Dünyada ve Türkiye’de, kriz bahanesiyle işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik saldırıların çok yönlü olarak gerçekleştiği bir dönemden geçiyoruz. İşsizler ordusu hızla büyümekte, yoksulluk ve açlık gittikçe artmaktadır. Tekelci sermaye, büyük burjuvazi yaşanan krizi kendisi için fırsata çevirip, emekçilerin kazanılmış haklarını hedefe koyan yeni saldırılara hazırlanıyor.
Kapitalizmi sistem krizine sokan süreçte, emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları sürekli olarak kötüleşmekte, iş güvencesi ve sosyal haklar bakımından önemli hak kayıpları yaşanmaktadır. Emekçilerin yıllarca mücadele ederek, bedeller ödeyerek kazandığı çok sayıda kazanım, “kriz bahanesiyle” yeniden ve öncekilere göre daha güçlü bir şekilde hedef haline getirilmiştir.
Krizin emekçilerin yaşamlarına olumsuz etkileri ve bu yansımalara dair politik açıdan daha birçok şey söylenebilir. Zaten bu yayınlarımızın sayfaları, işçi sınıfının günlük gazetesi ve televizyonu uzun süredir birçok analiz yapmakta ve çözüme yönelik politikaları işçilere ve tüm emekçilere sunmaktadır. Bu yazıda, emek alanındaki tepkilerin tarzı, biçimi, varolan durumu ve olması gerekenler ile ilgili değişimleri ve gelişmeleri ağırlıklı olarak değerlendirmeye çalışacağız. Bu açıdan değinilmesi gereken birçok konu (demokratikleşme vb) bu yazıda yer almayacaktır.
Yaşanan kriz süreciyle birlikte tüm ülkelerde, işçi ve emekçi sınıflar alanlara çıkarak krizin faturasını ödemeyeceklerini ilan ediyorlar. Türkiye’deki işçi ve emekçilerin tepkileri ise işyerlerinden başlayarak sokağa yansımaya başlamıştır. Ancak işçi ve emekçilerin alttan gelen bu tepki ve öfkeleri, örgütleri olan sendika konfederasyonlarını henüz harekete geçirmiş değildir. Aksine; bugüne kadar ortaya çıkan pratik, üyelerinin istek ve beklentilerinden farklı, onların somut taleplerine yanıt vermeyen bir yönelim içine girmiş olduklarını gösteriyor. Kimileri, emekçileri dertleri ile baş başa bırakarak, sermaye örgütleri ile müşterek kampanyalar açmakla uğraşırken, kimileri de “kadro eylemleri” yaparak sendikal mücadeleyi yükselttiğini sanıyor.
Hareketin geleceği açısından söz konusu sendika konfederasyonlarının mevcut tutumunu, emek hareketinin ihtiyaçları ve önümüzdeki dönemdeki sendikal mücadelenin izleyeceği yol açısından doğru analiz etme zorunluluğu ortadadır. Bir yandan; kimi konfederasyonların sermaye örgütleriyle yan yana yürüttükleri kampanyalar ve gazete ilanları, öte yandan, gelişmeleri izlemekle yetinen tutumlar ya da ilgiliymiş gibi görüntü vererek, işyerlerinden ve sınıftan kopuk olarak atılan adımlar, en hafifinden büyük bir sorumsuzluk örneğidir.
SALDIRI BELLİDİR VE TEK MERKEZLİDİR
2009 yılının ikinci altı ayına girerken emek hareketi açısından iki önemli olgu ön plana çıkmaktadır. Bunlardan birisi kamu emekçilerinin “grev ve TİS talebi” ile yürüttükleri eylemler, diğeri ise, uzun bir aradan sonra Türk-İş ile hükümet arasında süren kamu toplu sözleşmelerinin tıkanmış ve grev kararlarının alınmış olmasıdır. Hem grev ve toplusözleşme hakkını kullanmak isteyen kamu emekçileri, hem de insanca yaşayacak ücret ve kazanılmış haklarını korumak isteyen kamu işçileri alanlara çıkmaya ve kitlesel tepkilerini göstermeye başlamıştır.
