Kriz ve Çinleşen Türkiye’de “Sınırsız Sömürü”

KRİZİN SUÇLUSU KİM, GÜÇLÜSÜ KİM..?

Kapitalizm krizde olduğu dönemlerde ideolojik, ekonomik ve siyasal alanda içerisine düştüğü zaafı örterek egemenliğini tekrar sağlamayı ve sürdürmeyi hedefler. Bu nedenle, kriz dönemlerinde sermaye temsilcileri, toplum kesimleri önünde krizin, sistemin kendi içsel çelişkilerinden kaynaklandığını gizlemeye çalışır. Hatta daha da ileri giderek, kendi yarattığı krizle ortaya çıkan toplumsal sorunların sadece kendi yöntemleriyle çözülebileceğini iddia eder. Böylece başta emekçiler olmak üzere, sermaye dışında kalan toplum kesimlerinin sistemi sorgulamasını engellemeye çalışır.

Kriz döneminde ideolojik çöküntüsünü gizlemeye çalışan kapitalizm, diğer bir taraftan da, krize neden olan kâr düşüşlerini engelleyip, ekonomik hegemonyayı sürdürmeyi amaçlar ve sermaye birikim rejimini bu doğrultuda yeniden düzenler. Sermaye birikim rejiminin düzenlenmesi, sermayenin emek; merkez ülkelerin ise çevre ülkeler üzerindeki sömürü düzeyini daha ileri bir aşamaya aktarmasından ibarettir. Bu, aynı zamanda, emek-sermaye ve merkez-çevre ülkeler arasındaki hiyerarşinin –söz hakkının– yeniden belirlenmesi anlamına gelir.

Kapitalizmin ideolojik ve ekonomik hegemonyayı sağlama ve krizden çıkış sürecinde, politikalarını uygulayacak olan siyasi iradenin rolü de son derece önemlidir. Kapitalist sistemde egemen konumda olan devletler, sistem içerisinde yer alan her bir ülkedeki siyasi iradenin öneminin farkında olarak, siyasal iktidarlar üzerinde hakimiyet kurmaya çalışır. Böylece kapitalist üretim ilişkilerinin belirlediği hiyerarşi içerisinde her bir ülkenin sistemin ihtiyaçlarına cevap verecek politikaları uygulaması sağlanır. Bu süreçte, kapitalizmin uluslararası kurumları (IMF, DB, DTÖ, AB vd.) da, yaptıkları –tek taraflı ya da çok taraflı– anlaşmalarla ülkelerin söz konusu politikaları uygulamasını sağlar.

Kapitalizmin siyasi ve ekonomik alanda hegemonya sağlaması, ideolojik hegemonya sağlamasından çok daha kolaydır. Zira sermaye, işsizlik, yoksulluk, açlık gibi tehditler ile emekçiler üzerinde ekonomik hegemonya kurarken; etnik köken, din, mezhep, ırk gibi ayrışmalar üzerinden kurduğu baskılar ile de siyasal hegemonyayı elde etmeye çalışır. Ekonomik ve siyasal hegemonyayı sağlama sürecindeki baskı ve zorlamaların ideolojik hegemonyayı da sağlaması beklenir. Ama kriz dönemlerinin özellikle ekonomik sorunlara cevap verememesi ve ekonomik egemenliğin sarsılması, ideolojik olarak sistemin çok daha fazla sorgulanmasına yol açar.

Özellikle kriz dönemlerinde belirgin hale gelen sistemi sorgulama eğiliminin kendiliğinden sisteme karşı bir eyleme dönüşmesi beklenmemelidir. Çünkü ekonomik sorunların en yakıcı olduğu koşullarda dahi, bu sorunların kaynağının mevcut sistem olduğunun anlaşılması, ancak sınıfsal bir bakış açısı ile mümkündür. Özellikle sermayenin –başta medya olmak üzere– kullandığı ve emekçilerin günlük yaşamlarını önemli ölçüde işgal etmiş olan propaganda araçlarının gelişmiş ve yaygınlaşmış olduğu günümüzde, sistemin sınıfsal bir bakışla sorgulanması son derece zordur. Zira bu propaganda araçlarının yarattığı yanılsama sayesinde, bir taraftan sorunların kaynağının doğru biçimde algılanması engellenirken, diğer taraftan da emekçiler arasındaki ayrışmalar körüklemeye çalışılır.

