Emperyalizm kavramı, Marksist teori içinde, kapitalizmin 19. yüzyılın son çeyreğinde belirginleşen yeni eğilimlerini tanımlamak üzere gündeme gelmiş, 20. yüzyıl boyunca sosyalist teori ve pratiğin temel eksenlerinden birisini oluşturmuştur. Belki de tam da bu nedenle burjuva ideolojik hegemonyanın üretim merkezlerinden birisi olarak işlev gören akademik dünyada, nesnel bir olguyu tanımlayan bilimsel bir kavram olarak değil, siyasal bir hattı sembolize eden bir slogan olarak görülmüş ve kullanımından uzak durulmuştur. 1960’larda sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş savaşlarının ve sosyalizmin artan prestijinin etkisiyle bu tutum sınırlı ölçüde de olsa kırılmış ve azgelişmiş ülkelerin üzerindeki emperyalist sömürü ve denetim mekanizmaları, bu ülkelerin emperyalist bağımlılık ilişkilerinden koparak bağımsız bir kalkınmaya nasıl yönelebileceği sorunu etrafında üniversite çevrelerinde önemli tartışmalar yaşanmıştır.
Emperyalizm kavramı 1970’li yıllarda yeniden güç kazanan burjuva ideolojik hegemonyanın etkisi altında yeniden unutulmaya yüz tuttu. Bu dönemde kapitalizmin uluslararasılaşmasının yeni bir ivme kazanması ve sermayenin neoliberal politikalar aracılığıyla büyük bir hareket kabiliyeti kazanması, küreselleşme denilen metafizik bir kavramla açıklandı. Uluslararası kapitalizmin ideolojik merkezini oluşturan Anglo-Sakson dünyasında geliştirilen bu kavram gelişigüzel seçilmemişti. Küreselleşme terimi çelişkisiz ve pürüzsüz, ulusal sınırların ve ulusal düşmanlıkların önemini kaybettiği, bütün ulusal ekonomilerin karşılıklı bağımlılığı temelinde işleyen bir dünya sistemi tasvir ediyordu. Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da sosyalist geçmişten koparak bürokratik devlet kapitalizmine dönüşmüş bulunan rejimlerin yıkılmasıyla liberal kapitalizmin insanlığın gelişimindeki nihai evre olduğu yolundaki teorilerle desteklenen küreselleşme propagandası 1980’li ve 90’lı yılların düşünce dünyasını teslim almayı başardı.
1990’lı yıllarda küreselleşme propagandası, kapitalizmin kaçınılmaz gerçekleri olan iktisadi krizler ve emperyalist müdahalelerle itibar kaybetmeye başladı. I. Körfez savaşı, Yugoslavya’daki NATO bombardımanları, etnik boğazlaşmalar, Ruanda’da dünyanın gözleri önünde emperyalist güçlerin kışkırttığı soykırım, Asya krizi ve tüm dünyada emekçilerin yaşam koşullarının giderek artan ölçüde piyasanın acımasız kurallarının denetimine girmesi, IMF ve Dünya Bankası politikalarıyla azgelişmiş dünyanın giderek derinleşen yoksulluğu küreselleşme kavramı etrafında inşa edilen büyülü modelin cilasının dökülmesine yol açtı. Ancak küreselleşme teorisi, emperyalist kapitalizmin doğası hakkında yaydığı yanılsamalarla, işçi sınıfı hareketinin sınıf mücadelesi ve enternasyonalizm konusundaki devrimci geleneklerini iğdiş ederek, sınıf hareketinin liberal ideoloji tarafından yozlaştırılmasına neden olarak temel hedefine büyük ölçüde ulaştı.
İkibinli yıllara gelindiğinde küreselleşme teorisinin gözden düşmesiyle, akademik dünyada yaşanan gelişmeleri tanımlayacak yeni bir teorik yaklaşım ihtiyacı gündeme geldi. Bu yöndeki en önemli girişim Michael Hardt ve Antonio Negri’nin 2000 yılında yayınlanan İmparatorluk adlı kitabıyla ortaya çıktı.[1] Bu kitap küreselleşme propagandasının bütün klişelerini tekrar etmesine karşın ortaya koyduğu siyasal kuram ateşli tartışmalara yol açtı. Yazarlar, küreselleşme propagandasının temel savını daha eserin önsözünde tekrarlıyor ve “son yirmi otuz yılda ekonomik ve kültürel mübadelenin karşı konulmaz ve geri dönüşü olmayan bir şekilde (vurgular bizim) küreselleşmesine tanık olunduğunu ve bu gelişmelerin İmparatorluk adını verdikleri yeni bir uluslararası düzeni ortaya çıkardığını ileri sürüyorlardı. Hardt ve Negri’ye göre yaşanan gelişmeler “küresel piyasa ve küresel üretim çevrimleriyle birlikte bir küresel düzen, yeni bir yönetim mantığı ve yapısı, kısacası yeni bir egemenlik biçimi” yaratmıştı. Bu yeni egemenlik biçimi “küresel mübadeleyi etkin bir şekilde düzenleyen politik özne, dünyayı yöneten egemen güç” olarak tanımlanan İmparatorlukluktu. Ancak yazarlara göre bu güç özgül olarak belli bir ülke değil, uluslararası kuruluşları ile dünya sistemini denetleyen, sermayenin genel çıkarlarını her yerde kollayan, tek tanrılı dinlerin Tanrısı gibi hiçbir yerde olmayıp her yerde hazır ve nazır olan bir güçtü. Bu durumda anti-emperyalist mücadelenin hedefi olan ve ülkeden sökülüp atılacak bir emperyalizm kalmadığı gibi ele geçirilecek ya da yıkılacak bir iktidar odağı da kalmamıştı. Mücadele artık küresel ölçekte evrensel yurttaşlık hakları temelinde yürütülmeliydi. Kitabın yazarları, neoliberal çağın felsefi eğilimi olan postmodernist yaklaşım doğrultusunda eser boyunca iddialarını doğrulayacak herhangi bir somut kanıt ileri sürmedikleri gibi, birçok konuyu eklektik bir tarzda ele alarak küreselleşme propagandasının yarattığı kafa karışıklığına önemli bir katkı sundular. Ne de olsa, kendilerini dinlemeye hazır kafası karışık çok sayıda “solcu” okur vardı.
