Eski TKP’nin son genel sekreteri, TKP döneminde Haydar Kutlu ismini kullanan Nabi Yağcı’nın Taraf gazetesinin, rakibi Radikal’den transfer ettiği Neşe Düzel ile yaptığı, iki gün arka arkaya yayınlanan röportajda ileri sürdüğü fikirler, felsefi özleri bakımından benzerleri defalarca işitilmiş olmasına karşın, artık geçmiş fikirlerini taşımayan Nabi Yağcı’nın kendini modern ve makul bir solcu sayarak, demode olmuş, “gericileşmiş” “sol”a politik adresler gösteriyor, tavsiyelerde bulunuyor oluşu bakımından dikkat çekti. Nabi Yağcı’nın önerileri ve iddiaları, son zamanlarda sol ve solculuk adına çok sık tekrarlanan basmakalıplıktan muzdarip olsa da, bunları “şok açıklamalar” olarak nitelendirenler de oldu.
Röportajdaki fikirlere gelmeden önce kısa bir bellek tazelemesinde yarar var:
TKP’nin son dönem liderlerinden Nabi Yağcı uzun süre yurt dışında yaşamıştı. Sovyetler Birliği’nin açık çöküşünden kısa bir süre önce Brüksel’de yapılan kongrede TKP’nin TİP ile birleşme kararı alınınca, TİP genel Sekreteri Nihat Sargın ile birlikte legal Türkiye Birleşik Komünist Partisi’ni (TBKP) kurmak üzere yurda dönmek için yola çıktılar. TBKP’nin genel sekreterliğini Nabi Yağcı, genel başkanlığını ise Nihat Sargın yürütecekti. Ancak havaalanına iner inmez İstanbul’da tutuklandılar (1987) ve 141-142’den yargılanarak cezaevine konuldular. Sargın ve Yağcı’nın tutuklanmalarından sonra, ölü doğmuş bir proje olan TBKP de bir varlık gösteremedi ve Mustafa Suphi’nin 1920’de Bakü’de kurduğu TKP’den, dönüşmüş olarak türeyen TKP; TBKP ile birlikte tarihe gömülmüş oldu. TKP’nin kendi kendini feshi, yıllarca bu ülkenin sosyalistlerinin başına bela olmuş olan 141-142. maddelerin kaldırılmasına da denk düşer. Böylece 80’li yılların sonunda, Brejnev’den bu yana revizyonist bir çizgi izleyen Sovyetler Birliği’ne sadık kalan TKP, Sovyetler Birliği’nin çöküşünü takip eden bir süreçte ortadan kalkmış oldu.
Nabi Yağcı, daha sonraları bireysel çalışmalarını sürdürdü. TÜSTAV adlı bir vakıf kurarak TKP arşivini toplamaya başladı, bu arada çeşitli yazılar yazdı; bugün de Referans gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor. 90’lı yılların başından beri kaleme aldıklarının genel olarak “küreselleşme” sürecinde ortaya çıkan postmodern fikirlerle uyum içinde olduğu, Yağcı’nın, entelektüel birikimini bu fikirleri gerekçelendirmek ve savunmak için kullandığı bilinir. Ayrıca komünizmden sadece örgütsel olarak değil fikren de çoktan vazgeçtiği, Marx’ın ve Lenin’in yanıldığını düşündüğü, sınıflar mücadelesinin eskimiş bir kuram olduğuna inandığı; bu görüşlerinin onu giderek kapitalizme hayranlık duyacak bir noktaya getirdiği ve Avrupa Birliği’ni savunduğu da az buçuk izleyenlerin malumudur. Dolayısıyla Taraf’a verdiği röportajında yeni bir şey söylememiş olduğu düşünülebilir. Fakat yeni olan, geçmiş fikirlerini reddetmesinin Yağcıyı getirdiği, üstelik öyle bir misyonu varmış gibi, “sol” adına konuşarak, “sol”a da önerdiği politik platformdur. Nabi Yağcı bu fikirlerini derli toplu ve sakınmasız olarak ilk kez Taraf gazetesinde açıklamıştır ki, bu, adı geçen gazetenin Türkiye’de basın camiasında kapladığı yer göz önünde bulundurulduğunda oldukça anlamlıdır.
