GİRİŞ YA DA LİBERAL DEMOKRATLAR “ASKERİ VESAYET”İN “YARAMAZ ÇOCUKLARI”
Türkiye gibi siyasi tarihine darbelerin yön verdiği ve hala askeri darbe yönetiminin hazırlattığı bir anayasa tarafından yönetilen bir ülkede ‘askeri vesayet’e, doğrusu militarist ayrıcalıklara karşı mücadele, elbette demokrasi mücadelesinin olmazsa olmazlarındandır. Öte yandan çerçevesi 24 Ocak Kararları’nda çizilen ve ülkeyi emperyalist kapitalist sistemin neo-liberal politikalarına entegre etmek üzere yapılan bir askeri darbenin ve darbecilerin, düzenin bir parçası olarak rollerini oynadıklarını gözden kaçırarak onların her türlü melanetin tek nedeni ve kaynağı olduğunu söyleyerek de tutarlı bir demokrasi mücadelesi verilmesi mümkün değildir. İktidarın güçlü bir paydaşı olmayı, egemenlik güç ve ilişkilerini terk etmek istemeyen orduya karşı sert muhalefet yaparken ülkedeki bütün sorunların çözümünü emperyalist kapitalist sistemin; uluslar arası sermayenin çıkarlarını temel alan bir ‘yeniden yapılandırma’da (bu arada Bölge’de ABD politikalarının taşeronluğunda) gören liberallerimizin durumu tam da budur.
Liberal demokratlar, yaptığı darbelerle neo-liberal politikaların önündeki engelleri kaldıran; kendilerine yaşam alanı yaratan asker ağırlıklı siyasal rejimin ‘yaramaz çocukları’dır. Onlar militarist makinenin emek örgütleri ve bütün örgütlü halk kesimlerini dağıtmasına, toplumu örgütsüzleştirerek “özgürleştirmesine”, özelleştirme ve yağmanın önünü açmasına değil, ordunun bu başlıca rolünü oynamasına ses çıkarmazken, militarist şeflerin devlet yönetiminde ağırlık sahibi olmaya devam etmek istemelerine karşıdırlar. Aslında sadece var olma koşullarının yaratılması bakımından değil, aynı zaman da ‘demokrat’ görünmek için de devlet yönetiminde askerin bu ağırlığına ihtiyaç duyarlar. Bugün liberal demokratların ‘derin’ gazetesi Taraf’ın dikkatleri üzerine çekmesini ve yazarlarının birçok çevrede birer “demokrasi savaşçısı” olarak görünmelerini sağlayan da, –kuşkusuz militarist aygıta kendileri de ihtiyaç duyarken– görünüşte orduyu ya da “askeri vesayet”i hedefe koyan haber ve yazılarıdır. Genelkurmay ile ilgili yaptığı yayınlar, açıkladığı belgeler, Taraf’ın demokrasi özlemi içindeki çeşitli çevreler tarafından okunup sahiplenilmesini sağlamıştır. Ordu, yaptığı darbelerle ve Bölge’de 25 yıldır sürdürdüğü ‘özel savaş’la Kürt halkı ve emek-demokrasi güçlerinin mücadelesini baskı ve şiddetle bastırmaya çalışan gerici bir odak olduğuna göre, bu odağın hedefe konulmasının demokrasi isteyen çevreler tarafından sahiplenilmesinin elbette şaşılacak bir tarafı yoktur. Mesele, Taraf’ın ve temsilcisi olduğu liberal demokratların Genelkurmayı eleştirirken, “hiçbir devlet dağlarında başka bir silahlı gücün varlığına göz yumamaz” tezinden hareketle dağları emanet ettikleri militarist makineye/sürekli orduya ihtiyaç duyup duymadıklarının ötesinde diğer egemen güç odaklarına karşı takındıkları tutumda, “askeri vesayet” eleştirisini nereye bağladıklarında/bağlamak istediklerinde düğümlenmektedir. Sadece bütünün bir parçasına bakarak kimin nerede durduğunu görebilmek olanaklı değildir, onun için bütün parçaları yerli yerine yerleştirmek gerekir.
***
Kürt sorunu, Cumhuriyet tarihi boyunca egemenlerin ulus-devlet oluşturma politikalarıyla Kürt halkının varlığını ve haklarını yok sayması nedeniyle ülkenin en önemli sorunlarından biri olmayı sürdürmüştür. Bugün gerek Bölge’de yaşanan gelişmeler ve ABD’nin dönemsel hesapları, gerekse ulusal Kürt hareketinin yürüttüğü mücadelenin geleneksel yöntemlerle bastırılması olanaklarının tükenmesi nedeniyle, Kürt sorunu, ülke gündeminin başına oturmuş ve ülke egemenleri sorunu çözme adına yeni arayışlara yönelmek zorunda kalmışlardır. Egemenlerin bu yeni arayışlarının en somut ifadesi, bir süreden beri AKP Hükümeti eliyle yürütülen ‘açılım’ politikasıdır. Kürt sorununun çözümü ve demokratikleşme mücadelesinde doğru yerde durabilmenin yolu, ‘açılım’ politikasının hangi ihtiyaçlardan kaynaklandığı ve nasıl bir çözüm öngördüğü ile Kürt halkının talep ve mücadelesinin doğru muhakeme edilebilmesinden; ‘açılım’ politikalarıyla öngörülen çözüm ile demokratik çözüm arasındaki mesafenin doğru tarif edilmesinden geçmektedir. Başka bir deyişle, bugün kimin Kürt sorununun çözümünün neresinde durduğu, nasıl bir çözüm öngördüğü, adeta demokratikleşme mücadelesinin karşısındaki tutumunun turnosolu haline gelmiştir.
