özellikle de “demir perdenin kalktığı” 1989 sonrası– dönemde, kapitalizmin “yapısal bir dönüşüm” geçirerek “küreselleştiği”ni ve böylece sınıf ilişkileri ve çelişkilerinde; onların ideolojik tutumlarında değişime yol açarak, kapitalizme karşı teori, tahlil ve sloganları “geçersiz hale getirdiği” vaazını daha yüksek frekanstan yinelemeye giriştiler. Tarihe ve önemli tarihi olaylara getirdikleri yorumların merkezine, tarihi burjuva çıkarları temelinde yeniden yazmayı koyarlarken, işçi sınıfıyla ezilen halkların mücadele ile sağladıkları kazanımlarının üzerini çizmeyi de ihmal etmediler. Buna göre, Berlin Duvarı, örneğin yüz karasıydı ve yıkılması özgürlük getirmişti! Ama duvarlar, her zaman kötü işlev görmeyebilirlerdi de (!) Meksika ve Filistin’de olduğu üzere, emperyalist, Siyonist politikaların ürünü duvarlar, “kaçınılmaz” ve “yararlı” olmuşlardı(!) “Demokrasi”, “özgürlük”, “refah”, “barış” vaadiyle burjuvazi ve ideologlarının son yirmi yıllık süreçte sürdürdükleri propaganda, bu dar alanda dahi ikiyüzlüce ve gerici karakteriyle belirginleşti. Tarihi yeniden yorumlamalarına içeriğini veren temel özellik ise, tahrifat, tek yanlılık ve burjuva çıkarların her şey olarak alınmasıydı.
Buna rağmen, biz burada genel bir tarih tartışmasını değil, Berlin Duvarı’nın inşası ve yıkılması veri alınarak baş vurulan çarpıtma; ve bu amaçla istismar edilen demokrasi-totalitarizm-“soğuk savaş” gibi kavramlar üzerinden, daha kısmi bir tartışma ile yetineceğiz.
BİR SAVAŞ YÖNTEMİ OLARAK TARİH ÇARPITICILIĞI
Ekim Devrimi ve sosyalist Sovyetler Birliği (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) ile Berlin Duvarı’nın inşası ve yıkılmasını birbirleriyle ilişkili gösteren burjuva görüşü, tarihin, tarihsel olay ve gelişmelerin, ortaya çıkış ve yaşanış şekillerinden farklı gösterilmesini içeriyor. Burjuvazi ve ideologları, bunu, işçi ve emekçilere karşı mücadele silahlarından biri olarak kullanmakta; emekçilerin tarihsel rolünü önemsiz göstererek ya da yok sayarak, bilinç bulanıklığı ve burjuva çıkarların bir tür ifadesi olan tarih anlayışını emekçiler içinde yaygınlaştırmak üzere yapıyorlar. Günümüzde, bazı tarihsel olayların yıldönümleri vesilesiyle giriştikleri tarih yazımını yenilemeye girişmelerinin bir diğer önemli nedeni ise, işçi ve emekçilerin, kapitalizmin ve kapitalist dünyanın çelişkilerini –ve bugünkü durumunu– daha net görmeleri, kazanımlarının tecrübelerine sarılarak mücadeleyi daha ileriden yürütmeye girişmelerinin önüne set çekmektir. Tarihin burjuva yazımı ve sözüm ona düzeltilmesi girişimi ve çabaları ile egemen sınıfın sınıf iktidarını sağlamlaştırma ya da bir tür yeniden kurma arzusu arasında dolaysız bağ vardır ve tarihin yeniden “kurulması”/ya da ‘kurgulanması’ çabası, onun, varlığını ve egemenliğini geçmişten-geleceğe “mutlak” gösteren anlayışının da ürünü ve sonucudur.
Duvarın yıkılması –ve inşası– üzerinden sürdürülen tartışmanın, yalnızca demokrasi, eşitlik, adalet, halk iradesi, totalitarizm, soğuk savaş gibi politik içeriği yoğun kavramlarla ilişkilendirilerek değil, üretim araçlarının kapitalist özel ya da kolektif toplumsal mülkiyeti; “serbest piyasa” –veya pazar–ekonomisi ile sosyalist planlı ekonomi; sosyalizm ile kapitalizm arasındaki farklılıklar ve çelişkileri de kapsayacak şekilde, sınıf mücadelesinin her alanına ‘münhasır’ bir tartışmaya genişletilmesinin nedeni buradadır.
Ancak, inandırıcı olmalarını sağlayacak sağlam dayanakları da yoktur. Kapitalist dünyanın baş ‘aktörleri’, rejimlerini-sistemlerini kutlamalar eşliğinde kutsarlarken, sistemin son yüz yıllık süreçte içine yuvarlandığı krizlerin en şiddetlilerinden bir yenisi, tüm dünyada, üretim daralması, kitlesel işçi çıkarımı, şirket iflasları, yoksullaşma ve açlığın artışı gibi, somut sonuçlarıyla ‘göz çıkarıyor’; hükümetler, polis gücüne daha fazla baş vurarak işçilerin ve gençlik kitlelerinin protestolarını bastırmaya çalışıyorlar. Krizlerden muzdarip bir sistem olarak kapitalizmin, işçi sınıfıyla tüm ezilenlere en gaddar saldırılarla yüklendiği bir dönemde; ve işsizlik, açlık, yoksulluk, sosyal kısıtlamalar, politik baskı yoğunlaşması ve açık işgallerle belirginleşen olgular göz önündeyken, onu refah ve özgürlükler sistemi olarak alımlı kılmaya çalışan propaganda, inandırıcılık taşıyamaz. Pazar ve etki alanı kavgasının kızıştığı; tüm kapitalist ülkelerde, en zengin azınlık kesim ile toplumun yoksul büyük çoğunluğu arasındaki gelir farkının giderek açıldığı bir dönemde, kapitalizmin çelişkilerle yıkıma sürüklenen gerçek dünyası ile, burjuva ideolojik savaş aygıtının göstermeye çalıştığı/gösterdiği “gerçek” arasındaki büyük karşıtlığı gizlemek mümkün olamaz.
DEĞİŞİM ÇELİŞKİLERİ ÖRTMEDİ, AÇIĞA ÇIKARIP KESKİNLEŞTİRDİ
Dünya, evet sosyal-iktisadi ve politik olgular; uluslararası güç ilişkileri ve toplumsal yaşam “ölçeği”nde, artık “eski dünya” olarak görülemez. Kendimizi, içinde bulunduğumuz zamanın nispeten daha dar bir dönemiyle sınırlayarak birkaç cümle ile belirtirsek; pazar ve etki alanı mücadelesinin sonuçlarından biri olarak, ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgale girişmesi ve önce “büyük”, sonra “genişletilmiş”(BOP-GOP) ön takılarıyla ilan ettiği; hedefi bu geniş bölgedeki enerji başta olmak üzere hammadde kaynaklarının ele geçirilmesi ve Batı pazarlarına ulaşım hatlarının kontrolü olan stratejiye bağlanmayı, NATO üyesi ülkelerin önüne zorunluluk olarak koymasıyla birlikte, dünya, “kaderi” üzerinde etkili rol oynayan güçlerin ilişkileri yönünden, yeni bir “yeniden şekillenme” sürecine girdi. ABD, Ortadoğu-Orta Asya ve Balkanlar hamleleriyle Rusya’yı kuşatıp, enerji kaynaklarıyla ulaşım hatlarının denetiminde daha etkin rol oynamak üzere “bölgeye yerleşir”ken, karşı ataklar olabildiği kadarıyla Rusya’dan geldi. Almanya ve Fransa, bu durumdan rahatsız olmakla birlikte, ABD ile açıkça karşı karşıya gelme yerine, kaçak güreşme yollarını tuttular. 11 Eylül saldırısı ve provokasyonu, ABD’nin hakimiyet kavgasını fiili işgallerle genişletmesine yol açtı. ABD’li stratejistler ve politikacılar, ABD-İngiliz işgallerini, “en az 50-60 ülkeyi kapsayan” ve “otuz-kırk yıllık bir savaşlar ve çatışmalar dönemi”ni başlatan bir tür “büyük dünya seferi” olarak tanımladılar. 2007-2008 krizi, çelişkileri daha da derinleştirdi. Sermaye ve üretimin yoğunlaşması ve daha ‘az elde’ toplanması hareketi ivme kazandı. Pazar ve etki alanı mücadelesi kızıştı. 15 trilyon doları bulan bir meblağ, kapitalist devletler tarafından büyük bankaların, finans kurumlarının ve sanayi işletmelerinin kasalarına aktarıldı. Bu uygulama, pazar payı üzerine kapitalist rekabeti daha da keskinleştirdi. Tekellerin küçük-orta işletmeleri ‘piyasadan silmesi” kolaylaştı. Bir yanda daha az sayıdaki uluslararası tekel ve büyük banka yararına sermaye “temerküzü”; diğer yanda on milyonlarca –yüz milyonlarla ifade edilmesi olasılık dahilinde– yeni emekçinin işsizliğe; yüz milyonların yoksul ve açların safına itilmeleri olmak üzere, uçurum derinleşti. Emperyalist şefler, dünyanın “artık eskisi gibi olamayacağı”nı; “ilişkilerde ve politikalarda değişimin zorunlu olduğunu” ilan ettiler. Siyasal gericileşme; şovenizm ve milliyetçilik güç kazandı. Sosyal yükümlülüklerinden soyunan burjuva devletler, askerileşme politikaları eşliğinde, gerici siyasetle halkın ve taleplerinin karşısına dikildiler. Ve işçi sınıfı ve emekçiler ile örgütleri, asgari yaşam gereçleri için dahi, eskisinden de fazla çabaya zorunlu olacakları bir döneme girdiler. Kapitalizmin sosyalizme “üstünlüğü” yalanı bir yana, “herkes için refahı esas aldığı” iddiası; ve buna da dayandırılan “yıkılamazlığı” safsatası, tüm dayanaksızlığıyla bir kez daha açıklık kazandı. Bu da, burjuva liberalleri başta gelmek üzere sermaye sözcülerinin özgürlük, demokrasi, refah, üzerine ikiyüzlü söylemi, anti sosyalist propagandayla birlikte yoğunlaştırma ihtiyacını artırdı.