Kapitalizmde krizlerin ve krizlerle ortaya çıkan toplumsal sorunların sistemin yapısından kaynaklandığının anlaşılmasını sağlayacak sınıfsal algının oluşmasında en önemli görev, sınıf partileri, sendikalar ve emekten yana demokratik kitle örgütlerine düşmektedir. Bu yapıların sınıfsal bir perspektif içerisinde gerçekleştireceği çalışmalar ile sermayenin yaratmaya çalıştığı yanılsama engellenerek, gerçekçi bir kriz analizi mümkün hale gelebilir ve bunun üzerinden de emekçilerin krizin yüklerinin kendi sırtlarına yıkılmasına karşı mücadelesi örgütlenebilir. Bu yapılar, tarafından kriz analizinin doğru yapılamaması durumunda ise, kriz karşısında emekçi sınıfın ezilmesine engel olmak bir tarafa, krizin yükünü emekçilerin üzerine daha fazla yıkmaya yönelik sermaye politikalarına katkı sağlayan konuma dahi düşebilir. Yani krizin suçlusu olan sermayenin ve sistemin, krizden daha da güçlü çıkmasında emekten yana görünen örgütler de pay sahibi olurlar.

2008 KRİZİ VE YİNE AYNI TERANE…

2008 yılında krizin saklanamayıp itiraf edilmesi ile birlikte yaşananlar, diğer kriz dönemleriyle önemli benzerlikler göstermiştir. Krizin ilan edilmesinin hemen ardından, ABD yönetiminin yaptığı ilk iş, devlet bütçesinden sermayeyi krizden kurtarma operasyonuna girişmek olmuştur. ABD emekçisinin alın teri ve ABD’nin dünyanın dört bir tarafında kan dökerek gasp ettiği kaynakların bir avuç sermayedarın kâr kayıplarını kapatmak için aktarılması, “batan işletmelere yatırılmış olan emeklilik fonlarının da batmasını önlemek olarak” açıklanmıştır. Yani ABD yönetimi, sermayedarları kurtarma operasyonunu, emeklilerin haklarını korumak için yapıyormuş yanılsaması yaratarak meşrulaştırmaya çalışmıştır. Oysa, Eylül 2008’den bu yana, ABD’de, krizden kurtarma gerekçesiyle sermayeye trilyon dolarlar aktarılırken, işletmelerden işçilik maliyetlerini azaltmaları ve verimliliklerini arttırmaları istenmiştir. Bunun sonucu olarak, –sendikalarında da büyük ölçüde rızası alınarak– yüz binlerce işçi çıkartılmış, ekonomik haklar gerilemiş ve esnek çalışma yaygınlaşmıştır.

Kriz karşısında kapitalizmin hegemon devleti ABD’nin uygulamaları, başta AB ülkeleri olmak üzere, diğer kapitalist ülkelerce de benimsenmiştir. Zaten kapitalist ülke yönetimlerinin katılımıyla gerçekleşen birçok toplantıda, krize karşı uygulanacak politikalar, kapitalizmin uluslararası kurumları tarafından dikte ettirilerek ortaklaştırılmıştır.

Diğer ülkeler gibi, Türkiye’nin de kriz karşısında izlediği politikalar, önemli ölçüde uluslararası kurumların verdiği direktiflerin ‘ulusal sermaye’nin de talepleri etrafında biçimlendirilmesiyle belirlenmektedir. Bu bağlamda, kapitalizmin siyasi, ekonomik, ideolojik hegemonyasına halel getirmeden, kriz sürecini kontrol altında tutmak, AKP Hükümeti’nin başlıca hedefi olmuştur.

TÜRKİYE’DE “İSTİHDAM” MASKESİ ALTINDA DERİN SÖMÜRÜ

Türkiye’de krizin ve onun üzerinden de sistemin sorgulanmasına neden olacak en temel sorun işsizliktir. İşsizliğin yapısal bir sorun olduğu Türkiye’de, sıkça yaşanan ekonomik krizlerle birlikte, işsizlik, –özellikle 2001 sonrasında– yüzde 10’lara ulaşmıştır. Sermaye kesiminin kârlarının görülmemiş ölçüde yükseldiği, son derece yüksek büyüme oranlarının gerçekleştiği 2002 sonrası dönemde dahi, işsizlik oranı yüzde 10’ların altına çekilememiştir. Dolayısıyla 2008 krizine, Türkiye, zaten yüksek bir işsizlik oranı ile girmiştir, krizle birlikte bu oran, rekor bir artış ile yüzde 16’lara yükselmiştir.