Taraf, kurulduğundan bu yana arkasındaki maddi ve siyasi gücün merak konusu olduğu bir gazetedir. Ahmet Altan ile, yaşadığı ve Milliyet’te yazdığı köşe yazılarında iç ve dış politikalarını “Türkiye için daha anlaşılır” kıldığı ABD’den kalkıp bu gazeteyi çıkarmak için gelen Yasemin Çongar’ın kurup yönettiği gazete, başından beri AKP politikalarının liberal propaganda aygıtı gibi çalışmaktadır, dolayısıyla AKP’yle daha yakın organik ilişkiler içindeki Yeni Şafak gazetesinin yapamadığını yapmak, o gazetenin bıraktığı boşlukları doldurmak için çıkıyor gibidir. Taraf yazarları, gazetenin, muhafazakârlar, Kürtler ve liberallerin AKP eksenindeki ittifakını hedeflediğini her fırsatta belirtir ve yayınlarını bu doğrultuda yaparlar. Son dönemde yayınladığı belgelerle Genelkurmayı köşeye sıkıştıran, Genelkurmay Başkanı’nın da gazetenin Fethullah Gülen tarafından finanse edildiği ve Soros tarafından desteklendiği söylentilerini ima etmek üzere “o gazete kendi finans kaynaklarını açıklasın” mealinde cevap verdiği Taraf, sansasyonel ve komplocu yayıncılık anlayışı ve keskin tarafgirliğiyle 28 Şubat’tan bu yana oluşmuş derin yarılmanın bir tarafı adına konuşarak, bu yarılmadan beslenen bir tiraja sahip oldu. Ergenekon çetesi hakkındaki ifşaatları kapatılma davası açılmış AKP’nin elini güçlendirdikçe, bu, gazetenin, çok haklı bir zeminde durduğu iddiasını yüksek sesle söylemesini ve okurlarını Taraf almaya zorlamasını kolaylaştırdı. Taraf, AKP’yi desteklemeyenlerin nesnel olarak Ergenekon’u destekleyeceklerini, bugünkü koşullarda ya darbe ya AKP gibi iki siyasi seçenekten başka tercihin olamayacağını dayattı ve bu yöndeki psikolojik savaşını sürdürmeye devam etti, ediyor. Taraf gazetesi, aynı zamanda AKP’nin sosyal ve iktisadi temelini oluşturan yükselen “Anadolu burjuvazisi”nin de sesidir. Gazete başlıca ilkelerinden birinin İstanbul dışında büyüyen, palazlanan bu güçleri izlemek olduğunu ilan etmiş, en kıymetli yazarlarını “Anadolu Kaplanları”nın sayesinde ortaya çıkan sosyal değişimi izlemek için mahalline göndermiş, dosyalar ve röportajlar yayınlayarak, bu değişimi yansıtmıştır.
Dolayısıyla Taraf gazetesinin çizgisine uygun fikirlere sahip Nabi Yağcı’nın söylediklerini ele almayı gerekli kılan, ifade edildikleri platformun misyonunu sinerjik bir etkiyle güçlendirmesidir. Hem Taraf gazetesinin hem de Yağcı’nın, AKP’ye, aradıkları sol ittifakı ve desteği gerekçelendirirken kullandıkları argümanların benzerliği sağlamıştır bu sinerjiyi. Komünizmden bozuşarak kopmuş, Marksizmi, çağı açıklamakta yetersiz gördüğü halde ondan işine gelenleri var olan statükoyu meşrulaştırmak için alıntılayan bir “solcu”nun fikri çizgisinin nerelere evrileceğini göstermesi bakımından da ilginçtir, Yağcı’nın söyledikleri.