BERLİN DUVARI VE KAPİTALİZMİN DUVARLARI
9 Kasım 1989’da yaşananları, isim patenti büyük oranda burjuvazinin kendisine ait “Doğu” ile “Batı” olarak adlandırılan “blok”lardan; Varşova ve NATO “paktları”nın eylemlerinden, adı o dönem hala Sovyetler Birliği olarak geçen, ancak eski (sosyalist) SSCB ile tümüyle farklılaşmış revizyonist güç ile, başını ABD’nin çektiği Batı emperyalizmi arasındaki çelişki ve etki alanı kavgasından ayrı tutmak, elbette mümkün değildir. Berlin Duvarı bağlantılı ya da onun inşasına ve yıkımına getiren etken ve gelişmelerle proletaryanın devrimci devleti ve uluslararası politikası arasında bağ kurmak ise, çarpıtmalara girişilmediğinde, gerçekte olanaksızdır.
Sosyalizm üzerine ya da sosyalizme karşı her nesnel tartışma, 1956’daki SBKP 20. Kongresi’ni kritik bir dönüm noktası olarak almak; 60’lı yıllar sonrası gelişmeleri öncekilerle farklılaşan temel nitelikteki özelliklerini gözeterek değerlendirmek durumundadır. Bunu gözetmeyen her iddianın, olgusal-nesnel dayanakları yok demektir.
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin (S. B.’nin) 1960’lardaki en önemli gerçeklerinden biri ve denebilir ki başta geleni, bu büyük ve geniş “coğrafya”da kapitalizmin yeniden kurulmakta olduğu; sosyalizmin sosyal-iktisadi ve politik kültürel kazanımlarının tasfiyesine girişen yeni bürokrat burjuvazinin dünya kapitalizmiyle “bütünleşme” yönünde politika ve “reformlar”la yol aldığı; pazar ve etki alanı mücadelesinin yeni bir gücü olarak ortaya çıkmaya başladığıdır. SBKP 20 Kongresi’nde parti ve devlet yönetimini ele geçiren Kruşçev kliğinin, belgeleri daha Kongre öncesi CIA eliyle Washington’a ulaşan antisosyalist ve anti Stalin raporunda, girildiği ilan edilen yol üzerinden kapitalizme geri dönüşün temellerini döşemeye girişmesi, kötü ünlü Liberman reformlarıyla işletme ve kişi mülkiyetinin benimsenmesi, merkezi ekonominin yönetimini elinde tutan bürokrat tabakanın, tekelci kapitalist bir güç olarak ortaya çıkmasında, ‘kritik dönüm noktaları” oldular. Sovyet Partisi ve devlet yönetimi içinde ortaya çıkan ve henüz tümüyle yok edilememiş eski ilişki ve anlayışlardan güç alan bürokrat burjuva kadrolar yönetimi ele geçirerek, kapitalist uluslararası gericiliğin desteğinde, kapitalizmin restorasyonunu bir süreç içinde gerçekleştirdiler. Bu “dönüşüm”, S.B. ve sosyalizmin çekim gücüyle kapitalist pazardan kopan ya da kopma sürecindeki ülkelerin emekçi hareketinde büyük sarsıntılar yaratarak bu ülkelerin kapitalizme yeniden eklemlenmeleriyle sonuçlandı.
SSCB, görünürde hâlâ “sosyalist” idi: bayrakları, flamaları, resmi törenleri, Duma’sındaki ajitatif konuşmalar, Kızıl Ordu’nun sancakları, sosyalizm döneminin işaretlerini ve izlerini taşıyordu. Sovyet işçileri ve halklarıyla birlikte dünya emekçileri, çok geniş kesimleriyle, yaşanmakta olan dönüşümün kapitalist niteliğini henüz görebilecek durumda değillerdi.
Kruşçev yönetiminin 1958 yılında, Batılı emperyalist şeflere yaptığı, Berlin’in askerden arındırılması teklifi, Batılı işgal güçleri tarafından, “Sovyet yayılmacı politikası” propagandasıyla yanıtlandı. ABD ve müttefikleri, “Berlin üzerindeki hakları”nı anımsatarak, Doğu’ya karşı kışkırtıcı politikayı yoğunlaştırdılar ve “Doğu’dan Batı’ya kaçış”ı örgütlemeye koyuldular. Karşılık gecikmeden verildi ve Kruşçevciler desteğindeki Demokratik Alman Cumhuriyeti, “kendini ve Doğu Berlin’i güvenceye alma” gerekçesiyle, 1961 yazında Berlin’i Doğu ve Batı olarak ayıran duvarı inşa etmeye girişti. 1963 yılında önce Kruşçev, sonra Kennedy, birbirlerine karşı gövde gösterisi anlamına da gelecek şatafatlı törenlerle Berlin’e geldiler ve duvar üzerinden ajitatif konuşmalarla tutumlarını sürdürdüler.
Sonraki yıllarda gelişmelerin ivmesi daha da hız kazandı. Küba, Vietnam, Filistin halklarının kaderiyle ilgili olanları başta gelmek üzere, Latin Amerika, Ön ve Güneydoğu Asya, Balkanlar ve Ortadoğu üzerinden güç çatışması devam etti.
1980’lerin sonlarına gelindiğinde, güç çatışmasının taraflarından biri olarak S. B.’nin sosyalizm adına hareket etme iddiası inandırıcılığını büyük oranda yitirmişti. 1950’lerin ikinci yarısından itibaren kapitalizmin yeniden inşası yoluna giren S. B, bu doğrultuda büyük ilerlemeler kaydetmiş, devlet kapitalizminin gücünü, nükleer “kudret”in, askeri teknoloji ve silahlanmanın geliştirilmesi için kullanmaya öncelik vermiş; Afganistan’ı işgal ederek ABD’nin hegemonya politikalarına benzer bir politikayla ezilen-bağımlı ülkeler halklarıyla ileri ülkelerin proletaryasının güvenini yıkan bir konuma gelmişti. Silahlanma ve Afganistan istilası için harcanan devasa kaynaklar, ekonominin kapitalist yağması ve antidemokratik, bürokratik aygıtın halklar üzerindeki baskısının içerde yarattığı öfke ve hoşnutsuzlukların büyümesi, burjuvazinin “sosyalist” maskeli temsilcilerinin “Perestroyka”=“açıklık” politikası izleme adına, emperyalist kapitalizme iltihakı ilan etmeleriyle “yeni bir dönem” başlamış oldu.
Emperyalizmin şarlatanları Gorbaçov ve Yeltsin, bu dönemin sonuna doğru, şekli görünümleri de yerle bir eden son darbeleri indirdiklerinde, kilise çanları, gericiliğin ‘zafer marşları’nın “gong” vuruşuyla tüm ‘Batı’da uzun uzun öttü.
Berlin Duvarı’nın yıkılması işte bu koşullarda gerçekleşti. “Doğu Blok’u” dağıldı/dağıtıldı. Berlin’i ve “Doğu” ile “Batı”yı ayıran ve olsa olsa bu “dünya”nın; onun gidiş istikametiyle bağlı politik-askeri stratejisinin bir ürünü olan Duvar yıkıldı. Doğu Alman Cumhuriyeti’nde yaşayanlar, büyük bir merak içinde, rengârenk ışıklandırılmış mağazaların önünden geçerek cehennem kapısından ateşe atladılar. Berlin, kırk beş yıl sonra yeniden “ortak” başkent oldu ve Doğu Avrupa’daki bütün “demokratik cumhuriyetler” bir yıl gibi kısa bir süre içinde, “Batı kapitalizmi” ile bütünleşmek üzere eski kurumsal yapılarını yıkmaya giriştiler. SSCB dağıldı/dağıtıldı. Sosyalizmin ulusal tam hak eşitliği temelinde bir araya getirerek kardeşleştirdiği çok sayıdaki “Sovyet ulusu”, kapitalist rekabet ve pazar kavgası politikalarının şekillendirdiği milliyetçi ön yargıların yeniden güç kazanmasıyla birbirlerine karşı düşmanca tutumlar da geliştirerek, “bağımsız” kapitalist devletler olmak için, mücadeleye giriştiler.
