Yazılama Yayınevi’nde “Kurtuluştan Çözülüşe Dizisi” çerçevesinde Şubat 2008 tarihinde, “Stalin ve Hruşçov Hakkında İ. A. Benediktov ile Söyleşi” adlı bir kitap yayınlandı. Söyleşiyi Sovyet gazetecisi V. Litov 1970’lerin sonunda gerçekleştirir. Ancak, hemen yayınlayamaz. Litov, “materyali uzun yıllar boyu yayınlamadılar ve ancak Molodaya Gvardiya dergisi” 1989’da yayınlamaya “cüret etti” der. “Cüret” gerekmiştir, çünkü Benediktov’un görüşleri “genel çizginin” meşhur “Stalinist cinayetleri” ifşa etme politikasına “tamamen ters” düşmekteydi.
Peki İvan Aleksandroviç Benediktov kimdi? Benediktov, Stalin döneminde, çok genç yaşlarda Tarım Halk Komiseri olur. Stalin’in ölümünden sonra, kısa bir süre Köy İşleri Bakanı (Sovhozlar Bakanı) olarak görevine devam eden Benediktov, “siyasal kariyeri”ni artık “bambaşka bir alanda” sürdürür: Eski Tarım Bakanı Hindistan ve Yugoslavya’da yıllarca büyükelçi olarak çalışır. Söyleşinin yapıldığı dönemde o artık emekli bir diplomattır.
Hiç şüphe yok ki, Sovyetler Birliği’nin Stalin liderliğindeki yılları, insanlık tarihinde, üzerine en çok yalanın üretildiği dönemlerin başında gelmektedir. Özellikle Batılı “kremlinolog” ve “sovyetologların” kaleme aldıkları iftira, “itiraf”, dedikodu ve çarpıtmalar, birkaç büyük kentin üniversite kütüphanelerini dolduracak hacimdedir.
Fakat, tarihsel gerçekler, tüm gerçekler gibi, inatçıdırlar. Bu gerçeğin altı, özellikle bugün, sığ ve idealist bir tarih anlayışın egemen olduğu koşullarda, tarihsel gerçekleri öğrenmek isteyen günümüz genç aydınları açısından çizilmelidir. Belki tek tek iddialarla da uğraşmayı gerektirmeyecek, hatta burjuva ve revizyonist bakış açısıyla yazılmış eserlerin irrasyonelliğindeki rasyonel olanı dahi kavramaya yardımcı olacak olan, diyalektik-materyalist tarih anlayışının kendisinin bizzat özümsenmesidir. Benediktov ile söyleşi, böyle bir çalışmayı teşvik etmesi bakımından da önemlidir.
Sovyetler Birliği’nin önemli tarihsel dönemeçlerinde en ileri düzeyde görev yapmış biri olarak Benediktov, pek çok konuda son derece önemli ve aydınlatıcı düşünceler dile getirmektedir. Bunları burada tek tek ele almanın bir gereği yok. Bununla birlikte, titizlikle okunmasını önerdiğimiz bu kitapta dile getirilenlerden de yola çıkarak, bazı noktalara işaret etmeyi de gerekli görmekteyiz.
SORULARIN YANITLADIKLARI…
Hatırlatmakta fayda vardır ki, Stalin ve onun temsil ettiği devrimci çizginin mahkumiyeti, aralarında amaç ve nüans farklılıkları olmakla birlikte, burjuva ideolojisiyle modern revizyonizmin fiilen ortaklaştığı bir husustu. Bu, iki karşı-devrimci akımın yollarının son derece anlamlı bir tarihsel kesişmesiydi adeta.
Stalin “kötü”ydü, “cani”ydi, “cebberut” ve “acımasız”dı, döneminin eserleri “terörün eserleri”ydi… Bu ve benzer “argüman”larla, tarihsel bir kişilik olarak Stalin, tarih dışına atılmaktaydı! Böylelikle, çizgisi ve eylemleriyle O, tarihin dışındaki bir kişi olarak, ancak kendisinden açıklanabilirdi!
Sovyet (!) gazetecisi Litov’un Stalin ile ilgili belirtilen minval üzerinden yönelttiği ve Benediktov’u da öfkelendiren sorularının işte böyle bir karakteristik özelliği bulunmaktadır. Oysa Litov, sorularıyla salt döneminin egemen anlayışını yansıtıyordu; yani modern revizyonizmin Kruşçev ile birlikte benimsediği tarih anlayışına uygun soruyordu. Benediktov’un yanıtları ise, yer yer sübjektivizme düşse de, esasta tarihsel materyalist bir anlayışı yansıtır. Hiç şüphesiz, bu söyleşideki sorular ve yanıtlarda karşı karşıya gelen iki farklı tarih anlayışıdır.
Bilindiği gibi, 19. yüzyılın sonlarında Alman sosyal demokrasisinde ortaya çıkan Bernstein revizyonizminin partinin çizgisini anti-Marksist bir temelde revize etmesinde, Marksist tarih anlayışının Yeni-Kantçılıkla “tamamlanması” çok özel bir rol oynamıştı. Yeni-Kantçılık, dünya görüşünü büyük oranda Marksizmin oluşturduğu işçi hareketinin karşısına, etik-idealist bir “sosyalizm” ile çıkmıştı. Bernstein’ın hemen benimsediği bu “sosyalizmin” esas işlevi, sosyalizmin gerçekleşmesi için proleter devrimin gerekliliğini inkar etmekti. Böylelikle, bilimsel sosyalizmin yerine, etik bir burjuva sosyalizmi geçirildi. Kant’ın “tarih üstü” ebedi moral yasasıydı artık Alman revizyonizminin tarih ve dolayısıyla mücadele anlayışına esin veren.
Benediktov’un Stalin dönemiyle ilgili sorulara verdiği yanıtlar; diyalektik ve tarihsel materyalizme bağlı kalındığı sürece Stalin’in ve çizgisinin mahkum edilmesinin mümkün olmadığını, olsa olsa çok tali ayrıntılarda eleştirilebileceğini ortaya koymaktadır. Başka bir deyişle, Kruşçev revizyonizmiyle gündeme gelen “Stalin mahkumiyeti”, SBKP’nin diyalektik ve tarihsel materyalizmden sapmasına ve burjuva tarih anlayışının en bayağı tezlerine (kişilerle tarihi açıklama, tarihi de ahlaki kriterlerle değerlendirme) sarılmasına tekabül etmekteydi!