İşçiler açısından en can alıcı olan kıdem tazminatları, hükümet tarafından tartışmaya açılmıştır. Kamu emekçileri açısından ise, iş güvencesini ortadan kaldıracak, esnek çalışmayı yaygınlaştıracak Kamu Personel Yasası yeniden gündeme getirilmiştir. İş güvencesinin ortadan kaldırılması ile birlikte, kıdem tazminatının kaldırılması girişimine paralel olarak emeklilik ikramiyelerinin de tartışmaya açılması muhtemeldir. Bu gelişmeler göz önüne alındığında ve krizin etkilerinin işçi ve emekçilerin yaşamını karartmaya başlamasıyla, son yılların en hareketli günlerinin arifesinde olduğumuz söylenebilir.
Bugüne kadar her iki alanda yaşananlar, hareketin ve mücadelenin ortaklaşma sorununu kaçınılmaz olarak gündeme getirmiştir. Ne yazık ki; Türk İş ve KESK gibi az çok kitleselleşebilmiş sendikaların ve konfederasyonların, yaşanan süreci doğru analiz etmek ve tek merkezli olarak gelen saldırıları birlikte göğüslemek gibi bir niyetleri görünmemektedir. Aksine; işçilerin ve emekçilerin çıkarlarına olmayan, patronları ve hükümeti kurtarmaya dönük reçeteler sunuyorlar.
Türk-İş merkezi; sendikalarının ve üyelerinin alttan gelen basıncına uygun tutum alacağı yerde, HAK-İŞ, KAMU-SEN ve MEMUR-SEN ile birlikte işveren örgütleriyle kol kola sermayenin ve iktidarın yedeğinde zaman harcamakla meşgul. “Eve kapanma pazara çık” kampanyası ile atılan adımlar ve takınılan tutumlar, işçi ve emekçilere ihanet değil de nedir?
DİSK; işçilerin ve üyelerinin dışında “büyük” laflarla hareketin ihtiyaçlarına yanıt vermeyen, kendince “büyük”, ama sendikal hareket açısından küçük bile olmayan işler peşinde zaman tüketiyor. Sendikal sorumlulukları çerçevesinde iş değil, hata ve zaaflarının üstünü keskin laflarla örtme gayreti içinde, ne söyleyeceğini ve ne yapacağını bilmez haldedir.
KESK merkezi ise; üyelerinin ve tüm kamu emekçilerinin beklentilerinden gittikçe uzaklaşmış, kadrolarını yormakla ve mevcut enerjisini kendince “radikal” eylemlerle tüketmekle meşgul. KESK’in giderek marjinal bir karakter kazanan “sendikacılık tarzı”, geçmişte az çok sağlanan birliktelikleri de dağıtan, yerellerde ve merkezlerde hızla yalnızlaşmayı zorlayan, kendi başına iş yapmayı marifet sayan, geçmiş birikimleri hızla tüketen bir rol oynamayı sürdürüyor.
İşçi sınıfıyla yan yana olmak ve birlikte mücadele etmekten kaçınmak, KESK’in özellikle son dönemdeki temel tutumu haline gelmiştir. Bu tehlikeli durum, KESK’in zaten yıllardır üzerine yapışmış olan “solcu” imajını yeniden üretmekte, kitleselleşme gerekliliğinden hızla uzaklaştırmaktadır. Yakın geçmişte birçok kez birlikte eylemler yapılmasına rağmen TÜRK-İŞ ile birlikte hareket etmek, KESK merkezi ve KESK içindeki kimi “solcu” kadrolar açısından asla düşünülmemektedir. Hatta TÜRK-İŞ ile mücadeleyi ortaklaştırmayı savunanları ölçüsüz ve seviyesiz biçimde eleştirebilmektedirler. Geçmişten bu yana KESK içinde şu ya da bu şekilde var olan bu sakat bakış açısı, sendika bürokrasisi ile üye tabanı arasındaki ayrımı kavrayamamış olmanın tipik sonucudur.
