Kapitalist Sistemde Kadın Emeği

İlk zamanlardan bu yana birkaç anaerkil kabile dışında kadına hep ikinci sınıf insan konumu uygun görüldü. Mülkiyetin kişisel bir kudret sembolü haline gelişiyle birlikte, kadınlar da, elde edilmek için savaşılan, biriktirilen, elde tutulan ve değiş tokuş edilen zenginlik nesneleri konumuna dönüştüler. Daha bağlayıcı dinsel geleneklerin çoktanrılı puta tapıcılığın yerini almasıyla birlikte, kadının “insandan aşağı doğası”, kutsal yasalar tarafından da onandı. Üç büyük din bir konuda aynı görüşü paylaştı.

Batı uygarlığında kadınlar hapishanesinin anahtarı kilise elindeydi. Erkek üstünlüğünün sağlam duvarlarındaki ilk çatlaklar 19.yy ortalarında belirmeye başladı. İngiltere ve ardından tüm Avrupa’da baş gösteren sanayi devrimi, makineleri sahneye sürdü ve aniden kaba kuvvet önemini yitirdi. Kadın ve çocuklar, makineleri kullanarak erkeğin işini çok daha az maliyetle yapabiliyor ve dolayısıyla sanayicilere büyük kârlar sağlıyorlardı.

Kadının insanlaşma süreci kolay bir süreç değildir. İki dünya savaşının sınai teknolojide benzeri görülmemiş bir gelişme sağlaması, kadını yeni bir tehlikeyle karşı karşıya bıraktı. Refahın yükselmesiyle emeğinin önemi azaldı. Erkek bir kez daha evin ekmek getireni konumunu aldı ve kadın üzerinde yeniden –zaten pek de yitirmediği– egemenlik hakkını kazandı. Bu defa iktisadi bakımdan. Kadın, tüketim toplumunun en önemli kurbanı oldu.

Tüketim toplumunun, yani ataerkil kapitalist sistemin kadına getirdikleri nelerdir:

  • Kadınlar, patronlar tarafından ucuz işgücü kaynağı olarak ve erkek işgücünün zor bulunduğu savaş vb. durumlarda kendisine başvurulabilecek yedek işgücü kaynağı olarak görülüyor.
  • Kadın emeği, görünmeyen emek, kocasının, babasının, yani bir erkeğin kontrolündedir. Yaygın anlayış, “zaten evde yaptığı ev işi, çocuk bakımı, yaşlı bakımı gibi işlerin aynısını yaptığı için bir de ücret mi alacak? Bu işler iş değil zaten, kadının doğal, biyolojik görevi, erkeğin görevi de eve para getirmek” anlayışıdır.
  • %41 oranında ücretli çalışan kadın emekçilerin büyük kısmı aynı iş için erkeklerden daha az ücret alıyorlar.
  • Ekonomik kriz dönemlerinde ilk önce işten çıkartılanların kadınlar olduğu unutuluyor, çünkü eve ekmek getiren esas olarak erkektir diye kabul edilmiş ve bu kabul hiç sorgulanmıyor.
  • Çalışan ve çalışmak isteyen kadınların önündeki engellerden bir diğeri de, çocuk bakımını üstlenecek kreş vb. kurumların sayısının azlığıdır.
  • Kadınlar işyerlerinde tacize uğruyor ve bu durum tabu olarak kabül edildiğinden, genellikle üstü kapatılıyor ve görmezden geliniyor.
  • Kapitalist toplumda kadın iki defa sömürülmektedir; ilki sermaye tarafından emeğinin karşılığını alamayarak yaşadığı sömürüdür, ikincisi ise, eşinin yine sermayeye dayalı bir şekilde aile hayatında yaşattığı sömürüdür. Kapitalist aile içinde erkek burjuva, kadın ise proleterdir.
  • Kadın istihdamı, büyük sermaye ülkelerinde de, gelişmekte olan ülkelerde de düşük seviyelerdedir. Özellikle lisans eğitimi alan kadınların ülkemizdeki  işsizlik oranı %24 iken, erkeklerin işsizlik oranı %9 civarındadır.

 

  • Kadına karşı  şiddet dünyada en yaygın suç olmasına karşın, en az cezalandırılandır.
  • Kadınların aile ve toplum içinde töre cinayetlerine, tecavüzlere, eğitimsizliğe,  sağlıksız geleneklere (kadın sünneti vb.), psikolojik şiddetlere, emekten uzak tutularak ev mahkumiyetine maruz kalmaktadır.

