Türkiye genel seçimlere gidiyor. Gürültülü patırtılı bir seçim süreci yaşanıyor. Kürt halkı ve Emek Demokrasi Özgürlük Bloğu bir yana, sömürülen yığınlara sirayet eden fazla bir heyecanın hissedilmediği seçim dönemi, belirgin biçimde TV kanallarındaki yansımalarıyla AKP ve CHP tarafından “hızlandırılmış eğitim” türünden bir günde üç tanesi birden düzenlenen mitinglerde Erdoğan’la Kılıçdaroğlu’nun neredeyse salt kişisel çekişmesine konu oluyor. Arada MHP’den Bahçeli’nin de katılmasıyla renklenen çekişme, kasetlerle çekici kılınmaya çalışıyor.
Tartışılanlar incir çekirdeğini doldurur türden değil. Tam bir “sen-ben” kavgası ve ağız dalaşı, emeğiyle geçinmeye çalışanları kendi belli başlı sorunlarından koparıp düzen partilerine oy deposu olarak hizmet etmeye razı olmalarını sağlamak üzere ısrarla sürdürülüyor. Ne işsizlik belası ve çalışma yaşamıyla ilgili sorunlar, ne süreğen halde büyüyen yoksullaşma ilgilendiriyor burjuva partileri ve şeflerini; ne de çözümsüzlükleri içinde artık tamamen kangrenleşmiş demokratikleşme ve belli başlı dayanaklarına ilişkin sorunlar. En çok “ben çözerim” deyip yığınların buna inanmalarını istiyorlar. Bir ucundan halkın kendi kendisini yönetme isteğinin, en çok Kürtlerde görülmek üzere bu yöndeki taleplerinin ortaya çıkıp gelişmekte olduğunu görmezden geliyor, üstünü örtmeye çalışıyorlar.
Bloksa bu eğilimin ete kemiğe bürünüşü olarak ortaya çıktı ve onu büyütüyor. Bu seçimi diğerlerinden farklı kılan da bu. Her zamanki sıradan seçimlerden birini yaşamıyoruz. Hem emeğe ve haklarına ilişkin gittikçe içinden çıkılmaz hal alan ve Mısır benzeri “patlayıcı madde stokları” birikimine yol açan tahammül sınırlarını zorlayan pervasızca dayatmalar, hem de özellikle Kürt sorununun çözümsüzlüğünün patlama noktasının sınırlarına taşıdığı tüm ülkeyi etkisi altına alan basıncı olağanüstü yüksek atmosfer “eskisi gibi gitmesini” olanaklı olmaktan fazlasıyla çıkarıyor. Kürt sorununun artık böyle gitmeyeceğine inananların sayısı hızla artıyor. Alevilerin haklarıyla birlikte inkar edilmesinin sürdürülebilirliğine inananların sayısı da. Laikliğin, laikçilik biçimiyle bugüne kadar olduğu gibi uygulanmaya devam edilebileceğine de öyle. Hele tüm bu sorunların ortasında başlıca sorunun “başkanlık sistemine geçilmesi” ya da “kolluk kuvveti” baskısı ve zoruyla dayatmaların artırılması ihtiyacı olduğuna inanacak ve inandırılabilecek kişi bulmak zorlaşıyor.
Seçimler, parlamento “ahır” olmaktan çıktığı ya da bu yoldan Türkiye halklarının kurtuluşu olanaklı olduğu için değil, ama bu nedenle özel bir önem kazanmış durumda ve artık olan bitenden ve sınıf mücadelesi ve gelişmesinden en küçük bir şey anlamayanlar, çeşitli ulus ve milliyetlerden sömürülen halk yığınlarının birleştirilmesi yerine, başlıca ihtiyacın “kendimizi saymak”, “solun bağımsız duruşunu göstermek” ya da “birer aldatma aracı” olan parlamento ve seçimlerin “boykot edilmesi” olduğunu ileri sürebilir. Blok etrafında toparlanmakta olan halkın en ileriden birliği ve seçimlerden güçle çıkması geleceğin iyi bir hazırlığı olacaktır.