Kamu emekçileriyle işçi sınıfının mücadele birliğinin olanakları artmışken; TÜRK-İŞ’in kimi “kaygılarla” KESK ile arasına mesafe koyması, KESK’in TÜRK-İŞ ile bir arada görünmemek için “bin dereden su getirmesi”, en azından sorumsuzluk değil de nedir? Böylesine uygun koşullar olmasına rağmen, dar kadro eylem çizgisine saplanıp kalmaları, tıkanmanın işareti değil de nedir? Bundan daha vahim bir durum olabilir mi? Özellikle böylesi bir dönemde, birleşmesi, birleştirilmesi gereken iki farklı mücadele alanının böylesine ayrı yönlere akmasında esas sorumluluk, en başta her iki konfederasyonun üst yönetimlerinde ve bunlara hakim olan sendikacılık tarzlarındadır.
Kamu emekçilerinin mücadelesi ile kamu işçilerinin TİS sürecinde yaşadığı sorunlar, birbirine paralel sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. TÜRK-İŞ, KESK ve kendine “sendikacıyım” diyen tüm konfederasyon ve sendika yöneticileri, bir kez daha iyi düşünmek zorundadırlar. İşçi ve emekçileri düşünüyor ve onların sorunlarını dert ediniyorlarsa, doğru ve gerekli kararlar alabilirler.
Ancak bugün açısından umutlanarak, bunların “imana” gelmesini beklememek gerekiyor. Önemli olan, işyerlerinden, yerellerden, şube ve temsilciliklerden cesaret verici, çoğu zamanda üst yönetimleri zorlayıcı hareketler ve eylemlerin, aşağıdan yukarıya doğru birleşme eğilimi göstermesidir. Bu dönem, birleşik mücadelenin şartlarını her geçen gün daha da olgunlaştırmaktadır. Her ne sebeple olursa olsun, kriz koşullarının ağırlaştığı bu dönemde birleşik ve güçlü bir hareketin yaratılması, sınıf mücadelesini bulunduğu noktadan çok daha ileriye taşıyabilecek fırsatlar sunacaktır.
KAMU TİS’LERİ
Türkiye’de sendikal hareketin yaşadığı pek çok zaafın kaynağında, Türk-İş’in kuruluşundan bu yana temel karakterini oluşturan, reformcu, uzlaşmacı sendikacılık anlayışının sendikal hareket üstündeki egemenliğinin sürmesi bulunmaktadır. Bu anlayış üstünden şekillenen sendika bürokrasisi, başlıca işçi sendikalarının yönetimini ele geçirmiştir. Sendika bürokrasisi, hareketin kendi dinamikleriyle ilerlemesini büyük ölçüde engelleyebilmiştir. Bu yüzden de, 1989-1991 ve 1994-1996 yılları arasındaki eylemleri bir yana bırakırsak, gerçekleşen eylemler ne kadar kitlesel olursa olsun, bugüne kadar, kamu toplusözleşmeleri, çoğu zaman üye sendikalar bile bilgilendirilmeden, kapalı kapılar arkasındaki pazarlıklarla bitirilmiştir. Patronlar ve hükümetlerle varılan anlaşmalara işçileri “razı etmek”, Türk-İş açısından, sendikal faaliyetin ana unsuru olmuştur. Çalışma yaşamının ve sendika yasalarının anti-demokratik ve sermaye yanlısı düzenlemeleri, sendikaların yöneticilere sınırsız yetki veren tüzükleri, sendika bürokrasisinin gelişmesi ve işçiler karşısında “aşılamaz” gibi görünen bir güç olmasında belirleyici olmuştur.
