Neoliberalizmle Muhafazakarlığın Mutlu Evliliğinden Kadınların Payına Düşen Ne?

16 yaşımda evlendirdiler beni teyzemin oğluyla, zaten okula göndermemişlerdi, ilkokuldan sonra. Kendimi bildim bileli tarlada çalışıyordum, hayvana gidiyordum, annem de karnı burnundayken bile bir gün olsun ‘of’ demedi. Sabahın ilk ışığı yere değerdi, biz çalışmaya başlardık, gecenin yarısı olurdu, herkes uyurdu biz hala ayaktaydık. Evlenince de değişmedi, bu sefer de gelinsin ya, o zaman hiç yer görmüyorsun, ha bire ayakta. Topraktan kazandığımız yetmeyince, göçtük İstanbul’a, geldim, bir de ne göreyim, İstanbul bizim köyden fena. Orada hiç değilse elektriğimiz vardı, suyumuz vardı. Burada iki taşı üst üste koymuşlar, üstüne de bir dam, olmuş sana ev. Sıva yok, cam yok, girdik evin içine, ne de olsa bizimdir. Tırnaklarımla yaptım ben bu evi, aha bu ellerimle. Oğlum 3 yaşındaydı, kızım da daha memede. Kızı yatırırdım, oğlanı da bağlardım beşiğin yanına bir iple ki, uzağa bir yere gitmesin. Kum taşıdım, su taşıdım, bahçe ektim, boyadım bu hale getirdim. Akşam eve gelince adam yemek soruyor tabii, neyle yapacaksın, para bıraktığın mı var? Ben de, öyle ederdim, böyle ederdim, pişirirdim bir şeyler, evde mutfak bile yok, düşün. Bir gün, hiç unutmuyorum, oğlan hasta, kız hasta, cebimde beş kuruş para yok, adamı bekliyorum ki, gelsin de hastaneye gidelim. Geldi, yüzü kararmış, dedi ki, ‘işten attılar’, kriz varmış. Bir çocuklara baktım, bir adama… Ne edeceksin? Bir ay geçti, üç ay geçti, iş yok. Gidiyor arada bir şeyler yapıyor, üç kuruş para kazanıyorum, ama neye yetireceksin? Dedim ki, ‘izin ver ben çalışayım’, bastı tokadı, neymiş, onun da bir erkeklik gururu varmış, karısını el alemin evlerinde çalışmaya gönderemezmiş. Kapattım konuyu. Bir gün artık açlıktan sütüm gelmiyor, kız bağırıyor bas bas, oğlan desen öte yanda açlıktan öleyazmış, karar verdim, dedim ‘adam ne derse desin, çalışacağım ben’. Akşam geldi kahveden bizimki, ‘çalışacağım ben’ dedim yine, güldü bana, koskoca adamlar iş bulamıyormuş, ben mi bulacakmışım iş, kadın halimle. ‘Git iş ara da al ağzının payını’ dedi bana. O zaman bir de televizyonda bakan mıydı, neydi, şey demiş ya kadınlara, iş arayanlara, evinizdeki işiniz yetmiyor mu, bir de iş arıyorsunuz diye, o geldi aklıma. Haksız değil de, ne yapalım, aç mı yatıralım çoluğu çocuğu. Komşudan duymuştum, onların fabrikada kadınları alıyorlarmış işe hep, erkekleri çıkarıyorlarmış da kriz var diye. Gideyim, onların fabrikaya sorayım dedim. Bıraktım çocukları komşuya, yollandım fabrikaya. Okumam yazmam var çok şükür, elimden de her iş gelir dedim. Sigorta mı? Yooo, hiç aklıma gelmedi sormak. Sigorta neme gerek, zaten 65 yaşında emekli oluyormuşsun, ölürüm ben yaşayamam o vakte kadar. Zaten adam iş bulana kadar çalışırım, çocuklar ne olur hep çalışırsam?  Şimdi işte ayakçılık yapıyorum, getir götür yapıyorum, paketleme yapıyorum. Makineyi de öğrenmeye bakıyorum, makinede çalışanlar daha iyi para alıyorlar. Bu da iş değil de işte,  evimize para giriyor. Sabah 6’da kalkıyorum, 8’de iş başı, akşam 8’e, 9’a kadar çalışıyorum çoğu zaman. Çıkmaz mı hışım, hem nasıl çıkıyor! Akşam da yemek yap, bulaşık yıka, ortalığı topla, e çocuklar biçare, akşama kadar anneyi özlüyorlar, onlarla ilgilen derken, bir bakmışım saat 1.00. Sağ olsun, bizimkinin de elinden pek gelmez öyle yemektir falan. Gelse de erkek ya, yapmaz. Kim mi bakıyor çocuklara? E işte adam ilgileniyor biraz, kız küçük ya daha, onu komşuya götürüyor, oğlan evde oyalanıyor. Komşuya da işte pazar yapıyorum, köyden gelenlerden paylaştırıyorum. Yakındaki bir fabrikadan priz malzemeleri geliyor mahalleye, işte nedir,  parçaları birleştirip paketliyor kadınlar. Bizim komşu da ondan yapıyor, hafta sonu da onun işine yardım ediyorum oturduğum yerde. Öyle anlaşıyoruz. Annem de yaşlı kadın, kaynanam da. Kendilerine bakmaya mecalleri yok ki, çocuklara baksınlar. Annem ablamla kalıyor zaten, bakıma muhtaç. Kaynanam desen, o da diğer oğlunda, üç aydan üç aya maaş alıyor ya, onlar da onunla idare ediyorlar işte. Çok yorulmaz mı insan, kadın dediğin nedir ki zaten, bildiğin köle. İşyerinde tuvalete gitmek için bile ustabaşının gözünün içine bakarsın, öyle hastayım, çocuk hasta falan desen, şıp kapının önünde bulursun kendini. Yorgunluğa falan değil de, en çok çocuklara üzülüyorum. Niye dersen, biçareler akşam yolumu gözlüyorlar, iş güç derken kolumu kaldırıp başlarını okşayacak takat kalmıyor bende. İyi anne olamadım diye üzülüyorum. Yoksa gerisi boş iş…

