Haiti’nin başkenti Port au Prince’de hayat pahalılığını ve gıda fiyatlarındaki artışı protesto eden insanlar kent merkezindeki birçok cadde ile çevresini, otomobil lastikleri yığarak ve büyük ateşler yakarak denetim altına aldılar. Başkanlık sarayına yaklaşmak isteyen göstericileri ise, Haiti’deki BM’ye bağlı askerler göz yaşartıcı gaz kullanarak ve havaya ateş açarak durdurdular. Amerika Kıtası’nın en yoksul ülkesi olan 8.5 milyon nüfuslu Haiti’de yaşanan şiddet olaylarında en az 6 kişi ateşli silahlarla öldürüldü, 40 kadar kişi de yaralandı.
HAİTİ’DE NE OLDU?
Peki, 30 yıl önce neredeyse tüm pirinç ihtiyacını kendisi karşılayan Haiti, nasıl oldu da bugün pirinç kıtlığı ile karşı karşıya kaldı? Aslında Haiti’de yaşananlar, Türkiye’de tarım alanında yaşanmakta olanlardan çok da farklı değil. Tarihleri ve isimleri değiştirdiğimizde, Haiti’de yaşananların bize yabancı olmadığı açıkça görülmektedir.
1986 yılında, diktatör Jean Claude, iktidarı ele geçirmesinin ardından IMF’den 24.6 milyon dolar borç aldı. Ancak IMF, bu borcun karşılığında, pirinç üreticilerine verilen desteği azaltması ve Haiti pazarını diğer ülkelere açmasını şart koştu. Bu durum sonucunda, Haitili üreticiler, Miami pirinci olarak adlandırdıkları ithal pirinçle (pirincin büyük kısmı ABD’den ithal ediliyordu) rekabet edemez duruma geldiler. Bir kısmı “gıda yardımı” olarak ülkeye giren ithal pirinç, bir süre sonra Haiti pazarını tamamen ele geçirdi.
İthal edilen pirinç, Haiti’de üretilenden çok daha ucuza mal oluyordu. Üretici köylüler hızla işlerini kaybetmeye başladılar. İşlerini kaybeden köylüler şehirlere göç etmeye başladı. Bu yıkım yetmiyormuş gibi, 1994 yılında ABD, IMF ve Dünya Bankası (DB), Haiti’nin pazarı tamamen ithal gıda maddelerini açması yönünde baskı yaptı. Sonuç, “pirinç savaşları” ve kaybedilen hayatlar oldu.
Bugün Haiti, dünyanın en yoksul ülkeleri arasında yer alıyor. Uluslararası Kalkınma Ajansı’nın raporuna göre, kişi başı yıllık gelir ortalama 400 dolar. Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre ise, Haiti’de yaşam süresi 59 yıl. Halkın yüzde 78’inden fazlası günde 2 dolardan, yarıdan fazlası ise 1 dolardan daha az kazanıyor.
HAİTİ YALNIZ DEĞİL
Türkiye’de de, 2000 yılında uygulamaya giren tarım politikasıyla üretim kısılmaya başlandı. Yine IMF ve DB önerisiyle, Türkiye’de, gübre, yem üreten, süt ve et işleyen KİT’ler özelleştirildi. Bu politikalar sonucu Türkiye gıda maddelerini ithal etmeye başladı. Mısır, Filipinler, Kuzey Kore, Senegal gibi ülkelerde de gıda krizine karşı sinyaller verilmekte ve olası bir kıtlığa karşı halklar uyarılmaktadır. Bir anda patlak veren krizin nedenleri arasında kaynak sorunu gösterilmektedir. Dünyanın yarısından fazlasının tarım ülkesi olduğunu göz önünde tutarsak, kaynak sorunu olmadığını anlayabiliriz. Birleşmiş Milletler Gıda Ve Tarım Örgütü’nün (FAO) verilerine göre, son yıllarda kişi başına gıda üretimi artmış durumda. Buna rağmen dünyanın pek çok yerinde açlık görülmesinin nedeni ise, bütün ülkelerdeki yoksulların gelirinin düşüklüğüdür. Yani sorun, bir kaynak sorunu değil, bir eşitsizlik sorunudur. BM Çevre Programı Başkanı Achim Steiner bile, bugün gezegenimizdeki herkes için yeterli gıdaya sahip olduğumuzu, ama insanların gıdaya ulaşmak konusunda sıkıntı yaşadığını itiraf etmek durumunda kaldı.