Yazımızda liberal demokratların ve onların Sorosçuluktan, Fetullahçılığa kadar çeşitli ‘derin’ ilişkileriyle gündeme gelen temsilcisi Taraf’ın demokratlığını, Kürt sorunundaki tutumu üzerinden tartışacağız. Elbette liberalizm ve onun güncel tezahürü olan neo-liberalizmi, 1970’li yılların sonlarından bu yana uygulanan özelleştirme, taşeronlaştırma, başta eğitim ve sağlık olmak üzere kamusal hizmetlerin ticarileştirilmesi, çeşitli ülkelerde sistemle uyumlu politikaların uygulanabilmesi için darbelerin tezgâhlanması, savaş politikaları vb. gibi farklı yönleriyle de tartışmak mümkündür. Ama yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, ülkemizde Genelkurmay/askeriyenin siyasetteki ağırlığı ve buna karşı takındığı tutum nedeniyle demokratik bir odak olarak görünerek yaşamlarının önemli bir bölümünü askeriyenin sıkıyönetimi/OHAL’i altında geçiren Kürt halkının ve demokrasi güçlerinin bazı kesimlerini etkileyebilen Taraf ve temsilcisi olduğu liberal akımla, bu konudaki tutumu üzerinden hesaplaşmak, bu akımın demokrasi mücadelesinde yarattığı kafa karışıklığını ‘bertaraf’ etmek bakımından ayrı bir önem taşımaktadır.
1. ‘AÇILIMCI DEMOKRATLAR’ NEYİ SAVUNUYOR?
Kürt sorunu ülkede demokratikleşme meselesinin en önemli ve acil sorunu olarak önümüzde durduğuna göre, bu sorunda kimin nasıl bir çözüm istediğine bakarak ne kadar demokrat olduğunu da anlayabiliriz. Taraf’ın başyazarından (Ahmet Altan) “en devrimci” yazarına (Roni Markules) ve Denizlere küfredince yıldızı parlayan/parlatılan prensine (Rasim Ozan Kütahyalı) kadar adı bu gazete ile özdeşleşmiş bütün yazarları, AKP Hükümeti eliyle sürdürülen ‘açılım’ politikasını “Kürt sorununu çözecek ve ülkeyi demokratikleştirecek” bir politika olarak görüp/gösterip sahiplenmektedirler.
İşte Taraf’ta hemen her gün okuyabileceğimiz yazılardan birkaç örnek:
“AKP, bir ‘barış ve demokrasi’ açılımı başlatmıştı.” (Ahmet Altan 11.12.2009)
“Bugün birçok insan ‘barışı’ savunmakla, ‘AKP’yi savunmayı’ eşanlamlı görüyor.
Çünkü ne yazık ki AKP’den başka ‘barış sürecine’ sahip çıkan bir kitle partisi yok.” (Ahmet Altan 13.12 2009)
“Ben AKP’nin samimi olduğuna inanıyorum. Olmasaydı, hiç bulaşmazdı bu işe; durup dururken arı kovanına çomak sokmazdı. Kimse de ona bir şey demezdi.” (Roni Markules 16. 12.2009)
“Ben Başbakan’a güveniyorum… AK Parti hükümetine güveniyorum.” (Rasim Ozan Kütahyalı, ‘Açılım Olmazsa Uçuruma Gideriz’ başlıklı yazısından. 16.01.201)
Görüldüğü gibi, Taraf yazarları, ‘açılım’ı “barışı getirecek bir proje” ve AKP’yi de “ülkeyi kurtarmaya soyunan bir parti” olarak değerlendirmekte ve Kürt halkını, demokrasi ve barıştan yana bütün halk kesimlerini AKP ve ‘açılım’ saflarına çağırmaktadırlar. Öyleyse tartışmaya ‘açılım’ın dayanakları ve amaçlarından başlayabiliriz.
Amerikan Politikaları…
‘Açılım’ sürecinin dayanaklarını anlamak için son birkaç yılda Bölge’de yaşananlara bakmak gerekiyor. 2006 sonlarında ABD’de Baker-Hamilton Raporu olarak adlandırılan “Kürdistan Üzerine Çatışmayı Önleme” başlıklı bir rapor yayımlanmıştı. Rapor, ABD’nin Irak’tan çekilme sürecinin Bölgesel çıkarlarına hizmet edecek bir şekilde gerçekleşmesi, ABD’nin Bölge’deki güç ve etkisini sürdürmesi için yapması gerekenlere dair öneriler sıralıyordu. Bu öneriler içinde özellikle Irak Anayasası’nın 140. Maddesi’ne göre yapılması gereken Kerkük Referandumunun ertelenmesi (Türkiye egemenleri, olası referandum sonrasında Bölge’nin en önemli petrol merkezinin Kürt Yönetiminin eline geçeceğine kesin gözüyle bakıldığından bu referandumun ertelenmesini istiyordu) ve PKK’nin “Bölge’de istikrarsızlık yaratabilecek bir silahlı güç” olmaktan çıkartılması, yani silahsızlandırılması gerektiğine dair yapılan öneriler öne çıkıyordu. Bu öneriler, esas olarak, ABD’nin, Irak Federe Kürt Yönetimi ve Türkiye ile ilişkilerde bir denge politikası gütmesi, Türkiye ile ilişkilerin tamir edilerek (çünkü ABD’nin Irak’a müdahale sürecinde Türkiye’de savaş tezkeresinin reddedilmesi ilişkileri germiş ve gerilim Süleymaniye’de Türk askerinin başına çuval geçirilmesine kadar vardırılmıştı) bu iki Bölgesel gücün (Türkiye ile Kürt Federe Yönetimi’nin) ABD politikaları ekseninde bir araya getirilmesi gerektiğine dikkat çekiyordu.
İşte Türkiye ile ilişkilerin yeni dönemdeki ihtiyaçlara uygun olarak geliştirilmesinin en önemli adımı 2007 sonlarında yapılan Bush-Erdoğan görüşmesinde atıldı. ABD, yıllarca engellediği Türk ordusunun Irak Federe Bölgesi’ndeki PKK kamplarına hava ve kara operasyonları yapmasına ‘olur’ verdi. Öte yandan PKK’ye karşı ortak önlemler alma üzerinden Türkiye egemenlerinin ‘kırmızı çizgi’ olarak belirlediği ve “görüşmeyiz” dedikleri Kürt Federe Bölgesi Yönetimi ile doğrudan görüşmelerin önü açıldı. PKK’ye karşı yapılan operasyonların askeri anlamda bir işe yaramadığını dönemin Genelkurmay başkanı Büyükanıt bile itiraf etti. Ama bu operasyonlar aslında ABD’nin ülke siyasetine politik operasyonları olarak önem kazandı; ABD’ye mesafeli gözüken Genelkurmay bile, yeni dönemdeki ilişkileri “mükemmel” olarak değerlendirdi. Böylece Türkiye egemenleri, ABD’nin kendilerine yeni dönemde biçtiği ve “bölgenin lider ülkesi” söyleminin arkasına saklanılan ‘Bölgesel taşeronluk’ rolüne hazır hale getirildi.