Sendikaların kendi aralarındaki rekabeti, sürekli olarak patronlara kazandırmakta ve işçilere kaybettirmektedir. Hükümetlere dayanarak, yandaşlık üzerinden, işçilere zorla sendika değiştirme taktikleri, işçiler açısından çekilmez bir hal almıştır. Esnek çalışma, işyerlerindeki statü farklılıkları ve her türlü kuralsızlık, işyerlerindeki iş yaşamını zaten dinamitlemektedir. Üstelik bu saldırılara karşı sendikal politikalar belirlemesi gereken sendika ve konfederasyonların, sermaye ve hükümetlerle kol kola işçi düşmanı uzlaşmacı tutumları kayıpları hızla artırmaktadır. (Mücadeleden yana olan sendikaları ve sendikacı işçi önderlerini elbette bu değerlendirmenin dışında tutuyoruz.)
Sendika bürokrasisinin hükümet ve patronlarla bu derece özdeşleşmiş görünmesi, milyonlarca sendikasız işçinin sendikalara ve sendikal mücadeleye yönelmesinde caydırıcı bir etki yaratmıştır. Türk-İş tarafından sözleşmelerin genellikle masa başında ve çoğu zaman önemli kayıplarla bitirilmesi, kamu işçileri üzerinde sendika bürokrasisinin ikinci bir baskı merkezi olarak rol oynamasını beraberinde getirmiştir. Hatta sendikal bürokrasinin denetimi dışında, işyerlerinde gerçekleşen sendikalaşma faaliyetlerinin çoğu zaman bizzat sendikacılar tarafından yokuşa sürülerek engellenmesi (bu durum sadece Türk İş için değil, “solcu” DİSK için de geçerlidir) yaygın olarak görülen bir durumdur. Sendikal bürokrasiyi aşarak sendikal mücadeleye önderlik edenlerin işten atılması için patronlarla işbirliği yapılması gibi tutumlar (Türk Metal sendikasının işten atmaları kolaylaştırıcı tutumları, ücret indirimine kadar giden ihanetleri ve yine DİSK’e bağlı Lastik-İş sendikasının mücadeleci işçi temsilcileri ile birçok duyarlı işçiyi işten atmada patronla birlikte davranması vb. pratikler), özellikle son yıllarda sendikaların yaşadığı güven ve itibar yitiminin başlıca nedenlerindendir.
Kamu TİS sürecinin tıkandığı bir dönemde; işçiler kendi sendikaları harekete geçsin diye eylem yaparken, TÜRK-İŞ merkezinin tutumu tüm eleştirileri haklı çıkarmaktadır. Aklı başında işçi, temsilci ve sendikacı, böylesi bir zihniyetin sendikaları ve sendikal hareketi nereye götüreceğini bilir. Ama tüm bunların tespit edilip bilinmesi yetmemektedir. Kamu TİS’lerinde yaşananları, TÜRK-İŞ tabanının sadece hükümete değil, konfederasyonlarına da tepki göstermesini doğru okumak gerekir. İşçilerde ciddi rahatsızlık yaratan kimi gelişmeler, sürece doğru müdahale edildiğinde kazanıma dönüşebilir.
KAMU EMEKÇİLERİ MÜCADELESİNİN DURUMU, TİS VE GREV
KESK ve sendika genel merkezleri, her yıl, “Toplu Sözleşme Hakkımız var ve kullanacağız” diyerek TİS taleplerini kamuoyu ile paylaşmaktadırlar. Ancak kamu alanında örgütlü diğer konfederasyonlarla (KAMU-SEN ve MEMUR-SEN vb.) birliktelik sağlamaktan uzak durulması eğilimi, KESK’e her zaman egemendir. Zaman zaman “ortak tutum alma çağrıları” olsa da, sendikal rekabetin bu alanda daha şiddetli yaşanması ve devlet güdümlü diye nitelenen sendikaların devletçi/hükümetçi tutumları ile yandaşlıkları da öne çıktığında/çıkarıldığında, birleşik tutum almak imkansız hale gelmektedir. Hükümetlerin, tüm bunları bilerek, ayrıştırmak için özel çaba göstermesi gerçeği de eklendiğinde, kamu emekçileri kazanan değil, her yıl kaybeden olmaktadır. 4688 sayılı Yasanın da olumsuz etkileri de eklendiğinde, kamu emekçilerinin kayıpları hızla artmıştır ve tahribat büyük boyutlardadır.