ABD’nin başını çektiği emperyalist-kapitalist dünyanın gerici rejimlerini yönetenler için, üzerinde on-on beş yıl tepinecekleri bir tür “yeni dünya düzeni” dönemi başladı. Batılı emperyalist-kapitalist güçlerin onlarca yıldır sürdürdüğü, kapitalist “Batı”yla “değer”lerini kutsayan propagandanın aldatıcı-inandırıcı gücü arttı. Uluslararası duvarların ve sınırların inşacıları, sermaye devletlerinin modern barbarları, sınırların ve sömürünün olmadığı bir dünya hedefiyle mücadele edenlerin karşısına; “özgürlük ve demokrasi”nin “savunucuları”(!) sopasıyla çıkma cesareti bularak, kırk yıldan fazla bir süredir yürüttükleri ‘Soğuk Savaş’ın “sona erdiği”ni ilan ettiler.
Batı emperyalizmi, kapitalizme eklemlenmelerle pazarını yeniden genişletmişti. Büyük güçler arası ilişkiler, yeni konum ve güç alanı üzerinden yeniden şekillenecekti. “Birleşik Almanya”, İngiliz-Fransız emperyalizminin korkulu rüyasıydı. ABD ise, eski “manda”sının, uluslararası arenada, “ben de varım” diye yeniden boy göstermesinden rahatsızdı. Almanya, Doğu Avrupa’da, “dışa açılma”ya başlamıştı. Yugoslavya’nın parçalanmasında özel bir rol üstlendi ve Hırvatlar üzerinden dolaysız müdahalelerle “lebensraum”(yaşam alanı) olarak gördüğü bölgede etkisini artırmaya yöneldi.
Almanya’nın, Fransa ile birlikte Avrupa’da şekillendirici güç olma isteği Amerikan-İngiliz politikasını daha da sertleştirdi. ABD’nin karşı çıkışına rağmen gerçekleştirilen AB’nin NATO dışı ve kendisine ait “Avrupa Ordusu” projesi, bu iki başlıca AB ülkesinin kendi hesaplarına Ortadoğu-Ön Asya ve diğer bölgelerde geliştirmeye giriştikleri ilişkilerin yanı sıra, Almanya’nın, “uluslararası çıkarları”nı merkez alarak ordusunu buna göre yeniden “örgütlemesi” ve ulusal sınırlarının ötesinde müdahalelere dahil olması, rekabeti daha da keskinleştirdi. Emperyalist büyük güçlerin her biri diğeri aleyhine; ve “kamp”lar halinde birbirlerine karşı, askeri-iktisadi ve politik dayatmalarla pazar paylarını artırmaya girişti. Emperyalist hükümetler, ülkelerinin tekelci işletmelerini rekabette üstünlük sağlamaları için “korumaya alarak” devlet bütçesinden kaynak aktarımını artırdılar.
Sovyet halklarının içine çekildikleri ve Doğu Alman yurttaşlarının “baş aşağı daldıkları” kapitalist dünyanın gerçekleri baş yaracak türdendi. “Şok etki” tez zamanda geldi. Tek ve başlıca olgu, eski devlet yapılarının çökmesi ve Birlik’in parçalanması değildi. İşsizlik, açlık ve yoksulluk arttı; toplumsal çözülme ve dağılma derinleşip genişledi; ahlaki çürüme, ticari dolandırıcılık, kapkaççılık, uyuşturucu ticareti ve kullanımı, fuhuş arttı. Göçler çoğaldı ve genişledi. “Doğu”yu sefaletin ve geriliğin “vatanı” gösteren ‘Batılı’ burjuvazi ve temsilcileri, bu durumun “birleşme” ile birlikte “sona ereceğini” propaganda ederlerken, Doğu ve Batı (Almanya) arasındaki farklılıkların son bulması bir yana, uçurum daha da büyüdü. Ücretler Doğu Almanya’da Batı’dakinin neredeyse yarısı kadardı. İşsizlik ve yoksulluk katlandı. Sosyal haklar ortadan kaldırılmıştı. Bu özellikleriyle kapitalizmin ayrımcı-bölücü/sınır çekici duvarları aslında yerinde duruyorlardı.
Eski ‘halk demokrasisi ülkeleri’nde giderek güçlenen eskiyi arayış eğilimi de burjuva ve kapitalist duvarlara duyulan öfkeye işaret ediyordu. Bulgaristan, Çekoslovakya ve Macaristan’da, işçiler başta olmak üzere, emekçiler içinde “sol politikalar” yeniden güç kazanmaya başladı. 18 milyonluk Doğu Almanya nüfusunun %45’i “eski rejime dönüşün daha iyi olacağı” yönünde eğilimlerini ortaya koydular. “Eskiye özlem” duyabilecek kadar yaşlı olanlar, “hiç değilse barındığımız bir ev, çocuklarımız için iyi bir eğitim, herkes için sağlık hizmeti vardı, şimdi onlardan da yoksunuz” diyorlardı. Genç kuşak, ırkçı-gerici akımlara av olma tehdidi altına girdi. “Özgürlük” adına girdikleri sosyal-ekonomik ve politik sistemin temel özelliği, yoksulluk, işsizlik, barınaksızlık, sağlık ve eğitim olanaksızlığı, açlık, şovenizm-ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, askeri politikalar, militarizm ve savaş üretmesiydi. Nüfusun en zenginleriyle en yoksulları arasındaki gelir farkı yüzde altmışlara ulaşmıştı. Yüzde on civarında seyreden işsizlik giderek artıyordu vb.
BURJUVA TOTALİTARİZMİNİ ÖRTEN “ANTİ TOTALİTER” SÖYLEM
“Totalitarizm”i, “devletin hedef olarak seçtiği şeye ulaşmak için bütün yolları kullanması”, “rejimin siyasi baskı yöntemiyle güvence altına alınması” ve “devlet tarafından belirlenen ekonomi dışındaki çıkarları kısıtlamak” olarak tarif eden, geniş çevrelerce kabul edilmiş bir tür burjuva liberal görüşten söz edilebilir. Buna göre, “bireyin özerkliği ve öznelliği”nin olmadığı totalitarizmde, rejim, halkı güdümler, düşünce ve ifade özgürlüğü yoktur, yönetim ve lider büyük güç ve her tür yetki ile ‘teçhiz edilmiş’tir.[3] “Yönetici elit”, zorla inşa ettiği “kurgusal toplum”u, “tehdit, kuşku, korku, ceza, ihbar, taciz, işkence, toplama kamplarına kapatma ve öldürme” gibi araçlarla sürdürmeye çalışır(!)[4] “Rejim, bir rüyaya, bir ütopyaya dayanır. Özgürlük yoktur, insanların kendi geleceklerini düşünmeleri imkânsızdır, her şey toplumun mutluluğu içindir vb. vb.”