Röportaj için neden Nabi Yağcı’nın seçildiğini Neşe Düzel şöyle açıklıyor:
“Türkiye açıkça bir darbe sürecinden geçiyor. Toplumda darbeye karşı güçlü bir direniş olmasına rağmen, darbe yanlısı gruplar da var. Bu karışık ortamda CHP gibi solla ilgisi olmayan siyasi partiler, gruplar, bazı kesimler ‘sol’ adına konuşurlarken ‘gerçek’ solun sesi ise pek duyulmuyor. Üstelik Türkiye’nin, tarihinin en keskin virajlarından birini almakta olduğu süreçte, sola en çok ihtiyaç hissedilen bir dönemde gerçek solun sesi duyulmuyor. Peki sol bu şartlarda ne yapmalı? Kimi, neyi desteklemeli? Solculuk nedir? Solcunun amacı nedir? Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu koşulları sol bir bakış açısıyla nasıl analiz etmeliyiz? Solcular, muhafazakarlar ve Kürtler darbeye karşı demokratik bir cephe oluşturabilirler mi?…”
Yağcı’yla söyleşinin gerekçelerinin sıralanışı “yeni başlayanlar için sosyal demokrasi/ feminizm/ anarşizm…” vb. gibi adlar taşıyan popüler kitapların arka kapak yazılarını andırıyor. Ama “sol nedir”, “solculuk nedir”, “sol ne yapmalı” gibi sorular, burada sadece, kuralları az çok bilinen solculuk hakkında bir şeyler öğrenmek ve sola başlangıç yapmak isteyen genç okura standart ve temel bilgiler sunulacağını vaat etmekten öte, solun, Yağcı-Taraf elbirliğiyle öngörülen yeni bir tarifi için alfabe oluşturmanın yolunu açmak amacında. “Gerçek solun sesi” Yağcı, işte bu cevapsız kaldığı düşünülen ya da eski yanıtların artık açıkta bıraktığına inanılan amiyane sorulara yanıt verdi iki gün süren röportajında.
Ve okur, daha ilk soruda solun temel düsturunun ne olduğu konu sunuda bilgilendirildi: “Sol değişimci olmaktır. Marx da Hegel de solculuğu böyle tarif ederler. Türkiye’deki solcular ‘Ben niye solcuyum’ diye kendilerine sormalılar. Çünkü değişimin karşısında durup ya da ulusalcı olup ben solcuyum demek mümkün değil.”
Bu, kendi dışındaki “solcu”yu köşeye sıkıştırma, ona üstten bakma, “kendini sorgula, kendine sor, öyle demekle olmaz, oku öğren” tavrı, Nabi Yağcı’nın vazgeçemediği üsluptur. Ondaki çok okumuş adam hali, kavramları yerli yersiz kullanmasıyla çelişse de, yüzeyselliğe bir derinlik vehmetmeye yetiyor. Solculuğun temel kriterinin değişimci olmak olduğunu söyledikten ve buna Marx ve Hegel’i (ne alaka!) referans gösterdikten sonra, aynı cümleye aldığı ulusalcıların değişimden yana olmadıkları için solcu olamayacaklarını söylemenin maksadı nedir peki? Neden ulusalcılar değişimci olamasın; muhafazakârların bile değişim yanlısı oldukları, değiştikleri bir dünyada ulusalcıların, İslamcıların, laiklerin, liberallerin, sosyalistlerin, kapitalistlerin, feministlerin vb. değişmediklerini, herkesin yerinde saydığını nasıl söyleyebiliriz. Dünyada zaten değişmeden dönüşmeden, hareketsiz kalan bir kesim var mıdır ki; değişim yanlısı olmak, sadece solculuğun ayırt edici temel bir kriteri olsun. Yoktur. Fakat Nabi Yağcı, kavramını zaten böyle yalın bir anlamda kullanmaz. “Değişim” sözcüğü, bizim ülkemizde, tarihsel (-ne yazık ki ulusal!-) ve güncel nedenlerle yan anlamlar kazandığı, bir dizi sosyal çağrışımı olduğu için onu hemen anlıyoruz; o, bunu derken, birazdan seslendiği “solcu” okuru hem haşlayacak hem hizaya getirecek; ve tabii ki açıklayacak: evet dünya değişiyor elbette, peki “solcular” nasıl değişecek.