Bu hikâye, tek bir kadının hikâyesi değil aslında. Üç yıldır Hayat Televizyonu’nda Ekmek ve Gül programı aracılığıyla seslerini duyurduğumuz kadınların her birinin ağzından dökülen, “arkadaşın da anlattığı gibi ben de…” diye devam eden ortak cümleler bunlar. Yani memleketimizde binlerin, onbinlerin, milyonların hikâyesi işte bu. Zeynep’in, Meral’in, Elif’in, Sultan’ın hikâyesi. Bizim yazımızın kahramanının adı Ayşe olsun, ne de olsa fark etmez değil mi?

AYŞE’NİN EVİ, İŞİ, CEHENNEMİ: ATAERKİLLİK, NEOLİBERALİZM VE MUHAFAZAKÂRLIK DAYANIŞMASI

Ayşe kendini bildi bileli çalışıyor, ama hiç “ben çalışıyorum, işçiyim ben” demiyor. İdare ediyor çünkü, ona öyle söylenmiş. Kadının evde tuttuğu yer, çocuk bakmak, hasta bakmak, evin düzeninin sağlanması, toprakla uğraşmak, fabrikalardan gelen malzemeleri evde birleştirmek ve paketlemek.. bunlar “iş” olarak görülmüyor. Kadının zaten yapması gereken işler bunlar. Fabrikada ayakçılık yapmak, getir-götür işi yapmaksa, mecburiyetten yapılan, ilk fırsatta eve dönüldüğünde bırakılacak işler. Emeklilik hayali yok, sigortayı lüks olarak görüyor, çocuklarını güvenle bırakabileceği bir kreşin lafını bile etmiyor. Çünkü bunlar, bu devirde öyle herkese nasip olacak şeyler değil!