Dünyada 1 dolardan daha düşük günlük kazançla yaşamak zorunda kalan insanlar da sadece Haitililer değil. The Economist dergisinin raporuna göre, dünya çapında bir milyar insan günde 1 dolardan az kazanıyor. 850 milyondan fazlası da açlıkla karşı karşıya. Bütün dünyayı etkisi altına alan “gıda krizi”, ekonomistler tarafından “sessiz tsunami” olarak adlandırılıyor. Geçtiğimiz yıl, buğday fiyatları yüzde 77 ve pirinç fiyatları yüzde 16 artarken, Ocak ayından bu yana pirince yüzde 141 zam geldi.
DB Başkanı Robert Zoellick, 33 ülkenin, artan gıda fiyatları nedeniyle “toplumsal ayaklanma” tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu söyledi. Bu ülkelerde hükümetlerin ellerinden geldiğince duruma hakim olmaya çalıştıklarını söyleyen Zoellick, buna karşın, daha geniş tabanlı sosyal patlamaların yaşanabileceği uyarısında bulundu. FAO’nun Genel Müdürü Jacques Diouf da, ailelerin gelirlerinin yarısından fazlasını gıdaya harcadığı yoksul ülkelerde toplumsal istikrarsızlığın büyümesi riski bulunduğunu söyledi. Diouf, “Fiyatların yükselmesi yüzünden tüm dünyada durum çok ciddi bir hal aldı. Mısır, Kamerun, Haiti ve Burkina Faso’da isyanlar baş gösterdi” dedi. Diouf, “Gelirlerinin yüzde 50 ila 60’ını gıdaya harcayan ülkelerde bu kargaşanın yayılması riski var” diye uyarıda bulundu. Bu “uyarılar” karşısında hükümetler de gereken “önlemleri” almakta gecikmediler: Hükümetler genel olarak ithalatı sınırlandırmaya yönelirken, Pakistan ve Filipinler gibi kimi ülkelerin hükümetleri ise gıda güvenliği konusunda “askeri” önlem aldılar. Pakistan tahıl ambarlarını korumak için güvenlik güçlerini görevlendirirken; Filipinler’de Devlet Başkanı Gloria Macapagal Arroyo sübvanse edilmiş tahıl satışlarının yönetimini M-16 tüfekli birliklere devretti ve stokçuları ömür boyu hapisle cezalandırmakla tehdit etti. Aynı zamanda dünyanın en büyük pirinç ithalatçısı olan Filipinler, dünyanın en büyük ihracatçısı Vietnam’dan stokları garanti etmesini istedi. Çin, Vietnam, Hindistan, Pakistan ve Kamboçya pirinç ithalatını frenledi. Ekmek fiyatlarının bir kerede yüzde 35 arttığı Mısır’da, orduya ait fırınlarda özel sübvanse edilmiş un ile ekmek üretimine geçildi; Peru’da buğday ve mısır alınamadığı için patatesten ekmek yapılmaya başlandı. Hindistan ve Vietnam dışarıya pirinç satımını durdurdular. Filipinlerde hükümet lokantalarda yemeklerin yanında verilen pilavın yarım porsiyona düşürülmesini önerdi.
Ancak tüm “uyarı” ve “önlemlere” rağmen, Haiti’nin yanı sıra Burkina Faso, Kamerun, Mısır, Gine, Meksika, Fas, Senegal, Özbekistan ve Yemen’in de aralarında bulunduğu çok sayıda ülkede artan gıda fiyatları ve hayat pahalılığına karşı halk sokaklara döküldü.
