İran Devrimi’nin ilk yıllarına denk gelen bir dönemde, 12 Eylül rejimi sürerken, Türkiye bazı Batılı stratejistler tarafından “kalkan ülke” olarak tanımlanıyordu. Devrimci tehlike kaynağı olarak görülen ve bu özelliği SSCB’nin yanı sıra İran’la da pekişmiş olan Doğu’ya karşı Batı’nın, savunmasının ilk hattı Türkiye idi.
Henüz iki kutuplu olan dünyada en önemli tehditlerden biri olan Sovyetlerden ya da yeni bir “devrim ihracı” kaynağı olan İran’dan gelecek saldırıyı göğüsleyecek ilk “Batı ülkesi” Türkiye idi.
“Batı’nın en doğusu, Doğu’nun en batısı” olan bu coğrafya parçası, 80’li yıllarda henüz başlatılmış bulunan küreselleşme politikalarında “kalkan” rolüne layık görülmüştü. Ordusu güçlendirilmeli, füze kalkanları yerleştirilmeli, hem NATO için hem de ABD için üslerle donatılmalıydı. Fakat “kalkan” benzetmesi kısa sürdü. Bu kadar yatırım yapılacaksa, Türkiye, “Mızrak Ülke” olmalı diyenler çıktı. Batı’nın Doğu’ya karşı girişebileceği “demokratikleştirme ve özgürleştirme” operasyonlarında başlıca vurucu-delici güç alarak kullanılmasını önerenler, yapılacak siyasi ve ekonomik yatırımın karşılığını bu biçimde almayı daha uygun görüyorlardı.
Bu tartışmalar fazla uzamadı, Sovyetler Birliği’nin yıkılışı gerçekleştikten sonra, eski “Köprü Ülke” kavramı yeniden dolaşıma sokuldu. Bu kavramı yeniden raftan indirenlere göre, Türkiye’ye tarihin ve coğrafyanın verdiği asıl rol, Doğu ile Batı arasında köprü olmaktı…
Bütün bu benzetmeler, Türkiye’de siyasi iktidarın nitelikleri ne olursa olsun, Batı’nın ihtiyaçları değiştikçe az çok değişebilen fakat temel özelliği değişmeyen bir “eksen”e işaret ediyordu. Bu, uluslararası çapta Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu resmileştiren Lozan Antlaşması’ndan sonra kesinleşen ve Türkiye’nin dünyadaki yerini ve yönünü belirleyen temel ilkelere dayanan bir eksendi ve bu açıkça “Batı’dan yana” idi.
Batıyı temsil eden, daima egemen emperyalist güçtür ve Türkiye, hemen her dönemde “hâkim gücün kim olduğuna” bakarak dış politikasını belirlemiştir. II. Emperyalist Savaş süreci bu bakımdan tipiktir. Henüz kimin kazanacağı belli değilken, faşist Mihver Devletleri ile (Almanya, Japonya ve İtalya) Müttefikler (ABD, SSCB, Birleşik Krallık) arasında “tarafsız” kalmış, zaman zaman Almanya ilerlerken Alman yanlısı olmuş, Hitlerci propagandayı resmen desteklemiş, Yahudi azınlık üzerinde ciddi baskılar kurarak uzaktan selam göndermiş, faşizmin yenilgisi kesinleştikten sonra Almanya’ya karşı savaş ilan etmiş, içeride de Türkçü-Turancı faşistleri tutuklamıştır.
Savaş sona erdikten sonra, ABD’nin yanında ve onun müttefiki olarak dünyadaki temel çelişmeler karşısındaki politikasını belirlemiş, NATO’ya girmek için siyasi ve ekonomik bütün imkânlarını seferber etmiş, nihayet bunda “başarılı” olmuştur. NATO üyeliği mücadelesi aynı zamanda iç politikada şiddetli bir antikomünist propaganda ile birlikte yürütülmüş, SSCB’ye karşı düşmanlık bir iç politika sorunu olarak ele alınmış ve NATO üyeliği ülkenin “komünist tehdide” kaşı savunulmasının temeli olarak gösterilmiştir.