Kriz süreçleriyle birlikte derinleşen işsizlik sorunu, krizle birlikte emek örgütlerinin yaptığı açıklamalarda da ön plana çıkmış ve işten çıkartmanın yasaklanmasına varan talepler dile getirilmiştir. Emek örgütleri gibi, sermaye kesiminin de, işsizlik oranlarının yüksekliğinden ve daha da artmasından endişe duyduğunu ve buna karşı önlemler alınması gerektiğini vurgulayan açıklamalar yapılmıştır.

Sınıflar arası çelişkilerin en keskin haliyle yaşandığı kriz dönemlerinde kolay rastlanmayacak biçimde emek ve sermayenin işsizlik gibi son derece çatışmalı bir konuda benzer vurgularda bulunmaları, son derece ilginç bir tablo ortaya çıkartmıştır. Bu tablo karşısında da akıllara şu soru gelmiştir: Acaba kimilerinin söylediği gibi tarihin sonuna gelindi de, emek sömürüsü için sermayenin en güçlü silahı olan işsizlik etrafında sınıfların çıkarları örtüşmüş müdür?

Kapitalist üretimin temel mantığı değişmediğine göre, bu sorunun cevabı tartışmasız “hayır”dır. O halde, sermayenin, emekçileri birbirleri ile rekabete sürükleyerek sömürü oranını arttırmak için kullandığı işsizliğin ortadan kalmasını ya da azalmasını istemesi, nasıl açıklanabilir?

KRİZ ÖNCESİ İŞSİZLİK SÖYLEMİ…

Türkiye’de, sermaye kesiminin işsizliği sorun olarak tanımlaması ve gündemine alması, kriz ilanından çok daha öncelere dayanır. Ancak yanlış anlaşılmasın, sermayenin işsizlik sorununa yaklaşımı, hiçbir zaman sosyal bir sorun algısı üzerinden olmamıştır. Aksine, işsizliğe çözüm adı altında savunulan, “istihdam üzerindeki yük” olarak tanımladıkları emek maliyetinin düşürülmesidir. Bu bağlamda da, bir taraftan esnek çalışmanın daha da yayınlaştırılması, diğer taraftan da sosyal güvenlik primi ve vergilerin düşürülmesi ya da devlet tarafından karşılanması ve ucuz işgücü bölgeleri yaratılması, sermaye kesiminin sürekli dillendirdiği talepler olmuştur. Sermaye bu talepleri gündeme getirirken, AB, Dünya Bankası ve OECD’nin istihdam stratejilerinden de destek almaktadır. Zira Türkiye sermayesinin bu talepleri, söz konusu kurumlar aracılığı ile tüm kapitalist ülkelere önerilen ve hatta ikili ve tek taraflı sözleşmelerle dayatılan politikaları içermektedir.

Uluslararası örgütlerin ve Türkiye sermayesinin işsizlik söylemiyle getirdiği bu taleplerin ardındaki niyet, küresel rekabet ortamı içerisinde, Türkiye’yi, cazip yatırım alanı haline getirmektir. Türkiye’nin küresel üretim ağı içerisinde bulunduğu konum itibariyle rekabet halinde olduğu ülkelerin başında, Çin, Hindistan, Mısır gibi ucuz emek gücü üzerinden rekabet eden ülkeler gelmektedir. Bunun anlamı, cazip yatırım alanı olması için, Türkiye’de emek maliyetlerinin bu ülkeler düzeyine çekilmesidir.

“TÜRKİYE’NİN ÇİN’İ GÜNEYDOĞU OLSUN…”

Türkiye’nin cazip yatırım alanı olması ve küresel rekabette üstünlük sağlaması söylemiyle emek maliyetini düşürmeye çalışan bu anlayış, işsizlik sorununu çözme görüntüsü altında kendisini meşrulaştırmaktadır. Bu yapılırken de, özellikle işsizliğin ve yoksulluğun en yoğun olduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri hedef alınmıştır. Sanko Holding`in patronu Abdülkadir Konukoğlu’nun Türkiye’nin Çin’i Güneydoğu olsun…sözleri ve TOBB, TÜSİAD gibi sermaye örgütü temsilcilerinin yine bu yönde vermiş olduğu mesajlar, Türkiye’nin Çinleştirilmesi ve bunun da özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde gerçekleştirilmesi niyetlerini ortaya koymuştur. Bu niyet doğrultusunda, bir süre önce “bölgesel asgari ücret” önerisi getirilerek, bu bölgelerde daha düşük ücret uygulanması gündeme getirilmiştir.