Dünya tarihi, “ahlakın kendisine mesken ettiği yerden çok daha yüksek bir zeminde” cereyan etmesine karşın, Kruşçev revizyonizmi, Stalin’i ve temsil ettiği Marksist-Leninist çizgiyi, aklı sıra sosyalizmin hukuku üzerinden mahkum etmeye çalıştı. Ancak Stalin, gerek kişi olarak ve gerekse çizgisi itibariyle sosyalizmin hukukuna da ters düşmediği için (Benediktov’un yanıtları bu bakımdan çarpıcıdır), Kruşçev revizyonizmi, sosyalizmin hukukunu sosyalizmin kendisinden ayırdı. Oysa, ister sosyalist, isterse burjuva olsun, hiçbir hukuk nesnesiz özne olamaz. Ve böyle olamadığından da, ayrı bir tarihleri de yoktur.
Sosyalizmin hukuku, onunla birlikte tarih anlayışı ve bir bütün olarak ideolojisi, esasında salt farklı bir ifadesi oldukları nesnel ilişkilerin kendisinden; yani mevcut üretim ilişkileri, üretici güçlerin belirli düzeyi, somut tarihsel ilişki ve koşullar ve bunların içerisinde ve bunlara karşı cereyan eden sınıf mücadelelerinden soyutlandığında; bu toplu bağıntılılık politik hesaplar uğruna yadsındığında; sosyalizmin hukuku da, ideolojisi de biçimselleşir; somut içeriklerini yitirir, zira bu durumda belirli bir hukuk, belirli bir ideoloji olmalarını sağlayan belirlenimlerinden soyutlanmışlardır.
Kısacası, işçi sınıfının tarihinde eşsiz değerde bir dönemi “anti-kült” politikasıyla gözden düşürme kütlüğü, modern revizyonizmin çapsızlığının tipik bir tezahürü idi. Engels bir yerde şöyle der: “Başlangıçtaki kalkış noktasına tamamen zıt bir noktaya nihai varış, kendi nedenleri ve varlık koşulları hakkında net olmayan ve bu nedenle salt hayali hedefleri olan tüm tarihsel hareketlerin kaçınılmaz kaderidir. Bunlar, ‘tarihin cilvesi’ tarafından acımasızca düzeltilmektedirler.”
ÖZNEL FAKTÖRLER…
Tarihteki devrimlerin nesnel kaynağının, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkide bulunması, öznel faktörleri önemsiz kılmaz elbette. Toplumların tarihine bakıldığında, öznel faktörlerin (yani toplumun gelişme koşulları ve biçimleri hakkındaki bilinç ve sosyal güçlerin örgütlülük düzeyi) devrimci dönüşümlerdeki rolünün her yeni tarihsel çağla birlikte giderek arttığı görülür. Örneğin köleci toplumdan feodal topluma geçişte, burjuva ya da proleter devrimler tipinde politik bir devrim yaşanmamıştır. Köleci toplumda ezilen sınıf ve grupların, ayaklanma ve eylemlerine rağmen, bilinçli bir devrimci hedeflerinin (programatik) bulunmaması, kuşkusuz, köleci toplumdan feodal topluma geçişin son derece sancılı ve uzun sürmesinde önemli bir rol oynamıştır. Genel olarak denilebilir ki, üretici güçlerin çok yönlü gelişmesi oranında devrimlerdeki öznel faktörün rolü de artmıştır.
Kapitalizmin politik bir devrimle yıkılması ve sosyalist bir toplumun inşa edilmesinde dikkate alınması gereken diğer bir husus da şudur: Önceki toplumların düğüm noktalarında, bir sonraki toplumun üretim ilişkileri eski toplumun bağrında oluşurken, aynı şey sosyalist toplumun üretim ilişkileri açısından söz konusu değildir. Kapitalist toplumda gelişen, sosyalist toplumun maddi önkoşullarıdır sadece.
Bu olgunun öznel faktörler açısından anlamı şu ki, işçi sınıfı, kendisinden önceki sınıflardan farklı olarak, iki şeyi aynı anda başarmalıdır: Hem sınıfının iktidarını kurmalı ve hem de iktidarının sınıfı olmalıdır. Burjuvazi bu bakımdan da avantajlıydı. Yeni hasmı işçi sınıfı karşısına dikildiğinde, burjuvazi, henüz feodal aristokrasiyi tümden siyasi iktidardan kovamamıştı bile. Ancak bu, yeni sömürücü sınıf için aşılamaz bir engel değildi, tersine; eski sömürücü sınıf olan aristokrasiden devlet ve hükümet işlerinde hem faydalanıyor, hem de bu arada kendisi egemen sınıf olmayı öğreniyordu.
Sovyetler Birliği’ne, yani Ekim Devrimi ve Rus proletaryasına gelecek olursak; bu ülke ve proletaryası, yukarıda sözü edilen genel zorlaştırıcı koşullardan da öteye dezavantajlıydı. Ne ülke çapında gelişkin bir işçi sınıfı vardı, ne de bu sınıfın kuracağı toplumsal sistemin maddi önkoşulları ülke çapında gelişkindi. Benediktov bunu şöyle belirtir: “Sorun şu ki, tarih bize ‘normal’ imkanlar vermedi, bize de ‘normal olmayan’, yani zorlanmış tempolarla hareket etmek düştü.” (sf. 82)
İşte Lenin ve Stalin döneminin Sovyetleri’nde sosyalist bir toplumu inşa etme uğruna verilen mücadelenin nesnel koşulları ve bu koşulların gerektirdiği devrimci çalışmanın tarzı, ruhu ve özellikleri ancak bu bağıntılar içerisinde doğru kavranılabilir. Ve kuşkusuz, Benediktov ile söyleşinin bugünün devrimcisi açısından son derece öğretici olan kısmı da, onun, Stalin döneminde parti ve devlette egemen olan devrimci çalışma ruhu, ilkeleri ve tarzına ilişkin anlattıklarıdır.