Krizin sebepleri neler?(Büyük Harf)
Her ne kadar ABD Başkanı George W. Bush gıda krizinin nedenini Hindistan ve Çin gibi ülkelerde yaşayan insanların daha fazla pirinç yemeye başlaması olduğunu söylese de, gerçekler ve bilim insanları bu görüşte değil. Krizin asıl nedenlerinden ilki, aşırı kâr amaçlı kapitalist üretim nedeniyle başlayan iklimsel değişim. Birçok bölgede yaşanan seller ve ciddi kuraklıklar nedeniyle hasatlarda önemli düşüş gerçekleşiyor. İki, hatta üç kez yapılan pirinç ekimi, son yıllarda birçok bölgede bir, en fazla iki kez yapılabildi. İkincisi ise, büyük gıda ve tarım tekellerinin iklim değişimi nedeniyle hasılatın düşeceği ve fiyatların artacağı üzerinden yaptıkları spekülasyonlar. Üçüncüsü, değişik tarım bitkilerinin DNA belirlenmesiyle birlikte tohumlar üzerine yapılan patent başvuruları ve bunun üzerine dönen spekülasyonlar. Yüz milyonlarca orta ve küçük üretici ekecek tohum bile bulamaz hale getirildiler. Dördüncüsü ise, mısır gibi temel gıda maddelerinden etanol ve biyodizel gibi akaryakıt elde edilmesi için yapılan planlar ve bunun üzerinden yapılan ek spekülasyonlar. 1998 yılında değişik mali sermaye kuruluşları gıda sektörüne yönelik spekülasyonlar için 10 milyar dolar ayırırken, bu miktar, “Money Week” dergisinin haberine göre, 2007 yılında 148 milyar dolara yükseldi.
Sadece ABD, bir yıl içinde, 300 milyon tondan fazla mısırdan etanol üretmeyi hedefliyor. Değişik Avrupa ülkelerinde ise, mısırın yanı sıra buğdaydan da akaryakıt yapılması için çalışmalar devam ediyor. Bu ise, her yıl yüz milyonlarca ton mısır ve buğday gibi temel gıda maddelerinin piyasalardan çekileceği anlamına geliyor. Mısır veya buğday ekilecek alanlar sınırsız olmadığı için, enerji tekelleri tarafından piyasalardan çekilen mısır ve buğday, tarımda krize neden olarak sayılan diğer etkenlerle birlikte insanlığın nasıl bir geleceğe doğru ilerlediğini gösteriyor; bu, milyonlarca hatta milyarlarca insanın aç kalmasına neden olacaktır.
Tahıl için enerjiden enerji için tahıla(Büyük Harf)
Gıda krizine neden olan faktörleri yukarıda kısaca sıraladık. Ancak bu yazı çerçevesinde, son ayların en çok tartışılan konularından biri olan biyoyakıtlar üzerinde duracağız. Konunun boyutlarını ortaya koymak için birkaç istatistik daha verelim: Avrupa, kara araçlarında yakıt ihtiyacının 2010’a kadar yüzde 5.75’ini, 2020’ye kadar da yüzde 20’sini biyolojik kaynaklardan karşılamayı öngörüyor. ABD, yılda 35 milyar galon biyoyakıt üretimi hedefliyor. Bu hedefler, kuzey yarımkürenin tarımsal üretim kapasitesini katbekat aşıyor. Bu durumda, Avrupa’nın ekilebilir topraklarının yüzde 70’ini bu alana seferber etmesi, ABD’nin ise mısır ve soya mahsulünün tamamını etanol ve biyoyakıta dönüştürmesi gerekir. Böylesi bir dönüşüm, kuzey ülkelerinin gıda sistemini alt üst eder. Bu nedenle, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü (OECD) üyeleri, ihtiyaçlarını karşılamak için güney ülkelerine yöneliyorlar.