Bu kitabın yayınlanmasını izleyen dönemde Batılı Marksist kökenli akademisyenler arasında geniş bir tartışma başladı. Aynı yıl yayınlanan Leo Panitch ve Samuel Gindin imzalı Küresel Kapitalizm ve Amerikan İmparatorluğu adlı bir başka çalışmada İmparatorluk argümanı tekrarlanıyor, ancak bu eserde dünya sistemi ABD hegemonyası altında birleşen “kapitalist imparatorluk” olarak tanımlanıyordu.[2] Bu yazarlara göre Amerikan kapitalizmi tüm dünyayı kendi egemenliği altında birleştirmiş, rakip emperyalist güçler arasındaki çekişme, yerini, kurallarını ABD’nin koyduğu yeni bir düzene bırakmıştı. Emperyalizm tartışmalarına 2003 yılında yayınlanan Sermaye İmparatorluğu adlı kitabıyla katılan Ellen Meiksins Wood ise Roma İmparatorluğu’ndan bu yana imparatorluk olgusunun sürekliliğini öne sürüyor ve sadece dayandığı iktisadi motifin değiştiğini iddia ediyordu.[3]
Yukarıda anılan eserler, sürekli sermaye birikiminin yarattığı genişleme, dünya pazarlarını ve hammadde kaynaklarını ele geçirme eğilimi ile devletlerin öteden beri var olan gücünü pekiştirme eğilimi arasında kategorik bir ayrım yapıyorlar. Bu ayrım sermaye mantığı/territoryal (ülkesel) mantık başlığı altında ifade ediliyor. Bu öncülden hareketle Lenin’in emperyalist güçler arasındaki rekabet savının bugün artık geçerli olmadığını, geçmişteki rekabetin devlet yapılarına hakim olan kapitalizm öncesi güçlerin kışkırttığı ülkesel çıkar çatışmasından kaynaklandığını iddia ediyorlar. Böylece emperyalizm, ekonomik temellerinden soyutlanarak salt siyasal bir kavrama dönüştürülüyor ve siyasal anlamı da oldukça dar biçimde yorumlanarak askeri işgal-fetih politikasıyla özdeşleştiriliyor. Bu yaklaşıma göre günümüzde, küreselleşme sonucunda kapitalizm ABD hegemonyası ya da uluslar arası kuruluşlar eliyle tek bir iktidar altında birleştiğine göre, emperyalizmden değil, imparatorluktan bahsedilebilir. Bu teori, bizzat anılan yazarlar tarafından da kabul edildiği gibi vaktiyle Karl Kautsky tarafından ileri sürülen ultra-emperyalizm teorisine dayanmaktadır. Ve her nasıl oluyorsa yeni teori diye ortaya atılmaktadır. Peki neydi bu yeniden keşfedilen teori ?
Büyük Yenilik: Kautsky’nin Keşfi!
20. yüzyıl başlarında Alman Sosyal Demokrat Partisi’nde etkili olan reformcu akımın Bernstein türünden sözcüleri, emperyalist sömürgeciliğin azgelişmiş ülke halkları üzerinde uygarlaştırıcı bir rol oynadığını ileri sürecek kadar sosyalizmden uzaklaşmışlar, yaklaşan emperyalist savaşta yurt savunması adı altında kendi ulusal burjuvazilerini destekleme tutumuna girmişlerdi. Başlangıçta bu kesime mesafeli olan Karl Kautsky, giderek benzer bir çizgiye savrulmuş, emperyalist politikaların arka planında devleti ve ekonomiyi kontrol eden mali sermayenin öncülük ettiği gerici sınıflar bloğunun bulunduğunu, buna karşılık sanayi burjuvazisinin serbest ticarete dayalı barışçı bir politikanın temsilcisi olduğunu savunma çizgisine gelmişti. Bu durumda işçi sınıfı partileri, emperyalist politikalara karşı, sanayi burjuvazisini destekleyerek barış, demokrasi, sömürgeciliğin sona ermesi ve işçi sınıfının yaşam koşullarında iyileşme gibi kazanımlar elde edebilecekti. Kautksy, emperyalizme karşı tüm dünyada sanayici güçlerin öncülük ettiği kapitalist devletlerinin ittifakından oluşan bir ultra-emperyalizmin mümkün olduğunu ve böylece toplumsal devrime gerek kalmadan evrimci bir şekilde sosyalizme geçileceğini ileri sürüyordu.[4] Bu görüşler o dönemde ortaya atılan Avrupa Birleşik Devletleri sloganının teorik temelini oluşturuyordu. Lenin, bu sloganı şöyle eleştiriyordu:
“Kuşkusuz, kapitalistler arasında ve güçler arasında geçici olarak anlaşmalar olabilir. Bu anlamda, Avrupa kapitalistleri arasında bir anlaşma olarak, bir Birleşik Avrupa Devletleri olanağı vardır. … ama ne için bir anlaşma? Yalnızca Avrupa’daki sosyalizmi ortaklaşa ezmek, sömürgelerin bugünkü bölüşülmesinde haklarının yendiğini düşünen ve son yarım yüzyılda, yaşlılıktan çürümeye başlayan geri ve monarşist Avrupa’dan çok daha büyük bir hızla güçlenen Japonya ve Amerika’ya karşı sömürge yağmasını ortaklaşa korumak amacıyla. Amerika Birleşik Devletleri’yle kıyaslandığında, Avrupa, tüm olarak ekonomik durgunluğu simgeler. Bugünkü ekonomik temel üzerinde, yani kapitalizm koşullarında, bir Avrupa Birleşik Devletleri, Amerika’nın daha hızlı gelişmesini geciktirmek için gericiliğin örgütlenmesi anlamını taşır. Demokrasi ve sosyalizm davası denince yalnızca Avrupa’nın akla geldiği dönemler bir daha geri dönmemek üzere geçip gitmiştir.”[5] (vurgu orijinalinde)
Avrupa Birleşik Devletleri sloganı, bugün kriz koşullarında etkisini kaybetse de yakın zamana kadar Avrupa Birliği’ne liberal soldan gelen desteğin ideolojik soykütüğünü ele veriyor.[6]
Emperyalizmi ekonomik temellerinden koparan sermaye mantığı/territoryal mantık ayrımından hareket eden ve sonuçta Kautsky’nin ultra-emperyalizm tezinin bir varyantına ulaşan bir başka Marksist yazar olan David Harvey, Yeni Emperyalizm adlı kitabında günümüz emperyalizminin dayandığı ilkeler bakımından eski emperyalizmden tümüyle farklı olduğunu savunmaktadır.[7] Yeni Emperyalizm tartışmasına geçmeden Harvey’in eski emperyalizmden ne anladığına bakmak yararlı olacak. Çünkü bu onun yeni emperyalizminin temel karakterini anlamak için de gerekli.