Bu gelişmelere bağlı olarak Kürt sorununun PKK/güvenlik boyutunun çözümü ABD tarafından desteklenerek, girişimler başlatıldı. PKK’nin silahsızlandırılarak tasfiye edilmesi, ABD tarafından, Irak’tan çekilme sürecinde Bölge’de sorun yaratabilecek (çünkü kendi politikalarına yedeklenme yönünde adım atmaya direnen –ki Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesinin arkasında yatan en önemli neden de buydu) askeri bir gücün varlığını istemediği, üstelik Türkiye’nin bir enerji geçiş ülkesi olarak önemi arttığı ve ayrıca Türkiye’nin Kuzey Afrika’dan Kafkasya’ya kadar geniş alanlarda taşeronluk rolünü sorunsuz yürütebilmesi için istenir bir durumdu. ABD, çeşitli vesilelerle PKK’yi “ortak düşman” ilan ederek Türkiye’yi desteklediğini açıklamış, ama yeni istikrarsızlıklara yol açabileceği kaygısıyla PKK’ye karşı mücadele sürecinin askeri yöntemlerle sürdürülmesine mesafeli yaklaşarak, Türkiye’yi Güney Kürtleri ile işbirliğine yönlendirmişti. Bu temelde, içeride AKP ‘açılım’ları ve dışarıda Talabani-Barzani’nin PKK’yi silahsızlandırmak amacıyla yapacakları açıklanan “Erbil Kürt Konferansı” gibi girişimlerle Kürt hareketinin silahlı güçlerinin tasfiyesi ve etkisizleştirilmesine yönelik adımlar atılmaya çalışıldı. 29 Mart 2009 Yerel Seçimleri’nin hemen öncesinde, hiçbir yasal dayanak oluşturmadan, alelacele Kürtçe yayın yapan TRT Şêş açıldı; Kürdoloji Bölümleri’nin açılacağı (bu adım bile atılamadı, daha sonra Yaşayan Diller Bölümü açıldı), taş atan çocuklar, Kürtçe yer adları, yol kontrolleri vb. konularında düzenlemeler yapılacağı açıklandı. Talabani ve Barzani de, AKP ‘açılım’larını desteklediklerini, PKK’nin silahlarını bırakması gerektiğini defalarca açıkladılar.
Demokratik Kürt Mücadelesi ve Tıkanan ‘Açılım’
Bu politikaların en büyük açmazı, Kürt halkının ulusal demokratik mücadelesi ve bu mücadelenin taleplerini dikkate almaması, yani halksız bir çözümü dayatmasıydı. Ama 2009 Newroz’undan yerel seçimlere ve barış gruplarının karşılanmasına kadar, Kürt halkının yürüttüğü mücadele ve ortaya koyduğu tutum, sürecin, Kürt ulusal hareketi bakımından tasfiye olmak bir yana sorunun demokratik çözümü ve eşit haklar mücadelesinde kendi gücüne olan güveni arttıran, dolayısıyla bu mücadeleye güç taşıyan bir süreç olarak ilerlediğini göstermiştir. Dolayısıyla bir yandan ABD emperyalizminin Bölgesel politikaların, ama önemli oranda da Kürt ulusal mücadelesinin egemenlerin sorunu erteleme olanaklarını giderek daraltmasının bir sonucu olarak atılan adımların; hareketi bölmek bir tarafa, Kürt halkının kendi mücadelesine duyduğu güveni perçinlemesi, ‘açılım’ politikasının en önemli açmazı haline gelmiştir. Özetle AKP Hükümetinin 29 Mart yerel seçimleri öncesinde başlayıp bugüne kadar zaman zaman kesintiye uğratarak devam ettirdiği ‘açılım’ politikası, Bölge’de kendine yeni dayanaklar oluşturmaya ve Kürt ulusal hareketini bölmeye hizmet ettiği oranda adımlar atılması anlayışına dayanmakta, ama AKP, ‘barış grupları’nın gelişlerinde yaşanan coşkulu karşılamalar örneğinde olduğu gibi, beklediği sonuçlar ortaya çıkmayınca, adeta gölgesinden korkarcasına geri çekilmektedir. Bu geri çekilişi, DTP’nin kapatılması, içinde BDP’li belediye başkanlarının da yer aldığı yüzlerce Kürt siyasetçinin tutuklanması gibi saldırılar takip etmiştir. Bu politika, özellikle MHP, CHP gibi Kürt sorununda statükocu inkâr politikalarını savunan partilerin şovenizmi kışkırtmasına da ortam sağlamıştır.
Bu değerlendirmeler üzerinden toparlamak gerekirse, ‘açılım’ politikası, Kürt sorununu değil; Kürt hareketini çözmeyi ve bu örgütsüzleştirmenin yaratacağı zemin üzerinden sorunu ‘bireysel haklar’ temelinde çözmeyi amaçlayan bir politika olduğu için tıkanmıştır. Bununla birlikte yaşanan süreç, egemenlerin niyetlerinden bağımsız olarak, sorunun çözüm tartışmalarının daha geniş halk kesimleri arasında yapılmasına ortam hazırlayarak, çözüm olanaklarını da genişletmiştir. Burada mesele, Kürt sorununun demokratik çözümü yönünde mücadelenin ilerletilmesinden mi, yoksa egemenlerin Kürt hareketini baskılayıp tasfiye etmesini amaçlayan bir “çözüm”den mi (ki, bu yöndeki arayışların çözümsüzlüğü derinleştirdiği bugüne kadar yaşananlardan bilinmektedir) taraf olunacağı meselesidir.