Endonezya ve Malezya, Avrupa biyoyakıt pazarının yüzde 20’sini karşılayacak düzeyde palmiye dikimini hızla artırıyor. Brezilya’da, daha şimdiden, tarıma elverişli toprakların biyoyakıt üretimine ayrılan kısmı, İngiltere, Hollanda, Belçika ve Lüksembourg’un toplam alanına eşit; hükümet, şeker kamışı üretimine ayrılan alanı beş katına çıkarmayı öngörüyor. Brezilya’nın hedefi, 2025 yılına kadar dünya benzin tüketiminin yüzde 10’unun yerini doldurmak.
Biyolojik yakıt alanına seferber edilen sermaye ve ilgi de hızla artıyor, yayılıyor. Son üç yılda, bu alandaki risk-sermaye yatırımları sekiz katına çıktı. BP’nin California Üniversitesi’ne yaptığı yarım milyar dolarlık sübvansiyonun yanı sıra, büyük petrol şirketleri, tahıl ve otomobil üreticileri, genetik mühendisliği ile güçlü ortaklık anlaşmaları yapıyor: Archer Daniels Midland Company (ADM) ve Monsanto ortaklığı, Chevron ve Volkswagen, BP, Dupont ve Toyota gibi…
AB çark ediyor(Büyük Harf)
8 Şubat 2006 Çarşamba günü, Avrupa Komisyonu tarafından yapılan çağrıda, “sera gazı emisyonları ve petrol ve gaz ithalatına olan bağımlılığı azaltmanın yanı sıra yeni istihdam yaratılmasına yardımcı olmak amacıyla” biyoyakıt kullanım ve üretimini teşvik edici tedbirler öneriliyordu. Fakat başta iklimsel değişim ve petrol krizi gibi hayati konularda kurtarıcı olduğu iddia edilen biyoyakıtlar, ne oldu da, BM Gıda Hakkı Raportörü Jean Ziegler’in, dünyada büyük miktarda biyoyakıt üretiminin “insanlığa karşı işlenen suç” olduğu yorumu yapmasına neden oldu?
AB, Komisyonu’nun çevreden sorumlu üyesi Stravros Dimas, neden “Biyoyakıt özendirme politikasının yol açacağı sorunları öngöremedik” diyor ve Meksika örneğini vererek, gıda fiyatlarının artacağına ve yağmur ormanlarının tahrip edileceğine dair kaygılardan bahsediyordu?
İngiltere Başbakanı Gordon Brown da benzer bir açıklama yaparak, “politikalarımızı gözden geçireceğiz” dedi ve ekledi: “İngiltere’nin yanı sıra başta ABD olmak üzere bütün ülkeler biyoyakıtlar konusunda bir gözden geçirme yapmak zorunda. Eğer bunu yapmazlarsa, gıda fiyatları yükselmeye devam edecek.” Uluslararası Enerji Ajansı’nın Baş Ekonomisti ve Ekonomik Analiz Bölümü Başkanı olan Fatih Birol, gelinen noktayı “at arabası” örneği ile açıklıyor. “Eskiden tarımda verimliliği artırmak için enerji kullanırdı, şimdi enerji için tarım yapılıyor. Böyle tersine bir durum var ama öncelikle önemli olan, insanların karnının doyması. O nedenle atı arabanın önüne koşmak lazım, arkasına değil.“
Biyoyakıt çevreye faydalı mı?(Büyük Harf)
Biyoyakıt üretimi ile yaşanan gıda krizi arasındaki ilişkiyi ele almadan önce, biyoyakıtların teşvik edilmesinde temel faktörlerden biri olan biyoyakıt-çevre ilişkisine bakalım. Biyoyakıtlar gerçekten iklimsel değişimi durdurabilme yeteneğine sahip mi acaba? Yukarıda da belirttiğimiz gibi, AB, karbon salınımlarını azaltmak için ulaşımda biyoyakıt kullanım oranının 2020’ye kadar yüzde 10’a çıkarılması kararı almıştı. Ancak bilimsel raporlar, bazı biyoyakıtların karbon emisyonlarını neredeyse hiç azaltmadığı uyarısında bulunmuştu. Raporlarda, bazı biyoyakıtların yağmur ormanlarının tahrip edilmesine ve gıda fiyatlarının yükselmesine yol açabildiği de vurgulanmıştı.