Harvey, emperyalizmin 19. yüzyılın son çeyreğinde burjuvazinin eski yönetici sınıflar karşısında sahip olduğu ayrıcalıkları sürdürmek için yöneldiği bir güç siyaseti olduğu inancında. Ona göre 19. yüzyılın son çeyreğinde burjuvazi siyasal iktidarı ele geçirmiş, eski sınıflara karşı kendi ayrıcalıklarını tahkim etmek için işgal ve fetih gibi güç siyasetine yönelmiştir. Bu nedenle emperyalizm Lenin’in iddia ettiği gibi kapitalizmin en son aşaması değil, burjuvazinin iktidarının ilk aşamasıdır. Harvey’in, liberal düşünür Hannah Arendt’e dayandırdığı bu sav, burjuva egemenliği ile burjuvazinin doğrudan yönetimi arasında kategorik bir ayrıma giderek siyasal iktidarın sınıf karakteri konusunda liberal bir yaklaşıma dayanıyor ve görünüş ve gerçeklik arasındaki mesafeyi görmezden geliyor.
Emperyalizmin doğuş yıllarında burjuvazi Avrupa’da Rusya dışında her yerde egemen sınıf konumundaydı. Ancak feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinin kaçınılmaz olarak farklı ülkelerde farklı toplumsal dinamikler altında doğrusal olmayan bir biçimde gerçekleşmiş olması nedeniyle eski aristokratik sınıfların siyasal alandaki etkisi tümüyle ortadan kalkmamıştı. Örneğin tarihteki ilk burjuva devrimini gerçekleştiren İngiltere’de burjuva egemenliği, burjuvalaşan feodal aristokrasinin çoğunluğu oluşturduğu Parlamento’nun egemenliğinde ifadesini buldu. 17. yüzyıl burjuva devrimin izleyen dönemde burjuva toprak sahiplerinin egemen olduğu Parlamento’nun kontrol ettiği İngiliz devleti, sermaye birikiminin uzun dönemli çıkarlarını güvence altına alan bir aygıt olarak işledi. Burjuva devlet, sömürgecilik siyasetinin desteklenmesi, köylülerin Parlamento yasaları ile topraklarından atılarak, gelişen sanayinin ihtiyaç duyduğu iç pazarı ve işgücü piyasasını oluşturulmasında oynadığı rolle sanayi devriminin ya da fabrika sisteminin temellerini attı. Sanayi devrimini izleyen dönemde ise, Krallığın geleneksel himayeci politikalarına yaslanan ve işgücü maliyetlerini yükselten “Yoksul Yasaları” ve toprak sahiplerinin çıkarları doğrultusunda gündeme getirilen ve yine işgücü maliyetlerini yükselten “Tahıl Yasaları” nedeniyle sanayi burjuvazisi ile burjuva toprak sahiplerinin çıkarları arasında bir gerilim ortaya çıktı. Uzun mücadeleler sonucunda bu yasalar yürürlükten kaldırıldı ve seçim reformu aracılığı ile sanayi burjuvazisinin siyasal egemenliği pekişti. 19. yüzyılın ikinci yarısında burjuva toprak sahipleri İngiltere’nin dünya ekonomisinin merkez gücü haline gelmesiyle ticari ve finansal yatırımlara yöneldiler. Ve burjuvazinin farklı katmanları arasındaki gerilim sona erdi.
Almanya örneğinde süreç daha farklı işledi. Almanya’da burjuva devrimi, İngiltere ve Fransa’da olduğu gibi emekçi halk kitlelerinin feodal yönetime karşı ayaklandığı “aşağıdan devrim”ler yoluyla değil, kapitalist gelişmenin daha ileri bir aşamasında gelişen işçi sınıfının radikalizminden duyulan korkuyla burjuvazi ile geleneksel aristokrasinin (Junkerler) ittifakına dayanan “tepeden devrim” yoluyla gerçekleşti. Almanya’da burjuva egemenliğini sağlayan “demir ile çavdarın evliliği” kapitalizmin eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının tipik bir örneğiydi. Almanya’da tepeden burjuva devrimi ile ulusal birliğin sağlanmasının ardından ağır sanayi patronları sanayi üzerinde güçlü korumacılık önlemleri alarak ve tekelci birlikler oluşturarak uluslararası planda saldırgan bir rekabet politikası uygulamaya yöneldiler. Ve bu politikaları hayata geçirmek için tarımda korumacı önlemler alınmasını kabul edip Junkerlerin siyasal desteğini aldılar. Bu dönemde Almanya’da sermayenin merkezileşme ve yoğunlaşma eğilimi büyük bir hız kazandı ve Almanya serbest rekabetçi aşamadan geçmeden tekelci kapitalizmin egemen olduğu güçlü bir emperyalist odak haline geldi.