Memur konfederasyonları işin kolayına kaçmaktadırlar. Toplu Görüşme süreci gerçekten birçok yönü ile komediye dönüşmüştür. Kamu-Sen ve Memur-Sen, hükümetlerin en yakınında olmayı ve sırtlarının sıvazlanmasını marifet sayarlarken, KESK ise “masaya oturmamayı” neredeyse ilkesel bir amaç haline getirmiştir. Taktik politikalar bakımından bir dönem başvurulan bir yöntem (doğru ya da yanlışlığı bir yana), neredeyse geleneksel bir politikaya dönüşmüştür. Kamu emekçilerinin taleplerini bir yandan masada tartışmak, kamuoyunu bilgilendirmek, beklenti içinde olan kamu emekçilerine gerçekleri açıklamak; öte yandan işyerlerinde ve alanlarda kitlesel eylemlerle kamu emekçilerinin gücünü hissettirmek gerekliyken, birkaç göstermelik açıklamayla yetinmek tarz haline gelmiştir. Bu yönelim tarz haline gelince de, emekçiler açısından ilgisizliğe ve güvensizliğe dönüşmüştür.
Haziran eylemleri de bu anlayışın ürünü olarak belirlenmiştir. Acaba 20 Haziran eyleminden sonra KESK tatile mi çıkmıştır? Ağustos ayında ne yapılacağı, nasıl bir tutum alınacağı henüz belirsizdir. KESK Genel Başkanı ve kimi yöneticiler, bu güne kadar işyerlerine dayanmayan, işyerlerinden kopuk tutumlar geliştirdikleri ve işyerlerindeki sorunları talep haline getirme ihtiyacı bile hissetmedikleri halde, Ekim ayında GREV yapmayı hangi gerekçelerle savunmaktadırlar? Böyle bile olsa, o zaman iş oluruna bırakılmamalıdır. Sözünü ettikleri “Kadro Grevi” değilse, işin gereği hemen yapılmaya başlanmalıdır. 1 Aralık 2000’de olduğu gibi, işyerlerinde planlı ve yaygın bir çalışma yapılmadan, başta işçi sınıfı ve diğer emekçilerle birleşmeden bu saldırıları püskürtmek söz konusu olamayacağı gibi, “kadro grevi” gibi ilginç ve anlamsız eylem önerilerinin önüne geçmek de mümkün değildir.
Geçmişte sendikalarımızı besleyen, kitleler halinde alanlara akmamızı sağlayan, işyeri örgütlülüğü ve onun yarattığı güçtü. Ancak bugün önce işyeri çalışmaları, ardından kaçınılmaz olarak sendikalarımız oldukça zayıflamıştır. Hatta kimi işkollarında, geçmişte işyerleriyle az çok oluşan bağlar kopma noktasına gelmiştir. Bu durum sendikaların eylem biçimlerine de yansımış; yapılan eylemler, sınırlı bir kadro sayısıyla yapılmaya ve birbirinin tekrarı olmaya başlamıştır. Sendikalarımız, kadrolarımız işyerinden ve işyeri sorunlarından büyük ölçüde kopmuştur. Bu durumun en somut sonucunu, yapılan eylem ve etkinliklere katılım ve eylemi sahiplenme noktasındaki eksikliklerde görmek mümkündür.