Taraf’ın başyazarı Ahmet Altan, “Başbakan Erdoğan’ın Kürt Açılımı konusunda yaptığı konuşmaları hayranlık ve minnetle izliyorum.” demektedir. Köşesinde çokça ‘hümanist’ yazılar yazan Altan’ın bu hayranlığı ‘demokrasi’ ve ‘barış’ seviciliğinden gelmemekte; Başbakan Erdoğan’ın ABD’nin Bölgesel planlarıyla uyumlu bir siyaset geliştirme çabasından kaynaklanmaktadır. Zira liberallerimiz, Bölge’ye “demokrasi ve barışı getirecek güç” olarak emperyalizmi görmekte, emperyalistlerin Bölge planlarında demokratik barışçıl vasıflar keşfetmektedir! İşte Altan’ın ABD’nin başına Obama’nın gelmesi ve yukarıda genel hatlarıyla belirttiğimiz Bölge’deki yeni dönemsel politikası için söyledikleri: “‘Silahlı bir liderlikten’ çok ‘zihinsel bir liderliğe’ talip oluyor. Yöneticilerin kendi halklarına zulmettiği, herkesin herkese baskı yapmaya çalıştığı, sorunların silahla çözümlendiği ‘aptallıklar çağının’ bittiğini ilan ediyor. Bundan sonra akıl, mantık ve vicdan ilişkilere egemen olacak.” (Taraf, 05 06 2009)
Ve yazarımız bu yeni dönemde Türkiye’nin rolünü şöyle anlatıyor: “Türkiye, ‘Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’ üçgeninin ortasında, bu üçgenle tarihî bağları olan 70 milyon nüfuslu bir ülke olarak ‘barış havzası’ olacak. Bu bölgelere barış Türkiye’den yayılacak. Hem bir enerji geçiş merkezi olacağız, hem de huzuru ve barışı biz sağlayacağız. Bu, dünyanın Türkiye’ye biçtiği rol. Bu rolün gerçekleşmesi hem Türkiye için hem de dünya için iyi. Arka arkaya gelişen olaylara bakarsanız, bu durumu daha iyi anlarsınız, Kürt açılımı gündeme girdi, Ermenilerle geçen yüzyıldan kalan sorun çözülüyor.” (Taraf, 14.10.2009)
Altan’ın “dünyanın Türkiye’ye biçtiği rol” olarak tarif ettiği durum, dünyanın egemenlerinin; başta ABD olmak üzere, emperyalistlerin biçtiği roldür. Dolayısıyla Altan’ın ve liberal demokratlarımızın ‘açılım’ savunuculuğunun yüzeyindeki demokrasi ve barış söylemlerini kazıdığınızda karşınıza çıkan gerçek, emperyalistlerin Bölgeyi yeniden yapılandırma/biçimlendirme hesaplarıdır. Bu bakımdan, Altan’ın Erdoğan hayranlığı, aslında emperyalizmin Bölge planlarına ve Erdoğan’ın bu planları sahiplenmesine duyulan hayranlıktan başka bir şey değildir. İşte liberal demokratlarımızın neden birer gözü kara ‘Açılımcı Demokrat’ oldukları sorusunun cevabı, ‘açılım’ politikasının emperyalistlerin Bölge planları ve bağlı olarak Türkiye’ye biçtikleri rolde aranmalıdır. Öte yandan, Taraf üzerinden Genelkurmay/askeriye ile sürdürülen çatışmanın; koparılan onca hengâmenin arka planında da bu egemen güç odaklarının yeni dönemin ihtiyaçlarını (ABD ihtiyaçlarını) anlamaması (daha doğrusu egemenlik güç ve ilişkilerini zayıflatacağı kaygısıyla hareket etmesi) ve statükoda direnmesi yatmaktadır.
2. TARAF’IN 80 YILLIK EŞİTSİZLİĞE “TARAFSIZ” ÇÖZÜMÜ: EŞİT MESAFE DEMOKRATLIĞI!
Açıktır ki, sorun doğru tarif edilmeden doğru çözüm önerilmesi/üretilmesi de mümkün değildir. Ahmet Altan “savaşı Apo’nun başlattığı”nı (Taraf, 19.03.20009) ve “Apo’nun bitirmesi gerektiği”ni söylemektedir. Gerçekten savaşı Apo veya PKK mi başlatmıştır? “Savaşı Apo’nun başlattığı”nı söylemek, Kürt sorununu sadece bir PKK sorunu olarak görmekle aynı anlama gelmez mi?
Peki, öyle mi?
Kürtler, Türklerle birlikte, I.Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan sonra Anadolu’daki işgale karşı yürütülen mücadelenin iki asli unsurundan biriydi. Bu dönem hazırlanan metinlerde, “Anadolu’nun Türklerle Kürtlerin yurdu” olduğu belirtiliyordu. Yine M. Kemal’in Cumhuriyet’in ilanından 9 ay önce söylediği “Başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu(Anayasa) gereğince zaten bir tür yerel özellikler oluşacaktır. O halde hangi livanın(sancağın) halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir” sözleri, Cumhuriyet’in kuruluşu sürecinde, Kürtlerin, Türklerle birlikte ‘kurucu unsur’ olarak kabul edildiğini, birinci ağızdan ortaya koymaktadır. Fakat Cumhuriyet rejiminin bir ‘ulus-devlet oluşturma projesi’ olarak şekillenmesi, iki asli unsurdan biri olan Kürtlerin varlığının inkâr edilmesi ve Türkleştirilmek üzere baskı ve asimilasyon politikalarına tabi tutulmasını beraberinde getirmiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra bu topraklarda yaşayan herkesin ‘Türk’ ilan edilmesi ve bu temelde ‘Türkleştirme’ politikasının güdülmesi, kendilerine verilen sözler yerine getirilmeyerek varlıkları inkâr edilen Kürtlerin, Cumhuriyet rejimine karşı çeşitle ‘kalkışmalara’ girişmesine yol açmıştır. Bugün Kürtlerin 1980’li yıllarda başlayan ulusal mücadelesi de resmi kaynaklar tarafından ‘29. Kürt İsyanı’ olarak adlandırılmıştır. Yani öncelikle Kürt sorunu, Cumhuriyet’in kuruluşu için yürütülen mücadele sürecinde ‘asli unsur’ olarak görülen bir halkın yok sayılması ve bu halkın ulusal hak istemli kalkışmalarının kanla, baskı ve şiddet politikalarıyla bastırılmasından kaynaklanan bir sorundur. Dolayısıyla PKK dahil, bütün Kürt kalkışmaları sorunun nedeni değil, sonucu olarak ortaya çıkmışlardır.