Bizimki de dahil olmak üzere, tüm anayasaları tek tipleştirmeyi görev edinen, Avrupa halklarına ve bizlere “umut” gibi sunulmaya çalışılan Avrupa Birliği’nin ilgili çalışma gruplarında ve yayınlarında, “kadın sorunu”, bir istihdam ve eğitim sorunu olarak nitelenmektedir. Diğer bir deyişle, günümüz kapitalizmi, kadın sorununun çözümünü kadınların emek pazarına dahil edilmesi olarak sunmakta, bunun için de uygun eğitime erişmesinin önemini vurgulamaktadır. Burada kastedilen “uygun” eğitim, çok kısa sürede, çok düşük maliyetle gerçekleşen bir “niteliksiz iş gücünün pazara adaptasyonu” süreci. Örgün ya da mesleki eğitim değil.

AB ülkelerinde kadının istihdamı, kadının kurtuluşu için değil, kârlılık üzerinden planlandığından, yarı zamanlı ve esnek çalışmanın özendirilmesi ve yaygınlaştırılmasıyla kadının “yaşamının kolaylaştırıldığı” iddia edilebilmektedir. Böylece kadın, ev işleri ve çocuk bakımı için de zaman ayırabilecektir. Yani, Sovyet Anayasaları’nın yarattığı “haklar” ortamında, kendi kadınlarına “güvenli iş” ya da “çocuklar için kreş hakkı” tanıyan AB ülkeleri, meydan boşaldığı için, şimdi kadınları geleneksel rollerine, eve çağırmakta, ama emeklerinden “ucuz işgücü” olarak yararlanmayı da ihmal etmemek için “esnek üretim” oyununa başvurmaktadır.

Ücretsiz sağlık ya da eğitim bir yurttaşlık hakkı olmaktan çıkarılmakta, kürtaj hakkı her geçen yıl daha sınırlı hale getirilmektedir.

Özetle, kapitalizm, verili bulduğu ataerkil toplum yapısını devralıp kendi hizmetinde kullandı. Eğitimdeki, çalışma yaşamındaki geleneksel kalıplardan başlayarak, aile ilişkilerine değin, ekonomi, politika, ideoloji ve kültüre kendi kadın düşmanı damgasını vurdu. Kadına yönelik ayrımcılığı pekiştirdi ve bu ayırımcılığı kârı doğrultusunda kullandı.

SOVYETLER BİRLİĞİ’NDE KADIN

Kadın sorunu, temelde sömürü ilişkilerinin belirlediği genel “toplumsal sorun”un bir parçasıdır. Proletaryanın kurtuluşuyla kadınların kurtuluşu arasında kurulan organik bağ da buradan gelmektedir. İkisini de köleleştiren aynı toplumsal ilişkilerdir, aynı mülkiyet ve sömürü düzenidir. İnsanın insanı ezmesine ve sömürmesine dayalı ilişkiler sürdüğü sürece, kadının bir cins olarak ezilmişliği de sürecektir.

Kadın, ekonomik ve cinsel bağımsızlığını kazanmadan, özgürleşemez. 1917’de, Rusya’da, St. Petersburg tekstil fabrikalarındaki kadın işçiler, Çarlık rejiminin yıkılışına yol açan grev hareketini başlattılar. Sovyetler Birliği kurulduğunda, Lenin’in ilk hedeflerinden biri, kadınların tam ve mutlak kurtuluşuydu. Tüm siyasal yaşamında daha ısrarlı olduğu başka bir konu yoktu. Kadın diyordu; her yerde çifte kölelik altındadır, ilkin kapitalist sömürünün, ardından da cinsler arasındaki geleneksel ev ilişkisi, yani erkek egemenliğinin baskısı altındadır.

Devrimden sonra eski yasalar kaldırılıp 1918’de çıkartılan Medeni Kanun’la, kadınlar, iş, eğitim, evlilik, kürtaj gibi alanlarda daha önce hiçbir kapitalist ülkede görülmemiş haklara sahip oldular. 1918’de, devrimden hemen sonra düzenlenen anayasada, kadınlara özellikle vurgu yapan en önemli madde, 64. maddeydi. Bu madde, 1900’lerin başlarında kadına seçme ve seçilme hakkı tanıması nedeniyle, pek çok kapitalist ülkeden çok ileride bir yaklaşımı kanıtlıyor. Ancak, daha ilginci, maddenin açıklama kısmı. Bu bölümdeki “….üretime katılarak topluma yararlı olanlar ile ev işleriyle ilgilenerek, diğerlerinin üretime katılmalarını destekleyenler…” ifadesi, ev içi emeğin görmezden gelinmesine karşı yıllardır mücadele eden kapitalist dünya kadınını derinden etkiliyor.