Kamu emekçilerinin, sendikalara üye olanları da dâhil, büyük bir kısmı, gündemde olan ya da önümüzdeki dönemde gündeme gelecek yeni saldırıların neler getirdiğinden/getireceğinden haberdar değildir. Tüm kamu emekçilerini kapsayacak yoğunlaştırılmış günlük “aydınlatma ve bilgilendirme çalışmaları”, sadece yazılı materyallerle sınırlı haldedir. Bunların da emekçilere ulaşmadığı ve okunup tartışılmadığı göz önüne alındığında, işyerleri ile bağların kopmasını anlamamak mümkün değildir.
Bu ve benzeri nedenlerle, işyerlerinin gündemi ile sendika üst yönetimlerinin gündemleri büyük ölçüde birbirinden uzaklaşmıştır. Son dönemde sıkça yapılmaya başlanan Ankara merkezli ve protestoculuktan öteye gitmeyen “gösteri” eylemlerinin yaygınlaşması dikkat çekicidir. Daha az çaba ve enerji gerektiren, çoğunlukla “kadroların” katıldığı eylem tarzının benimsenmesi, genel üye kitlesi üzerinde kendini geri çekme, mücadeleye uzak durma etkisi yapmıştır. Yine buradan kaynaklanarak, yetişmiş kadrolarda da sendikal örgütlenme ve mücadeleye yabancılaşma eğilimlerinin artmış olması, gelecek açısından endişe verici bir durumdur.
İşyerleri, şubeler ve genel merkezler arasında sağlıklı bilgi akışı sağlan(a)mamaktadır. İşyerleri ile kurulan bağlar, çoğu yerde “pamuk ipliğine” bağlı bir şekilde sürdürülmeye çalışılıyor. Sendikaların yaptığı çağrılara işyerlerinden yeterince yanıt gelmemekte, bütün bunlar, kurum olarak sendikaları zayıflatmakta, kan kaybı yaşanmasına neden olmakta ve sonuçta sendikalara karşı güvensizliğe dönüşmektedir.
Geçmiş dönemde karşı karşıya kaldığımız güçlükler ve önümüzdeki dönemde yoğunlaşarak artacağı açık olan saldırılar, kamu emekçileri içinde yeniden mücadeleye yönelmeyi sağlayabilecek bir rol oynayacaktır. Emeğe ve emekçilere yönelik tüm saldırılar, aynı zamanda, kamu emekçileri sendikal hareketinin yeniden örgütlenmesi, yeniden mücadeleci bir çizgiye çekilmesi için önemli bir fırsattır.
Sermaye saldırılarının bu kadar yoğunlaştığı son dönemde, emekçiler cephesinde ve kamu emekçilerinin sendikalarında bu saldırıları püskürtecek, birleşik, güçlü bir mücadele stratejisi ve bu stratejiyi layıkıyla uygulayacak bir yönelime ihtiyaç olduğu ortadadır. Sınıftan yana tutum alan sendikacılara, ileri işçi önderlerine/temsilcilerine ve sendika şubelerine düşen görev ve sorumluluk, saldırı yasalarından etkilenecek emekçi kesimlerin her geçen gün artan öfke ve tepkilerini birleşik bir güce dönüştürmektir. Kamu TİS’lerinin tıkanmış olması, benzer bir şekilde kamu emekçilerinin taleplerinin “toplugörüşme” mekanizması içine sıkıştırılmak istenmesi, işçi ve kamu emekçilerinin mücadelesinin birleştirilmesi için olanakları da artırmaktadır.
BİRLEŞİK MÜCADELENİN OLANAKLARI, HER ZAMANKİNDEN DAHA FAZLA ARTMIŞTIR
Öncelikle, kamu emekçileri hareketi, “toplugörüşmeyi” toplusözleşmeye çeviremediği sürece, sendikalarımızda yaşanan kan ve itibar kaybının önüne geçmek çok zordur. KESK, kamu emekçilerinin gücünü ve yığınsal katılımını sağlayacak eylem biçimlerine yönelmek zorundadır. Geçmiş deneyimleri ışığında, 1 ARALIK eylemi gibi eylemleri örgütleme iddiası ile yeniden kendini inşa sürecine girmelidir. Bunun için, öncelikle, “kadrolarla” sınırlı, tüm hareketi “kadro eylemleriyle” sınırlı gören dar ve sığ bakış açıları derhal terk edilmelidir. Sendikal faaliyetler ve mücadele biçimi en geniş üye kesimi ile tartışılmayıp, onların katılımı sağlanmadıkça, örgütsel ve mücadeleye dair sorunların üstesinden gelinmesi mümkün değildir. Bu durumun devam etmesi halinde, kısa bir süre sonra mevcut/aktif siyasallaşmış kadroların birikim ve enerjisinin de tüketilmesi kaçınılmaz olacaktır.