Nabi Yağcı’nın değişmelerini önerdiği solcular kimdir, solculuktan kastı nedir? Bilinir ki, Fransız Devrimi döneminde Meclis’teki radikal vekiller sol taraftaki sıralara oturdukları için; devrimin özgürlük, eşitlik, kardeşlik gibi ilkelerine sadık vekilleri gibi, devrimi, ilerlemeyi, halkçılığı savunan kesimlere solcu denir. Bu özelliklere, “değişen dünya”nın ihtiyaçlarına göre başka anlamlar da yüklenmiş, Rus Devrimi’nden sonra, gerçek bir değişimin halkçı bir devrimden geçtiğine inanan, bunun için mücadele eden, Sovyetler Birliği’ni savunan insanlara çok genel anlamda solcu denegelmiştir. Fakat solcu olmanın belli başlı kriterleri olmasına karşın, hiçbir zaman, üzerinde herkesin anlaştığı bir tanımı yapılamadı. Sosyal demokratlardan anarşistlere, sosyalistlerden komünistlere, radikallerden ılımlılara kadar pek çok kesim, sol sözcüğüne, siyasal stratejilerine uygun anlamlar yüklediler. Dolayısıyla farklı farklı siyasal niyetleri ve eylemleri olan, değişik örgütsel ilkelere inanan, yekpare olmayan çok geniş bir topluluğun ortak bir “sol” şemsiyesi altında toplanması, her zaman sorunlu olmuş ve giderek inandırıcılığını da yitirmiştir. Ama bu sözcük, çoğu kere, kimileri için kurtarıcıdır. Tıpkı Nabi Yağcı’nın yaptığı gibi, birileri, sol adına konuşmanın sadece kendisine patentli olduğunu iddia edebilir, solcu olduğunu baştan kabullenerek ağzını açan herkes dikkatle dinlenebilir, en pespaye fikirler sol adına söylendiğinde dinleyenlerden bir değer talep edilebilir! Sözcüğün geçmişteki itibarı her zaman sömürülebilir; ‘sol’dan bir talebi olan sağ siyasetçiler, istedikleri ‘solcu’yu muhatap alarak, bütün “sola” mesaj gönderebilirler.
Nabi Yağcı için ise, ‘sol’un ve ‘solcu’nun tanımı; sola dair özsel ilkeler belirlemekten kaçındığı için belirsizdir. “Sol”, ona göre, farklı siyasetlere eklemlenebilen ve siyasal olarak amorf ve renksiz bir güçtür. “Sol neyin tarafı olduğu sorusuna yanıt bulamıyor”, “Sol devletçi kapitalizmden yana olabilir mi, devletin tarafında olabilir mi”, “üretim güçlerini kim geliştiriyorsa sol onun yanında olmalıdır…sol demokrasiyi geliştirerek ekonomiyi büyütmeyi savunmalı…Eğer ülkede bir değişim varsa ancak o dalganın üstüne çıkarak sol bir değişim yaratabilir…” gibi ifadeleri bol miktarda kullanır. Bir yanda “yapılan siyasetler” vardır, diğer yanda da bu siyasetlerden birisine eklemlenmesi gereken solcular! Yağcı’ya göre, solcular hiçbir siyasetin öznesi değillerdir elbette, ama onların dışında yapılan siyasetlerin özneleri son derece belirgindir. Zaten bu, solculara kapitalizmi kutsamalarını tavsiye ederken ve AKP’yi adres gösterirken son derece işine yarar.