Totalitarizmi, birey ile devlet arasındaki ilişkide, devletin bireye üstünlüğü ve her türlü yetkenin en üstte yer alan kişi-parti-gücün elinde toplanması olarak tarif eden burjuva “özgürlükçü-sivil” ya da “açık toplumcu” aydınlar, sosyalizmi ve halk demokrasilerini de bu kategoride göstermek için, çeşitli manevralara baş vuruyor; sosyalizmi, burjuva parlamenter sistemde olduğu üzere “çok parti”li bir sistemi değil, ama bir sınıfın yönetimini tesis ederek, iktisadi-sosyal ve politik yaşamı üretim araçlarının toplumsal-kolektif mülkiyeti üzerinden merkezi düzenlemeyi esas aldığı için, “totaliter bir sistem” olarak gösteriyorlar. Bu, burjuva demokrasisi başta gelmek üzere, kapitalist sınıfın hakimiyet biçimlerinin diktatoryal karakterini örtmek üzere baş vurulan bir savunu biçimidir. Burjuva ideologlarının sözüm ona eleştirdikleri “totaliter özellikler”, oysa, burjuvazinin istisnasız tüm yönetim biçimlerinde fazlasıyla mevcuttur. “Demokratik” burjuva cumhuriyetlerinde hak ve özgürlükler adına sayılanlar –kağıt üzerinde ve yasa güvencesinde olmalarına karşın–, “aşağı sınıf(lar)” için, ancak onların mücadelesinin ürünü olarak elde edilip kullanılabilir oldukları oranda söz konusudurlar. Hak eşitliği, iktisadi-sosyal ilişkilerin karakteri nedeniyle biçimseldir. Feodalizme karşı kavgasında özgürlük, eşitlik şiarlarını kullanarak toplumun geniş kesimlerini harekete geçiren burjuvazi, sınıf hakimiyetini kurup sağlamlaştırdıktan sonra, özellikle de tekellerin hakimiyeti koşullarında, bireysel özgürlükler ve “hak eşitliği”, egemen sınıf için geçerli olurken, emekçiler için daha fazla biçimsel bir hal aldı. Emekçi kitleler, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve siyasal haklar için mücadeleyi yükseltip, bu haklar için bedeller ödedikleri yerlerde, sendikal-mesleki ve politik örgütlenme, düşünce ve örgütlenme hakkı, grev, toplusözleşme hakkı gibi çeşitli hakları elde edebildiler ve kısıtlı ya da nispeten daha ileri; değişik düzeylerde kullanabildiler. Bu ülkelerde ve siyasal rejimlerde kural olan ise, proletarya ve emekçilerin baskısı olmadıkça, burjuvazinin bu hakları, “doğal ve zorunlu” saymadığı, tanımadığı ve de “vermek” istemediğidir! Burjuvazi, aksine, koşulların kendi lehine olduğunu gördüğü her ülke ve durumda, bu hakları ortadan kaldırmaya yöneldi/yöneliyor. İşçinin grev yapması, sendikada örgütlenmesi, küçük üreticinin tekelci baskıya karşı direnişi, gençlerin eğitim-sağlık-ulaşım-yaşam gereçleri için talepleri, kadınların burjuva ve cinsel baskıyı reddedişi vb. vb.. – bunların tümü, devletin resmi silahlı ve silahsız güçlerini; ordu ve polisi; yargıçları ve politikacıları; hukuksal yaptırımları ve ‘geleneksel’-statükocu anlayışları karşılarında bulurlar.
“Demokratik” kapitalist devletlerde, burjuva politik yönetim, en güçlü kapitalist kesimin çıkarlarını esas alır, toplum yaşamının her alanına tepeden müdahale hakkını, sözüm ona “halkın iradesine dayanarak”, elinde tutar. Yasa koyucudur ve yasaları, bürokratik ayrıcalıklı bir kast olarak örgütlenmiş ‘yargı erki’yle birlikte uygular. Kapitalistlerle birlikte işçinin yaşam koşullarını belirler; ücretlerin ve sosyal hakların tayininde son sözü söylemeye çalışır. Devlet müdahalesi ‘kamusal alan’ emekçileri bakımından çok daha belirgin ve kesindir. “Ücretlerin serbestçe belirlenmesi” bir yalandan ileri gitmez. Gelişmelerin sermaye aleyhine olması durumunda, polis gücünün işçiler üzerine sürülmesi dahil, ‘serbest pazarlık’ patron-hükümet ortaklığıyla ve patron yararına kontrole alınır. Merkezi bütçe yönetici sınıfın çıkarları ve öncelikleri esas alınarak; sömürülen sınıf ve kesimlerin baskıyla yönetilmesi ve belirlenen sınırlar içinde sisteme bağlı tutulmaları için harcanır.
Burjuvazinin faşist rejimlerinde ise, liberal burjuva aydınlarının, üzerine demokrasi dersi verdikleri totaliter özellikler belirleyici nitelik taşır. Örnekleri geçen yüzyılda çok sayıda ülkede yaşandığı üzere, sermayenin en barbar, en gerici kesimlerinin mutlak hakimiyeti söz konusudur. Her tür “özgürlük” ve “hak”ın çerçevesini belirleyen bu mutlak ve karşı çıkılamaz(!) yönetim ve yönetme anlayışıdır.
Sosyalizmi “totaliter bir sistem” olarak gösteren burjuva, burjuva liberal aydınların dört elle sarıldıkları gerekçe; merkezi yönetimin rolü ve ekonominin merkezî planlanması yoluyla üretimin kolektif örgütlenmesi; özel kapitalist girişimciliğe imkân tanınmaması; üretim araçlarının bireysel kapitalist mülkiyetinin reddedilerek, artı-değer sömürüsüne son verilmesi gibi toplumsal-kolektif karakterli özelliklerdir. Burjuva aydınları bunları hürriyetlere ve ‘birey özerkliği’ne aykırı görmektedirler.
Bu, sözüm ona liberal özgürlükçü görüş, ilkin, politika ile iktisadi-sosyal koşullar arasındaki ilişkilerde, “bir ilişkisizlik durumu” var saymak ya da öyle göstermekle daha baştan sorunludur. İkinci olarak, bu ilişkiyi kapitalizm için ve kapitalistin “özgürlükleri” yararına “görünmez kılma”yı esas alır. Üçüncü olarak da, devlet örgütlenmesinin olduğu her yer ve toplumda, birey özgürlüğünün koşullu-sınırlı olduğu ya da hatta izafi kaldığı gerçeğini örtbas eder.
Bu görüş, hak ve özgürlükleri ve hak eşitliğini, üretim ve ürünlerin mal edinilmesinin tarzından bağışık sayar. Açlık, işsizlik ve yoksulluk ile “özgürlük” arasındaki bağı koparır. Üretim araçlarını ellerinde tutan kapitalistler ile emekgücünden başka üretim aracı, zorunlu kullanım araçları dışında mülkiyeti olmayan işçileri; bu özel ve belirleyici konumları tarafından belirlenen çelişkilerini de örterek, eşit gösterir.
Burjuva demokrasilerinde, demokrasinin en önemli kıstası olarak gösterilen genel seçim ve genel oy hakkı, halk iradesini “esas alma” iddiasına kanıt gösterilir. Yaklaşık ortalama dört yılda bir gerçekleştirilen ve hangi sermaye partisi aracıyla burjuva sınıf yönetiminin sürdürüleceğinin kararlaştırılacağı bu “çok partili parlamenter seçim sistem”inde, genel oy hakkına sahip olmayı, “özgür-eşit birey olma”nın temeli gösteren propaganda, halkın iradesine “başvuru”nun, görünürde olmaktan ileri gitmediğini ve “oy” üzerindeki bin bir türlü yaptırım ve manevrayı gözden kaçırmayı esas alır.
Bu “özgürlük” anlayışı, bir hakkın kullanımını onun olanaklarının varlığı ya da yokluğundan soyutlayarak belirli bir sınıfın; burjuvazinin olanaklarıyla değerlendirir. Buna göre, bireyler sözüm ona düşünce, örgütlenme; politika yapma, seyahate çıkma, istediği herhangi ürüne sahip olma, sağlıklı beslenme, çocuklarına toplumsal gelişme düzeyinin gerekleriyle uyumlu bir eğitim sağlama, sağlıklı gıda ve temiz su gereksinmelerini karşılama gibi haklara sahiptirler. Gerçekte ise, işçiler ve toplumun büyük çoğunluğu bu haklardan ya yararlanamamakta ya da ancak onlar için bedel ödedikleri oranda yararlanabilmektedirler. Siyasal haklar, burjuva yasalarının “gerekleri”yle sınırlanmıştır. Geçerlilikleri kapitalist çıkarlara uygunlukları ölçüsündedir. Eşitlikten kastedilen yasa karşısındaki burjuva eşitliğidir. Kapitalistin mülkiyeti, temel insani hakların en önemlilerinin başında gelir. Büyük sermaye ve büyük toprak sahipliği yararına küçük mülk sahibinin “mülkiyetten özgür kılınma”sı, mülksüzlerin safına doğru atılması özgürlüğü; emekgücünü satma dışında yaşamını sürdürme olanaksızlığıyla işçinin varlığı, burjuva toplumunun “varlık koşulu” ve toplumsal özelliğidir. Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf uçurumu tekellerin ekonomiye hakimiyeti koşullarında daha da büyümüş, kapitalizmi “evrensel refah sistemi” gösteren burjuva teorisinin kofluğu işçilerin işsizlik, yoksulluk ve açlıkla genişleyen ve büyüyen karşı karşıya gelişleri tarafından boşa çıkarılmıştır.