Neoliberalizmle muhafazakârlığın temsilciliğini yapan AKP’nin 8 yıllık iktidarı boyunca sürdürdüğü politikaların, uygulamaya koyduğu yasaların, kadınların konumuna dair her fırsatta yinelediği söylemlerin yarattığı yıkımın en çok ezdiği emekçi kadınlar açısından çalışma hayatına ve aile yaşamına baktığımızda, Ayşe’nin yaşamının benzerini yaşayan milyonlarca kadının aynı cenderede sıkıştığını görüyoruz. Hak kayıpları, giderek kötüleşen çalışma koşullarının yarattığı zorluklar ve “sosyal devlet”in yıkımının yarattığı boşluğu doldurma görevinin bindirdiği yük emekçi kadınların hayatını cehenneme çevirirken, bir yandan da, kamusal alanın kadınları eve-kocaya-cemaate mahkûm edecek şekilde muhafazakâr retorikle yeniden şekillendirilmesi, kadınların emeğini ve bedenini tahakküm altına alıyor. Neoliberalizmle muhafazakârlığın mutlu evliliği, kadınların daha kötü koşullarda, daha esnek, daha güvencesiz, daha kuralsız biçimlerde çalışmalarının yolunu açarken, diğer yandan da, bedenlerinin ve emeklerinin her türlü sömürüsü üzerine kurulu bu sisteme “fıtratları gereği” ses çıkarmamaları sağlanmaya çalışılıyor. Giderek daha vahşileşen biçimlerle emekçilerin yaşamları üzerine kurduğu dünyada, kadınları ikincil hale getiren, emeklerini ve yarattıkları değerleri hiçleştiren, şiddete-sömürüye-ezilmeye mahkûm kılan kapitalizmin ataerkiyle dayanışması, sermayenin kendi ihtiyaçlarına meşruiyet kazandırması ve devamlılığının sağlanması için güvence sağlıyor. Muhafazakârlıkla beslenen bu güvence ilişkisi, kadınları, bağımlılık ilişkilerine her geçen gün daha fazla mahkûm ediyor ve bu bağımlılık ilişkisini kıracak mücadele alanlarından giderek daha da uzaklaşmalarını getiriyor. Kapitalizmin, ataerkilliğin ve muhafazakârlığın işbirliğinde, bu durum, kadınların “düşüncesinin burnunun ucunun ötesine yani ailesinden öteye” geçmemesine, “tüm göklere çıkarılan erdemleri, feragatliliği ve fedakârlığı, ince düşünceliliğinin sadece dar aile çevresi için ve sadece kendi sevdikleri için” fayda sağlamasına,aile sevgisi geliştikçe toplumsal dayanışmanın da o kadar az gelişmesine” neden oluyor[1]. Yani “kol kırılıyor yen içinde kalıyor”, yaşadığı şiddeti kabullenmesi ve nesilden nesile rıza duygusunu aktarması zorunluluk haline geliyor, babaya-kocaya bağımlılığın devamı ve en temel birimi “kutsal aile” olan “kutsal devlet”in boyunduruğu altında her türlü “kutsal görev”in yerine getirilmesi için kadınlar, her şeye katlanıyor.

Ailenin kutsallığına, kadınların “fıtratları” gereği her türlü eşitsiz ilişkiyi kabullenmesi gerekliliğine yapılan vurgu, annelik, karılık, hizmetçilik, hasta bakıcılık görevlerinin kadınların varoluşlarını belirleyen “en doğal ve vazgeçilemez” nitelikler olarak görülmesi, muhafazakârlığın temel söylemleri. Neoliberalizmin esnek, güvencesiz, kuralsız çalışma biçimlerine daha fazla ihtiyaç duyduğu bugünlerde ise, bu nitelikler, olmazsa olmazlardan.

Nasıl mı? Şöyle:

Neoliberal politikaların sonucu olarak devletin artık yerine getirmediği bütün hizmetleri yüklenmesi beklenen kadınlar, sosyal güvenlik, sağlık, eğitim, bakım gibi özelleştirilerek piyasanın emrine sunulan her şeyi bir “görev” olarak üstleniyor, duygusal emekleriyle bu boşluğu dolduruyorlar. Ev içinde üstlenmek zorunda kaldıkları işler kaçınılmaz olarak artıyor. Diğer yandan ucuz, itaatkâr, örgütsüz, çaresiz bir işgücü potansiyeli olarak kadınların istihdama çekilmesi, maksimum kâr için emeğin maliyetini minimuma çekmek isteyen sermaye açısından olmazsa olmazlardan. Artık yeni moda; “boş boş oturan” kadın yerine evdeki görevlerini aksatmadan, evin geçimine “yardımcı” olan kadın! Bu durumda, hem ev içi emekleriyle toplumsal yeniden üretimde görünmeyen bir sırtlanıcı olarak kullanılabilir, hem de tam da bu nedenle kadınların (ve de erkeklerin) daha kötü koşullar altında, daha az ücretle çalışmalarının garantisi haline gelebilirler patronlar için…

Biz yine Ayşe’ye dönelim.