Bununla birlikte, emperyalist sermaye ihracının geniş bir alanı haline gelen Türkiye aynı zamanda bağımlı yönleri ağır basan bir kapitalist gelişme yoluna da girmiş, ithal edilen sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi sürecinde, temel üretim araçlarında ve tekniklerinde gelişme olmuştur. Tarımda nispi makineleşme sağlanırken, ülke çapında karayolları, limanlar, hava limanları, enerji santralleri inşa edilmiş, enflasyonist para politikalarıyla “vatandaşın cebi para gördü!” denilen “kalkınma süreci”ne girilmiştir. 1950’li yılların efsanevi “kalkınan Türkiye” propagandasının ve bunun mimarı olarak bilinen Adnan Menderes’in popüler yükselişinin ardında yatan gerçek, Türkiye’nin dünyada kendisine emperyalist kampı seçmiş olmasıyla, batı sermayesiyle organik bir bütünlüğe yönelmiş olmasıyla ilgilidir.
Tümüyle bu gelişmelerle bağıntılı olarak, dünyanın sosyalist ve kapitalist iki kampa bölündüğü bir zamanda, kapitalist-emperyalist sisteme her yönüyle bağımlı hale gelen Türkiye’nin Lozan’da belirlenen ana yönü ve ekseni kolayca değiştirilemeyecek bir kesinlik kazanmıştır. Bu kesinliği sağlayan iki unsur, ekonomik ve siyasal bağımlılıktır. Türkiye’nin egemen burjuvazisinin temel hayat kaynağı her zaman emperyalist sermaye dolaşımının ağı içinde olmuştur ve bugün de böyledir. Siyasal bakımdan ise, askeri yönden güçlendirilmiş bir bağımlılık söz konusudur. Hükümetlerin tercihlerinden ve programlarından tamamen bağımsız olarak, devlet yapısı ve politikaları ana çizgileriyle emperyalizmin hedeflerine göre şekillenmektedir. Bunun değiştirilebilmesi ancak ve ancak, emperyalist sermaye ilişkilerinden kopmuş, siyasal ve ekonomik olarak bağımsız bir işçi ve emekçi iktidarıyla mümkündür.
BİR ŞEYLER DEĞİŞİYOR MU?
Son zamanlarda, özellikle AKP hükümeti döneminde Türkiye’nin Batı’dan ve bu ilişkiler çerçevesinde şekillenmiş devlet yapısından ayrı, hatta ona karşıt bir yol izlemeye yöneldiği, bunun kaynağında da yeni gelişmekte olan Anadolu burjuvazisinin eğilimlerinin bulunduğu yolunda kimi analizler yapılmaktadır.
22. 07. 2010 tarihli Taraf gazetesindeki köşesinde Ahmet Altan, epeydir konuşulan bu sınıf tahlilini güncel bir çerçeveye oturtarak bir yorum aracı haline getirdi.
Özetle diyor ki:
“Türkiye bir altüst oluştan geçiyor.
Öncelikle sermaye el değiştiriyor.
Bütün varlığını ‘devletle ticarete’ borçlu olan, onun için de devletin karşısında boynu bükük duran ‘büyük şehir zenginlerinin’ yerini devletle hiçbir bağı olmayan, dik başlı ‘Anadolu zenginleri’ alıyor.
Bu yeni zenginler siyasete ve medyaya giriyorlar.
Dünyayla iş yaptıkları için dünyayı tanıyorlar, ‘muhafazakâr’ kimlikleri üzerinden halkla daha gerçek bir ilişki kuruyorlar, hak ettiklerine inandıkları iktidarı istiyorlar ve ‘muhafazakâr’ bir yaşam tarzına sahip olmalarına rağmen ‘küreselleşmiş’ bir dünya algısını zihinlerine yerleştiriyorlar.
İktidarı ancak ‘demokrasi’ içinde elde edebileceklerini kavradıklarından da daha demokratlar.
Bu yeni zenginler, Türkiye’nin ‘Cumhuriyet kurulduğundan’ beri sahip olduğu ‘tek başlı’ mutlak iktidar yapısını çatlattılar.
Ordu, yargı, CHP, ‘devlet zengini’ dörtlüsüne karşı daha ‘demokrat’, daha ‘dünyacı’ ve daha ilerici bir yapıyla ortaya çıktılar.