Emperyalizmin ekonomik temellerini görmezden gelerek, bu olguyu bir siyasal tercihe indirgeyen yazarların hareket noktasını burjuva egemenliğinin özgül biçimleri arasındaki farklılık oluşturuyor. Temelde yatan gerçeği görmezden gelerek görünüşe odaklanan burjuva düşünce alışkanlığının ürünü olan bu yaklaşım yukarıda değinilen sermaye mantığı/territoryal mantık ayrımının da hareket noktasını oluşturuyor. Üstelik yeni teoriler olarak sunulan bu yaklaşımlar 19. yüzyılın aşılmış burjuva emperyalizm tartışmalarına dayanıyor. 1870’lerden itibaren devletin emperyalist yayılmacılığın hizmetindeki aktif rolü, siyasi ve ekonomik öğelerin geçmiştekinden çok daha fazla iç içe geçtiği, devletin gerek içeride gerekse dışarıda daha etkin ve belirleyici bir rol oynadığı yeni bir döneme işaret ediyordu. Bu durum kimi gözlemcileri emperyalist yayılmacılığın açıklanmasında tekelci kapitalizmin pazar ve hammadde kaynakları üzerindeki rekabeti ve tekel egemenliğinin kaçınılmaz gericiliği yerine, hırslı devlet adamlarının imparatorluk tutkusu, milliyetçilik ve militarizm gibi psikolojik, ideolojik ve kültürel açıklamalara yöneltti. Daha da önemlisi emperyalizmin, adı geçen dönemin en dolaysız biçimde kendini gösteren belirtisi olan işgal/fetih bağlamında ya da işgal/fetihle eşanlamlı olarak ele alınmasına yol açtı.[8] Bu düşünürlerin ortak noktası emperyalizm ile kapitalizm arasında özgül bir bağlantının varlığını yadsıma tutumuydu. Örneğin Avusturyalı burjuva iktisatçı Joseph Schumpeter, yüksek gümrük tarifelerle korunan kartel ve tröstlerin tekelci kapitalizme yol açan tekelci fiyat politikaları, damping ve sermaye ihracı gibi unsurların altını çizmesine karşın, bu olguların rekabetçi kapitalizmin bağrından çıkmadığını, tüm bu gelişmelerin kökleri kapitalizm öncesi merkantilist ilkelere dayanan politik eylemlerin ifadesi olduğunu savunuyordu. Schumpeter’e göre kapitalizm doğası gereği anti-emperyalistti. Emperyalizm ise, “bir devletin tanımlı bir sınırı olmayan güce dayalı genişlemeye duyduğu amaçsız eğilim”den başka bir şey değildi.[9] Schumpeter, bir başka çalışmasında Almanya’da eski aristokratik sınıfların yönetici hale gelmesinin burjuvazinin muhalefetine yol açtığını iddia etmiştir.[10] Bu yaklaşım, Almanya’da burjuva devriminin özgül karakterini görmezden gelerek Alman burjuvazisini emperyalist politikaların sorumluluğundan kurtarmaktaydı. Burada sergilenen siyasal emperyalizm yaklaşımı Yeni Emperyalizm kuramının teorik öncüllerini oluşturmaktadır. Şimdi Harvey’in “Yeni Emperyalizm”ini tanıyalım
Harvey’e göre günümüz emperyalizmi, ileri kapitalist ülkelerde 1970’li yıllarda ortaya çıkan karlılık bunalımının yarattığı aşırı birikim sorununu çözmediği için, kendisinin “el koyarak birikim” adını verdiği yeni bir birikim mantığına yönelmiştir. Buna göre sermayenin neoliberal strateji altında izlediği yeni birikim mantığı, artı-değer sömürüsü üzerinde yükselen genişletilmiş yeniden üretimin yaşadığı tıkanıklık nedeniyle mevcut zenginliklerin hile ve zor yoluyla yağmalanmasına dayanmaktadır. Sermayenin 1970’li yıllardan bu yana dünya çapında hayata geçirmeye çalıştığı bu yeni stratejinin temel ayakları; hisse senedi spekülasyonları, anonim şirketleri ele geçirme kumpasları, enflasyonun neden olduğu yapısal değersizleştirme, gelişmiş ülke halklarının yüksek borç yükü altında yoksullaştırılması, kredi ve hisse senedi manipülasyonlarıyla varlıklara el konulması, Dünya Ticaret Örgütü Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması vasıtasıyla üretimdeki bilginin metalaştırılması, özelleştirme uygulamalarıyla kamu işletmelerinin yok pahasına ele geçirilmesi, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik sistemlerinin ticarileştirilmesi, kültürel metalaşma ve doğal kaynakların tahribi vb. gelişmelerdir.[11] Harvey, bu gelişmelere dayanarak eski emperyalizmden farklı yeni bir emperyalizmle karşı karşıya olduğumuzu savunmaktadır. Yani onun argümanına göre burjuva iktidarının ilk aşaması olan güç politikaları yerine neoliberal dönemin egemen politik ikliminin gündeme getirdiği yeni güç politikaları…
Harvey, neoliberal politikaların, kapitalist ekonomideki karlılık sorunu karşısında, uluslararası kapitalizmin emekçi sınıflara ve azgelişmiş dünya halklarına karşı Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasının sağladığı itkiyle hayata geçirdiği bir saldırı politikası olduğu kanısında değildir. Ancak 1970’li yıllardan itibaren hayata geçirdiği politikaların neden genişletilmiş yeniden üretimin alternatifi olduğu konusunda ikna edici bir argüman sunmamaktadır. Bilindiği gibi özelleştirilen işletmeler zaten genişletilmiş yeniden üretimin gerçekleştirildiği kapitalist işletmelerdir. Özelleştirme politikaları, bu işletmelerdeki güçlü sendikal yapıları dağıtarak ortalama ücretlerini düşürmek ve sosyal kazanımları ortadan kaldırmak için gündeme gelmiştir. Eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik sistemlerinin piyasalaştırılması, bir yandan kapitalizmin bitmek bilmez kar arayışının yarattığı metalaştırma eğiliminin sonucu iken diğer yandan işçi sınıfının sınıf mücadelesi ile elde ettiği ve kapitalistlerin işgücü maliyetlerini ve vergi yükünü artıran ve kar oranlarını azaltan kazanımlar olduğu için hedefe konulmuştur. Öte yandan sermaye piyasalarındaki spekülasyonlar, tekelci kapitalizmin işleyişinin ayrılmaz bir parçasıdır. Yine gelişmiş kapitalist ülkelerde artan tüketici kredileri biçimindeki borçlanma, artı-değerin gerçekleştirilmesi ile ilgilidir. Elbette tüm bu gelişmelerle kapitalizmin 1970’lerde ortaya çıkan karlılık bunalımı arasında yakından bir ilişki vardır. Ancak bunlar, kapitalizmin işleyiş yasaları dışında işleyen bir güç siyasetinin değil, tekelci kapitalizmin olağan işleyişinin sonuçlarıdır. Ve elbette sınıf mücadelesi ile sermayenin bu politikaları engellenemediği takdirde yaşama geçirilebilecek politikalardır bunlar.
