Türkiye’de uygulanan neo-liberal politikalar sonucunda doğal yaşam alanlarımız hızla sömürü çarkının içine sokulmaya çalışılıyor. Dünya Bankası ülkelerin ekonomik yapılarını incelerken “doğa sermayesi” adı altında yeni bir kavram geliştirdi. Teorize edilmesi bakımından yeni sayılabilecek bu bakış açısı, dış borç yükü altındaki bizim gibi ülkelere dayatılınca, doğal alanlarımız, tarım alanlarımız ve su havzalarımız hızlı bir talan sürecine sürüklenmektedir.
Öte yandan, gelişmiş kapitalist devletlerin doğayı ve yaşam alanlarını kirleten teknolojileri yine bizim gibi geri bıraktırılmış ülkelere kaydırmaları, özellikle enerji alanındaki yatırımların hızla artmasına yol açtı. Art arda çıkarılan ve çıkarılmaya çalışılan birçok yasa, bu talanın gerçekleşebilmesi için alt yapı oluşturmasına hizmet etmektedir. YEK (Yenilenebilir enerji Kaynakları) yasası, 2B orman yasası, tohum yasası, kıyı yasası, mera yasası, biyolojik çeşitliliği ve tabiatı koruma yasası ile torba yasa, aynı kapsamdaki gelişmeler olarak göze çarpıyor. Şu an ülkemizde 50’yi aşkın termik santral lisanslarının dağıtılmış olması, 2000’i aşkın HES projesi, katı atık yakma ve enerji üretme tesisleri, çimento fabrikaları, tersane adı altında hayat geçirilmeye çalışılan gemi söküm tesisleri ile nükleer santral yatırımları, doğal alanlarımızın sömürüye açılmasının en büyük göstergeleri.
2008 yılında ABD’de olan en önemli 10 olayı inceleyen New York Times’ın, 2009 başında çıkan sayısında, Obama’nın başkan olması ve 100 adet termik santral lisansının iptal edilmesini kapak sayfasından girerek haber yapması dikkatleri çekmişti. 2008 yılıyla birlikte Türkiye’de 50 yi aşkın termik santral lisansı dağıtılmış durumda. Katı atık yakma ve enerji üretim tesisleri ise, dikkat çeken bir diğer gelişmedir. AB ülkelerinde ciddi tepkiler nedeniyle kapatılma tehdidi içindeki bu tesisler, Türkiye’de, tüm iller bazında tek teşvik alan yatırımlar olarak gözümüze çarpıyor. Atıkların bertarafı kapsamında değerlendirilen bu tesislerin en büyük özelliği, her türlü (tıbbi, kimyasal, nükleer vb.) atığı yakarak, enerji üretmektir. Yakıt maliyeti hiç olmayan, hatta yakıt için toplanan atıkları ücret alarak yakan ve bu yolla bedava enerji üreten bu tesisler, çok ciddi çevresel sorunlara yol açmakta, bacadan çıkan gazları ve toprağa karışan atıkları da, çok yüksek oranda kanserojen maddeler içermektedir.
Maden arama ve üretim sahaları da, ülkemiz topraklarının yarısını aşkın alanda, özellikle koruma alanlarımızda bulunması nedeniyle, yukarıda sözünü ettiğimiz yasaların asıl hedeflerinden birini teşkil etmektedir. Özellikle altın madenciliği yatırımlarına karşı ülkemizin değişik yerlerinde yoğun tepkilere yol açan bir süreç yaşanmaktadır. Altın madenciliğinin dikkat çeken bir yanı, Avustralya’nın yanı sıra, yoğun olarak Kanada firmalarının bu işte yer almasıdır. Kanada, dünyada ilk önce altını fon haline getirip, altın borsalarının oluşumunu sağlayan özelliği bakımından çok önemli bir ülkedir. Kanadalı firmalarınsa, borsalarda yarattıkları manipülasyon yolu ile hareket sağlayıp kârlarını yükselttikleri bir gerçektir. Spekülatif haberlerle dünyanın değişik ülkelerinde, özellikle de ülkemizde ‘altın bulduk’ gibi haberler yapıp, borsadaki fiyatlarının yükselmesine hizmet eden bir çizgi izlemekteler. Ülkemizde altın çıkarmaktan çok bu yanıyla bulunduklarını görmekteyiz. Ayrıca Türkiye’de çıkan madenin sadece %2’sinin vergi olarak ödendiği ve bu %2’lik kısmın da beyana göre işlem gördüğünü düşündüğümüzde, bu yatırımlardan ciddi kârlar da sağlamaktalar. Kanada’da ve gelişmiş diğer kapitalist devletlerde siyanürle altın ayrıştırılmasının yasak olması, ülkemizdeyse serbest olması, bu altıncıların ilgisini çok daha fazla çekmektedir.