İŞVERENİN SORUMLULUĞU DA EMEKÇİNİN SIRTINA…

Kuşkusuz, Türkiye’nin sadece bir ya da birkaç bölgesi ucuz emek alanı haline getirilirken, diğer bölgelerinde, emeğin, mevcut haklarını koruyup geliştirebilmesi mümkün değildir. Sermaye, Doğu ve Güneydoğu için açık olarak ifade ettiği Çinleştirme özlemini, yine işsizlik sorununu çözme görüntüsü altında ve “istihdam paketi” adıyla tüm ülkede uygulanacak biçimde Mayıs 2008’de gündeme getirmiştir. Sermayenin istihdam üzerindeki yüklerini kaldırmak amacıyla getirilen bu paketle birlikte, işverenin ödediği sosyal güvenlik primleri düşürülürken, işverenlerin kreş, emzirme odası bulundurma ve işyeri hekimi çalıştırma yükümlülüğü kaldırılmıştır. Yine bu paket ile, kriz sonrasında, her fırsatta sermayeye kaynak olarak kullandırılan İşsizlik Sigortası Fonu’nun, amacı dışında kullanılmasının yolu açılmıştır. Bu bağlamda, 18-29 yaş arasındaki gençler ve kadınların SSK primlerinin 5 yıl boyunca işveren yerine İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanması sağlanırken, GAP’ta yatırım yapacak sermayeye de buradan kaynak aktarılmasının yolu açılmıştır. Bu paketle birlikte, işverenlerin, çalıştırdıkları işçiler için neredeyse ücret dışında hiçbir yükümlülüğü kalmamış, işverenlerin tüm yükümlülükleri emekçilerin sırtına yüklenmiştir. Dahası, emekçilerin kapitalist sistemden kaynaklanan risklere karşı oluşturduğu birikimlerin de, sermayenin cebine aktarılmasına olanak sağlanmıştır.

KRİZ VE SINIRSIZ SÖMÜRÜ DÖNEMİ…

Kriz öncesinde işsizlik sorununa çözüm görüntüsünde getirilen emek karşıtı düzenlemeleri, sendikalarla “uzlaşma” içinde meşrulaştıran sermaye, krizle birlikte krizin yükünü emekçilere aktarmak ve kendisini krizin sorumlusu değil, krizden çıkışın çaresi olarak göstermek amacıyla, işsizliği kullanmaya devam etmiştir. İşsizliğin giderek daha büyük bir sorun haline gelmesi ve emek örgütlerinin “krize karşı” programlarında işsizliği öne çıkartmaları, sermayenin işsizliğe çözüm görüntüsü altında Çinleştirme hedefi için önemli bir fırsat yaratmıştır.

Eylül 2008’de, krizin itirafının hemen ardından, sermaye ve hükümet, “krizi fırsata çevirme” düşüncesiyle, “işsizlik sorununu çözme” söylemiyle birçok düzenleme gerçekleştirmiştir. “İşsizliğe çare” olarak getirilen düzenlemelerin temelinde de, yine istihdamın üzerindeki yüklerin hafifletilmesi vardır. Bu doğrultuda Mayıs 2008’de çıkartılan İstihdam Paketi’nde yolu açılmış olan sigorta primleri ve vergilerin düşürülmesi ya da İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanmasına yönelik uygulamalar daha da yaygın hale getirilmiştir. Yine sermayeye yönelik teşviklerde, İşsizlik Sigortası Fonu’nun kullanılması öngörülmüştür.