İşçi-ve emekçilerin bu türden özgür ve eşit birey statüsünde görülmeleri olanaksızlığı bir yana, çocuklarını doyurma, eğitimlerini gerçekleştirme hakkı dahi yoktur. İş bulmaları ‘cengâverlik’ gerektirmektedir. Küçümsenemez bir bölümüyle yedek işgücü durumundadırlar. Kapitalist piyasa herkesin tüketebileceğinden de fazla metalarla doludur, ancak alım güçleri yetersiz olan işçi ve emekçiler yoksulluk ve önemli bir kesimi açısından da açlıkla yüz yüzedir. Satın alma güçleri ya yok ya da düşüktür. Seyahate çıkmaları, sahip oldukları para ve servet ölçüsünde mümkündür. Düşünürler, ancak söyleyemez/konuşamaz/yazamaz ve bir araya gelip kendi sınıflarının kurtuluşu yönünde politik örgütlenmelere girişemezler. Giriştiklerinde ise, büyük baskılara, polis ve asker saldırılarına, istihbarat örgütlerinin takibi ve pusularına, gözaltı, işkence ve hapislere göğüs germek zorundadırlar. Kağıt fabrikaları ve modern büyük basımevleri kapitalistlerin elindedir. Haberleşme, iletişim aygıtları, internet ağı burjuva devleti ve tekelci işletmelerin denetimindedir.[5]
“Çağdaş demokratik” gösterilen kapitalist demokrasili ve antidemokratik devletlerde, bilim ve teknolojideki gelişmelerden de yaralanılarak kişi yaşamı en ince ayrıntısına dek denetim ve kontrol altına alınarak yeniden düzenlenmektedir. Toplum yaşamı, geliştirilmiş teknolojiyle donatılan askeri kontrol altındadır. Sosyalizme ve proletarya devletine “diktatörce yönetim” ya da “totalitarizm” suçlaması yönelten burjuva propagandası, her gün cinayet işleyen seri katillerin cani ruh haliyle suçu başkalarının üzerine atarak rahatlama çabalarını andırıyor. Bu propaganda ile tekelci burjuvazi ve emperyalist gericilik, bilim ve teknikteki ilerlemenin olanaklarına sahip olmasıyla “birey yaşamı”nın abartısız her anını ve yönünü kontrole almayı, tüm kentsel yaşamı “Mobese kameraları”yla denetlemeyi, “anti terör mücadele” gerekçesiyle herkesi ‘fişleyerek’ kayıt altına almayı; ‘biyometrik kimlik’ uygulamasıyla kişisel tüm özelliklerin bilgisini depolamayı, “modern demokratik gereklilikler” olarak göstermektedir.
Kapitalist demokrasi, burjuvazinin hakim güç olarak en üstte yer alarak ve tüm yönetim işlerini oligarşik bir “komite”nin elinde toplayarak toplumu şekillendirmesine dayanır. Halk kitleleri üzerinde bir despotluk olarak şekillenmiş burjuva askeri-politik aygıtını “halk iradesinin demokratik temsili”ne kanıt gösteren propaganda, burjuva parlamentosu ve kapitalist parti fraksiyonlarının varlığını “kanıt” olarak sunarken, sermaye hakimiyetine demokratik olma örtüsü çeker, yönetsel işlev gören, burjuvazinin ‘kurmay odaları’yla ‘kulisler’de karara bağladığı uygulamaları “halka ait” gösterir ve ayrı partiler olarak örgütlenmiş bürokratik kastın sermaye çıkarlarını nöbetleşe savunmasını esas alan ‘görev bölümü’ arkasına gizlenerek, “irade seçimle yenileniyor, kararları milletin temsilcileri veriyor” vaazıyla “süreklilik kazandırılmış” sermaye yönetimini demokratik göstermeyi esas alır. Burjuva parlamentosunun ve onun “çok sesli” farklı partilerinin halka karşı çalışmaları, bu çalışmaların yürütmesindeki hükümetin sermaye için iktisadi-sosyal yaşama müdahaleleri, halk bunları istemiş ve yaptırmış göstererek, perde ardına iter. Burjuva devlet, ordusu-polisi-yargı aygıtı ve yürütme (hükümet) gücüyle ‘tüm toplumun üzerinde’, elde kılıç, fazlalıkları keserek işlevini yerine getirirken, orduya, polis örgütüne, üst bürokrasiye, yargı erkine, hükümete ve parlamentoya herkesin üzerinde yaptırım yetkisi tanınmış ve tüm yaptırım yetkisi dar- burjuva oligarşik kastın elinde toplanmışken, birey(ler)in her hareketi, düşüncesi ve eylemi sıkı bir denetime tabi tutulur ve işkence ve öldürme alanındaki devlet tekeli “baki hak” sayılırken, demokrasi iddiası dayanaksız olacaktır. Burjuva demokrasisi sisteminde, sermaye sahibinin ayrıcalığı, onun dışındaki herkesi, sömürü çarkının parçası olmaya; böylece ayrımcılık, baskı, istismar ve siyasal şiddetin hedefi durumuna gelmeye zorlar. Kendisini “zararlı fikirler”e karşı sansür ve yasak; polis baskısı, işkence, istenmeyen direnişlerin terörle bastırılması vb. ile korumaya alır ve arsızlığın zirvesinden, sistemini “açık toplum” olarak reklam etmekten kaçınmaz.[6]
Burjuva eşitliği üzerine söylenenler burjuvazinin kendisi için dahi geçersizdir. Kapitalizm, -özellikle tekelci aşamasında-, rekabetin ve pazarlara hakim olma kavgasının daha da keskinleşmesi ve sıçramalı bir karaktere bürünmesi sonucu büyükler yararına küçüklere yaşam hakkının tanınmaması yönünde gelişir. En güçlü mali-sanayi grupları yararına işleyen kapitalist yasa, diğerlerinin yok edilmesini, iflasa sürüklenmesini, yutulup boğulmalarını içerir. Sosyal-politik konumlanma ve “hak sahibi olma”nın sınırları, bu iktisadi ilişki, “konum” ve güç tarafından belirlenir. Tekelci sermaye ve hizmetindeki devlet bürokrasisinin tekeli, ekonomiden politikaya; sosyal yaşamın düzenlenmesinden toplumsal ürünün kimin yararına ve nasıl değerlendirileceğine kadar hemen her şeyin sınırlarını belirler. Yukarıdaki burjuva görüşü, tüm bu yoklara ve yoksunluklara rağmen, işçi ve emekçiyi, kapitalist özel mülkiyetin “serbest” hakimiyeti altında, “mutluluğu ve refahı tatma” olanağına sahip gösterir ve bunun için şükretmeye çağırır.
Bu anlayış diğer yandan, politik kurum ve hukuksal düzenleme ve yapıların temelinin ekonomik sistemde ve ekonomi koşullarında yattığı görüşüne karşı çıkışın da dayanağını oluşturur.
Burjuva devleti, halka karşı sermaye aygıtı olarak yaşamın her alanına müdahale ettiği, din istismarcılığından ‘arkaik’ geleneklerin kapitalizm yararına kullanılması dahil, kültürel ve politik; ekonomik ve sosyal her alana hükmetme; işçi ile kapitalist; halk ile egemenler arasındaki ilişkilerde militer-diktatoryal yöntemleri eksik etmediği; polis ve ordu gücünü, yargı sistemi ve hukuksal düzenlemeleri, burjuva sınıf çıkarları ve hakimiyetinin devamlılığını “garanti altına almak” için seferber ettiği gerçeği göz önündeyken, işçi ve halk yönetimi devletlerinde “her şeyin devletin isteği yönünde düzenlendiği” sözüm ona eleştirisi zerre kadar önem taşımaz. Kapitalist-emperyalist ordular dünyayı parsellemek üzere son yüzyıl içinde iki büyük savaşa ve onlarca bölgesel ya da nispeten daha dar alandaki işgal ve askeri müdahaleye imza atıp on milyonlarca emekçinin ölümüne; doğanın ve toplumsal yaşamın yıkımına yol açtılar. ABD’li “Neoconlar”, halihazırda sürdürülen işgallerin “otuz-kırk yıl sürecek” yeni bir savaşlar döneminin başlangıcı olduğunu ilan ettiler. Kendilerini demokrasi ve özgürlüklerin temsilcisi ve teminatı gösteren Batı’nın kapitalist-emperyalist devletleri, faşist diktatörlük rejimleriyle halkların kanına giren yönetimlerin hamiliğini üstlendiler.
BURJUVA ASALAKLIĞININ BİÇİMLENDİRDİĞİ ANTİSOSYALİZM
Sosyalist ve halk demokrasili ülkelerde, sosyalizm ve halk idaresiyle uzlaşmaz ve esasen kapitalist görüş yolunda ilerleyen bürokrat burjuva kesimlerin ‘dış emperyalistler’le birlikte giriştikleri sabotaj ve sömürü ilişkilerini kanıt göstererek sosyalizme küfredenlerin gizlemeye çalıştıkları, emekçi kanında can bulan bir asalaklık; kapitalist cinayet makinesinin açlık, işsizlik, yoksulluk, savaş ve yıkım üretmesi pahasına elde edilen maddi çıkar ve sınıfsal konumdur. Kapitalizmin kara propagandasının ve onun militanlarının örtmeye çalıştıkları, kapitalizmde özel mülkiyete dayalı farklılaşmanın yarattığı çelişkiler ile bu çelişkileri üreten sınıf farklılıklarının ve kapitalist gruplar arası mücadelenin yarattığı “çoğulculuk”un ve “özel alan” diye tarif ettikleri kişisel mülkiyet ve sermaye sahipliğinin sosyalizmde olanaksız olmasıdır. Emekgücü sömürüsüyle beslenen burjuva-burjuva liberal sağ-‘sol’ teorisyen ve politikacıların sosyalizme kara çalmaları, salt bu asalaklıkları nedeniyle de doğaldır!