Pek çok şeyin özetlendiği şu uzun alıntıyı yapmakta fayda vardır:
“Stalin’in kendilerine görülmemiş ayrıcalıklar verdiği bürokratlar meselesine gelince, burada tamamen haksızsınız. Stalin esasında çalışmaktan başka bir şey bilmezdi ve tam bir özveriyle emek harcardı, kendine hiç rahat ve gevşeme tanımadan günde 14, 15, 16 saat çalışırdı. Politbüro üyeleri, halk komiserleri, merkezi ve yerel organların sorumluları da onun belirlediği ritme boyun eğerek, aynı gerilim içinde çalışırlardı. 14-16 saatlik iş günü bizim için istisna değil, daha ziyade kuraldı. 5-6 yılda bir tatile çıkardık, o da herkes değil. Tatil günleri pratikte yoktu. Demirden disiplin, sürekli kontrol, maksimum güç harcayarak çalışma ve en önemlisi, somut sonuçlar, işlerin gerçekten iyileşmesi talebi, ki bunları yapamamak geçmişteki hizmetlerin ne olursa olsun görevden alınmak anlamına geliyordu -bütün bunlar idari emeğin öyle bir üretkenlik ve etkililiğine yol açtı ki, bugün bunları ancak rüyada görebilirsiniz. Örneğin Merkez Komitesi, Politbüro ya da bakanlar kurulunun herhangi bir kararının yerine getirilmeden kaldığını hatırlamıyorum. Şimdi ise aksine, diyorlar ki, bir çığ gibi artmış olan bu kararlar arasında hiç olmazsa yarı yarıya hayata geçirilmiş bir tanesini bulamazsın… Bu arada bizim zamanımızda bir işin zorluğuna ya da ‘nesnel koşullara’ atıflar ciddiye alınmazdı. ‘Siz zaten bunları aşmak için yönetici bir mevkidesiniz’ derdi genellikle bu gibi durumlarda Stalin.
“Lion Feuchtwanger’in 1937 yılında Sovyetler Birliği’ni ziyaretine ilişkin sözünü ettiğiniz küçük kitabını buldum ve okudum. Feuchtwanger birazcık olsun sorumluluk isteyen bir mevkiyi işgal eden kişiler hakkında şunları yazıyor: ‘Neredeyse yemek için hiç vakit ayırmıyorlar, neredeyse uykuları yok ve tiyatroda oyun izlerken sadece acil bir soru sormak için telefona çağrılmakta ya da gecenin üçünde dördünde telefon edilmesinde hiçbir gariplik görmüyorlar. Ben Moskova dışında hiçbir yerde bu kadar çok sayıda yorulmadan çalışan insana rastlamadım… New York’ta ya da Şikago’da Amerikan çalışma temposunu bulamadıysam da Moskova’da buldum.’ Doğru bir gözlem, aynen böyle idi!
“… Başka bir deyişle, hayat tarzı Bolşevik zahitlik (dünya nimetlerine önem vermeyiş -ç.n.) ve püritanizmle belirlenen Stalin, aparatın dizginlerini sıkı tutuyordu, hayatın sayısız cazibelerinin yöneticilerin emek üretkenliğini azaltacağını, sıradan insanların onlara ve dolayısıyla partiye olan güvenini sarsacağını ve ülkemizde çok şeyin buna bağlı olduğunu -zamanla görüldüğü gibi haklı olarak- düşünüyordu.” (sf. 73-75)
DEVRİMCİ ÇALIŞMA TARZI…
Burjuva kafası, çizilen bu tablodan bambaşka sonuçlar çıkartabilir; örneğin Stalin’in hayat tarzındaki “Bolşevik zahitlik ve püritanizm”i, onun çocukluk yıllarındaki manastır eğitimiyle ilişkilendirebilir vb. Bir Marksist ise, bu tablodaki nesnel ilişkiyi kavrar; yani bir nesnel ilişkinin her ayrı bir duruma göre farklılaşabilen biçimlerini değil, ilişkinin kendisini ve doğasını özümsemeye çalışır.
Nitekim, Benediktov’un birkaç yerde tekrarladığı bir cümle var; der ki, “Stalin genellikle işin gereğinden yola çıkardı”! İşte bu husus, bugün de devrimci çalışmanın felsefesi ve ruhunun anahtarıdır.
Hangi iş üstlenilirse üstlenilsin, her işin, görevin, çalışmanın kendine dair ve işten işe değişen gerekleri vardır. Ama değişmeyen, işle gereği arasındaki ilişkidir. Bir işin gereğinden hareket etmek demek, amaç-araç birliği temelinde çalışmak demektir. Yani amacın; aracın seçimi ve şekillenmesine damgasını vurması ve bu aracın da amaca uygun bir biçimde kullanılmasıdır.
Her çalışma, özünde, somut bir amaç saptaması ve ilanıdır. Tersi değildir, yani çalışmak amaç değildir! Çalışmalardaki formalizmin ana kaynağı, çalışmaların nedeni ve amacının çalışmanın nasılına (gereklerine) damgasını vuramamasıdır. Bu, aynı zamanda, bir perspektif daralmasıdır.
Zira, çalışmada formalizm, o çalışmada genel bağıntının kopması, bir yerde amaçsızlaşması demektir. Formalizm, bir yerde, çalışmanın yapılmasına rağmen yapılmaması halidir (Bu açıdan Benediktov’un fuar örneği ve Stalin’in eleştirisi çok öğretici bir örnektir. Bkz. sf. 24).
İşin gereği, amaca olabilen en ileri düzeyde hizmet eden nitelikte bir çalışma yürütmektir. Böylesi bir çalışmanın her aşamasında, amaç, çalışmanın her safhasını belirlemeli, şekillendirmeli ve gereklerinin kriterlerini oluşturabilmelidir. Aksi durumda, çalışır, ama, gereğiyle çalışmış sayılmayız, dolayısıyla işin gereğinden de yola çıkmış olmayız!
Benediktov’un, buradaki sorun açısından dikkat çektiği diğer bir husus da, Stalin sonrası dönemde, hayatın (yani genel olarak sınıf mücadelesinin ve somut olarak sosyalist inşanın) talep ettikleriyle, kadrolardan talep edilenler arasındaki ilişkinin bozulmasıdır. Hayatın, çalışmaya talepleri yükseltme görevi koyduğu koşullarda, “kadrolardan talep edilenler”in “azalmaya başladığına” işaret eder.