Marksist politik ekonomi konusunda oldukça yetkin bir yazar olan Harvey’in kapitalizmin işleyişinin dayandığı mekanizmaları bilmediği düşünülemez. Ne var ki yeni emperyalizm kuramı reformcu bir siyasi bir hattın doğrulanması için kaleme alındığından bunların bir önemi yoktur. Aşağıda göstereceğimiz gibi Harvey açısından sorun kapitalizm değil, neoliberalizmdir. Hatta o kadar öyledir ki kapitalistlere neoliberalizmin kendilerine ayak bağı olduğu yolunda akıl vermeye yeltenir.
Bu tartışmanın ardından yeni emperyalizm teorisinin başlıca dayanaklarından birisini oluşturan el koyarak birikim konusuna gelebiliriz. Harvey, eserinde Marks’ın kapitalizmin oluşum dönemine ait olan ilkel birikim kavramı yerine el koyarak birikim kavramını kullanır. Çünkü aşağıda tartışacağımız gibi ilkel birikim olmuş bitmiş bir süreci ifade etmektedir. Ancak bu farklı tanımlama Harvey’in kavrama yüklediği çarpık anlamı ortadan kaldırmaz. El koyarak birikim kavramı Rosa Luksemburg’un 1913 yılında yayınlanan Sermaye Birikimi adlı eserinde ileri sürdüğü ve kapitalist birikimin işleyişini yanlış bir yorumlanmasına dayanan emperyalizm kuramına dayanmaktadır.
Devrimci bir teorisyen olan Rosa Luksemburg, emperyalizm kuramını II. Enternasyonal içindeki reformist kanadın temsilcisi olan Kautsky ve Bernstein’a karşı kaleme almıştı. Yanlış teorik öncülerden hareket etmesine karşın ortaya koyduğu emperyalizm teorisi sosyalist devrimi hedefliyordu. Rosa Luksemburg, Sermaye Birikimi adlı çalışmasında Marks’ın Kapital’in II. cildinde ortaya koyduğu genişletilmiş yeniden üretim şemasını yanlış yorumlayarak kapitalizmin sadece artı-değer sömürüsüne dayanarak genişlemesinin mümkün olmadığını savunmuştur. Luksemburg’a göre kapitalist gelişme, emekçi sınıfları yoksullaştırarak ürettiği tüm metaları satıp artı değeri gerçekleştirebilmesi için gerekli pazarı daraltmaktadır. Bu sorunun yol açtığı kronik pazar sorunun çözümü için kapitalizm dışından talebe ihtiyaç vardır. Bunun için başvurulacak ilk kaynak ülke içindeki kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin kalıntısı olan bağımsız zanaatkar ve küçük üretici köylülük gibi kesimlerin talebidir. Ancak kapitalizm geliştikçe bu kesimler yok olma sürecine gireceği için, kronik pazar sorunun çözümü için dış pazarlara yönelmek gerekir. Emperyalizm bu noktada ekonomik bir zorunluluk olarak devreye girer. Yeni pazarları ele geçirerek artı değerin gerçekleştirilebilmesi için azgelişmiş dünyanın emperyalist işgal, baskı, hile, talan ve yağma politikalarıyla denetim altına alınması gerekir. Bu nedenle Marks’ın kapitalizmin başlangıç dönemine ilişkin olarak tartıştığı ilkel birikim, kapitalist birikimin sonraki aşamaları için iktisadi bir zorunluluk olarak devam etmek zorundadır. Rosa Luksemburg, bu politikaların azgelişmiş dünyanın kapitalist üretim ilişkileri içine çekilmesine yol açarak kapitalizmin kronik pazar sorunun derinleşeceğini, kendi sınırlarına dayanan kapitalizmin dünya çapında bir proleterya devrimi ile sonunun geleceğini söyler. Görüldüğü gibi Rosa Luksemburg, emperyalizmi kapitalizmin işleyiş yasalarına bağlıyor ancak bu yasaları yanlış yorumladığı için yanlış bir emperyalizm teorisine ulaşıyordu.
Yakın dönemde ülkemizde de emperyalist-kapitalist politikaların sıklıkla ve yanlış bir biçimde ilkel birikim argümanı çerçevesinde ele alınması nedeniyle burada bir parantez açıp bu olguya yakından bakmak yararlı olacaktır.
İlkel Birikim ve Kapitalizm
İlkel birikim deyimi, ilk bakışta, tanımladığı sürecin içerdiği baskı ve zorlamaları akla getirmektedir. Oysa Marx, bu deyimi, kapitalizmin doğuşunu sağlayan başlangıç koşullarını ifade etmek üzere kullanmıştır. Mesele özetle, feodalizmin çözülüş sürecinde parasal zenginliğin ve emeğin sermayenin kendisini büyüteceği koşulları sağlamak üzere dönüştürülmesi başka bir deyişle, sermayenin ve özgür emekgücü piyasasının yaratılmasıdır. Bu süreç ekonomi dışı baskı ve şiddet yöntemleriyle hayata geçirilmiştir.
Ancak Marks, esas olarak tarihsel bir üretim tarzı olarak kapitalizmin zorunlu unsurlarını açıklamaya çalıştığı için, konuyu ilk olarak ele aldığı Grundrisse, ilkel birikim sürecinin içerdiği zor ve şiddet yöntemlerine değinmez bile. Sürecin içerdiği ekonomi dışı yöntemleri konuyu daha bütünlüklü olarak ele aldığı Kapital’in I. Cildinin 26. Bölümünde ayrıntılı olarak açıklamıştır. Bu bölüm, Almanca orijinal metinde “Die sogenannte uspruengliche Akkumulation” başlığını taşımaktadır. Bu ifade İngilizce’ye “So Called Primitive Accumulation” diye çevrilirken, İngilizce kaynaktan yapılan Türkçe çeviride “Sözde İlkel Birikim” ifadesi tercih edilmiştir. Almanca orijinalindeki uspruengliche kelimesi orijinal, başlangıca dair, birincil, temel anlamını taşımaktadır. 19. yüzyılda bu kelime, dönemin İngilizcesinde aynı anlamlara gelen primitive kelimesiyle karşılanmıştır. Ne var ki dilin evrimi sonucunda primitive kelimesi İngilizce’de daha çok Türkçe’deki güncel karşılığı olan ilkel anlamını taşımaya başlamıştır. Özetle Marx, “ilkel birikim” derken, sürecin ilkelliğine değil, kapitalist üretim ilişkilerinin başlangıç koşullarına işaret etmektedir. Ancak sürecin içerdiği insanlık dışı zorlamaları da ayrıntılı bir şekilde ele almıştır. Sözgelimi zorla topraklarından kovulan köylülerin işgücü piyasasının gereklerine uygun bir şekilde terbiye edilmesi amacıyla “serseriliğe karşı” çıkarılan sert yasalar akıl almaz şiddet önlemleri içermektedir.