Sorunun nedenlerini ortadan kaldırmadan sonuçlarını ortadan kaldırmaya çalışmak, çözümsüzlüğün devamını savunmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Taraf’ın başyazarı, hem sorunun bir sonucu olarak ortaya çıkan hareketi “savaşı başlatmak”la suçlamakta, bununla da yetinmeyerek, onu, sorunun kaynağındaki politikaları savunan güçlerle aynı kefeye koymaktadır. Altan, sorunun çözümünü istemeyen güçleri şöyle sıralıyor: “Şu anda MHP, CHP, PKK ve devletin bir bölümü bu durumun aynen sürmesini istiyor.” ( Taraf, 13.12.2009)
“Devletin bir bölümü”nden kastedilenin, askeriye (son dönemde buna “yargı” da eklenmiştir) olduğu açıktır; çünkü AKP ‘açılım’ politikasıyla sorunun çözümü, yani Kürt örgütlülüğünün tasfiyesi için canla başla çalışmaktadır! Yazarımız sorunun çözümünü istememe konusunda Kürt hareketini ordu ve şoven partilerle eşitlemekle kalmamakta; bir adım öteye de giderek, PKK’yi, çözümü engellemek için ordu ile işbirliği yapmakla da suçlamaktadır: “Ne zaman bu ülkede ‘askerî vesayet’ sarsılsa, ordu kışlasına doğru çekilmeye başlasa, demokrasi kapıdan başını uzatsa, PKK bir eylem yaparak, silahın, ordunun, baskının güçlenmesini sağlar.
“PKK yönetimi, kendi siyasi hesapları için kendi halkının geleceğini feda etmekten kaçınmıyor, Türk darbecileri kendi iktidarları için Türk halkına ne yapıyorsa, PKK da Kürt halkına aynısını yapıyor.”(Taraf, 11.12.2009)
PKK, silah bırakmaması nedeniyle, Genelkurmay ve şoven partiler gibi, çözümün (yani ‘açılım’ın) karşısında yer alan bir güç olarak tanımlandığına göre, yapılması gereken bellidir. Nasıl ki Taraf; Genelkurmay’ı, CHP ve MHP’yi eleştiriyorsa, PKK ve DTP/BDP içindeki “şahinler” de eleştirilmeliydi. Ama bu eleştiri özellikle içeriden yapılmalı; “şahin”lerle “güvercin”lerin ayrışması sağlanmalıydı. Mesela Yıldıray Oğur, “Bir gün zengin, cesur ve biraz da çılgın bir Kürt işadamı bulunsaydı. Cesur, zeki, itibarlı Kürt gazeteciler bir araya gelseydi. Ve Kürtçe bir Taraf gazetesi çıksaydı. Emin olun Kürt sorunu çok daha çabuk çözülürdü.” (Taraf, 13.09.2009) sözleriyle başladığı “Kürtçe bir Taraf Çıksaydı” başlıklı yazısında, “Kürt cephesinin Taraf’ı olmamasının ‘Kürt sorununun çözümünün önündeki en büyük engellerden biri’ olduğunu” söylüyor. “TSK’yı eleştiren Türk Taraf’ı” gibi, “PKK’yi eleştiren bir Kürt Taraf’ı olursa” mesele çözülecek, Oğur’a göre: “Türkçe Taraf’ta, savaşa devam diyen Baykal’a, Bahçeli’ye, Başbuğ’a nasıl başlıklar reva görülüyorsa, Kürtçe Taraf’ta da savaşla tehdit eden Emine Ayna’ya, PKK liderlerine o başlıklar atılsın.” Uyguladıkları inkâr ve imha politikalarıyla Kürt sorununda çözümsüzlüğü dayatanlarla bu çözümsüzlük politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıkan ve sorunun demokratik haklar temelinde çözümünü isteyenleri; yani 80 yıllık eşitsizlik denklemin taraflarını bir çırpıda eşitliyor Yıldıray Oğur. Ama hakkını yemeyelim, Yıldıray Oğur doğru söylüyor, Kürtçe bir Taraf çıkarmak için zengin; geleceğini emperyalizmin Bölge politikalarında arayan “cesur ve çılgın” bir Kürt’e/Kürt burjuvalarına ihtiyaç vardır.
Bugün bir ‘Kürt Taraf’ı olmadığı için, bu işi yapmak, en azından şimdilik, yine ‘Türk Taraf’ına düşüyor. 2009 Mayıs’ında Çukurca’da 6 askerin öldüğü mayın saldırısından sonra Ahmet Türk’ün “PKK ve ordunun çatışmaları karşılıklı olarak sonlandırması” çağrısını, Taraf başyazarı “PKK’yi eleştirmesi nedeniyle umut verici bir açıklama” olarak sahiplenmiş; Taraf’ın köşe başını tutan diğer yazarı Yasemin Çongar ise, 29 Mayıs tarihli yazısında, Ahmet Türk’ün çağrısını tek yönlü bir çağrı gibi gösterip, Türk’ün “PKK’nin ellerini tetikten çekmesi” çağrısı yaptığını yazmıştır. Taraf yazarlarının, Ahmet Tük üzerinden Kürt hareketini bölmek için gayrette kusur etmedikleri ortadadır: “Kürt siyasetçiler arasında Ahmet Türk, hem Kürtlere hem Türklere güven veren saygıdeğer ve samimi duruşuyla ‘barış’ için çok uğraştı ama PKK’ya ve savaşçı Kürt siyasetçilere doğru yolu göstermeye gücü yetmedi.” (Ahmet Altan, Taraf, 19.12.2009) Oysa aynı Ahmet Türk, daha sonra kendisi üzerinden hareketin bölünmesi girişimlerini boşa çıkardığı için partisi kapatılmakla kalmadı; milletvekilliği de düşürüldü. Üstelik Taraf’ın “barış sürecini savunan tek parti” olarak tarif ettiği AKP de, hükümet olarak parti kapatmayı ortadan kaldıracak yasal düzenlemeleri yapmak yerine, İspanya’nın Bask bölgesindeki Herri Batasuna’yı örnek vererek, “DTP’nin kendi yaptıklarının sonuçlarına katlanması gerektiği” söylemini kullanmıştır.