Büyük çoğunluğu ideolojilerden ve sınıflardan sözüm ona bağımsızlaşmış, herhangi örgütsel-partisel-toplumsal sorumluluk taşımayan ve ömürlerinin geride kalan kısmında düşmanla cepheden yüz yüze gelerek bir değer ya da oluşumun korunması için savaşı göze almamış ‘kalem efendileri’, Stalin ve sosyalist Sovyetler Birliği’ni suçlamak için, burjuva emperyalist ideolojik cephaneliğin ne kadar kirli silahı varsa kuşanıyor ve dünyayı faşist imparatorluk altına almayı hedeflediğini açık olarak ilan eden Hitler ve onun Nazi kıtalarının oluşturdukları faşist rejim ile, sosyalizm ve proletarya devleti arasında “benzerlikler” ya da hatta “aynılıklar” kurarak, Nazi terörü ve faşist kıtaları aklamaya, -böylece- hizmet ediyorlar. 20 milyon Sovyet yurttaşıyla altı milyon Yahudinin ve milyonlarca Alman ve diğer halklara mensup ilerici-devrimci-Marksist ve yurtseverin katledilmesine yol açan bir rejimi, halk demokrasisi ülkeleri ve sosyalist S. B. ile “aynı kategoride” gösteren liberal burjuva teorisyen, yazar-iktisatçı-sosyolog taifesi, tekelci sermayenin en gaddar, en şoven ve terörist diktasını, sınıfları ve aralarındaki farklılıkları oluşturan iktisadi-sosyal koşulları ve sistemi; sınıf sömürüsü ve hakimiyetini tasfiyeyi esas alan ve bu amacını asla gizlemeyen sosyalizm ile “benzer” gösterirken, aslında tüm ülkelerin işçi sınıfına ve ezilen kitlelerine karşı burjuva sınıf savaşı yürütüyorlar.
Onlara bakılırsa, Stalin ve partisi, sosyalizmi inşa çabasını sürdürürken olduğu gibi, İngiliz-Amerikan-Fransız emperyalist cephesinin, Nazileri sosyalizmin üzerine sürme taktiğini boşa çıkarmak ve Nazi saldırılarına karşı yeterli bir hazırlık için “saldırmazlık paktı” imzalarken de[7], Hitler kıtalarının, yeryüzünü kana boğma ve faşizmin dünya imparatorluğunu kurma stratejisini, 20 milyon Sovyet yurttaşı ve sosyalist militanın canı ve on milyonlarcasının sakatlığı pahasına durdurup, Alman halkı dahil dünya emekçilerinin özgür yaşamaları için olanak yaratırken de “diktatörce davranmış”tır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyayı yeniden şekillendiren uluslararası üç büyük anlaşma sırasında, Almanya başta olmak üzere parçalanan ülkelerin birliği için çaba gösterirken ve ABD-İngiliz dayatması sonucu Almanya’nın bölünmesini ‘kabullenirken’ de, emperyalistlere “pey vermiş”tir![8] Stalin, yine onlara göre, İkinci Dünya Savaşı sırasında, tüm halkı “anayurt savunması”na seferber etme taktikleri geliştirirken, “Büyük Rus Şovenizmi” politikası izlemiş; onun milliyetler politikası 80’li yıllardaki ulus devletler çatışmasının temellerini oluşturmuştur(!)
Bu yazar ve sosyologların bir kesimi, Stalin’in “Birleşik Demokratik Almanya”dan yana tutumunu “sinsi bir oyun” olarak niteleyecek ve gösterecek kadar düşmanca ve önyargılı bir davranış içindedirler. Onun, kapitalist bir ülkenin bölünmesi sonrasında, “doğu”da kalan topraklar üzerinde burjuva gericiliği yerine demokratik halk yönetimine dayanan bir devletin kurulmasından yana tutum almasını dahi ‘hazmedemiyor’lar. Ulusların kaderlerini tayin hakkının savunulmasını ve nüfusça küçük ulusal topluluklar dahil halkların kendi iradeleriyle geleceklerini belirlemeleri için olanak yaratılmasını, sonraki on yıllarda gelişen şovenizmin ve hatta Yugoslavya’da halklar boğazlaşmasının başlıca ve önsel etkeni sayacak kadar kindar ve gözleri kararmış durumdadırlar.
Yürüttükleri propaganda, politikanın, taktiğin, iktisadi ilişkilerin ve teorinin kapitalist ve burjuvaca olanına bağlanmıştır ve başlıca özellikleriyle sosyalizme düşman karaktere sahiptir.
Sosyalizmde çünkü, tüm toplumsal üretim toplumsal yaşamın iyileştirilmesi ve insanca yaşam olanaklarının genişletilmesi amacıyla gerçekleştirilir. Üretim fazlası, toplumsal hizmetlerin daha iyi görülmesi içindir. Üretim araçları toplumun kolektif mülkiyetindedir. Fabrikalar, makineler ve topraklar, kişisel mülk haline getirilmeksizin, tüm emekçilerindir. Ülke ekonomisi, halkın ihtiyaçları ve ülkenin daha ileriye yol alması esas alınarak planlanır ve tüm emekçilerin en alt birimlerden en yukarılara bu planların yaşama geçirilmesine katılmasının olanaklarını yaratmak, toplumsal yarar olarak görülür. Sağlık ve eğitim, barınma ve ulaşım devletin tam olarak yerine getirmekle mükellef olduğu toplumsal hizmetler alanına girer. Toplumsal hizmetleri ve idari-kamusal işleri yapacak olanlar, her kademede, seçimle ve halk tarafından işbaşına getirilir. Hizmetleri yetersiz ya da ‘kusur’lu görülenler, halk tarafından görevden geri çağrılır. Açlık, işsizlik ve yoksulluğun emekçilere “kader” diye yazıldığı kapitalizmden farklı olarak, sosyalizmde bu “olgular”ın yaşamdan silinmesi esas amaçtır. Sosyalist sistem, tüm ezilenlerin, kapitalizmde sömürülüp baskı altına alınanların coşkuyla karşılayacakları ve karşılamaları doğal olan tümüyle yeni bir toplumsal sistemdir ve burjuva şarlatanı liberal sosyolog K. R. Popper’in deyişiyle “Tüm toplumsalın yapısını kökten dönüştürecek kıyametimsi bir devrim rüyası”nın “görülmesi”nin elle tutulur-gözle görülür somut kanıtlarıyla toplum yaşamına girmesini ifade eder. Kapitalizm asalaklarının sosyalizme ve sosyalistlere saldırıları, bunun içindir ki, başından sonuna gerici; sömürüyü koruma hedefli ve onun tarafından belirlenen plan dahilinde geliştirilmiştir.
“DEMİR PERDE”, “SOĞUK SAVAŞ” ÜZERİNE “SICAK” PROPAGANDA
Burjuva propagandasının sağ ve ‘sol’ liberal temsilcilerinin, sınıfsal bağ ve nitelikleri örten tanımlama ve kavramlar üzerinden sürdürdükleri ve Berlin Duvarı’yla da bağlantılandırdıkları propagandanın “argümanları”ndan biri de “soğuk savaş” söylemidir.
Bu söylem, baştan belirtilmeli ki, bir emperyal(ist) imalattır. “Soğuk savaş” söylemi, hegemonya mücadelesinin ve tekelci kapitalist rekabetin “barışçıl” ve açık silahlı çatışmalar biçiminde sürdürülmesini gizleyecek şekilde, önce sosyalizme karşı, ardından da revizyonist S. B ile ABD’nin başını çektiği Batılı başlıca güçler ve NATO ‘kamp’ı arasındaki, pazar ve etki mücadelesini ifade etmek üzere, İngiliz-Amerikan yöneticileri tarafından politik literatüre dahil edildi.
Burjuva emperyalist cephenin daha 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren sürdürdüğü ve 1917 Ekim Devrimi’yle emperyalist kapitalizmin yarılması sonrasında yoğunlaştırdığı anti sosyalist propaganda, sosyalizmin güç kazanmasıyla birlikte daha pervasızca yürütülmeye başlandı. Ekim sosyalist devriminin zaferi, emperyalist gericiliği, sosyalizme saldırıyı yoğunlaştırmaya yöneltirken, her tür araç ve yöntem, saldırı unsuru olarak kullanıldı.
Sosyalizme karşı bu burjuva saldırısı “sıcak” ya da “soğuk” biçimli olarak devam ederken, ikinci büyük savaş patlak verdi.