Siyasetin öznesinden koparılabileceği, bildiğimiz siyasi öznelerin (işçi sınıfı, kadınlar vb.) bulundukları sosyal konumlar itibariyle bir siyasi fikri temsil etmelerinin mümkün olmadığı biçimindeki modern idealist tezleri 80’li yıllardan beri işitiyoruz. Bu tezleri savunanlar, işçi sınıfının, Marx’ın, kapitalizmin analizinden çıkardığı gibi, üretim sürecinde bulundukları konum nedeniyle toplumsal değişimin motor gücü olduğu saptamasını özcü bir saptama bularak eleştirmişler; hiçbir toplumsal kesimin üretim ilişkilerinde kapladığı yer nedeniyle özsel olarak toplumsal bir role sahip olmadığını savunmuşlardır. Bunlara göre, sosyalizm ve feminizm diye ideoloji ve siyasetler elbette vardır, ama işçi sınıfı ile sosyalizm, kadınlarla feminizm arasında özcü bir ilişki kurulamaz. Özneler, bu, havada yüzergezer ideolojilere gider eklemlenirler; bugün bir yere eklemlenmeleri, yarın başka bir yere eklemlenmeyecekleri anlamına gelmez. Dolayısıyla toplumsal hiçbir sınıfın ya da kategorinin bütünü ilgilendiren kimlikleri yoktur. Tersini söylemek özcülüktür; öyleyse Marksizm de özcü bir teoridir. Öte yandan, ideolojiler de, kendilerine eklemlenen kesimlerin farklı özellikleri nedeniyle, bütünsellikten yoksundurlar. Bütünsel bir ideoloji oluşturmak, insanı totalitarizmin tuzağına düşürür ve bunun sonu da faşizmdir. Nabi Yağcı’nın fikirleri, burada kısaca özetlediğimiz teorik düşüncenin izlerini taşır; onun fikirleri de, bu, Marksizme yöneltilen özcülük eleştirisinden türetilmiştir. Adına “sol” denen fikriyatın çok değişik tanımlarının yapılabilmesi, solcuların “çok kimlikliliği”, Yağcı’nın da çeşitli eklemlenmelerini anlaşılır kılar. O, bu özcülük eleştirisini Marksizmi deforme etmede kalkış noktası olarak kullanırken, başkalarını da böyle bir eklemlenmeye çağırır.
Neşe Düzel’e, solcuların kimler olduğunu ise Yağcı şöyle anlatır: “Burada sol dediğim bir siyasi parti olabilir, bir sol fikir çevresi de olabilir veya sen, ben olabiliriz. Çünkü bugünün Türkiye’sinde, enformasyonun imkanlarıyla kanaat önderleri bir siyasi partiden daha önemli hale geldiler…”
Bellidir ki, üstadın kitlelerle bir işi yok. Onlar bir partiye girip (mümkünse AKP) kalabalık yapsınlar, beş yılda bir gidip oy kullansınlar! Eli kalem tutan, fikir üreten, sol adına sesi duyulan, o veya bu, “sen veya ben” ise, sınıfsal konumun değil ama enformasyonun sağladığı önemlilikle, solculuk yapmaya devam etsinler. Siyaset ile toplumsal özne arasına bunca mesafe koyduktan sonra, meydanı, solculuk adına, tek tek bireylerin; o da değil, seçkin-eğitilmiş bireylerin, daha ötesi kanaat önderlerinin doldurmasını istemek, Yağcı’nın sistematiği açısından bir tutarlılık gösteriyor kuşkusuz.
Açık açık şöyle diyor: “Eskiden durum açıktı. İşçi sınıfının önderliğinde bir devrim tasarlanıyordu. Günümüzde işçi sınıfının böyle bir önderlik rolü yok artık. Ayrıca geçen yüzyılın kapitalizmiyle bugünün kapitalizmi de farklı. Sol o zaman burjuvaziyle proletaryanın mücadelesinde proletaryanın tarafıydı. Ama bugün sınıf mücadelesi sadece proletarya ile burjuvazi arasında geçmiyor. Başka sınıf kavgaları da yaşanıyor.”