Gelinen nokta, ‘açılım’ politikasını savunmanın, ‘açılım’ı sorunun tek çözüm yolu olarak görmenin kaçınılmaz sonucudur. Kürt sorununun demokratik tarzda çözümü ortamının yaratılması için çift taraflı ateşkes, siyasi genel af, bölgesel ve yerel özerklik, ayrımcılıktan arındırılmış eşitlikçi-demokratik bir anayasa, anadilde eğitim istemek ile Kürt halkının varlığını ve her türlü hakkını yok sayan ırkçı-şoven politikaları savunmak aynı kefeye konulmaktadır. PKK için yapılması gereken tek bir şey kalmaktadır; silahları koşulsuz bırakmak ve çözümü AKP’nin ‘açılım’larına, Taraf yazarlarının tam bir güven duydukları “iyi niyetine” terk etmek!
3. TARAF’IN EN HARBİ ‘AÇILIM’CISI EMRE USLU: ‘AÇILIM’ İÇİN TASFİYE ŞART!
Yukarıda da söyledik; ‘açılım’ politikası, esas olarak, Kürt ulusal hareketi ve mücadelesinin (ve bu arada anadilde eğitimden anayasal eşitliğe kadar her türlü siyasal hak talebinin) tasfiyesi/etkisizleştirilmesi, bağlı olarak da sorunun ülke egemenlerinin inisiyatifinde ‘bireysel kültürel haklar’ çerçevesinde çözümünü öngören bir politikadır. Bu bakımdan ‘açılım’, bir taraftan sorunun dünden daha ileriden tartışılmasını sağlaması ve çeşitli demokratik düzenlemelerin gündeme getirileceğinin belirtilmesine rağmen, öbür taraftan Kürt hareketinin baskılanması/etkisizleştirilmesi arayışıyla kol kola yürütülen bir süreçtir. Geçtiğimiz günlerde AKP’nin Diyarbakırlı Tarım Bakanı Mehdi Eker’in, BDP’li belediye başkanlarının aralarında bulunduğu Kürt siyasetçilerin elleri kelepçelenerek adliye önünde tek sıra halinde dizilmesini eleştirenlere karşılık yaptığı “Dün JİTEM öldürüp köprü altına atıyordu. Kelepçeye şükretsinler.” açıklaması; ‘açılım’ politikasından Kürt halkının örgütlü güçlerinin payına düşeni çok açık olarak ortaya koymaktadır.
Taraf yazarlarının hemen hepsi, ‘açılım’ı, Kürt sorununun çözümünü ve ülkenin demokratikleştirilmesini sağlayacak bir proje olarak görüyor/gösteriyor ve bu temelde sahiplendiklerine dair değerlendirmeler yapıyorlar. Hatta DTP/BDP’ye karşı sürdürülen ve legal Kürt hareketinin içindeki KCK yapılanmasına yönelik yapıldığı belirtilen baskı ve tutuklamaların “açılım’ın baltalanması” anlamına geldiğini söylüyorlar. Oysa Taraf’ın emniyet kökenli yazarı Emre Uslu, ‘açılım’ ile Kürt hareketine karşı yapılan KCK (Koma Civaken Kurdistan) operasyonlarının kol kola yürütülen/yürütülmesi gereken süreçler olduğunu açık açık söylüyor: “KCK’nın varlığı, derin devletin Açılım sürecini baltalamasına imkân tanıyor ve risk oluşturuyor. Açılımda ilerleme sağlandığında, KCK devreye sokularak süreç baltalanıyor. Dolayısıyla KCK’nın bitirilmesi Açılım sürecinin sağlıklı ilerlemesiyle doğrudan ilgili (…) Bu canlı bir süreç ve zaman zaman bu yapılanmaya yönelik operasyonlar yapılacak ve yapılmalı da.” (Emre Uslu, Taraf, 26. 12. 09)
Uslu, ayrıca Mart ayının başlarında Belçika ve Almanya’da Roj TV ve Kürt kurumlarına karşı yapılan operasyonların arkasında ABD’nin olduğunun altını çizdiği “Avrupa’daki PKK Operasyonları Ne Anlama Geliyor” adlı yazısında, ‘açılım’ politikasının ABD’nin Bölgesel amaç ve çıkarlarıyla ilişkisini de ortaya koyuyor: “Obama, ABD’nin PKK’yı terör örgütü olarak tanıdığına vurgu yaptıktan sonra, PKK’nın Irak için de bir istikrarsızlık olduğuna vurgu yapıp, Erdoğan ile görüşmesinde, PKK sorununu ele almada, ‘yakın işbirliği içinde olunmasını’ konuştuklarını ifade etmişti (…) Türkiye’yi de içine alan yeni dünya anlayışında PKK’nın silahlı mücadelesinin yeri yok. Bunun için de PKK silahtan, ya gönüllü olarak ya da zorla, a-rın-dı-rı-la-cak. Operasyon tekniği açısından bakıldığında, Avrupa’da yapılan bu tip operasyonlar domino etkisi yapar. Bir anlamda PKK’ya karşı bir güvenlik ve operasyon kültürünün oluşmasına yardımcı olur. Bu açından yapılan operasyonlar başka ülkelerde de yeni operasyonların tetikleyicisi olacaktır. PKK artık çemberin daralmaya başladığını görmek durumunda. Uluslararası dengelerde bir değişiklik olmazsa –İran’a yönelik bir askerî müdahale gibi– PKK’nın işi oldukça zor ” (Taraf, 06 03 2010)
Askeri darbe döneminde nasıl ki, toplumun bütün örgütlü kesimleri hedef alınarak dağıtılmış ve neo-liberal politikaların uygulanmasına uygun ortam sağlanmışsa, işte bugün de ‘açılım’ politikasından Kürt halkının örgütlü güçlerinin payına düşen de budur. Burada tekrar ‘açılım’ politikası konusunda bizim söylediklerimiz ve gerici şoven çevrelerin karşı çıkışları arasındaki farkı kalın çizgilerle belirtmek gerekiyor: Gerici şoven güçler, ‘açılım’ politikası ve üzerinden sürdürülen tartışmalara, Kürtlerin varlığının tanınması ve bu temelde bazı düzenlemeleri (TRT Şêş’in yayına başlaması ve Kürdoloji bölümlerinin açılacağının belirtilmesi gibi) gündeme getirmesi nedeniyle karşı çıkmaktadır. Bizim itirazımız ise, Kürt ulusal hareketini, Kürt halkının ulusal mücadeledeki temsilcilerini muhatap almadan ve bu mücadelenin ulusal taleplerini dikkate almadan ‘bireysel haklar’ çerçevesinde bir çözümü öngörmesi ve bağlı olarak Kürt halkının örgütlü kesimlerini hedef alan bir politika olmasınadır.