AYŞE’NİN İŞİ: İSTİHDAMIN KADINCASI

Ayşe’nin ailesi, tarım alanında yaşanan dönüşümün bir kurbanı olarak, daha iyi bir yaşam umuduyla, metropollerde ucuz iş gücü olarak, niteliksiz addedilen, asgari ücretin altında ücrete mahkûm edilen, hiçbir sosyal güvenceden yararlanamayan, bu yüzden de, evin geçimini köyden gelenlerle desteklemeye çalışarak, sosyal dayanışma ağlarını kullanarak sağlamaya çalışan milyonlarca emekçi ailesinden biri. Ayşe’nin ev işlerine hapsolmuş hayatı, yoksulluğun yarattığı başka sorunlarla (evi inşa etmek, olmayanla yemek yapmaya çalışmak, hasta çocukların bakımı için fazladan emek harcamak, yaşlıların bakımını da üstlenmek gibi) daha da güçleşiyor. Özellikle kriz dönemlerinde giderek daha da yoksullaşan aileler, yaşayabilmek için nasıl geçim stratejileri oluşturuyorlarsa, Ayşe de, komşusu da, ablası da öyle yapmış. Bir işe girmişler, eve iş almışlar (böylece dışarıda çalıştıklarında çocuklar ne olacak derdini taşımamışlar), maaşı olan büyükanneyi eve almışlar (böylece hem ona bakım hizmeti sağlamak için para vermiyorlar, hem de maaşı eve geçim kaynağı oluyor). Eve giren gelir düştükçe çalışmaya başlayan her kadın gibi, Ayşe’nin de “eve destek olmak üzere” girdiği iş, güvencesiz, düşük ücretli ve kayıt dışı bir iş. Kadınlara çalışma hayatında layık görülen iş, ev işinin uzantısı niteliğinde, temizlikçilik, bakıcılık, paketlemecilik gibi işler olunca, e bunlar da zaten her kadının yapabileceği işler olunca (ne de olsa her gün yaptığı iş!), düşük ücretlerle çalışmanın da, sigortanın olmamasının da, kreş, servis gibi sosyal hakların sağlanmamasının da sorgusu olmuyor.

1980 sonrasında sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda esnek çalışmanın kural haline gelmesiyle birlikte, kayıt dışılığın, yani hiçbir sosyal güvencenin olmadığı, düşük ücretli çalışma biçiminin de yaygınlaştığını görüyoruz. Kadınlar, bu tür istihdamın en önemli özneleri[2]. Kadınların esnek çalışması ise, ataerkil sistemden kaynaklı cinsiyet rollerinin bir sonucu olarak şekillenirken, bir yandan da, tümden istihdam alanını belirleyen çalışma biçiminin esnek çalışma olmasıyla birlikte, kaçınılmaz bir son olarak karşımızda duruyor. Bu durum, AKP hükümetinin işçi ve emekçilerin haklarını hiçe sayarak, patronlar lehine çıkardığı yasalarla da perçinleniyor, esnek ve kuralsız çalışma, kural haline getiriliyor.

…Böylece iş güvencesinin olmadığı, sosyal güvenlik sisteminin uygulanmadığı, sermayenin kadın emek gücünü ihtiyaç duyduğu anda ihtiyaç duyduğu süreyle istihdam etmesine olanak sağlayan esnek üretim biçimlerinin norm halini almasının yolu açıldı.[3]

Neoliberal politikaların bir sonucu olarak yok edilen sosyal haklar, sağlık ve eğitim hizmetlerinin özelleştirilmesi, yaşlı-hasta ve çocuk bakımını sağlayan kurumların ortadan kaldırılması ya da piyasaya devredilmesi, bir yandan kadınların bu işleri de üstlenecek biçimde istihdam edilmelerini gerektirirken, diğer yandan da esnek ve güvencesiz çalışma, kadınların bu yüklerini yeniden üreten süreçleri yaratıyor. Yani bir kısır döngünün ortasına bırakılan kadınlar, kutsal annelik, karılık görevlerini yerine getirmeye çalışırken, patronların onlardan beklediği daha çok ve daha ucuza çalışmanın yorgunluğundan bitap düşüyorlar. Esnek çalışma da, zaten ancak ve ancak kadınların toplumdaki ikincil statüsüne ve karşılıksız ev emeğine dayanarak başarılı bir biçimde uygulanabilir. Bir yandan kadınların ücretli emeği esnekleştirilirken, bir yandan da, kadınların karşılıksız ev içi emeğinin varlığı sayesinde, erkeklerin emeğinin de esnekleştirilmesinin imkânları yaratılıyor.

AYŞE’NİN DERDİNDEN ÜMİT BOYNER’E NE?