Şimdi, biri halkın, diğeri devletin desteğine sahip bu ‘iki sermaye grubu’nun çatışmasını yaşıyoruz.”
‘70’li yılların başından itibaren, Türkiye’de yeni ve farklı özellikler taşıyan bir burjuva katmanın oluştuğuna dair tezler, özellikle Necmettin Erbakan başkanlığındaki “Milli Görüş” hareketinin doğuşuyla itibar kazandı. 12 Mart darbesine giden süreçte düşünce iklimine hâkim olan Marksist eğilimlere paralel olarak, burjuva yazarları ve teorisyenler arasında sermayenin yapısı ve gelişme eğilimleri hakkında buna benzer, “sınıf analizi” soslu görüşler yayılmaya başlamıştı. Esas olarak, Erbakan hareketinin sınıf karakteri hakkında bir kuşku yoktu; burjuva idi bu hareket… Fakat özellikle tekelci burjuvaziyi temsil eden Koç, Eczacıbaşı, Sabancı gibi büyük ailelerin siyasi ve ideolojik eğiliminden farklı, hatta onların yaşam tarzlarına ve uluslararası ilişkilerine karşıt özellikler taşıyordu, sonuçta da siyasi iktidar programı bakımından köklü değişiklikler vaat ediyordu. Hareketin çözümlenmesinin vardığı sonuç, bu hareketin gelişmekte olan yeni Anadolu burjuvazisinin eğilimlerine karşılık düştüğü oldu.
Bu yeni yükselen ve giderek ticaretten sanayiye doğru alan değiştirerek büyüyen burjuvazinin kaynağında, Anadolu’nun hâlâ önemli ölçüde feodal ilişkiler içinde olan tüccar sermayesi bulunuyordu ve bu sermaye, yapısal olarak ve genel bağlantıları bakımından büyük sanayi sermayesinden farklıydı.
AKP’nin esas olarak Erbakan hareketinin bir devamı olduğu noktasından hareketle, bu çözümleme yeniden hatırlanıyor ve Ergenekon davasından, orduyla ilişkilere, uluslararası stratejilerden, borsa-finans dünyasına kadar her alanda hükümetin icraatı bu perspektiften yorumlanmaya çalışılıyor.
Farklı yazıların konusu olması gereken bu alanlara girmeden, yalnızca konumuz olan “Eksen Kayması” sorunuyla ilgili olarak bu “yeni burjuvazi” sorunu üzerinde duracağız.
“YENİ BURJUVAZİ” NE KADAR YENİ?
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Anadolu ticaret burjuvazisinin geçmişini Asur’lara kadar uzatır. “Asur-Babil artığı” olarak gördüğü bu sınıfın siyasi ve ideolojik eğilimlerinin daima en “geri” olanı temsil ettiğini ileri sürer. Burada gerçek olan şudur ki, ticaret, Anadolu’nun en eski toplumlarının tanıdığı bir ekonomik etkinliktir ve yalnızca Ortadoğu çapında değil, İpek ve Baharat yolları dolayısıyla eski dünyanın bütün ülkelerini, kıtalarını birleştiren bir konumda bulunmaktadır. Şu halde, mevcut ticaret burjuvazisinin köklerini istediğimiz kadar derine indirebiliriz; ama bu günümüzü açıklamak bakımından anlamlı ve bilimsel gerçekliğe uygun bir çaba olmaz. Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihsel ve ekonomik koşulları, geniş çapta bir sermaye birikiminin oluşmasını ve özellikle bu sermayenin sanayi sermayesi haline dönüşmesini mümkün kılmamıştı. Ticaret, sermaye birikiminin esas kaynağını oluşturmaya çok uzun yıllar devam etti. Bunda, Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’un ele geçirilmesinden itibaren esas varlığını fetih üzerine kurmuş olmasının, fetihlerin başlıca hedefinin de daima ticaret yollarının düğüm merkezlerine yönelmesinin de payı vardı. Başlıca limanlar ve Asya ile Avrupa’yı bağlayan ticaret ve ulaşım yolları üzerinde hâkimiyet kurmaya çalışmak Osmanlı İmparatorluğunun yayılma politikasının ana çizgisini oluşturmuştur. Yolların tıkanması veya başka güçlerce ele geçirilmesi gerileme ve çöküş süreçlerinin başlangıcıdır.