Mali sermaye grupları ve emperyalist devletlerin pazarlara ve yeraltı-yerüstü kaynaklarına sahip olma kavgalarının dünyayı yeni ve büyük bir savaşın eşiğine getirdiği dönemin başlıca en önemli olgularından biri, her büyük gücün, çıkarları gereği, rakip güçleri zayıflatıp geri bırakmak ve sosyalist Sovyetler Birliği’ni çökertecek yöntemleri öne çıkarmasıydı. Churchill ve Roosevelt’in başını çektiği İngiliz-Amerikan emperyalistleri, “Demir Perde” söylemiyle sosyalizme ve etkisi alanındaki devletlere karşı sürdürdükleri çok yönlü saldırıyı, kısa sürede “soğuk savaş”a genişlettiler. Amaç, Nazi ordularının Doğu Avrupa ülkelerindeki işgalini kıran Sovyetler Birliği’ne, bu ülkeler halkları içinde artan sempatinin önünü keserek, sosyalizmin ‘Doğu’da yeni mevziler kazanmasını önlemekti. Savaş öncesi ve sırasında izlenen sosyalist politikanın; işçi sınıfı ve tüm ezilenlerin sosyalizm koşullarında sağladıkları ve sahip oldukları insanca yaşam koşulları ve anti-faşist savaşta sağlanan başarının, sosyalizmin işçi sınıfı ve halklar üzerindeki etkisinin uluslararası alanda güç kazanmasına yol açması, İngiliz-Amerikan emperyalistlerini daha da saldırganlaştırdı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği lehine halklar arasında gelişen ilgiyi durdurmak; SSCB’nin Orta Doğu ve Doğu Avrupa’da etkili olmasını önlemek ve Avrupa Komünist Partileri’nin kitle desteklerini artırarak iktidara yürümelerinin önüne set çekmek, onlara göre, acil gerekliliklerin başında geliyordu. Roosevelt ve Churchill, bir yanda anti sosyalist “soğuk savaş” söylemini yoğunlaştırdılar. Diğer yandan, Batı Avrupa başta olmak üzere kapitalist ülkelerdeki işçi hareketinin sosyalist S. B’de proletarya ve emekçilerin elde ettikleri kazanımları görerek mücadeleyi kapitalizmin tasfiyesi hedefiyle sürdürmelerinin önünü almak üzere “sosyal devlet” demagojisini geliştirdiler.
Churchill’in 5 Mart 1946’da, ABD’nin Missouri eyaletinde, Truman ile yan yana bir ortamda, “Baltık’taki Stettin’den, Adriyatik’teki Trieste’ye kadar Avrupa Kıtası üzerine boydan boya demir bir perde inmektedir” iddiasıyla “komünist tehdit”e atıfta bulunması ve buna Stalin’in Sovyetler Birliği’nden verdiği cevap, kapitalist-emperyalist ‘dünya’ tarafından “soğuk savaş”ı başlatan gelişme olarak alındı. İngiliz-Amerikan politikasının geliştirdiği söylem, gerginlik ve çatışmaların kaynağının SSCB olduğunu vazediyor; savaş tehlikesi ve askeri müdahalelerin, SSCB yönetiminin “sosyalizmi yayma” politikasıyla ilişkilendiriyordu. Amerikan savaş makinesi bu söylemi eli yıla yakın bir süre sürdürerek, sosyalizme ve işçi hareketine karşı saldırılarını, “totaliter rejimlere karşı mücadele” olarak göstermeyi başardı.
Churchill’in, sosyalizme ve onun başarı ve prestijinden güç alarak sömürgeciliğe karşı kurtuluş savaşını geliştiren halklara karşı politikanın kapsamını genişletme isteğiyle dile getirdiği ve ABD’nin Marshall Planı ve Truman Doktrini şeklinde formüle ederek uygulamaya geçirdiği stratejinin ürünlerinden biri de, 4 Nisan 1949’da kuruluşunu ilan eden NATO oldu. ABD’nin başını çektiği NATO ve Batı ittifakı, “dünya çapında yükselen komünist hareket”i durdurma ve S. B’nin etkisini sınırlama amacıyla, anti sosyalist kampanyayı genişletti, militarizmi güçlendirdi ve sonraları Gladio adıyla anılan “gizli ordu” örgütlenmesini üye ülkelerde gerçekleştirerek cinayet, provokasyon, katliamlarla halk kitlelerinin demokrasi taleplerini ve sosyalizm mücadelesini sindirmeye girişti. Etkisi altındaki ülkelerde en gerici ve faşist sermaye güçlerini işbaşına getirerek demokratik sosyalist gelişmeye set çekmeye çalıştı. Endonezya, Filipinler, Şili, Arjantin, İspanya, İran, Türkiye, Yunanistan gibi birçok ülkede faşist darbeler düzenlenerek yüz binlerce ilerici, devrimci-sosyalist işçi, emekçi, genç ve aydın katledildi.
Doğu Avrupa ülkelerinde Sovyet yanlısı hükümetlerin kurulması, Çin Halk Devrimi’nin zaferi ve Çin’in “sosyalizm yolunu izleyeceği”ni ilan etmesiyle birlikte, emperyalist saldırganlık daha da arttı. Kore savaşı, Küba Devrimi, Filistin sorunu ve Ortadoğu’daki gelişmeler ile Vietnam ulusal kurtuluş mücadelesi başta olmak üzere, uluslararası önemdeki gelişmeler, silahlanma politikaları ve nükleer silahların geliştirilmesi, “iki blok” ve iki büyük güç arası “soğuk savaş”ın şiddetlendiği başlıca alanlar oldular. ‘Batılı’ emperyalistler ve onların yönlendirdiği “soğuk savaş” propagandası, sosyalizmin uluslararası proletarya ve ezilen halklar arasında kazandığı büyük prestiji yıkmayı, işçi ve emekçilerin kurtuluş umudunu boğmayı, ezilen ulus ve halkların sosyalizmin başarılarından aldıkları moral güç ve destekle yükselttikleri anti sömürgeci savaşları etkisiz kılmayı, önüne koymuştu. S. B’ne ve Doğu Avrupa halk demokrasilerine karşı, yıkıcı propaganda yoğunlaştırılırken, bu propagandayı, “Varşova Paktı ülkeleri”ndeki kapitalizm yolcularının sağladıkları malzemelerle de zenginleştirdiler. Bu propagandaya göre, savaşları, bölgesel çatışmaları ve açık işgalleri de içeren politikaları etkisiz kılmak için, S.B’nin yenilgiye uğratılması ve yıkılması gerekiyordu!
“Soğuk Savaş” söylemi, 1947-1956 döneminde sosyalizm-kapitalizm karşıtlığı ve kavgasının; sonrasında ise başlıca iki büyük devlet ve etraflarında bloklaşmış güçlerin, güç ve etki alanı mücadelesinin ürünü ve ifadesi oldu.
1960’larda S. B. yönetimi, ülkeler, topraklar ve enerji kaynakları üzerine kavgayı kabullendiğini, politikalarıyla teyid etti. Sosyalizmi inşa çabalarının sekteye uğratılmasını amaçlayan uluslararası kapitalist kuşatma ve baskının, içerdeki kapitalizm yolcularının faaliyetiyle birleşerek başarıya ulaşmasıyla birlikte, ABD ve S.B’nin başını çektiği “iki kamp” arasında, dünyanın hemen tüm alanlarını etkileyecek karşılıklı güç gösterileri, nükleer silah tehdidinin büyümesi, askeri ve askeri teknolojiye ağırlık veren rekabetin sertleşmesi ve bu yönlü “yarış”, sürecin en etkili gelişmeleri olarak öne çıktı. İktisadi kaynaklar, güvenlik gerekçesiyle askeri alana kaydırıldı, vurucu gücü yüksek konvansiyonel silahlar ile yıkım gücü korkunç boyutlara ulaşan kitlesel imha silahları(nükleer-biyolojik ve kimyasal) geliştirildi. Nükleer denemeler için ekonomik ve teknolojik yatırımlar artırıldı. Rekabet uzayın silahlandırılmasına kadar genişletildi.
Örtük ya da aleni olarak süren rekabet ve paylaşım kavgası, 1980’lerin sonuna doğru yeni bir sürece girdi. “Gorbaçov reformları”yla (perestroyka-Glasnost) S.B. ve ‘Doğu Bloku’nun yenilgisinin ilanı anlamına da gelmek üzere, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ve Varşova Paktı’nın dağıtılması, 1960’lar sonrası sürecin yeni bir “dönemeci” oldu. ‘Batılı-Doğu’lu’ kapitalist propagandacılar, “Soğuk savaş döneminin sona erdiğini”; yeni dönem ve “yeni düzen” koşullarının oluştuğunu; modern tarihin tüm ‘kötülükleri’nin sona ermesini olanaklı hale getirecek “yeni bir dünya düzeni”nin kurulmakta olduğunu vazetmeye giriştiler. SSCB’nin dağılması ve Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sınıflar ve ideolojiler “devri kapanmış”; onlar tarafından “üzeri örtük bırakılmış” kimlikler-özgürlükler sorunu öne çıkmış, genel olarak barışın ve refah içinde ilerlemenin “yolu açılmış”tı!