Bilim insanları, biyoyakıtların, sera etkisine yol açan gaz salınımlarının daha az olduğunu belirtiyor, ancak ekliyorlar: Biyoçeşitliliğe ve tarım alanına verdikleri zararın faturası çok daha yüksek. İsviçre’de bir enstitünün araştırmasında, yakıt olarak kullanılan 26 farklı biyoyakıttan 21’inin ürettiği sera gazlarının, benzine kıyasla, yüzde 30’dan daha fazla azaldığı gözlendi. Fakat, en az 12 biyoyakıt, çevreye fosil yakıtlardan daha fazla zarar verdi. Bunlar arasında, ekonomik açıdan dikkat çeken ABD’deki mısır etanolü ve Brezilya’daki şeker kamışından üretilen yakıt da bulunuyor.
Sera gazını azaltmıyor(Büyük Harf)
İngiltere Parlamentosu’nun Çevre Denetim Komisyonu da, biyoyakıtların sera gazlarının salınımını azaltmak üzerinde bir etkisi olmadığını, pahalı olduğunu ve çevreye zarar verdiğini savundu. Komisyon, otomobillerden salınan gazların çok daha ucuza ve çevreye maliyeti çok daha düşük olacak şekilde azaltılabileceğini belirtti.
Oxfam adlı uluslararası yardım kuruluşunun biyoyakıt politika danışmanı Rob Bailey, AB’nin geçtiğimiz yıllarda almış olduğu, ulaşımda kullanılan yakıtların yüzde 10’unu “yenilenebilir” enerji kaynaklarından karşılama hedefinin tehlikelerine dikkat çekiyor. Bailey, bu hedef çerçevesinde toprakların kullanımında gerçekleşecek değişim nedeniyle 2020 yılında karbon salınımının yüzde 70 artacağını vurguluyor. Zengin ülkelerin biyoyakıt üretiminde kullanılan tarım ürünlerindeki vergileri azaltması ve destek vermesini de eleştiren Bailey, bir ürünün gıda değerinde daha değerli bir karşılığı bulunması halinde o ürünün artık gıda olarak kullanılamayacağını söylüyor. Yani zengin ülkeler, hem iklimsel değişimi daha kötü bir boyuta taşıyorlar, hem de tahıl ürünlerini ve tarım alanlarını gıda üretiminden kopararak, fakirlerin ekmeğini çalıyorlar.
Biyoyakıtların çevreye olan etkilerinde birkaçını şöyle sıralayabiliriz:
-1. Biyoyakıt üretimi nedeniyle yok edilen ormanlardan kaynaklanan yangınlar, nemli, verimli toprakların çoraklaşması, topraktaki karbon kaybı…
. Her bir ton palmiye yağı en az petrol kadar karbon gazı yayıyor.
. Tropikal ormanlarda tarıma açılan alanlarda yetiştirilen şeker kamışından üretilen etanol, aynı miktarda benzinin üretimi ve kullanımından bir buçuk kat daha fazla sera gazı salıyor.
. Greenpeace’in bilim sorumlusu Doug Parr, yeryüzündeki karbon dengesiyle ilgili şunları söylüyor: “Hâlâ mevcut olan ilkel ormanları yok ederek, yalnızca yüzde 5 oranında biyoyakıt üretirsek, karbon kazanımının tamamını kaybederiz.”