Taraf yazarları, Kürt sorununun çözümü ve demokratikleşmenin ‘açılım’ politikası ve uygulayıcısı AKP Hükümeti’nin eliyle sağlanabileceğini vaaz etmekte, dolayısıyla barış ve demokrasi isteyen bütün halk kesimlerini AKP’nin arkasında saf tutmaya çağırmaktadır. Biz ise, demokratik çözümün ancak Kürt halkı ve bütün emek-demokrasi güçlerinin birliği ve mücadelesinin ilerletilmesiyle sağlanabileceğini söylemekteyiz. Dolayısıyla ‘açılım’ üzerinden Kürt sorununun tartışılmasına değil, bu politika ile öngörülen/dayatılan “çözüm”e karşıyız.
DEMOKRATİKLEŞMENİN DAYANAĞI HALK GÜÇLERİNİN MÜCADELESİDİR!
Meselenin özü, liberal demokratların demokratikleşme mücadelesinin temel dayanağı olarak neyi gördüklerinde düğümlenmektedir. Taraf yazarları, ‘Ergenekon Davası’ sürecinde olduğu gibi, ‘açılım’ konusunda da, demokratikleşme mücadelesini, egemen güçler arasındaki sürtüşme ve çatışmaya bağlamakta ve demokrasi isteyen güçleri, AKP arkasında saf tutmaya çağırmaktadır. Bunlara göre, Ergenekon Davası sürecinde, bütün toplum kesimleri AKP’yi desteklerse, darbeciler tasfiye edilecek ve ülkeye demokrasi getirilecekti. Oysa sınıf partisi ve demokrasi güçleri, Ergenekon davasını, davayı “AKP’ye karşı darbe girişimi” sınırları içinde tutmak isteyen yürütücülerinin niyetlerinden bağımsız olarak, demokrasi mücadelesi bakımından önemli gördüklerini açıklamış, ama davanın karanlık suç örgütlerinin açığa çıkartılması ve demokratikleşme mevzisine çekilmesi için bütün halk güçlerinin müdahilliğinin önemine dikkat çekmişlerdir. Bugün, 90’lı yıllarda Bölge’de ve ülkenin çeşitli kentlerinde gerçekleştirilen binlerce karanlık olay ve cinayetin adresi olan JİTEM ve kontrgerillanın Veli Küçük’ten Arif Doğan’a, Atilla Ersöz’den Atilla Uğur’a ve Levent Ersöz’e kadar birçok önemli ismi Ergenekon davası sanığı durumunda olmalarına rağmen, bunlar, sadece “AKP’ye karşı darbe girişimleri” nedeniyle yargılanmaktadır. AKP’li Bakan Mehdi Eker “JİTEM’in insanları öldürüp köprü altına attığı”nı söylemekte, ama ordunun JİTEM’in varlığını hala kabul etmemesi karşısında, AKP Hükümeti’nin hiçbir girişimi bulunmamaktadır. Ötesinde Bölge’de yürütülen ‘özel savaş’ döneminin mağdurlarının Ergenekon Davası’na müdahillik başvuruları bir bir reddedilmiştir.
Özetle, Ergenekon Davası’nda bugüne kadar ne Bölge’de işlenen karanlık cinayetlerin, ne de Özel Harp Dairesi’nin Türkiye’nin NATO’ya girdiği günden bu yana halka karşı işlediği suçların ortaya çıkarılması konusunda herhangi somut bir gelişme olmamış; AKP’nin demokratlığı bu davayı kendi politik hesaplarına göre kullanmanın ötesine geçmemiştir. Bütün bunlara karşın, Taraf yazarları, AKP’yi eleştirmek şöyle dursun, PKK ile Ergenekoncular arasında ‘derin’ ilişkiler olduğu vb. söylemler üzerinden, Kürt halkını ve demokrasi ve barış isteyen halk güçlerini AKP dışında ‘güvenilir’ bir odak olmadığına ikna etmek konusunda gayretlerini sürdürmüşlerdir.