Denilebilir ki, bu, devrimci bir parti açısından, dün, bugün ve gelecekte de, her zaman kilit bir sorundur. Sınıf mücadelesinin, işçi hareketinin halihazırdaki konumu, ihtiyaç ve gelişiminin ve genel olarak devrimi örgütleme, gerçekleştirme ve sürdürmenin işçi sınıfı partisinden talep ettikleri ile (yani “hayatın talepleri”, ki bunlar hep çok yönlüdürler; ve açıktır ki, bu çok yönlülüğün kapsanması da, ancak parti çalışmasının tam da o dönemdeki doğru halkayı yakalaması suretiyle gerçekleşebilir!), partinin ve çalışmasının, bu taleplerin karşılanması bakımından somut konumu, pratiği, algısı, refleksleri… Bir partinin tarihsel misyonunu yerine getirmesi ve devrimci karakterini kesintisiz yenilemesinin yolu, bu ilişkinin; çalışması ve eyleminin temel kriterini oluşturmasından geçmektedir. Bu ilişkinin belirleyici bir kriter oluşturması, aynı zamanda, “hayatın talepleri”nin doğru okunmasının da güvencesidir. Hatta denilebilir ki, bu ilişki, “hayatın talepleri”ni okuyanların da (parti ve kadroları) “okuma hatasına” düşmemelerinin dayanağıdır.
Benediktov, devlet ve partide bürokratik-hantal bir yapı ve çalışmanın Stalin’in değil, Kruşçev döneminin karakteristik bir özelliği olduğunu söyler. Kapitalizmde; kitlelerin siyaset ve devlet işlerinde devre dışı bırakılması, pasifize edilmesi, pazarın “görünmeyen eli”nin üretimi ve toplumsal yaşamı belirlemesi ne kadar sistemin işleyişinin bir gerekliliğiyse, sosyalizmde bu o kadar tam tersinedir. İşçi sınıfının bilinç ve kültür düzeyinin artması, inisiyatifi ve girişkenliği ve başta devlet işleri olmak üzere toplumsal yaşamın tüm alanlarında etkin rol üstlenmesi olmaksızın, sosyalizm, ne ilerleyebilir, ne de nihayetinde ayakta kalabilir.
Dolayısıyla, ülkenin tüm politik, ekonomik, sosyal karar ve uygulamaları bu amaca ve onun gereklerine odaklanmalıydı. Toplumsal ve ekonomik gelişmişlik bakımından eksiler çoktu, kapatılması gereken mesafe küçük değildi, ama, başarılamaz değildi; tersine, nesnel koşullarda yatılı olanaklar devrimci bir iradeyle, işçi sınıfı davasına şartsız bir adanmışlıkla ve fedakar, disiplinli, yetenekli ve öngörülü bir çalışmayla gerçeğe dönüştürülebilir ve Sovyet işçi sınıfı ve emekçi kitleleri engelleri aşabilir, sosyalizmi kurabilirdi. İşte bu anlamda, “kadrolar her şeyi çözer”di ve “tayin edici”ydiler.
Açıktır ki, böylesi bir çalışma (aslında her gerçek devrimci çalışma); tutkusuz, kararsız, eyyamcı ve evet efendimci kişilerle; göreviyle ilişkisi biçimselleşmiş, zayıf kişilikli ve itaatkar “kadro”larla olanaklı değildir. Burjuva propagandanın aksine, Stalin’in kendisinin teşvik ettiği ve liderlik ettiği dönemin karakteristik kadro tipi bu türden değildi. İşinin sorumluluğunu üstlenen, kararlarının arkasında duran, inisiyatifli ve özgüvenli çalışan kadrolara ihtiyaç vardı ve bu türden kadroların partide yükselmesini teşvik edenlerin başında Stalin gelmekteydi. Stalin’in kadro politikasını ayırdeden diğer bir özellik de, gençliğe önem vermesi ve genç kadroların ileri görevlere getirilmesinde özel bir çaba içerisinde olmasıdır. Kruşçev döneminde itaatkar, eyyamcı, evet efendimci yönetici kadroların hızla çoğaldığına dikkat çeken Benediktov, gençlik konusunda şunları belirtir: “Stalin zamanında Sovyet hükümeti, üyelerinin yaş ortalaması açısından neredeyse dünyanın en genç hükümetiydi. Örneğin ben, 35 yaşımda SSCB tarım halk komiseri atandım ve bu istisna olmaktan ziyade kuraldı.” (sf. 17)
Stalin’in kadroların tayin ediciliğiyle ilgili vurgusunu, Benediktov da söyleşinin birçok yerinde tekrarlıyor. Ve bu fikirden yola çıkarak şöyle kıyaslamalarda bulunuyor: “Kruşçev, Stalin değildi. Kötü kaptan en iyi gemiyi karaya oturtmaya yeteneklidir. Böyle de oldu. Kaptanlarımız önce verilen tempoyu yitirerek rotadan çıktılar, daha sonra bir uçtan ötekine savruldular ve en sonunda dümeni hepten elden kaçırarak ekonomiyi çıkmaza soktular.” (sf. 12)
Ancak, bu genel doğru, söyleşinin ilerleyen bölümlerinde giderek sübjektivist bir boyut kazanıyor onun yaklaşımında. Benediktov, söyleşinin sonlarına doğru, gazetecinin “devletimizin başarılı gelişiminin temel koşulu nedir?” sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Yetkin ve yetenekli bir yönetimin mevcudiyeti. Ülkede yöneticiler nasılsa işler de öyle gidecektir.” (sf. 100) Birkaç sayfa sonra tam ne kastettiğini açıklıyor: “Yetkin bir yönetim ülkenin gelişimini keskince hızlandırırken, yetkin olmayanı ise aynı ölçüde keskince onu frenler ve hatta geriye döndürür. Stalin birincisini kanıtladı, Kruşçev ikincisini. Her şey özü itibariyle bir ara rejim olan bugünkü yönetimin yerine kimin geleceğine bağlıdır. Stalin ve takımı gelirse – öyle adımlarla ilerleriz ki on-on beş yıl içinde o övülen Amerika dahil herkes geride kalır. Fakat eğer Kruşçev tipi küçük burjuva mayasını almış yöneticiler gelirse, kötü olacak. Ülkemiz ikinci bir Kruşçev’e dayanamaz. Düzen kötü ya da devlet zayıf olduğu için de değil. İşe yaramaz kaptan, en çağdaş gemiyi kayalara vurup parçalamaya muktedirdir. Dümeni elden bırakması yeterlidir.” (sf. 103)
Gerçek şuydu ki, 1970’lerin sonunda gemi çoktan karaya oturmuştu! Karaya oturtulmuş bir gemi gerçeği karşısında, yeni ve daha iyi bir kaptan tartışması artık naif bir sübjektivizmdir. Başka bir ifadeyle, sorun artık, “Stalin ve takımı” geldiğinde ne olacağı değil; sorun öncelikle, o dönemde ülke yönetimine böyle bir “takımın” gelmesinin koşullarının bir kere olup olmadığı ve/veya bu koşulların doğması için ne tür bir mücadelenin o yıllarda gerekli olduğuydu. Aksi takdirde, “Stalin ve takımı”nın ülke yönetiminden uzaklaştırılmış olması gerçeğine de bir anlam verilemezdi. Bu anlamsızsa, bu “takımın” gelmesinin de özel bir anlamı olamazdı. Kısacası Benediktov’un, “her şeyi kadrolar çözer” önermesi, artık karşılığı olmayan bir durumu varsayması itibariyle, sübjektivist bir önermeye dönüşmüştür.