Sermaye, krizi fırsata çevirme konusunda öylesine ileri adımlar atmıştır ki, işsizlik sorununu çözme görüntüsüyle, çalıştırdıkları işçilerin sadece sigorta ve vergilerini değil, çıplak ücretlerini dahi ödemekten kurtulacak düzenlemeler yapmışlardır. Bunlar içinde en önemli örnek, işverenin emek maliyetini neredeyse tamamen ortadan kaldıran, “eksik çalışma ödeneği”dir. İşçinin bir süreliğine işini korumasını sağlayan bu uygulama ile, işçinin ücreti, İşsizlik Sigortası Fonu ya da genel bütçeden ödenmekte, yani toplumsallaştırılmaktadır. Bunun diğer bir ifadesi, sermayenin emeğin yarattığı değerin bütününe el koyarak, kâra dönüştürmesidir. İşsizliği önleme söylemiyle getirilen diğer tüm uygulamalar gibi, eksik çalışma ödeneği konusunda da, emek örgütleri hiçbir tepki göstermeyerek, ücretin tamamının kâra dönüşmesini ve sömürünün toplumsallaşmasını onaylamışlardır.

Krizi fırsata çevirme becerisi gösteren sermaye ve onun temsilcisi AKP Hükümeti’nin işsizlik sorununu çözme görüntüsüyle yaptıkları tüm uygulamalara karşı emek kesiminden hiçbir ses çıkmaması, sermayenin ve AKP’nin cesaretini daha da arttırmıştır. Bu cesaret sayesinde emek sömürüsünü en üst düzeye taşıyacak uygulamalar yaşama geçirilmeye başlanmıştır. Bu uygulamaların en sonuncusu, 4 Haziran 2009 tarihinde Başbakan tarafından açıklanan “Teşvik ve İstihdam Paketi”dir. İşverenin üzerindeki yükümlülükleri daha da azaltan ve yükü İşsizlik Sigortası Fonu ve genel bütçe aracılığıyla topluma yıkan bu son paketin diğerlerinden farkı; halen istihdam edilmekte olanların işlerini korumaktan öte, yeni istihdam alanları açacağı iddiasında olmasıdır. Ayrıca bu pakette, sermayenin yıllardır dillendirdiği, Doğu ve Güneydoğu’yu Çinleştirme düşüncesi de somutlaştırılmıştır.

Hazırlığı 1,5 yıl sürdüğü iddia edilen ve MÜSİAD’ın “devrim” olarak nitelendirdiği, diğer sermaye örgütlerini de ziyadesiyle memnun eden Teşvik ve İstihdam Paketi için medyanın tercih ettiği başlık, “500 bin işsize iş” şeklinde olmuştur. Paketin doğrudan istihdam yaratan maddeleri şöyledir:

120 bin işsiz, kamuya ait okul, hastane ve benzeri sağlık kurumlarındaki bakım ve onarım işleri, ağaçlandırma ve erozyon kontrolü, çevre düzenlemesi, arazi ıslahı, park, bahçe düzenlemesi gibi işlerde 6 ay süreyle çalıştırılacaktır. Bu işçiler, günde 3 ya da 4 saat çalıştırılarak, karşılığında saat başına 3 TL alacaktır. Bir işçinin toplam çalışma süresi haftalık 30 saati geçmeyecek ve ücretler, İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanacaktır. Bu işçilerin kamuda istihdamının kalıcı olmaması için, işçiler, taşeron aracılığı ile istihdam edileceklerdir. Doğrudan istihdam yaratmaya yönelik diğer uygulama ise, lise ve üzeri eğitimli 100 bin işsizin stajyer statüsünde özel şirketlerde çalıştırılmasına ilişkindir. Bunların da çalışma süresi 6 ay olacak, bu süre içerisinde günlük 15 TL ücret alacaklar ve bu ücret de, yine İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanacaktır.

Pakette doğrudan istihdam yaratma dışında, 200 bin işsize vasıf kazandırılması (ne tür bir vasıf kazandırılacağı ve bu vasfa sahip olanların istihdam şansı olup olmayacağı belirtilmemektedir) öngörülmektedir. Mesleki eğitime katılanlara, günde 15 TL ücret verilecektir. Bunun dışında, 10 bin kişiye de, girişimcilik eğitimi verilecektir.