Marks ilkel birikimi kapitalist üretim tarzının olgunlaşması için gerekli bir ilk moment olarak algılar. Ona göre kapitalist üretim tarzının olgunlaşması için:
“…birbirinden çok farklı türde iki meta sahibinin yüz yüze ve temas haline gelmesi gerekir. Bir yanda başkalarına ait emek gücünü satın alarak ellerinde bulunan değerler toplamını artırmak isteğinde bulunan, para, üretim aracı ve geçim aracı sahipleri; öte yanda kendi emek güçlerini dolayısıyla emeklerini satan özgür emekçiler. İki anlamda özgür emekçiler; Çünkü bunlar, ne köleler, serfler vb. üretim araçlarının ayrılmaz bir parçasıdırlar, ne de mülk sahibi köylüler gibi üretim araçlarına sahiptirler…Meta pazarındaki bu kutuplaşma ile kapitalist üretimin temel koşulları sağlanmış olur. Kapitalist sistem emekçilerin emeklerin gerçekleştirebilecekleri araçlar üzerinde her türlü mülkiyet hakkından tamamen kopmuş ve ayrılmış olmalarını öngörür… İlkel birikim denilen şey, üreticiyi üretim araçlarından ayıran tarihsel süreçten başka bir şey değildir… Köylülerin mülksüzleştirilmeleri, topraktan ayrılmaları bütün bu sürecin temelidir.”[12]
Görüldüğü gibi Marks’a göre ilkel birikim süreci sermayenin yeniden üretim sürecinin kesintisiz işleyeceği toplumsal koşulların oluşturulmasını ifade etmektedir. Marks Grundrisse’de sermayenin ilk oluşum sürecini şöyle açıklar:
“Sermayenin ilk oluşumu sanıldığı gibi, sermayenin ihtiyaç maddelerini, iş araçların hammaddeleri, kısacası emeğin topraktan bağımsızlaşmış ve insan emeğiyle ruh kazanmış olan nesnel koşullarını üst üste koymasıyla olmaz. Sermaye emeğin nesnel koşullarını yaratmaz. Sermayenin ilk oluşumu salt parasal servet biçiminde hazır bulunan değerin, eski üretim tarzının tarihi çözülme süreci sayesinde, bir yandan emeğin nesnel koşullarını satın alabilme, bir yandan özgürleşen işçilerle para karşılığı canlı emek mübadelesine girebilme imkânına kavuşmasından ibarettir”.[13]
İngiltere’de 15. yüzyıldan başlayarak köylüler, topraklarından atılarak işledikleri topraklar ve ortak alanlar (mera, orman) çitlenerek özel mülk haline getirilmiştir. Çitleme hareketi diye bilinen bu süreç, 18. yüzyıla kadar fiilen gelişirken 18. yüzyılda Parlamento yasaları ile ortak toprakların çitlenmesiyle köylü mülkiyeti neredeyse tamamen ortadan kalkmıştır. Yine bu süreçte toprak üzerinde köylüye koruma sağlayan ve feodalizmin mirası olan geleneksel haklar tümüyle ortadan kaldırılmıştır.
Elbette Marks ilkel birikim analizini yaparken, baskı ve şiddete dayanan politikaların sadece kapitalizmin ilk dönemine ait olduğunu söylemeye çalışmaz. Örneğin Kapital’in I. Cildinde sermaye birikiminin aynı zamanda emekçi sınıflar açısından nasıl bir sefalet birikimi olduğunu çarpıcı bir şekilde anlatır. Yine örneğin köleciliğin ve Hindistan’daki İngiliz sömürgeciliğinin iğrenç yöntemlerini teşhir eder. Marks’ın ilkel birikim ile anlatmaya çalıştığı parasal zenginliğin ve emeğin nasıl sermaye haline geldiğini açıklamaktır. Marks, Kapital’de kapitalist üretim tarzının hareket yasalarını incelemeye çalıştığı için esas itibariyle artı-değer üretiminin ve artı-değerin gerçekleşmesinin koşulları üzerinde durur. Ekonomi dışı yöntemler, kapitalizme içkin olsalar da kapitalist birikim bu temel üzerinde yükselmez. Kapitalizmin ayırt edici özelliği artı-değer üretimidir. Elbette güç, bütün sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalist toplumda da, düzenin bekası ve yeniden üretimi için gerekli bir aygıttır. Ancak kapitalist toplumda güç, sermaye birikimin hizmetindedir. Güç farklı ilkelere göre yeniden tanımlanmış, burjuva devrimleri ile feodalizmin güç aygıtı parçalanarak sermaye birikiminin ihtiyaçları doğrultusunda yeni tipte bir devlet kurulmuştur. Thomas Hobbes’un 1651’de söylediği gibi kapitalist toplumda “güç zenginliktir; zenginlik de güçtür.”
Kapitalist gelişme sürecinde sermayenin birikiminin kaçınılmaz sonucu olan merkezileşme ve yoğunlaşma eğiliminin doğurduğu tekelci kapitalizm aşamasında güç de sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda dönüşüm geçirmiştir. Emperyalizm, mali sermayenin egemenliği, sermaye ihracı, dünyanın rakip kapitalist gruplar ve rakip kapitalist ülkeler arasındaki pazar, hammadde kaynakları ve nüfuz alanları olarak paylaşılması gibi temel unsurlarla tanımlanan tekelci kapitalizmin politik ve ekonomik üstyapısıdır. Emperyalizmi ekonomik temellerinden soyutlayarak siyasal bir sorun olarak gören düşünürler, yalnızca fiili emperyalist saldırganlıkla karşılaştıklarında hatırladıkları bu olguyu, emperyalist politikaları uygulayan devlet adamlarının siyasal eğilimlerine bağlama eğilimindedirler. 11 Eylül saldırılarını izleyen dönemde Irak ve Afganistan işgalinin George Bush ve etrafındaki neocon çetesinin “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” adını verdikleri politikaya ve Hıristiyan köktendinciliğini çağrıştıran söylemlerine, “medeniyetler savaşı” argümanına bağlanması örneğinde olduğu gibi. Oysa bu politikalar tekelci kapitalizmin işleyişinin kaçınılmaz sonuçlarıdır.