Devrimci kadroların tayin ediciliği, bir an için bile onların ideolojik-politik niteliklerinden soyutlanamaz. Bu yapıldığında, geriye kalan, onların mesleki/teknik yetkinliği ve yeteneğidir. Bu durumda ama beliren sorun açıktır: Yetenekli ve yetkin irade; neyin, hangi sınıfın ya da politikanın iradesi olacaktır?
Evet, kadrolar her şeyi çözer, ama, doğru bir politika izlendiğinde çözer! Doğru politika ise, bu durumda, nesnel koşulların işçi sınıfının çıkarları ve tarihsel misyonu doğrultusunda çok yönlü ve Marksist bir tahlilini gerektirir. Bunun yokluğunda, kadrolar hiçbir şey çözmez ya da tersinden söyleyecek olursak; bunun yokluğunda, kadroların öncelikle çözmesi gereken böyle bir politikanın partide (ve tabii ki devlette de) egemen olmasıdır.
Kaldı ki, evrensel kadrolar yoktur. Yetenek, kapasite, tecrübe, birikim vb. şeyler, her zaman somuttur ve görece sınırlıdırlar hep. İşin somutluğundan kaçınılmaz olarak beliren bu sınırlılıkları aşmanın ve kadrolardaki yeteneklerin belirlenmiş amaçlarla doğrultusunda etkin kullanılabilinmesinin güvencesi, partidir. Parti, evrenselliği temsil eder.
Hiç şüphesiz, devrimci irade şarttır; ancak sübjektivist, kendinde menkul iradecilikle de asla karıştırılmamalıdır. Kadrolar; tutku, fedakarlık, disiplin ve kararlılığın yanı sıra, yetenek, kapasite, pratik tecrübe ve teorik birikim… evet, bu haslet ve nitelikleri sayesinde, gerçekten de imkansız görüneni başarırlar. Ancak, başardıkları şeyleri, maddi koşullarında başarırlar. Maddi koşulları yoktan var edemezler. Dolayısıyla, kadroları, olanaksız görüneni başarır hale getiren, hem maddi ve hem de öznel koşulları iyi ve derinlemesine değerlendirmeleridir. Kadrolar da, belirli maddi şartlarca koşullanmış öznelerdir, ancak onları ayırt eden; olanda salt olanı değil, olgu ve olayların gelişme doğrultusunda olabilir olanı da ve bu olabilir olanı olur haline getirebilmenin (teorik-pratik) gereklerini görme ve bu gereklerin, halihazırdaki pratiği değiştirmede dayanak rolünü oynamalarını sağlayacak bir örgütsel ve manevi ilişkiyi, sürmekte olan çalışmanın ruhu yapabilme maharetidir.
Bu bağlamda diyebiliriz ki, genel olarak sınıf mücadelelerin, özel olarak da işçi sınıfının mücadelesinin sunduğu olanakların gerçekleşmesi, devrimci iradeyle yürütülen bir çalışmayı gerektirir. Olanakları değerlendirmeyi dert edinmeyen bir çalışma da nihayetinde devrimci olamaz.
TARİH MÜHENDİSLİĞİ…
İnsanlar tarihe, işin doğası gereği, hep şimdiki zamandan bakarlar. Ve yine doğası gereği, refleksiyonda bulunarak yaparlar bunu. Burada ama, Marks ve Engels’in “Alman İdeolojisi”nde dikkat çektikleri önemli bir “ayrıntı” vardır: Refleksiyon (düşünüp taşınma), insana bir oyun oynar. İnsanın ve düşüncesinden bağımsız objektif bir gerçekliğin var olduğu bir an için dahi unutulduğunda, “dünya ilişkileri”nin, refleksiyonun bir eseri olduğu hissi doğar. Bu, bir yere kadar öyledir de! Refleksiyon, gerçekten de “dünya ilişkileri”ni kafa üstü gösterir. Zira, refleksiyonda bu ilişkiler, refleksiyonun ürünüdürler.
İşte bu “ayrıntı” atlanıldığında, gerçek ilişkiler, nesnel olgular; refleksiyon yoluyla edinilen kategorilerin varlık biçimlerine dönüşürler. Düşünürün düşüncesi, gerçek dünyanın temeli haline gelir. Felsefi düşünce, kendisine tekabül eden gerçekliği yaratır. Bu spekülatif yöntem tarihe uygulandığında; bilincin/düşüncelerin tarihini; insanın tarihi ve böylelikle de gerçek tarihin kendisi olarak açıklamak işten bile değildir.
Bilimsel sosyalizmin kurucuları, bu nedenle, tarihin felsefesinin Hegel’de, felsefenin tarihi (Hegel’in felsefesinin tarihi!) olduğunu vurgularlar. Onda, spekülatif düşünce, soyut tahayyül; tarihin sürükleyici gücüne ve bu yolla da tarih, salt felsefenin tarihine dönüşür. Hegel’de, tarihte, son tahlilde kendisini ortaya koyanın ve gerçekleşenin “mutlak tin”olması da bundandır.
Gerçek tarih, düşüncelerin tarihinin asıl temeli olmasına karşın, spekülatif düşünce, dönüp gerçek tarihi, kendisinin ete kemiğe bürünmesinin aracı olarak değerlendirir. Ve bunu yaptığı oranda, daha sonraki tarihsel olguyu, daha öncekinin nedeni, yaratıcısı olarak kavrar. İşte esasta idealizmin kaynaklık ettiği ve tüm sübjektivist yaklaşımların şu veya bu ölçüde etkisi altında kaldığı tarih mühendisliği böyle bir şeydir. Böylelikle ama, tarihin kendisine ayrı bir amaç yüklenmiş olur, tarih; “başka kişilerin yanında başka bir kişi” özelliğini kazanır. Oysa tarih, kendinden menkul, ayrı bir “kişi” ya da “özne” değildir. Bugünkü bilgi ve bilincimizle tarihe bakabilir, oradan dersler çıkartabiliriz, ama bunu yaparken, bugünün nesnel olgu ve sonuçlarını tarihteki olayların nedeni ya da amaçlarına dönüştürme yanılsamasından da sakınmalıyız!