Bu kısa özet, Anadolu’da siyasal ve ideolojik süreçleri etkileyen bir güç olarak neden ticaret burjuvazisinin önemli olduğunu anlamaya yeterlidir.
Ancak, 1950’li yıllardan başlayarak, emperyalist sermayenin yoğun biçimde girişi ve bunun etkisiyle belli ölçülerde sanayileşmenin hızlanmasıyla, Anadolu’ya hâkim olan bu güç, geleneksel kaynaklarından koparak hızla emperyalizme bağlı finans kuruluşlarının, bankaların ağı içinde yer almaya başladı. Başka türlüsü zaten mümkün değildi. “Milli Banka” kavramının önemli olduğu dönem boyunca (‘50’li ve ‘60’lı yıllar) kendine kaynak yaratma arzusundaki esnaf ve zanaatkâr devlet desteğiyle geleneksel köklerini koruyarak ayakta durmaya çalışmıştır. Henüz o yıllarda, büyük ölçüde lonca ve çarşı düzeninin kalıntılarının hâkim olduğu bir süreçte, bu gibi banka girişimlerinin kısmen etkili olduğu söylenebilir. Üretici köylülüğü de kapsayan bu kredi akışı, “kapalı devre” çalışan Anadolu pazarının ihtiyaçlarını kısmen karşılayabiliyordu. Menderes ve Demirel dönemlerinin üretim hacmini ve pazarı genişleten enflasyonist politikalarıyla, Anadolu’da ticaret kökenli burjuvazinin palazlanmasını, geleneksel sınırları fazla zorlamadan sağlayan bu gelişme, bu kesimin siyasi eğilimlerini DP-AP-ANAP ve son olarak da AKP çatıları altında ifade etme yolunu açmıştır. Bu “geleneksel siyasal tercih” çizgisinin incelenmesi bu yazının konusu dışındadır.
Türkiye’de kapitalizmin gelişmesine paralel olarak, Anadolu ticaret burjuvazisi olarak adlandırılan kesim de gittikçe daha yaygın pazar olanaklarına ve kapitalist sistem içinde daha etkili bağlantılara kavuşmuştur. Bir bölümü, acentecilerin acentecisi (beyaz eşya, otomobil, tarım makineleri, tekstil vs. dükkâncıları) olmaktan çıkarak, yerel sanayi işletmelerinin sermayedarları mevkiine yükselmiş, özellikle Kayseri, Gaziantep, Bursa gibi illerde, önceleri yan sanayi ürünleri üreticisi, sonra da ihraç edilebilir meta üreticisi konumuna yükselmişlerdir.
Fakat önemli olan, bu burjuva kesimin örneğin Ahmet Altan’ın dediği gibi, “bütün varlığını ‘devletle ticarete’ borçlu olan” burjuva kesimden farklı “devletle hiçbir bağı olmayan, dik başlı ‘Anadolu zenginleri’” olup olmadığıdır.
Önce, tam adıyla söyleyecek olursak, Türkiye tekelci burjuvazisinin, yani Ahmet Altan ve benzerlerinin “büyük şehir burjuvazisi” dediği kesimin, bütün varlığını devletle ticarete borçlu olup olmadığına bakalım. Kısaca ve özetle, Türkiye tekelci burjuvazisi varlığını, elbette büyük ölçüde devletin de desteğiyle, emperyalist sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi sürecine borçludur. Devlet karşısında boynu bükük değildir, aksine devlet politikaları üzerinde belirleyici bir etkisi vardır.