Yeni Emperyalizme Karşı Ultra–Emperyalizm
David Harvey, sermayenin yeniden üretim sürecinde yaşadığı tıkanıklık nedeniyle başvurduğunu söylediği el koyarak birikim sürecini, kapitalizmin işleyişinden bağımsız olarak ele alır. Ona göre sermaye mantığı ve territoryal mantık birbirine bağlı olsa da birbirine indirgenemezler. Kapitalist birikimin tıkandığı noktada territoryal mantık baskın hale gelmiş, el koyarak birikim ön plana geçmiştir. Oysa yazar barışçıl bir kapitalizmden yanadır. O halde Kautsky yardıma çağrılmalıdır. Marksist yazarımız, territoryal mantığın dayattığı emperyalizme karşı sermayenin anti-emperyalist(!) müdahalesini zorunlu görür:
“…hükümete karşı duyulan güven çok önemli ve iktidarda askeri endüstri kompleksin, yeni muhafazakarların ve hatta maalesef kökten dinci Hıristiyanların egemen olduğunu gören sermaye mantığı, yaşamını sürdürmek adına, Washington’da yönetimin değişmesi için çalışacaktır. Bu, yeni muhafazakar emperyalizmin feci sonu demektir. Eğer bu gerçekleşmezse, kalıcı bir savaş ekonomisine geçişin yol açtığı büyük sermaye kaçışı ABD’nin ekonomik intiharı anlamına gelecektir. O zaman ABD küresel üstünlüğünü ne pahasına olursa olsun sürdürmek için son çare olarak umutsuzca militarizme yönelecektir.[14]
Harvey bu satırları George W. Bush ve neocon ekibinin iktidarda olduğu dönemde kaleme almıştı. Anlaşılan anti-emperyalist(!) sermaye Harvey’in öğüdünü izleyerek Washington’daki yönetimin değişmesi için ciddi bir faaliyet yürüttü ve neocon ekibi iktidardan uzaklaştırıldı. Ama nasıl olduysa Obama yönetimi altında ABD’nin emperyalist yönelimlerinde bir değişiklik olmadı. Herhalde Harvey’in buna da bir yanıtı vardır. Kapitalistleri gerçek çıkarlarının kapitalist gibi davranmamak olduğuna bir şekilde ikna edecektir.
Harvey’in Yeni Emperyalizm teorisinin temel ayaklarından birisi de kendisi bunun yadsımakla birlikte yukarıda değindiğimiz Rosa Lüksemburg’un emperyalizm kuramıdır. Harvey’e göre genişletilmiş yeniden üretim sürecinde ortaya çıkan tıkanmanın yol açtığı aşırı birikim sorunun temel nedeni sermayenin neoliberal politikalar aracılığı ile emekçilerin yoksullaşmasına yol açması ve bu nedenle aşırı birikimi ortadan kaldıracak tüketici talebinin yaratılamamasıdır. Bu görüş, teorik açıdan yanlıştır. Çünkü kapitalistlerin üretim sektörüne yaptıkları yatırımlar ve askeri endüstri kompleksinin gerçekleştirdiği verimli kapasite yaratmayan yatırımlar talep sorununun çözümünde işlevsel olabilir.[15] Bu olgu militarizmin ekonomik temelini de açıklar. Ama Harvey, kendi reformcu-sosyal demokrat görüşlerini meşrulaştırmak için kapitalizmin aşırı birikim sorununu çözmek için emekçilerin yaşam standartlarını yükseltecek önlemler alması gerektiğini, bu çerçevede yeniden 1950-70 dönemindeki refah devleti uygulamalarına dönülmesinin zorunlu olduğunu söyler. Peki kim alacaktır bu önlemleri? Elbette kapitalistler:
“Geçici olsa da sorunun üretimin kapitalist kurallarına göre tek çözümü, küresel çapta bir çeşit yeni bir “Yeni Anlaşma” (New Deal) dır. Bu “Yeni Anlaşma”, sermaye dolaşım ve birikimini neoliberal zincilerinden kurtararak özgürleştirmek; devlet gücünü daha müdahaleci ve paylaştırıcı yönde düzenlemek; mali sermaye gücünü frenlemek; uluslararası ticaretle ilgili görüşleri medyaya dikte ettiren oligopol ve monopollerin ezici gücünü (özellikle askeri endüstri kompleksinin gücünü) demokratik yollardan denetlemek demektir. Sonuçta, Kautsky’nin çok önceden öngördüğü gibi kapitalist güçlerin koalisyonuyla ulaşılan daha yararlı bir “Yeni Anlaşma” emperyalizmine dönülecektir.”[16]
Burada sözü edilen “Yeni Anlaşma” kavramı 1929 büyük bunalımının ardından ABD’de ortaya çıkan devasa işsizlik karşısında dönemin ABD başkanı Roosevelt’in yaşama geçirdiği sosyal önlemleri ifade etmektedir. Bu politikalar toplam talebi artırmak için değil, krizin yol açtığı derin toplumsal huzursuzluğu denetim altına almak için gündeme gelmiştir. ABD bunalımı, bu önlemlerle değil, II. Dünya savaşı öncesindeki devasa silahlanma yatırımları ile aşmıştır. Savaş sonrasında Avrupa’daki işçi hareketinin gücü ve Sovyetler Birliği’nin artan prestijinin yol açtığı komünizm korkusu nedeniyle emperyalist ülkeler kendi işçi sınıflarına yüksek ücretler ve geniş sosyal haklar biçiminde tavizler vermek zorunda kalmışlardır. II. Dünya savaşı sonrasındaki yüksek büyüme hızları da bu tavizleri kapitalistler açısından tahammül edilebilir kılmıştır. Ancak sermaye ilk fırsatta bu hakları geri almak için harekete geçmiştir. Bugün uygulanan neoliberal politikaların özü budur.