Benediktov ile söyleşi bu bakımdan da öğreticidir. Söyleşide Benediktov, Lenin’den şöyle bir alıntı yapar: “Tek tek olgulara değil, fakat incelenen sorunla ilgili bütün olgulara, tek bir istisna olmaksızın bakmak gerekir”. Lenin burada, “bir bütün olarak tarihsel olayların nesnel bağları ve karşılıklı bağımlılıkları”nı göz önünde bulundurmanın gerekliliğini vurgulamaktadır (sf. 52).
Bu gereklidir, çünkü her dönemin kendine özgü koşulları vardır. Her dönem aynı zamanda “bireysel bir durumdur” (Hegel). Öylesine ki, onun hakkındaki değerlendirme onun içinden yapılmak zorundadır. Öte yandan ama, toplumların gelişmesinin de belirli yasaları vardır. Nasıl ki, her dönemin “bireysel bir durumu” oluşturması toplumların gelişmesinin yasalarını ortadan kaldırmıyorsa, aynı şekilde bu yasaların varlığı da her dönemin kendi “bireysel”liğini ortadan kaldırmaz. Aslında bu ikisi, farklı ama, ayrı şeyler değildir. Maharet burada, “bireysel” olanda, genel yasaların belirleyici etkisini ve rolünü görebilmektedir.
Tarih mühendisliğinin yanılsamalarından sıyrılmaksızın hiçbir tarihsel dönem, ama özellikle de Stalin liderliğindeki Sovyet dönemi doğru kavranılamaz. Aksi durumda; ne genç Sovyet insanının liderini kutsaması anlaşılabilir, ne Sovyet aydınının bir Batılı aydının “esaret” diye damgaladığı ilişkileri özgürlüğün kazanımları olarak görmesine anlam verilebilir, ne de yeni bir uygarlık yaratan bu toplumda hümanizm ile zorun yan yanalığındaki nedensellik kavranılabilir.
Okur söyleşide ilerledikçe, piyasada şu veya bu konuda ileri sürülen iddia ile o dönemin bir tanığının dönemin içinden bizzat anlattıkları arasındaki devasa farkı, dahası, soyut/kaba iddiaların somutlaştırılması oranında nasıl buharlaştıklarını görecektir.
OLGUCULUKTAN SÜBJEKTİVİZME…
Bilindiği gibi, idealist felsefenin tarihin ve toplumun bütünlüğünü kendi soyut ilkelerine dayandırarak oluşturma çabaları, bizzat kapitalist sistemin uzlaşmaz nesnel çelişkileri tarafından boşa çıkartıldı. Burjuva ideolojisinin ilke ve normları ile kapitalizmin; kitlesel işsizlik, açlık, mutlak yoksulluk, kriz, savaşlar gibi olgularla karakterize olan toplumsal gerçekliği arasında büyük bir uçurumun açılması, başka şeylerin yanı sıra, bu ilkelere en çok umut bağlayan küçük burjuvazinin merkezinde bulunduğu bir dizi idealist-sübjektivist ideolojik akımların peydahlanmasına neden oldu. Almanya’da 19. yüzyılın radikal genç-hegelci “hakiki sosyalistleri”nden Nietzsche’ye, Sartre’dan Marcuse’a kadar uzanan, yelpazesi oldukça geniş ideolojik bir reaksiyondu bu.
Sübjektivist akımların ortak özelliği, “dünya ilişkileri”ne idealist bir temelden bakmalarıdır. Düşüncelerine tekabül etmeyen gerçekliği mahkum eder, gerektiğinde de reddederler! Onlar sorunu, düşüncelerinin gerçekliğe uymamasında değil, tersine gerçekliğin düşüncelerine uymamasında görürler. Kendilerinden değil, gerçeklikten şüphelenirler; ve onu spekülatif “düzeltirler”, ta ki kitabına uygun hale getirene kadar. İster tarih, isterse şimdiki zaman olsun, bu akımların temsilcisi her aşamada “mühendis”tir! Tasarımı iradesine, iradesi tasarımına bağlıdır! Sübjektivistler için tarih, teorik tezlerinin kanıtlanmasına hizmet etmek için vardır; teorilerinin “tüketim eylemi” (Marks) içindir tarih. Tarihi, ayrı, metafizik bir özne olarak kavrarlar, zira genel olarak özneyi yükleme dönüştürmektedirler.
Bu bakımdan, çarpıcı bir örnek olarak, Kemal Okuyan’ın Yazılama yayınevinin aynı dizisinde çıkan “Sovyetler Birliği’nin Çözülüşü Üzerine Anti-tezler” adlı kitabı verilebilir. Okuyan, her ne kadar “Sovyetler Birliği’ne ‘çözülüş‘ eksenli sağlam bir yaklaşım geliştir”diğini belirtse de, kitabının bu mütevazi yaklaşımını dahi haklı çıkartmadığını belirtmek gerekir. Muhtelif tezlere “anti-tezler”le karşı çıkmayı maharetin kendisi sayan ve dolayısıyla “anti-tezler”ini herhangi bir biçimde temellendirme derdi de olmayan Okuyan’ın kitabından burada söz etmemizin tek nedeni, kitaba ruhunu veren sübjektivizmidir. Savunduğu sosyalizm anlayışı, “çözülüşe” ilişkin yer yer evlere şenlik çözümlemeleri, tarihi kitabına uydurma çabaları vb. konularda söylenecek çok şey olsa da, burada önemli olan, onun “anti-tezler”ine ruhunu veren şu türden sübjektivist yaklaşımlarıdır: “Devrimin sosyalizmi arayışı” (sf. 16); “sosyalist kuruluş sürecinin ekonominin belirleyiciliğine karşı girişilmiş çok özel bir iradi müdahale olduğu” (sf. 25); “planlı bir ekonomi, ideolojik bir ekonomidir” (sf. 51); “sosyalist kuruluş ise, ekonomi politiğin doğasına aykırıdır” (sf. 85) vb. vb..