. Yakıta yönelik endüstriyel tarım, petrol kökenli gübrelerin büyük ölçüde yayılmasını gerektiriyor. Bu gübrelerin yıllık tüketimi (şu an yaklaşık 45 milyon ton), dünyadaki biyolojik azot miktarını iki kat artırdı. Bu durum da, küresel ısınma açısından, karbondioksitten 300 kez daha tehlikeli bir sera gazı olan nitrat oksidin yayılmasına yol açtı.
. Yakında biyoyakıtların büyük bir bölümünü sağlayacak olan tropikal bölgelerde, kimyasal gübrelerin küresel ısınmaya etkisi, dünyanın diğer bölgelerine oranla on ilâ yüz kat daha fazla olacak.
. Bir litrelik etanol üretimi 3 ila 5 litre temiz su gerektiriyor ve 13 litre kirli su üretiyor. Bu kirli suyu kullanabilir hale getirmek için 113 litreye tekabül eden doğal gaz enerjisi gerekiyor. Bu yüzden, bu sular, çoğunlukla olduğu gibi nehirlere akıtılarak çevre kirliliği yaratıyor.
. Yakıta yönelik tarımın hızla artmasının bir sonucu da, özellikle soya üretiminde –Arjantin ile Brezilya’da yılda hektar başına 12 ton, ABD’de 6.5 ton– erozyon vakalarının giderek ciddi bir tehdit haline gelmesine yol açıyor.
. 1998 yılında kimya alanında Nobel ödülü alan Alman bilim adamı Hartmut Michel, biyoyakıtın da yarı yarıya fosil enerji barındırdığı için karbondioksit salınımına neden olduğunu savunuyor. Michel buna örnek olarak etanol üretiminde gübreleme, ulaşım ve alkol damlatması için fosil yatırımına ihtiyaç duyulmasını ve bunun da benzinle çalışan otomobillerin ürettiği kadar karbondioksit salınımına neden olmasını gösteriyor.
.
. Biyoyakıtı savunanlar ne diyor?(Büyük Harf)
Biyoyakıtları savunanlara göre, ekolojik açıdan kötü durumdaki topraklarda gerçekleştirilen üretim, çevrenin korunmasına destek oluyor. Ancak 200 milyon hektarlık tropikal orman, otlak ve bataklık alanlarını “kötü durumdaki topraklar” olarak tanımlayan Brezilya hükümeti de böyle düşünüyor galiba. Halbuki söz konusu alanlar, yerliler, fakir köylüler ve büyük baş hayvan yetiştiricilerinin yaşadığı, çok zengin bir biyolojik çeşitliliği olan ekosisteme sahip topraklar. Zaten Topraksız Köylü Hareketi (MST) de Brezilya’daki biyoyakıt üretiminin durdurulması için mücadele ediyor. MST’nin Beşinci Ulusal Kongresi’nde 18 bin delege, “köylüler ve tarım emekçilerinin çevrenin korunması ve enerji alanında egemenliğin korunması amacıyla tarımsal yakıt üretimine karşı savaşılması” kararı aldı. Brezilya’nın biyoyakıtlarının yüzde 40’ı soya üretiminden sağlanıyor. NASA’ya göre, soya fiyatları yükseldikçe, Amazon’un yağmur ormanlarının yok oluşu da hızlanıyor. Endonezya’da biyoyakıt üretiminde kullanılan palmiye ağacı ekiminin giderek artması, bölgedeki orman kaybının temel sebebi. 2020 yılında bu alan 16.5 milyon hektara ulaşarak üç katına çıkacak ve orman alanlarının yüzde 98’inin kaybolmasına yol açacak. Endonezya’nın komşusu Malezya (dünyada birinci palmiye yağı üreticisi), şu ana kadar tropikal ormanlarının yüzde 87’sini kaybetti ve yılda yüzde 7’lik bir oranla ormanlarını tarıma açmayı sürdürüyor.