Temel yanılgı, devletin burjuvazinin bir aygıtı olduğunu söylemekle, onu burjuvazinin güncel ve özellikle etkili bir kesiminin çıkarlarının dolaysız temsilcisi ve savunucusu olduğunu düşünmekten kaynaklanıyor. Devlet, burjuvazinin bir kesiminin değil, bir bütün olarak sistemin savunucusudur. Kapitalist sistemin ve bir bütün olarak onun kurumlarının ve işleyişinin korunup kollanması devletin işidir. Bu işlevini yerine getirirken, bazen burjuvazinin bir kesiminin, bazen başka bir katmanının güncel ve kısa dönemli çıkarlarıyla çatışabilir, çelişebilir. Bir kesimin çıkarlarını, dönemsel olarak diğerinin çıkarlarına üstün tutabilir. Ama esas olarak sınıfın tümünün ve kapitalist sisteminin ta kendisinin koruyucusudur. Bir zamanlar çok revaçta olan “oligarşi” teorileri bu bakımdan yanlıştı. Şimdi de bazı liberaller, özellikle ordu ile ilgili tezlerinden ve devletle özdeşleştirdikleri orduya karşı bazı liberal politikaları savunurken, “oligarşik diktatörlük” kavramından açıkça esinlenmektedirler. Bu görüşün ana yanlışı, devleti burjuvazinin çok sınırlı bir kesiminin, birkaç ailenin ve toprak ağaları ve aşiretlerin emir komutasında görmekti. Bunun dışında kalanlar da devletin, siyasetin dışında görünüyorlardı. Oysa tekrarlarsak, devlet bir bütün olarak sistemle ilgilidir ve elbette kimi burjuva grupların onun üzerinde egemen olma mücadelesi vermesine karşın, uzun vadede ve temel olarak sistemin kalıcılığıyla ilgilidir.
Bu açıdan bakılınca, “Anadolu’nun dik başlı burjuvalarının”, kısa vadeli kimi güncel çelişmeler bir kenara bırakılırsa, devletle herhangi bir sorunu yoktur ve devletin korumakla görevli olduğu sistem onların da içinde yer aldığı sistemdir.
Tabii ki, bu gerçekler karşısında “biri halkın, diğeri devletin desteğine sahip bu ‘iki sermaye grubu’nun” çatışmasını yaşadığımız tespiti de tümüyle temelsizdir.
DIŞ POLİTİKA’DA EKSEN MESELESİ VE “YENİ BURJUVAZİ” KAVRAMININ BİR KEZ DAHA GEÇERSİZ KALMASI
AKP’nin ikinci döneminde gözlenen en önemli değişiklik, uzun süre danışmanlık koltuğunda oturan Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olarak, kendisine özgü teorilerini uygulamaya çağırılmasıdır.
Bu arada, ABD’nin Ortadoğu politikalarını gözden geçirdiği, Irak merkez olmak üzere yeni bir tasarı geliştirdiği koşullar da doğmuştu.
Davutoğlu, entelektüel birikimi ve özel teorisyen yapısı ile kendisinden önceki Dışişleri Bakanlarından hayli farklı bir görüntü veriyor. R.T.Erdoğan’ın danışmanlığını yapmadan önce başkanlığında bulunduğu Bilim ve Sanat Vakfı, Ortadoğu, İslam Dünyası küreselleşme süreçleri üzerine araştırmalar ve yayınlar yapan bir kuruluş olarak dikkat çekiyordu. Bünyesinde topladığı genç akademisyenler ve araştırmacılar yeni bir dış politika teorisini geliştirmekle görevlendirilmiş gibiydiler. İlgi alanları ve eğitimleri çoğunlukla Doğuya yönelikti. Yayınları arasındaki DİVAN dergisi, teorinin oluşturulmasında ve yayılmasında başroldeydi. Vakıf ve dergi halen Davutoğlu olmaksızın aynı hedefler doğrultusunda çalışmalarına devam ediyor. Son zamanlarda, Kartal-Cevizli Tekel Fabrikası arazisinde özel üniversite kurmak üzere atağa geçti. Tekel Fabrikası’nın vakfa ücretsiz verildiğine dair bilgiler var. Dava açılmış ama sonra Tek-Gıda iş Sendikası davadan vazgeçmiş… Bu da konumuz dışı ama geçerken değinmiş olduk.
Davutoğlu, “Makyavel’i Kissinger’a bağlayan hâkim Batılı siyaset felsefesinin kavramsal zeminine vâkıf, realist dış politika uzmanlarından biri” olarak tanımlanıyor ki bu, onun küreselleşme patronları ile İslam dünyası arasında bir “köprü” olarak taşıması gereken özelliklerin güzel bir özetidir.