İnsan bir an için kuşkuya kapılmıyor değil, belki de Okuyan sadece “edebiyat parçalamak” istemiştir diye. Yoksa nasıl, devrim sosyalizmi arayacak? Devrim, arayıştaki bir özne mi? O zaman, sosyalizmi bulduğunda devrim, özne olarak, yükleme mi dönüşmüş oluyor? Yani, sosyalizm, kapitalizmin nesnel uzlaşmaz çelişkilerince koşullanan belirli ve kaçınılmaz bir tarihsel nesnel olay değil de, salt devrim kategorisinin bir varlık biçimi mi?
“Planlı bir ekonomi, ideolojik bir ekonomidir”! Öyle olmalı, zira aksi durumda sosyalist kuruluş da “ekonomi politiğin doğasına aykırı” olamazdı. Dese ki, planlı ekonomi, ‘kapitalizmin ekonomi politiğinin doğasına aykırıdır’, o zaman bir anlamı olurdu bu cümlesinin. Ama hayır, “ekonomi politiğin doğasına aykırıdır” diyor. Öyleyse, liberal ekonomistler haklı! Onlar da zaten böyle demiyorlar mı? Sosyalist kuruluş ekonomi politiğin doğasına aykırı ise, ve ama ekonomisi olmayan bir sosyalizm de düşünülemeyeceğine göre, nasıl olacak bu kuruluş? Doğaya aykırı olarak! Evet, sübjektivizm için bu hiçbir problem oluşturmaz; o iradesiyle, ekonominin yasalarına aykırı da olsa, kendi “ideolojik ekonomisi”ni inşa eder! Zaten işin içine Okuyan gibi bir “sosyalist” girdiğinde, “ekonominin belirleyiciliği”nden de eser kalmaz, çünkü o bu “belirleyiciliğe” karşı “çok özel bir iradi müdahale”ye girişir!
Kitabında; ülkenin başlangıçtaki geri ekonomik koşulları, savaşın çok yönlü tahribatları, ekonomide orantılılık, işbölümü, köylülük, değer yasası… gibi, bazı nesnel faktörlere ilişkin tavrı, adeta ‘geç bunları‘ havasında! Tüm mesele, “gerekli ideolojik silkiniş”in gerçekleştirilmemesiymiş; “asıl sorun”, “SBKP’nin perspektifsizliği” imiş! “Neden SB’de yeni insan eski düzene yenil”miş? “Çok ama çok basit… Bu kitapta onca anti-tezin arasında hep kendisini hissettiren temel gerçek nedeniyle: Sovyet insanı mücadele etmeyi unut”muş! Okuyan böylelikle, güya, sosyalizmin inşasında ve gelişmesinde öznel faktörlerin olağanüstü öneminin altını çiziyor. Bunun için ama, sübjektivizme düşmeye; özneyi tarihsel koşullardan soyutlamaya ve tarihi de öznenin “tüketim eylemi”ne indirgemeye ne gerek var?
Bilinir ki, öznenin belirleyiciliği her zaman görecelidir. Neye görece? Tarihsel nesnel koşullara görece! Peki, Okuyan’ın “gerekli ideolojik silkiniş”in bir belirlenimi yok mu? “Gerekli”liliği nasıl ve neye göre saptayabileceğiz? Aslında varlığı itibariyle kendisi, aynı zamanda bir “perspektif”i teşkil eden SBKP, nasıl “perspektifsiz”leşebilir ki? Perspektifi “perspektifsizlik”ti desek, yine bunu somutlaştırmamız, belirlenimlerini belirlememiz gerekmez mi? Mücadele etmek unutulabilir mi? Yanlış ya da az mücadele edilebilir veya hiç mücadele edilmeyebilir ama, unutulmaz! Aslında buradaki “unut”ma bile, unutma olamaz. Olsa olsa unutmak istemedir (kişiler kadar toplumlar da kendilerini kandırabilirler kuşkusuz) ya da SBKP’nin unutturmak istemesidir. Öyle veya böyle, bu istek ama, gaipten, durduk yerde gelmiş olamaz, yine somut ve belirli nedenlerini bilmemiz gerekecek. Başka bir deyişle, Okuyan; öznesinden yola çıkıyor, nesnesiz özneyi saptıyor ve bu özneyi kendi öznesinin nesnesi yapıyor! Bir türlü ama, somut ve gerçek tarihe “inmiyor”! Hegel’in tabiriyle, “hiçten hiçle hiçe” varıyor! Görüyoruz ki, SB’deki “çözülüş” şöyle dursun, bu sübjektivizmi bile, “çok ama çok basit” değil! Bir Marksistin ama ayakları yere basmalı! Marksistler olgucu olmadıkları gibi, sübjektivist de değillerdir!
Benediktov’un, “iliklerine kadar gerçekçi” dediği Stalin’in, döneminde izlediği politikalarını karakterize eden derin gerçekçilik ile Kruşçev’in “solcu ileri fırlamacılığı” ve “küçük burjuva heyecan”larına ilişkin anlattıkları bu bakımdan da öğretici ve çarpıcıdır kuşkusuz. Ve aynı şekilde, Stalin’in SB’deki ekonomi tartışmalarında nesnel yasaların görmezden gelinemeyeceği dair vurgusunun da ne kadar haklı ve yerinde olduğunu bir kez daha göstermektedir bize.
Küçük burjuva ideolog ve liderlerde, olguculuktan sübjektivizme, sübjektivizmden olguculuğa gelgitler karakteristiktir. Tarihsel kritik dönemeçlerde, duruma göre, olanı kutsamaktan olanı reddetmeye varan (ve tersi) savrulmalar, küçük burjuvazinin tipik ideolojik refleksleridir ve kuşkusuz bu gelgitliğin toplumsal kökü, onun genel olarak iki büyük sınıfın, burjuvazi ile işçi sınıfının arasında kalmışlığında aranmalıdır.
Aslında Kruşçev ve ardıllarının pratiği de, bu gerçeğin çarpıcı tarihsel örneklerini kendi özgünlüğü içinde sunmaktadır. Benediktov’un anlattıklarıysa, bütünlüğü içinde okunup değerlendirildiğinde, revizyonistlerin umduklarının aksine, onların; ne geçmişteki olguculuklarını, ne bugünkü sübjektivist eğilimlerini ve ne de SB’ni değerlendirirken başvurdukları tarih mühendisliği yöntemlerini doğrulamaktadır.