Bir diğer görüş de, biyoyakıt üretiminin tarımsal kesimin kalkınmasını sağlayacağı yönünde. İddia şöyle: “Tropikal bölgelerde, ailesel tarım yapılan 100 hektarlık bir alan 35 kişi için bir iş imkânı demektir. Aynı alanda palmiye veya şeker kamışı ekimi on, okaliptüs iki, soya ise bir buçuk kişi için iş yaratıyor.” Yakın zamana kadar, biyoyakıtlar, yalnızca yerel pazarlara gönderiliyordu. ABD’de bile, etanol üreten nispeten ufak fabrikaların büyük çoğunluğu çiftçilere aitti. Yani yukarıdaki iddianın gerçeklik payı olabilirdi. Fakat günümüzde yaşanan hızlı artışla büyük sanayi şirketleri devreye girdi ve üretimi merkezileştiren devasa bir yeni ekonomi yarattı. Bugün, petrol ve tahıl şirketleriyle, genetiği değiştirilmiş (GM) tarımsal ürün üreticileri, biyoyakıtların fiyatlarının belirlenmesinde gittikçe büyüyen bir rol oynuyor. Cargill ve ADM dünya tahıl pazarının yüzde 65’ini elinde tutuyor, GM ürünlerin pazarınıysa, Monsanto ve Sygenta kontrol ediyor. Yerel biyoyakıt üreticileri, bütün girdi ve hizmetlerde, giderek daha fazla örgütlü büyük şirket ittifaklarına bağımlı olacak. Muhtemelen küçük tarım üreticileri, pazardan ve topraklarından çıkmaya zorlanacak. Yüz binlerce çiftçi, şimdiden Brezilya’nın güneyi, kuzey Arjantin, Paraguay ve Bolivya’nın doğusundaki 50 milyon hektarlık “soya imparatorluğuna” kaydırıldı.
Çözüm tartışmaları(Büyük Harf)
Birleşmiş Milletler’e (BM) bağlı Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) ev sahipliğinde, 3 Haziran’da, İtalya’nın başkenti Roma’da bir araya gelen devlet başkanları, küresel gıda krizine “çözüm” ararken, temel tartışma konusu, yine biyoyakıtlardı. Bu konuda, BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, ABD’ye, biyoyakıt üretimine yönelik destekleri kaldırma çağrısı yaptı. Zirve öncesinde bir konuşma yapan Ban, “Bugün kelimenin tam anlamıyla faturayı ödüyoruz. Eğer bu sorunu tüm yönleriyle ele almazsak, ekonomik büyümenin, sosyal gelişimin ve hatta politik güvenliğin etkilenmesi gibi dünya çapında bir dizi krize neden olabilir” dedi.
BM’nin gıda krizi zirvesinde, biyoyakıtların krizin sorumluları arasında gösterilmesi olasılığı ise, biyoyakıt üretimi yapan uluslararası şirketleri tedirgin etti. Zirvenin başlamasından bir gün önce, FAO Başkanı Jacques Diouf’a bir mektup gönderen ABD, Kanada ve Avrupalı biyoyakıt şirketleri, “biyoyakıtlar hakkında dünya liderlerinin acele bir kınama mesajı yayınlamamaları” çağrısında bulundular. Brezilya ise, zirve boyunca şeker kamışından ürettiği biyoyakıtların küresel ısınmaya karşı iyi bir silah olduğunu öne sürdü. Mısır kaynaklı biyoyakıt üreten ABD de, üretimin durdurulması çağrılarına karşı koydu. Böylece sonuç bildirgesinde, sadece “biyoyakıtların ortaya koyduğu fırsatlar ve zorlukların araştırılması” çağrısına yer verildi. AB’nin tarım arazilerinde biyoyakıt üretiminin gıda fiyatlarını yükseltmesini, gıda üretimini kaydırmasını, çiftçileri diğer tarımsal faaliyetleri yerine biyoyakıt üretimine yönlendirmesini engellemek için ne tür adımlar atacağı bilinmiyor. Yani çözüm yine bir başka bahara kaldı: Dünya işçilerileri ve halklarının sonuç alıcı mücadelelerine…