Gerek doğrudan yaratıldığı iddia edilen istihdam olanakları, gerekse mesleki eğitim uygulamalarının işsizlik sorununun çözümüne katkı sağlaması mümkün olmadığı gibi, istihdam olanağı yarattığı iddia edilen uygulamalar, emekçilerin yüzyıllar süren mücadelelerle elde ettiği hakları ortadan kaldırır niteliktedir. Her şeyden önce, stajyer tanımlaması üzerinden getirilen 6 aylık geçici çalışma biçimi, esnekliğin en uç aşamasıdır. Son derece “eğreti” ve “güvencesiz” olan bu emekçilerin istihdam edildiğini, bir işlerinin olduğunu dahi söylemek mümkün değildir. Sadece bir süreliğine ucuz (ve hatta bedava) işgücü olarak çalıştırılacaklar ve ürettikleri değerin tümüne sermaye tarafından el konulacaktır. Öte yandan, ödenecek ücret, yasal asgari ücretin dahi altında kalacaktır. Yani, bu paketle, Türkiye’de, devlet eliyle, yasal asgari ücret uygulaması ortadan kaldırılmış olmaktadır. Sadece kriz dönemi için getirildiği söylense de, bu düzenlemenin ardından, işverenlerin eğreti ve güvencesiz çalışmayı uygulaması ve yasal asgari ücretin çok altında ücret ödemesi meşru hale gelmiştir. Böylece, emek piyasasında yasalara uygun çalıştırma, işverenin insafına terk edilmiştir.

Pakette getirilen düzenlemeler ile istihdamın sağlanmasına yönelik olduğu söylenen tüm uygulamaların maliyeti, emekçilerin işsiz kalma riskine karşı kendilerini güvenceye almak için oluşturdukları fonun üzerine yıkılmıştır. Daha önceki paketler gibi, bu pakette yer alan düzenlemeler ile de, sermaye, “istihdam üzerinde yük” olarak gördüğü diğer tüm sorumluluklarla birlikte, çalıştırdığı işçinin ücret yükümlülüğünü de, emekçinin cebinden çıkan paralarla oluşturulmuş olan fona, yani emekçilere yıkmaktadır. Bunun anlamı, işverenin “0” maliyetle işçi çalıştırması, yani emeğin yarattığı tüm değere el koymasıdır.

Satın aldığı emek gücünün karşılığı olarak işverenin hiçbir maliyete katlanmamasına, yani “0” maliyetle işçi çalıştırma uygulamasına, kapitalist üretim ilişkilerinin hiçbir döneminde rastlanmamıştır. Getirilen bu düzen ile, Türkiye, tam da sermayenin istediği gibi, emek sömürüsü bakımından rekabete girdiği Çin’den de üstün hale gelmiştir.

Hükümet, paketi hazırlarken, emek sömürüsünü sınırsız hale getiren düzenlemelerin yaygınlaşmasının zaman alacağını düşündüğünden olacak, “Doğu ve Güneydoğu’yu Çinleştirme” projesine dair de düzenlemeler yapmıştır. Buna göre, başta kurumlar vergisi olmak üzere, bu bölgelere giden sermayeye türlü destek ve teşvikler vaat edilmektedir. Hem de yine İşsizlik Sigortası Fonu’ndan ya da genel bütçeden ayrılan kaynaklarla, yani yine emekçinin cebinden çıkan parayla…

Sermayenin, AKP Hükümeti aracılığı ile Türkiye’yi –emek sömürüsü bakımından– Çinleştirmeye yönelik hedefinin yaşama geçirilmesinde, kriz büyük bir fırsat olmuştur. Sermayenin ve hükümetin krizi fırsata dönüştürmesinde en önemli rol, kuşkusuz emek örgütlerinindir. Eğer, sermayeyle böylesine “uzlaşmış” bir emek örgütlenmesi yerine sınıfsal perspektifini koruyan bir örgütlenme olsaydı, sermaye, sömürüyü sınırsız hale getirecek ölçüde bir güce sahip olamazdı.

Şüphesiz emekçilerin karşı karşıya olduğu bu tablo son derece karanlıktır. Ama bu karanlık kader değildir. Emekçiler sınıfsal hafızalarını yeniden kazanır ve mücadeleye yönelirse, karanlıktan çıkmak için adımlar atılmaya başlanmış demektir. Bunun için, her şeyden önce, mevcut emek örgütlerini bu hale getiren politikalar ve kişilerden kurtulmak gerekir. Bu da, sistemle olduğu kadar, emekçilerin, kendi örgütsel yapılarıyla da hesaplaşmasını gerekli kılmaktadır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