1918 Anayasası’nın, sonuçları kadınlar için oldukça önemli olan diğer iki maddesi, kilise ve devletin, hemen ardından da kilise ve okulun ayrılığını belirten 13. madde ile işçilerin ve yoksul köylülerin ücretsiz eğitim hakkını güvence altına alan 17. madde. Bu maddeler, yuttaşların eğitime erişimini devletin sorumluluğu olarak tanımlarken, söz konusu eğitimin içeriğinin de erkek egemen yapıyı güçlendiren ve yeniden üreten bilim dışı, dinsel dogmalardan arınmış olacağının güvencesi.

1926’da çıkartılan yasayla, resmi nikahlı ve nikahsız birliktelikler eşit duruma getirilir. Lenin’in ön ayak olduğu bu uygulamalardan en önemlisi, ailede erkek egemenliğine son verip, kadınların ekonomik, çalışma, toplumsal ve cinsel alanlarda sınırsız ve koşulsuz karar yetkisine ulaşmasını sağlamaktı. Yasal uygulamalar, kadınlara, vatandaşlık ve soyadı çerçevesindeki haklarına kadar tam ve sınırsız bir eşitlik ön görür. Kadın, dilerse soyadını koruyabilir ya da erkek kadının soyadını alabilirdi. Çocukların bakımından her iki eş de eşit ölçüde sorumluydu. Bunu istememeleri ya da uygulayamayacak durumda olmaları karşısında bu görevi devlet üsteleniyordu. Her ikisi de çalışabilir durumda ise, hiçbir eş diğerine bakmakla yükümlü değildi. Böylece kadınlar ev hapsinden kurtulup, emek gücünü kullanabilir hale geldi. Boşanmalarda  tek tarafın istekli olması yeterliydi. Kürtaj yasal ve ücretsizdi. Bekar kadınların çocukları da, evli kadınların çocuklarıyla aynı haklara sahip ve aynı statüde idi.

1936 Anayasası, 122. maddesinde, kadının, ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasal yaşamın tüm alanlarında ve devlet nezdinde, erkekle eşit haklara sahip olduğu belirtiliyor. Yasayla tanınan haklarını yaşama geçirmek için kadının (erkekle) eşit çalışma, eşit ücret, dinlenme ve eğlenme, eğitim ve sosyal güvence hakkının gözetileceği vurgulanıyor. Son olarak, anne ve çocuğun devletin korumasında olduğu, annenin doğum öncesi ve sonrasında (tam ödemeli) ücretli izin, sağlık merkezi ile kreşe erişim haklarının güvence altına alındığı belirtiliyor.

Elbette Lenin cinsel eşitliğin sırf yasalarla gerçekleşemeyeceğinin bilincinde olup, kadınların ekonomik bağımsızlıklarına kavuşabilmeleri için devlet tarafından gerçekleştirilebilecek her türlü kolaylığın hayata geçirtilmesini sağlar: Çocuk yuvaları açılır, ev işleri ve eğitim kolektif hale getirilir. Gebe kadınlara gebelik izni, doğumdan sonra hiçbir güçlükle karşılaşmadan işlerine dönmeleri gibi uygulamalarla her türlü kolaylık sağlanır. Kürtajın yasallaştığı ilk ülke Sovyetler Birliği olur.

Kadınların elde ettikleri ekonomik ve sosyal hakları pratik uygulamaya geçirmek üzere, 1919’da, Merkez Komitesi’ne bağlı olarak kurulan ve kadınlardan oluşan “Jenotdel”, kadınlara danışmanlık yapmaya başlar. Çoğunlukla köylü ve işçi kökenli kadınlardan oluşan “Jenotdel” aracılığıyla açılan okullarda, on milyona yakın kadın eğitim görmüştür.