Ayşe garibanım, evle iş arasında nereye yetişeceğini bilmeden ömrünü tüketir, kendisine yüklenen “iyi bir anne, şefkatli bir eş” rollerini yerine getirememenin derdini yaşarken ve hala istatistiklerde “ev kadını” olarak yer alırken (ki bunun anlamı işsiz görülmemek, iş aramaya da niyetli görülmemek, rakamlarda da görülmemek), iş adamları derneğinin kadın başkanı Ümit Boyner ve bilumum eşitlikçi patron, “Çalışma Hayatında Kadın” konferanslarında gözleri dolarak, kadınların iş yaşamına katılamayışlarının en büyük nedeninin, “iş ve aile yaşamının bir türlü uzlaştırılamaması” olduğunu söylüyor. Bu “İş ve Aile Yaşamının Uzlaştırılması” yeni modasının sermaye çevrelerinde de trend olması, işgücü piyasasının esneklik temelinde yeniden şekillendiği bu dönemde bir tesadüf müdür? Yalnızca TÜSİAD’ın değil, hükümetin ve hükümet yanlısı çevrelerin hazırladığı kadın istihdamı raporlarının neredeyse tamamında, kadınların iş yaşamına daha çok katılmasının ön koşulu olarak, esnek çalışmanın ortaya konulduğunu görüyoruz. Bir de, “kadınlar istihdama ne kadar katılırsa, memleketçe o kadar kalkınırız, ekonomimiz büyür, hepimiz ülkece yaşadığımız refahtan pay alırız” söylemleri eşlik ediyor buna. AKP, bir yandan kadınları yeri geldiği zaman devletin yapması gereken tüm işleri yüklenen hizmetçiler, itaat edecek köleler haline getirirken, diğer yandan, tüm işçi ve emekçilerinin alın terleriyle yarattığı kaynakları, sosyal haklardan çekerek, sermayeye aktarmakta bir beis görmüyor. Muhafazakâr söylemle neoliberal politikaların meşruiyet zeminini hazırlarken, kadın emeğinin patronlara maliyetini düşürüyor, kadınlar giderek daha fazla yoksullaşırken, sermayenin işine yarayacak biçimde “ekonomik büyüme” mitini yayıyor. Farklı iki değerin temsilcisiymiş gibi gösterilmeye çalışılan TÜSİAD ve AKP’nin, işçi ve emekçilerin, ama özellikle emekçi kadınların yarattığı değerden daha fazla nemalanmak üzere koşulsuz bir uzlaşma içinde olduğunu görüyoruz.

Haklarını yemeyelim, TÜSİAD, kadınların eşit temsilinin de önemli savunucularından biri oldu çıktı son günlerde. Bas bas bağırıyorlar “kadınlar eşit temsil hakkına sahip olsunlar” diye. Ama herhalde o kadınlar içinde sayılmıyor bizim Ayşe. Çünkü “kadın kotası” gibi ilerici görünen talepleri, kadın emeğinin maliyetini düşürerek, kadınları işgücüne katmayı hedefleyen talepler takip ediyor. Patronlar, elbette, AKP’nin son istihdam politikalarıyla kreş yükünü işverenin omzundan kaldırmasından gayet memnunken, özellikle çocuk bakım yükünün kadınların güvenceli emek gücüne katılımını nasıl imkânsız hale getireceğini düşünmek bile istemiyorlar[4]. Onlar, sadece, toplumda daha fazla kadının düşük ücretlerle işgücüne katılarak, genel ücret düzeyinin, yani işçilik maliyetinin düşürülmesiyle ilgileniyor. Zaten Ayşe’nin vakti olmaz öyle siyaset miyaset işleriyle uğraşmaya, eğitimi de yetmez, Ümit Boyner kadınların haklarını sonuna kadar savunmak için parlamentoda da yer alır, kadınlar için seve seve!

ÜMİT’E KOŞULSUZ ZENGİNLİK, AYŞE’YE CEMAAT SADAKASI

AKP hükümeti, başbakan, yalnızca muhafazakârlığın yegâne temsilcisi olduğu için değil, aynı zamanda neoliberal politikaların yılmaz savunucusu-uygulayıcısı olduğu için ve ataerkil kapitalist sistemin devamlılığının güvencesinin, kadın emeğinin değersizliği ve kadınların bağımlılığından geçtiğini sınıfsal öngörüleriyle gayet iyi bildiği için “üç çocuk” fetvası veriyor. “Kreş eken huzurevi biçer” diyor, “kadın ve erkek fıtratları gereği eşit olamaz” diyor. Giderek katlanılmaz boyutlara gelen yoksulluğun “sürdürülebilir” düzeye çekilebilmesi için, mikrokredilerle kadın emeği piyasalaştırılıyor. Bu piyasalaştırma, yine kadının toplumsal yeniden üretimdeki rollerini uyumlaştıran kayıtdışı istihdam biçimiyle sağlanıyor. “Kadınlar, ev içerisindeki sorumlulukları değişmeden, isihdama enformel olarak dahil olabiliyor; böylece bir yandan işsizliğin geçici olarak çözülmesinin mekanizmaları yaratılmış oluyor…[5]