İşyerlerinden başlayarak işçi-memur-sözleşmeli gibi statü ayrımlarını aşacak bir sendikal çalışmayı yürütmek ve bunu yürütürken de, bu alanda örgütlü sendikal yapılarla (özellikle işçi sendikaları ve meslek örgütleriyle) ilişki içinde olmak, birlikte ortak adımlar atmak gerekiyor. Ortak örgütlenme, sadece yasal bir engelin ötesinde, politik bir duruşu ifade etmektedir. Emekçileri bölen yasal düzenlemelere karşı fiili örgütlenmelere gitmek, fiili ve meşru temelde birleşik bir mücadele hattı yaratmanın önemini anlamak ve buna uygun politikalar geliştirmek, artık zorunlu hale gelmiştir.
Görünen haliyle; genelde işçi ve memur konfederasyonlarının, özelinde ise yakınlaşmanın olanaklarının varlığına rağmen, TÜRK-İŞ ve KESK’in, konfederasyonlar düzeyinde birlikte tutum almaları zor görünüyor. Konfederasyonlar başka dünyalarda dolaşmaya devam ediyorlar. Özellikle kriz üzerinden kapitalizmin saldırganlığının vahşileştiği bu süreçte, konfederasyonların merkezi tutumlarını değiştirecek işler yapmaya acilen ihtiyaç vardır. Bu işleri yapma görev ve sorumluluğu, sınıf bilinçli işçi ve kamu emekçilerinin ileri kadrolarının omuzlarında durmaktadır. Bu süreçte yerel platformları işler hale getirmek, adı ne olursa olsun yeni mücadele platformları kurmak yaşamsal önemdedir. Sendikaların yönetimlerinin kararlarına bağlı kalmaksızın, işyeri çalışmalarını sürdürmek, yaygın propaganda ve ajitasyonu günlük olarak yapmak hayati önem arz etmektedir.
Tıkanan kanalları açacak olan işler; işyeri eylemleri, ilçe ve iller düzeyinde birleşmiş işçi ve emekçi hareketlenmeleridir. Sendikal hareketin, kendisinden ve kendisi dışındaki nedenlerden dolayı hayli gerilediği/geriletildiği günümüz koşullarında, mücadelenin her düzeyinin önemsenmesi, desteklenmesi ve mutlaka somut talepler üzerinden ilerletilmesi gerekmektedir. Bugün gelinen yerde; başta gelişmiş kapitalist ülkeler olmak üzere, tüm dünyada sendikaların yeniden inşası ve mücadeleci bir hatta yönelmesi ve sendikal hareketin yeniden ayakları üzerine dikilmesi zorunluluğu, hareketin önündeki ilk hedef olarak durmaktadır.
Hükümetin ve TÜRK-İŞ’in tutumunun işçilerde doğurduğu hoşnutsuzluk ve öfke, sonbahar aylarında mücadelenin yükseleceğinin işaretlerini veriyor. Aynı zamanda kamu emekçilerinin beklentilerinin karşılanmamasından kaynaklı tepkileri de düşünüldüğünde, birleşik mücadelenin olanaklarının genişleyeceği söylenebilir. Varsın yukarıdakiler inatlarını sürdürsünler. Alttan bir dalga yaratıldığında, “yukarılar”daki birleşmeme yönündeki eğilim ve dirençler de kırılacaktır.