Öyleyse, bu nadide politikacının temsil ettiği eğilimin, “Anadolu’nun bağrından kopup gelen dik başlı burjuvazi” ile ilişkisini sorgulayabiliriz.
Medreselerin yerine özel fen liselerinin ve üniversitelerin kullanılmasının ve buralarda geleneklerine ve inançlarına bağlı tarikat mensubu ailelerin çocuklarının eğitilmesinin daha akıllıca olduğunu keşfetmek, uzun “Soğuk Savaş” yıllarında Amerika’da ve Avrupa’da Müslüman ve antikomünist aydın-yönetici yetiştirme programlarının etkisiyle Türkiye’ye gelmiştir. Evet, bu insanlar dinlerine, kitaplarına bağlı olmalılar, ama aynı zamanda bilimin, özellikle mühendislik bilimlerinin eğitiminden de geçmeliler ve eski sömürgecilik geleneklerine göre batının çoktan bildiği usullerle metropol ülkelere kopmaz bağlarla bağlanmalılar. Yeni nesil (özellikle 70’li 80’li yıllarda üniversite öğrenimi gören) genç, zeki ve çalışkan seçilmiş tarikat mensuplarının çok iyi eğitim almaları bu anlayışla önemsendi ve gerçekleştirildi. Davutoğlu’na bu özel program çocuklarından biri olarak iktisat ve siyaset bilimi okutuldu. Amerika’da uzun süre özel eğitim programlarına katıldı. Zeki, çalışkan ve inançlı olmasının yanı sıra, emperyalist metropolün değerlerine de sımsıkı bağlı olarak göze girdi. Büyük olasılıkla yalnızca bir “memur” olarak değil, Amerika’nın derin stratejilerinin kurucu kadrolarından biri olarak değerlendirildi. Tıpkı “Anadolu’nun yeni burjuvaları” gibi, farkında bile olmadığı bin bir bağla emperyalist sisteme sıkıca bağlandı.
Yine, tıpkı onlar gibi, yaptığı her şeyi memleketi ve ümmeti için yaptığını düşünürken, büyük patronun çıkarlarıyla uyumlu, sistem içi ilişkilere özenli ve çıkarları uzlaştırmaya çalışarak ilerlemenin en doğru yol olduğuna inandı. Eğer herhangi bir eylem, ülkesinin ve halkının çıkarlarına uyuyorsa, bunun aynı zamanda Amerikanın da çıkarlarına uygun olması gerektiğini öğrendi. Biri diğerini asla dışlamamalı, her halükarda, Amerika’nın onayı alınmalıydı. Bu bazen sıkıcı derecede uzun çabaları gerektirebilirdi ama neticede ABD ikna edilmeden herhangi bir adım atılmamalıydı. Bunu iyi öğrenmişti.
Anadolu’nun yeniyetme burjuvaları, “küresel sermaye sisteminin” büyük ve kaçınılmaz gücünü, bankalarla ilişkilerinden, uluslararası ticaretten, bütün dünyayı kucaklamış kapitalizmin en ücra köşelerde bile karşılarına çıkmasından öğrenmişler, birlikte yaşamanın ve birlikte sömürmenin büyük ve genel bir uzlaşma gerektirdiğine inanmışlardı. Sermayenin dini, imanı, milliyeti olmazdı… Bunu kabul etmek ve buna göre paranın akış yönünde ilerlemek gerekiyordu. Yine kalbinizin bir köşesinde, ümmetinizin istikbali için duyduğunuz endişe, merhametli bir dünyaya özlem gibi duygular yaşasın; ama paranın dünyasında ne yapılması gerekiyorsa o da mutlaka yapılsın! Bunlar çelişir mi? Çelişirse çelişsin; ona kitapta bir yer nasıl olsa bulunur, ama işler aksamasın, krediler kesilmesin, ihaleler bozulmasın, kasalar dolmaya devam etsin.
Davutoğlu’nun politik çizgisi de bu kurnazlıklarla dolu ve çıkar hiyerarşisine uyum kaygısıyla diri tutulan ilişkiler içinde şekilleniyor.