Tarihi SİT alanlarında yapılmak istenen barajlar sorunu, hükümetin talanda sınır tanımadığının bir başka göstergesidir. Allianoi ve Hasankeyf gibi ileriye taşınması gereken tarihi kültürel değerlerimizin, hükümetçe sunulan gerçek dışı beyanlarla ve mahkeme kararlarına karşın baraj suları altında bırakılacak olması, bunca baraj ve HES “hassasiyeti”, bunca yüklenme bu konunun altında ciddi rantların yattığına işaret ediyor. Gözleri dönmüş sermayenin ve onun temsilcilerinin rant için yapmayacakları şey ve söylemeyecekleri yalanın olmadığını bu örneklerden de çok rahat biçimde görebiliyoruz.
HES’ler, enerji ihtiyacına cevap verecek yatırımlar olarak lanse ediliyor. Oysa, bu gerçek dışı bir söylem. SANKO patronu, bir açıklamasında, “akarsuları evlere taşıyacağız” diyerek, buradaki gerçek niyeti açığa çıkarmaktadır. HES projelerinin tamamının enerji üretmek adına yapıldığı ifade edilse de, su kullanım hakları bu şirketlere 49 yıllığına peşkeş çekilerek, birinci kalitede içme suyu olan bu kaynaklar, altın tepside sermayeye sunuluyor. Küresel ısınma ve hızlı nüfus artışı nedeniyle su sıkıntısının önümüzdeki süreçte artacağı bir gerçek. Emperyalist kapitalist sistem suyu kontrol altına alıp, petrol boru hatları gibi taşınabilir hale getirerek, ticari bir meta haline dönüştürmektedir.
“Kentsel dönüşüm projeleri” adı altında, İstanbul ve diğer metropollerde dayatılan talan politikaları gereği, birçok insan yaşam alanlarından uzaklaştırılıp, adeta sürgüne gönderilmektedir. Boşaltılan rant miktarı yüksek bölgeler, sermayenin ihtiyacına göre paylaşılmaktadır. İMP (İstanbul Metropolitan Planları) nedeniyle, İstanbul’da kurulu bulunan sanayinin Marmara bölgesinin değişik yörelerine, özellikle Trakya’ya yayılmak istenmesi de, ayrı bir rant projesi olarak karşımıza çıkıyor. Bu planlar, Trakya’da birinci sınıf tarım arazilerinin sanayiye kurban edilmesiyle, ülkemize dayatılan ve hükümetçe uygulanan tarım alanlarımızın yok edilme sürecini hızlandırmaktadır. CHP’li belediyelerce de desteklenen bu sürece en iyi örnek, Edirne Belediyesi’nin gerçekleştirdiği 1/25.000’lik planlarda gözümüze çarpıyor. 1/100.000’lik İMP dayatmasını, oluşan rant alanları bakımından kabul eden Edirne belediyesi örneğinde, AKP ve CHP’nin rant için nasıl uzlaştıklarını izliyoruz. Kırklareli ve Tekirdağ Belediyeleri de, bu planlara uygun 1/25.000’lik planlar üzerinde çalışmaktadır. Trakya’nın su havzalarından da, devasa büyüklükteki boru hatlarıyla İstanbul’a su taşınarak, Trakya’nın tarım ve su kaynakları hızla talan edilmektedir.
Hükümet’in Çevresel Etki Değerlendirme Yönetmeliği ile İstanbul 3. Boğaz Köprüsü, Gebze-Orhangazi-İzmir Otoyolu, Akkuyu Nükleer Santrali gibi, çevresel etkileri son derece büyük olacak önemli projeleri ÇED’den muaf tutma girişimi, şimdilik yargıya takıldı. Danıştay İdari Davalar Genel Kurulu’nun, yönetmeliğin iptali ile ilgili açılan davada, geçici 3. Madde’nin yürütmesini durdurması, yukarıda sayılan projeler için ÇED sürecinin yapılmasını zorunlu hale getirdi. Bu ve benzeri çevresel konularda mahkemelerden çıkan hukuki bazı kazanımlara karşı hükümet, “hukukun arkadan dolanılması” olarak tanımlanan yol ve yöntemler izleyerek, sermayenin önündeki bütün pürüzleri temizleme çabası içinde oldu. Son karara karşı gösterecekleri refleksin, bundan önceki hukuki kazanımlara karşı gösterdiklerinden farklı olmayacağını şimdiden söyleyebiliriz.
27 Şubat 2011 günü İstanbul Maltepe’de bulunan Türkan Saylan Kültür Merkezi’nde bir sempozyum gerçekleştiriliyor. Bu sempozyumda, kentsel dönüşüm ve İMP planları etraflıca tartışılacak. Bu sempozyum, talan politikalarına karşı neler yapılabileceğinin kararlarının alınmasına yardımcı olacak bir toplantı olarak önem taşımaktadır.
Yaşam alanlarının talanına karşı daha yüksek bir algıyla soruna sahip çıkabilmesini sağlamak, sınıf hareketi ile çevre hareketlerinin birleştirilmesini ve emperyalizme, sermaye ve rantçılığına karşı anti-kapitalist bir çizgide mücadeleye ivme kazandırılmasını zorunlu kılmaktadır.