Bu bağlamda üretim araçlarının toplumsallaştırması ve sosyalizmin kurulması, hiç şüphesiz en çok kadınlara kazanımlar getirmiştir. En önemlisi, kadının kurtuluşu için bir önkoşul oluşturan “bütün kadın cinsinin yeniden toplumsal üretime dönmesi” (Engels) gerçekleştirilmiştir. 1979 senesine ait bir istatistik, Sovyetler Birliği’nde çalışan kadınların oranını yüzde 88,4 olarak vermektedir. Bu oran, Avrupa ülkelerinde yüzde 15 civarında seyretmektedir. Kadınların çalışma hayatındaki istihdamı, hiçbir Avrupa ülkesinde Sovyetler Birliği’nde olduğu kadar gelişmiş değildi. Elbette bunun için kadınlara devlet tarafından sağlanabilecek bütün kolaylıklar sağlanmaktaydı: Parasız çocuk yuvaları, yemekhaneler, çamaşırhaneler gibi komünal kurumlar, bu önlemlerden bazılarıdır.

‘Birleşik’ bir kadın hareketinin, özellikle de sınıfsal çelişkiler üzerine kurulu bir toplumda gerçekleşmesi mümkün müdür? Bu iki grup [proleterler ve burjuva kadınlar], her ne kadar ‘kadınlara özgürlük’ ortak sloganından yola çıksalar da, amaçları, çıkarları ve savaşım yöntemleri bakımından birbirlerinden tümüyle ayrılmaktadırlar. […] Siyasal haklar, seçim sandıkları ve parlamentoda bir sandalye … İşte burjuva kadın hareketinin ulaşmak istediği tek hedef budur gerçekten! Ama kapitalist sömürü düzeninin korunduğu bir bağlamda salt siyasal eşitlik, çalışan kadınları sefaletten, onları hem bir kadın, hem bir insan olarak baskı altında tutan bu cehennem yaşamından kurtarabilecek midir?” (Kollontay)

Ağır ve kuralsız bir kapitalist sömürünün nesnesi olmakla kalmayan, işsizlik belasının, ev işlerinin ve çocuk bakımının yükünü çeken insan olarak kadını anlatırken, gerçekte tümüyle emekçi kadını anlatmış oluyorum. Burjuva kadınının bu özetlediğim kapsam içinde sorunu ya yok ya da hemen hemen hiç yok. Onun çocuklarına ücretli bakıcılar bakıyor, yemek ve temizlik işlerini hizmetçiler yapıyor. Bu, buna rağmen, burjuva kadınının da cinsiyet kimliği üzerinden bu toplumda bir biçimde ezildiği ve aşağılandığı gerçeğini kuşkusuz ortadan kaldırmıyor. Ama yine de bu, burjuva kadınının cins kimliğinden kaynaklanan özgül sorunu ile emekçi kadının kadın olmaktan kaynaklanan kapsamlı sosyal-kültürel sorunları arasında koca bir uçurum olduğu gerçeğini de ortadan kaldırmıyor.

Sınıf hareketini dil din cinsiyet vb. üzerinden parçalamak, burjuvazinin işidir. Biyolojiyle savaşmayı bırakıp, biyolojiyi kullanarak, bizi köle yapan sistemle savaşmalıyız. Ekonomik sistemin kıskacında en az bizim kadar ezilen erkeklerle savaşmayı bırakmalıyız. Bu gereksiz bir savaştır, çünkü ezilenleri ezenlere karşı birleştireceğine, bölmektedir. Hepsinden öte, cinsiyetlerimizi satın alınabilir bir meta olmaktan kurtarıp, özgür insanlar olarak yaşamdan tat alabilmeliyiz. Cinsiyetler arasındaki işbirliği, toplumu daha da ileri götürecektir. Toplum, sınıf ekseninde hareket eder, cinsiyet ekseninde değil. Kadınların ortak çıkarları olduğunu iddia eden feminist düşüncenin gerçekte hiçbir temeli bulunmamaktadır, …keza yalnızca kadınlar arası bir dayanışma fikri de ne mümkündür, ne de şu anda arzu edilir bir şeydir. Mücadelenin başarısı, cinsiyet ayrımı yapmaksızın bütün işçilerin çıkarına, yaşamak için hiçbir çaba harcamaksızın kâr elde edenlerinse zararına olacaktır.

Bu dönemde kadınların sınıf hareketine katıldığı, gelecekleri için mücadele ettikleri bir dönemdir. TEKEL mücadelesinde kadınlarımızın başarısı ortada. Tıpkı diğer kadın direnişlerinde olduğu gibi. Bugün TEKEL eylemine gelen kadınlar, ne geldikleri günkü gibi ne de erkekler. Çünkü kadın-erkek ilişkilerinin toplumsal boyutu en iyi ortak direnişlerde aşılmaktadır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