Böyle olmadığı, iddianın gündeme getirildiği ‘gün’-dönem açısından da, açıktı. “Yeni dünya düzeni” olarak ilan edilen düzen, tekelci sermayenin, burjuvazi ve emperyalist devletlerin, işçi sınıfına, emekçilere ve tüm ezilenlere yönelik iktisadi-sosyal ve politik baskı ve saldırıları yoğunlaştırmalarını, pazar ve etki alanı kavgalarının daha da sertleşmesini ve fetih politikalarının güç kazanmasını, “müjdeliyor”du!
Vaad edilenin gerici, saldırgan ve vahşi karakteri, ‘Doğu’da “eskiyi arama” eğilimine güç verirken ‘Batı’da proletarya ve emekçilerin istemlerine karşı sertlik politikalarını yoğunlaştırma “ihtiyacı”nı artırdı. Yeni işgaller ve savaşlar için hazırlıklar yoğunlaştırıldı ve sürecin içinde bulunduğumuz döneminde, sistemin son yüz yıl içinde en büyük ve derin ikinci krizi patlak verdi.
“Duvar” üzerinden birbirleriyle pazar ve etki mücadelesi sürdürenler, kapitalizmin sosyal-iktisadi ve politik açmazlarını –bu kez de–, duvarın çöpüyle örtmeye giriştiler. İngiliz-Fransız ve Alman burjuvazisi arasında “Avrupa’nın söz sahibi olma” iddiasıyla süren rekabetin, bağrında büyük yaralar açtığı eski “Avrupa düzeni”, Almanların “yeniden birleşmeleri”yle bir kez daha yıkıldı. Dünya gericiliği, sosyalizme ve demokratik halk iktidarlarına karşı burjuva emperyalist saldırıyı, yeni koşullarda, işçi ve emekçilerin demokrasi, özgürlük ve sosyalizm için mücadelesine karşı, tüm bir kapitalist sistemin “ortak”, ve çok yönlü politikası olarak yenilerken, “tarihe” dönüp, onu yeniden yazmaya girişti.
* * *
Tarih bilincine ve ‘tarihe geri dönüş’e duyulan ihtiyaç, kuşkusuz nostaljik bir anımsama/anımsatmadan çok daha anlam yüklüdür. Burjuvazi, bunu, işçi sınıfı ve emekçilere onların kendi tarihsel eylemleri, mücadeleleri ve bu mücadelelerin büründükleri biçimler ile sağladıkları kazanımları unutturmak, olayları farklı göstererek kapitalist sömürü koşullarında yaşamanın kaçınılmaz ve “alternatifsiz” olduğunu göstermek (!) için yapmaktadır. Yanı sıra, tarihe çarpıtmayı da içeren dönüşü, kendi yararına tarih bilinci oluşturma gibi bir önemli hedefe de sahiptir.
Ama tarihin doğru bir ‘okunması’na; kendi tarihinin bilgisine ve oradan çıkarılmış sonuçlardan bugünkü ve gelecekteki mücadelesinde yararlanmaya, esas olarak işçi sınıfı ve emekçilerin ihtiyacı var. “Geçmişi olmayanın bugünü, bugünü olmayanın yarını olmaz” diye de ifade edilen söz, biraz da bu gereksinimi anımsatır. Tarihi, sınıf mücadelelerinin ve işçi sınıfının devrimci rolünün reddi üzerinden, sermaye çıkarlarını ve burjuva sınıf hakimiyetinin “devamlılığı”nı esas alarak yazan burjuva tarih yazıcılığına karşı, insanlığın ileri yürüyüşünün ardındaki esas gücün, sömürülen ve ezilenler olduğunu unutturmayan ve unutmayan bir tarih bilinci ihtiyacı, bugün her zaman olduğundan da fazladır. Sömürü düzeninin yıkılamazlığını ve sosyalizmin olanaksızlığını vaaz eden burjuva teori ve burjuva tarih yazıcılığına karşı, onun bir yalan kurgusu olduğunu göstermek üzere, sınıflı/sömürüye dayanan toplumlar tarihinin, yeni üretici güçlerin eyleminde eski üretim ilişkilerinin yıkılması ve tasfiye edilmesiyle ilerlediğini, bunun kapitalizm için de geçerli olmaya devam ettiğini; geçici yenilgisine karşın, işçi sınıfı ve kent-kır yoksullarının sosyalizmin mümkünlüğünü ve inşa edilebilir olduğunu kanıtladıklarını, tarihsel iktisadi-politik ve sosyal gerçekler ortaya koymuştur. Bunlar görülmeden/ öğrenilmeden/akılda tutulmadan; ileri gidilemez.
[1] Francis Fukuyama, bu gelişmelerden hareketle önce “tarihin sonu”nu ilan etti, sonra yine çeşitli gelişmeleri gerekçe gösterip, bu “tezi”ni geri çekti.
[2] H. Cemal, Milliyet, 10 Kasım 2009
[3] Mussolini, “faşizme göre, -diyordu- her şey devletin içindedir ve devletin dışında insani veya ruhsal hiçbir şey yoktur, dahası onun dışında hiçbir şeyin değeri yoktur. Bu anlamda faşizm, totaliterdir ve bütün değerlerin sentezi ve birliği olan faşist devlet, bir halkın yaşamının tüm yönlerini ifade eder, geliştirir ve güçlendirir.”
[4] ABD’nin “Avrasya stratejisi”nin en önemli propagandacılarından ve “uluslararası stratejist” etiketli Zbigniew Brzezinski, totalitarizmi, “ütopyacı gelecek vaadi”; “tek kişi, tek lider, tek parti sistemi, fiziksel veya psişik şiddet; medya ve silah tekeli, ekonominin merkezi yönetimi ve bürokratik ‘koordinasyon’”la tanımlamaktadır.
[5] 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de yaşanan uçaklı intihar saldırılarını gerekçe edinen ABD yönetimi, sadece “kendi ülkesi”nde değil, hemen tüm ülkelerde “güvenlik tedbirlerinin geliştirilmesi” adı altında hem toplumsal yaşamın sıkı denetimi için hem de “güvenlik yetersizliği” gerekçeli yeni ürünlerin piyasaya çıkarılarak sömürü olanaklarının genişletilmesi için harekete geçilmesine ön ayak oldu. Gaz maskesi ve gökdelenlerde çalışanların “saldırı anında kullanmaları” için yapıldığı açıklanan paraşüt satışında ‘patlama oldu.’ Bush hükümetinin terör gerekçeli “güvenlik önlemleri”, silahlanma ve savaş aygıtını takviye harcamalarının ve örneğin 780 milyar dolar tutarındaki “savunma bütçesi”nin onaylanması için gereken “toplumsal destek”i sağlamakla kalmadı, ABD’nin Afganistan ve Irak’ı istilaya girişmesi için de enerji ve silah tekellerinin çalışmalarıyla birlikte gereken “kamuoyu desteği”ni de sağladı.
[6] Karl Raymond Popper, “Açık Toplum ve Düşmanları”
[7]Sosyalist S.B, “sadece ve sadece genel ve tam bir silahsızlanma”nın yeterli bir barışın garantisi olabileceğini her vesile ile gündeme getirdi ve savundu. Emperyalist hükümetler, “kızıl tehlike”nin son bulması isteklerini gizlemediler. Emperyalist hükümetler, Sovyetler’in tüm yeminli düşmanlarıyla en etkili işbirliğini geliştirerek sosyalizmi yıkmaya çalıştılar. Japonlar, beş yıllık planların başarıya ulaşmasını dahi, kendileri için “son derece ciddi bir tehlike” olarak görüyorlardı. Hitler, gizlemeksizin, “önümüzde iki yol var: yayılmak ya da yok olmak!” diyor, ellerindeki “biricik olanak”ın, Avrupa’da “doğrudan doğruya yeni topraklar kazanma” olduğunu açıklıyordu. “Bütün sömürgeleriyle Avrupa”yı istiyor, Brezilya’da “yeni bir Almanya kurmak”tan, Arjantin ve Bolivya’yı Nazi Almanya’sına ‘katmak’tan söz ediyordu. “Meksika Almanlaştırılmalı” diyor, ABD’nin “Germen asıllı Amerikalıların egemenliğine girmesi”ni sağlamak için “arındırılması”nı kendisinin gerçekleştireceğini söylüyordu. Alman politikası, “toprak yoksunluğu içinde bulunan bu enerjik ırkın yerleşebileceği” yeni topraklar sağlanmasını esas alıyordu. Buna karşın, ABD, İngiltere ve Fransa, “bekle gör” denilebilecek bir tutum içinde Hitlerin saldırı politikalarını ilerletmesini seyretme tutumlarını, Nazi orduları Avrupa’yı kana bulamak üzere ordular harekete geçinceye kadar sürdürdüler.
[8] Osman Akınhay, Mesele dergisi, Kasım 2009.