Kimin yoksul olduğuna, sosyal yardımlardan kimin nasıl yararlanacağına artık cemaatin ve uzantılarının karar veriyor olması ve cemaatin bürokraside, yerel yönetimlerde, devletin tüm yürütme organlarında giderek daha fazla etki kazanması ile yaratılan muhafazakar baskılanmadan en çok kadınlar pay alıyorlar. Hükümetin sermayeyle el ele yürüttüğü politikaların sonucunda işsizliğe ve yoksulluğa mahkûm edilen emekçi kadınların, onlara reva görülen sadakalarla AKP’ye yedeklenmesi ise, neoliberalizm-muhafazakârlık-ataerkillik üçgeninde bir başka sorun alanına işaret ediyor. Bu üçgen, kadınlar için eşitsizliği derinleştiren, yoksulluğu körükleyen, şiddeti meşrulaştıran ve kadınların her türlü hak ve özgürlük mücadelesini sindiren bir “bermuda şeytan üçgeni”dir.

Kamunun doğrudan sunması gereken hizmetlerin piyasalaştırılması, sermayeye yeni birikim imkânları yaratırken, emekçi kadınlar açısından, bu, faydalanılamayacak “lüksler” haline gelen bakım işlerinin yükünün daha fazla sırtlanılması anlamına geliyor. Bu yüzden, devlet eliyle kreş, okul öncesi eğitim kurumları, yaşlı ve hasta bakım merkezleri, sosyal hizmetler, eğitim ve sağlık hizmetlerinin ücretsiz ve herkesçe erişilebilir hale getirilmesi talepleri, yalnızca, kadınlar için “daha az yorgunluk, daha çok boş zaman” talepleri olmanın ötesinde, çok daha önemli bir ideolojik duruşun göstereni olarak, en önemli taleplerimiz arasında olmalıdır.

Tüm işçi ve emekçilerin hak gasplarına karşı yürütülen mücadelede kadınların özgül taleplerinin bağlamının yalnızca kadınların (ve çocukların) kıstırılmış hayatları olmadığı, neo-liberal politikalara karşı mücadele ekseninin ataerki ve muhafazakârlığa karşı mücadeleyi de kapsayacak biçimde net biçimlerde ifadesini bulması bugün oldukça önemli. Bu yüzden, emekçilerin gündelik hayatlarında, çalışma yaşamlarında, siyaset alanında ve sosyal alanda üretilen her türlü söylemin, yükseltilen her talebin kadınların özgül sorunu olarak görülen, ancak bütün emekçi kesimleri ilgilendiren taleplerle birleştirilmesi gerekiyor. Yalnızca 8 Mart’tan 8 Mart’a yürütülen bir çalışmanın değil, her alanda yürütülen her türden çalışmanın bir parçası olarak, yalnızca kadınların değil, erkeklerin de sorumluluk sahibi olduğunun farkına varılması sağlanarak yürütülen “düzenli, istikrarlı, kapsamlı, renkli” bir çalışmanın ürünü olarak, kadınlar, bu taleplerle dünden daha fazla ve daha istekle buluşacaklardır.



[1] Clara Zetkin, “Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar”, İnter Yayınları, sf. 43

[2] 2008 verilerine göre, toplam kadın istihdamının yüzde 58’i kayıtışı koşullarda çalışıyor. Erkekler için bu oran, yüzde 38. Ücretli işçi statüsünde çalışan kadınların dörtte biri kayıtdışı çalışıyor. Resmi istatistiklerin kayıtdışılığın tamamını ölçemiyor olduğu düşünüldüğünde, kadınların kayıtdışı çalışma oranları, belirtilen rakamlardan daha da yüksek. (KEİG, Türkiye’de Kadın Emeği ve İstihdamı, Sorun Alanları ve Politika Önerileri, İstanbul: KEİG, 2009)

[5] Nuray Ergüneş, “Kadınlara Yönelik Kredi Biçimleri ve Kadın Emeğinin Enformelleşmesi”, “Kapitalizm, Ataerkillik ve Kadın Emeği” içinde, sf. 209, SAV Yayınları, 1. Basım

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