Savaş sonrasında uygulanan refah devleti politikaları komünist partilerin evcilleştirilmesine ve sosyal demokrasinin güç kazanmasına yol açmıştı. Bunalımın ortasında 1936 yılında yayınladığı Genel Teori adlı eserinde efektif talep sorunun çözümü için devlet müdahalesi öneren Keynes’in görüşleri de aynı dönemde iktisat politikalarına yön vermiş ve bir tür sol-Keynesçilik sendikal ve sosyal demokrat çevrelerde egemen hale gelmişti. Harvey, sol-Keynesçi bir bakış açısıyla refah devletinin küresel çapta yeniden inşa edilmesiyle sonuçlanacak bir reform öneriyor. Bunu kimin gerçekleştireceği sorusuna gelince iş karmaşıklaşıyor. Bugün sermayenin bu tavizleri vermesine yol açacak ne güçlü bir işçi hareketi ne de Sovyet tehdidi var. Ama bunu kapitalistler yapacak Harvey’e göre. Sermaye birikiminin yasaları doğrultusunda tekelci sermayeye dönüşmüş olan kapitalistler tekelleri denetleyecek ve barışçı bir ultra-emperyalizmi kuracaklar!
Bu reformcu hayallerin kapitalizmin gerçekliği içinde bir karşılığı yok. Burada tüm dünyaya sermaye mantığı açısından bakan bir yaklaşım var. Harvey’in kavram setindeki sermaye mantığı anlamında değil dünyaya sermayenin gözünden bakmak anlamında. Öylesine ki yeni emperyalizmde sınıf mücadelesi önemini kaybetmiştir. Çünkü yazar, kurduğu teorik çerçeve ile hiçbir kanıt göstermeden genişletilmiş yeniden üretimin önemini yitirdiğini dolayısıyla proletaryanın sınıf mücadelesinin de savunmacı bir hatta çekilerek zayıfladığını öne sürüyor. Sınıf mücadelesinin gerilediği ve savunmacı bir pozisyonda kaldığı doğru. Ancak bu, genişletilmiş yeniden üretimin, el koyarak birikim karşısında önemini yitirmesinden değil, sınıf hareketinin ideolojik yenilgisine yol açan gelişmelerden kaynaklanıyor. Harvey, el koyarak birikimin yol açtığı toplumsal hareketleri, sınıf hareketine alternatif olarak öneriyor. Küreselleşme karşıtı hareketler, köylü hareketleri, yerli direnişleri, çevre mücadeleleri gibi yeni toplumsal hareketler başlığı altında anılan hareketler “el koyarak birikim”e karşı işçi hareketiyle birlikte mücadele edecekler. Peki ne için? Daha insancıl ve barışçıl bir kapitalizm için. İyi de bunu zaten kapitalistler gerçekleştirmeyecek miydi?
[1] Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluk, Çev. A. Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001.
[2] Yazarların bu kitapta dile getirdiği görüşler Socialist Register Dergisinin 2004 sayısında yayınlandı. Bu sayının Türkçe çevirisi için bkz. Leo Panitch ve Colin Leys (Der) Günümüzde Emperyalizm: Yeni Emperyal Tehdit, Socialist Register 2004, İstanbul, Alaz Yayınclık , 2004.
[3] Ellen Meiksins Wood, Sermaye İmparatorluğu, Çev. Sami Oğuz, Ankara, Epos Yay. 2003.
[4] Sungur Savran, Kod Adı Küreselleşme: 21. Yüzyılda Emperyalizm, Yordam Yayınları, İstanbul.
[5] V.İ.Lenin, “Avrupa Birleşik Devleti Sloganı Üzerine”, Marx, Engels Marksizm adlı derleme içinde, Çev. V. Erdoğdu, Ankara, Sol Yayınları, 1990. sf. 239.
[6] Avrupa Birliği’nin emperyalist bir proje olduğu yolundaki bütün eleştirileri milliyetçilikle itham eden liberal solcuların tartışmadan özenle kaçındıkları konu bu birliğin ekonomik temelleridir. Son krizin ortaya çıkardığı gelişmeler Avrupa Birliği’nin bir uygarlık ve demokrasi projesi değil, ABD, Japonya, Çin ve Rusya gibi emperyalist odaklarla yoğun rekabet koşullarında Avrupa’nın işçilerine ve birliğin yoksul üyelerinin (Yunanistan, İspanya, Portekiz, İrlanda gibi) halklarına karşı Avrupa tekelci sermayesinin ortak hareket platformu olduğunu bir kez daha göstermiştir. Avrupa çapında inşa edilmiş bir ultra-emperyalizmin bir ortak refah projesi değil, yoksullaştırma projesi olduğu büyük bir açıklıkla ortaya çıkmıştır.
[7] David Harvey, Yeni Emperyalizm, Çev. Hür Güldü, İstanbul, Everest Yay. 2004.
[8] Bu görüşün karikatürize bir örneğini Baskın Oran 26 Haziran 2004 tarihli Birgün gazetesinde şu ifadelerle dillendiriyordu: “Küreselleşme döneminde Emperyalizm yapamazsın… Emperyalizm bir Küreselleşme biçimidir, ama Küreselleşme Emperyalizm değildir. Emperyalizm olması için mutlaka askerî işgal gerekir. Aksi halde önüne gelen her şeye Emperyalizm damgası vurabilirsin ki, Emperyalizm kavramını ayağa düşürüp anlamsızlaştırmaktan başka işe yaramaz.”
[9] Joseph Schumpeter, Imperialism and Social Classes, çev. H.Norden, August M.Kelley, New York, 1951.
[10] Joseph Schumpeter, Kapitalizm Sosyalizm ve Demokrasi, çev. Tunay Akoğlu, Varlık Yayınları, İstanbul, 1974.
[11] Harvey, Yeni Emperyalizm, sf.122.
[12] Karl Marx, Kapital. c. I. Çev. Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 1997. sf. 678
[13] Karl Marx, Grundrisse: Ekonomi Politiğin Eleştirisi İçin Ön Çalışma, Çev. Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları, İstanbul, 1979.
[14] Harvey, Yeni Emperyalizm, sf .171.
[15] Burada tartışılan konunun kriz teorisi olmadığı konusunda okuyucu dikkatli olmalıdır. Kapitalist krizler kitlelerin yoksulluğundan dolayı ortaya çıkmaz. Kapitalizmin anarşik doğasından dolayı ortaya çıkar.
[16] Harvey, Yeni Emperyalizm, sf .172.