AKP’nin gerek Ergenekon Davası ve gerekse ‘açılım’ sürecinde ortaya koyduğu “kendine Müslüman” “demokratikleşme”yi, kendi politik mevzisini/durumunu güçlendirmek için kullanmanın ötesine gitmeyen tutumuna rağmen, liberal demokratlarımız için halk güçlerinin bu mücadeledeki rolü, AKP’yi destekleyip cesaretlendirmekten ibarettir. Hatta emek ve demokrasi güçleri, TEKEL işçilerinin güvencesiz çalıştırılmaya, işsiz bırakılmak istenmelerine karşı Ankara Direnişi örneğinde olduğu gibi, AKP’nin dayattığı politikalara karşı mücadele ettiklerinde ise, en hafifinden Ergenekoncuların, darbecilerin oyunlarına alet olmaktadırlar! İşte Taraf’ın ‘İş ve Sosyal Güvenlik Dünyası’ köşesinin yazarı Ramazan Çanakkaleli’nin TEKEL işçilerinin eylemi konusunda söyledikleri: “Ne kadar marjinal grup varsa Tekel işçilerine destek adı altında oraya gitti (…) Kim bilir belki birileri demokratik yolla değiştirmedikleri iktidarı demokrasi dışı yollarla değiştirme için TEKEL işçilerinin eylemini bir fırsat olarak görmek istiyordur.” (Taraf, 01.02.2010)
Oysa TEKEL Direnişi, Taraf yazarının iddia ettiği gibi, demokrasi karşıtı güçlere fırsat sunmak bir yana, düne kadar milliyetçi-şoven kışkırtmalar nedeniyle birbirlerine önyargılı yaklaşan Türk-Kürt her milliyetten işçi ve emekçilerin ortak mücadele duyguları üzerlerinden birbirlerinin dillerine, kültürlerine saygıyı, işçiler arasında kardeşleşmeyi sağlamıştır. Bunun da ötesinde, egemen güç odaklarının kamplaşmalarına yedeklendikleri için düne kadar birbirlerinin yanına yaklaşmayan sendikaların, ortak sorunlar, talepler konusunda birlikte hareket etmelerinin önünü açmıştır. Ama Taraf’çı liberallerimiz için işçi sınıfı ve emekçiler “tarihsel rollerini çoktan tamamlamış oldukları için”, kendilerine dayatılan neo-liberal politikalara, güvencesiz çalıştırmaya karşı mücadelede birleşmeleri, olsa olsa hükümete karşı bir ‘tertip’ olabilir! Tekel işçisine saldırmayı da demokratizmin nişanesi olarak gören liberallerimizin gerek Kürt sorunu gerekse genel olarak demokrasi mücadelesi karşısındaki pozisyonlarının alçaklığı buradan da ibret vericiliğiyle görünmektedir.
Özetle liberal demokratlar, Ergenekon Davası’ndan, TEKEL direnişine ve ‘açılım’ politikasına kadar ülkedeki meselelere halkın çıkarları üzerinden değil; egemen güçler arasındaki kamplaşmanın içinden bakmakta ve halkı bu kamplaşmada taraf olmaya çağırmaktadır. Onlar, Ergenekon davasını da, ‘açılım’ politikasını da, “dünyanın (emperyalistlerin) Türkiye’ye biçtiği rol”ün bir sonucu olarak görmekte ve her türlü barışçıl, demokratik söylem üzerinden halkında çıkarına olduğunu söyledikleri bu süreci, esas olarak ülkenin emperyalizmin Bölge politikalarıyla uyumlu hale getirilmesinin bir gereği ve sonucu olarak görüp sahiplenmektedirler. Bu bakımdan birer ‘açılımcı demokrat’ olan Taraf’çı liberallerimiz için ‘açılım’ politikasının Kürt sorununu çözecek bir proje olarak sahiplenmesinin arkasında, ABD’nin bu süreçteki rolü belirleyici olmaktadır. Ve yine onlar, Irak’tan çekilme sürecinde PKK’yi kendileri için istikrarsızlık yaratacak silahlı bir güç olarak gören ABD’nin ve bu temelde “Bu süre zarfında Kuzey Irak’taki PKK sorununun bitirilmesini arzu ediyoruz” ve “Avrupa ülkelerine de, ‘PKK, bir NATO müttefiğine saldıran bir grup. Siz de bizim gibi adım atın’ diyoruz” (ABD Türkiye Büyükelçisi James Jeffrey; Taraf, 24.10.2009) açıklamalarını yapan ABD Ankara Büyükelçisi’nin bakış açısıyla görmekte; PKK’nin silahsızlandırılması/tasfiyesi üzerinden Kürt sorununun çözülebileceğini söylemektedirler.
Oysa 2010 Newroz kutlamaları, Kürt sorununun çözümünü Kürt ulusal hareketinin tasfiyesi/çözülmesinde görenlere Kürt halkının milyonlarla alanlara çıkarak yanıt verdiği bir gün olmuş ve halkı hesaba katmayan hiçbir “çözüm” arayışının başarılı olamayacağını bir kez daha göstermiştir. Bugün demokrasi, barış ve insanca yaşam, sadece Kürt halkının değil; işçi sınıfı, Türk ve her milliyetten emekçilerin ortak talebi olduğuna göre, yapılması gereken, Kürt halkının Newroz’da ortaya koyduğu mücadele birikiminin, bu güçlerle, TEKEL işçilerinin mücadelesi sürecinde tüm halk güçlerinin ortaya koyduğu birlik ve dayanışma örneğinde olduğu gibi, birleştirilmesidir. Demokratik çözümü yaratmanın, egemenleri barışa zorlamanın yolu da buradan geçmektedir. Çünkü ‘barış’ ve ‘demokrasi’ laflarının herkesin ağzında dolaştığı günümüzde, söylenen güzel sözlere değil, bu sözlerin arkasına gizlenen hesap ve çıkarlara; bunun da ötesinde, mücadelenin temel dayanağı olarak kimin/neyin görüldüğüne bakmak gerekmektedir. Taraf, sözde darbelere ve darbecilere karşı ‘bayrak’ açarken, diğer bir egemen güç odağı olan AKP’ye ve ona Bölgesel roller biçip destekleyen emperyalistlere yaslanmakta; halk güçlerine de, sürecin öznesi olarak değil, destekçisi/yedeği olarak (mesela halk önümüzdeki seçimlerde AKP’ye oy vererek demokratik bir anayasa yapılmasını destekleyebilir!) roller biçmektedir. Oysa emek ve demokrasi güçleri, egemen güçler arasındaki kamplaşma ve mücadelenin (ve bu arada Taraf’ın “askeri vesayete” karşı yaptığı yayınların) demokrasi mücadelesi bakımından sunduğu olanakları göz ardı etmemekle birlikte, sadece bu kamplaşma ve çatışmadan Kürt sorununun çözümünün ve demokratikleşmenin sağlanamayacağını; demokratik çözümün asıl öznesinin halk güçleri ve onların mücadelesi olduğunu vurgulamaktadır. Bu bakımdan Kürt sorununun çözümü, demokrasi ve barış konusunda söylenen güzel sözlerin altı kazındığında, ‘açılımcı demokrat’ Taraf ile demokrasi güçleri arasındaki mesafe, ABD ve işbirlikçisi egemen sınıfların çıkarları ile halk güçlerinin çıkarları arasındaki mesafe kadardır.