TARİHTEN SORUMLULUKLA ÖĞRENMEK…
Bilindiği üzere, SB yıkıldıktan sonra, modern revizyonist mihrak çeşitli akımlara bölündü. Önemli bir kısmı tasfiye oldu ya da açıktan sosyal demokrat partilere dönüştü, diğer kısmı da parti olarak kimliklerini korumayı başararak yollarına devam edebildi. Sonuncular arasında da, kendisini esasında sağ ve sol oportünizm olarak gösteren fiili bir ayrışma yaşandı, bazılarında bu ayrışma süreci parti içinde sürmektedir.
İstisnalar olmakla birlikte, bugünkü revizyonist mihrak uluslararası işçi hareketinde tayin edici bir rol oynamamaktadır. Öte yandan ama, özellikle de revizyonist mihrakın sol oportünist eğilimini temsil edenlerinin bu amaçla yeniden toparlanmaya çalıştıkları görülmektedir. Bu mihraktan gelme sol söylemli partiler (başta da KKE olmak üzere), Kruşçev ve ardıllarının revizyonizmini yakın zamana kadar savunmuş olmaları gerçeğinden, kendi küçük burjuva ideolojisinin sureti olan bir tarih ve sosyalizm anlayışıyla kurtulmaya çalışmaktadırlar. Kruşçev ve ardıllarını, sol oportünist bir mevziden “mahkum” ederek tarihsel sorumluluklarını yerine getirdiklerini sanmaktadırlar.
Şüphesiz, buradaki sorun asla, bir tarihsel dönemle ilgili soyut tarih ya da “kim haklı/haksızdı” tartışması yapmak değildir. Bununla birlikte vurgulanmalıdır ki, yenilginin dersleri; SB’de yaşanan süreçte rol oynayanların çizgi ve pratiklerinin, günümüz sınıf mücadelesinin talepleri açısından herhangi bağlayıcı bir sonucu olmayan dar ve soyut ideolojik bir eleştirisiyle de sınırlanamaz. Hele, Kruşçev’den açık çöküşe kadarki süreci bağnazca savunmuş olanların son yıllarda yapmaya çalıştığı gibi, eleştiriyi oportünist bir eksene; yani Kruşçev ve ardıllarının revizyonizmini biçimsel bir eleştiriyle ve bunu da olduğu kadar Stalin döneminden temellendirerek açıklamaya dayandırılamaz. Böyle yapmakla, salt işçi sınıfı sosyalizminin bugünkü kuşaklar açısından derinlemesine bir kavranışı zorlaştırılmış olmaz, aynı zamanda, yüz yüze olduğumuz sorumluluğun gerçek tarihsel boyutu da gölgelenmiş olur. Gerçek o ki, SB’de yaklaşık 40 yıl iktidarda olan modern revizyonizmin, uluslararası işçi sınıfının dünya görüşü ve dolayısıyla mücadele pratiği üzerindeki tahribatı çok yönlü ve derin olmuştur. Bu bakımdan, tarihteki yenilginin sınıfın bugünü ve dolayısıyla geleceği açısından taşıdığı derin anlam, bu yenilginin yol açtığı köklü tahribatları ciddi ve tarihsel bir sorumlulukla ortaya koymak ve bunların aşılması için işçi sınıfının tarihsel misyonunun gereklerinden başka hiçbir şeyi gözetmeyen bir mücadeleyi geliştirmektir.
Dolayısıyla bugünkü sorun; işçi sınıfının yeni kuşağının ne türden bir tarih ve sosyalizm anlayışına, ne türden bir sınıf politikasına, ne türden bir parti çalışması ve kadro tipine kazanılacağı sorunudur. Dünya işçi sınıfı, tarihsel misyonunun ilk büyük eyleminden yenilgiyle çıkmıştır, ama, tarih bitmemiştir. Önemli olan, ileri ve sınıf bilinçli işçilerin bugünkü kuşağının, elindeki bu devasa tarihsel deneyimden doğru sonuçlar çıkartması ve işçi sınıfının değil de kendi teorisinin kurtuluşu derdinde olan tüm oportünist tezlere sırtını dönmesidir. Bu, hiç şüphesiz, bu mihrakın da saflarında bulunan devrimci ileri işçilerin gözetmesi, duyarlı olması gereken bir husustur.
Fakat, bugün ileri ve sınıf bilinçli işçilerin, işçi sınıfının tarihinden doğru dersler çıkartması başka bir açıdan da önemlidir. Bu gereklilik bugün asıl anlamını, uluslararası işçi hareketinin genel olarak bir “nekahat dönemi”ne giriyor olmasında bulmaktadır. Gidişattaki bu özellik dikkate alındığında, girmekte olduğumuz sürecin, uluslararası işçi sınıfının genel olarak yeniden partileşmesi süreci olduğu görülecektir. Tek tek ülkelerde işçi sınıfı partilerinin bulunması, sürecin vurgulanan bu genel karakteristiğini ortadan kaldırmamaktadır. Tersine; bu süreç, var olan devrimci işçi partileri açısından da, sınıf mücadelelerin bu yeni tarihsel döneminde, kendilerini bir tür yeniden inşa etmeleri anlamını taşımaktadır. Bunun esasta, büyük tarihsel deneyimler ve mücadelenin güncel talepleri temelinde gerçekleşebileceği açık olsa gerek.
Benediktov’la söyleşinin belirtilen bağıntılar içerisinde okunmasının özel bir önemi olduğunu düşünüyoruz. Tarihten ders çıkarmanın zorluğu, “her dönemin çok bireysel bir durum” oluşudur elbette. Bu zorluk, ama, aynı zamanda, bu görevin üstesinden gelmenin imkanını da sunar. Burada ihtiyacı duyulacak bütünlüklü bağıntı, diyalektik ve tarihsel materyalizm kılavuzluğunda kurulduğu sürece, ne dönemin bireyselliği, ne de bireysel olanın dönemselliği gözardı edilmiş olunacaktır.
Tarihten çıkartılabilecek derslerin düzeyi, neticede, içinde bulunulan dönemin tarihsel sorumluluklarının ne derece bilincinde olunduğuna bağlıdır. Bu bağ ne denli kuvvetliyse, tarihin günümüze tutabileceği ışık da o kadar güçlü olacaktır. İşçi sınıfının tarihsel misyonu karşısında sorumluluğun bulunmadığı yerde, tarihten devrimci sonuçlar da çıkartılamayacaktır.