İşçi sınıfının önderliğinde devrim tasarlamaya muktedir olduğunu sanan bu güç kimdir acaba? Nabi Yağcı’nın kendisi olmasın? İşçi sınıfı devrimlerini K. Popper’in “toplum mühendisliği” kavramı ile karıştıran, toplumları istediği gibi şekillendirebileceğine inanan seçkinlerin önderlik iddiaları fos çıktığında, “işçi sınıfının devrimi de yok, önderliği de” sızlanması ya da huysuzlanması okunuyor olmasın satır aralarında. İşçi sınıfı devrimi bir mühendislik harikası mıdır ki, devrimin gerçek özneleri, mühendisin vesayetine havale edilerek tasarlanabilsin; sonra o mühendis, başarısız olup kendi partisini “dünyadaki değişim”e uyup feshettiğinde, kendi önderlik iddiasının çöküşünü, bu kez, “proletaryanın önderliğinin çöküşü” olarak gösterebilsin. Yapabilir bunu Yağcı; çünkü onun için, eskiden de, siyaset bir yanda, öznesi başka bir yandaydı. Ama bugün geldiği noktada, yani partili siyasetten kopuk olduğu zamanda, “sen ya da ben de olabiliriz bu solcular” derken, mütevazılığından olduğu da sanılmasın; yazdıklarında kendi adına konuşmak gibi bir ahlaka sahip olduğuna dair bir işaret yok henüz. Taraf da, onu, esasen bir bütün oluşturmayan “gerçek sol”un sözcüsü diye sunmaya devam ediyor; bu tutarsızlığa her iki tarafın da ihtiyacı var.
Nabi Yağcı nasıl bütün “solcular” adına konuşuyorsa, kendi geçmiş hayatının nimetlerine değil, ama hatalarına da herkesi ortak etmekte beis görmüyor. Diyor ki: “Bizim kafamızda sosyalizmin ekonomi politiği olarak şöyle bir şablon vardı: Her şey kamulaştırılacak. Böylece devletçi bir ekonomi önceden hazır olacak. Sonra işçi sınıfı devleti ele geçirdiğinde bütün o kamulaştırılmış şey, hop diye sosyalist ekonomi oluverecek. Kafalardaki bu yanlış şablon yüzünden bizde sol hala devletçilikten kurtulamıyor.” Ve sonra patlatıyor bombasını: “Oysa sol kapitalizmin önünün kesilmesinden değil, aksine kapitalizmin bir ülkede hızla gelişmesinden yanadır.”
Ne denebilir? Devletçi kapitalizmle ilgili “sosyalizme geçiş” kuruntularının, geçmişte, “sol”un değil Nabi Yağcı’nın ve partisinin kuruntuları olduğunu mu? Yoksa bugün göklere çıkardığı piyasa kapitalizminin, yakın geçmişinde, yani refah toplumu döneminde, böyle devlet mülkiyetlerine ihtiyaç duyduğu için devlet ekonomilerini güçlendirdiğini mi; yere göğe koyamadığı sermayenin, kendi palazlanması için piyasanın, devlet kontrolündeki düzenlenişine teşne olduğunu mu..? “Kamulaştırılmış şeyler”in sosyalist mülkiyete bir devrimle öyle otomatik olarak geçip geçmeyeceğini, biraz daha Engels okuyarak öğrenmesi gerektiğini mi..? Bugün özelleştirmelere karşı çıkanların “sosyalist mülkiyete dönüştüreceğimiz kurumlar elden gidiyor, yaşasın devlet mülkiyeti” diye bağırmadıklarını mı..? Yoksa Nabi Yağcı’nın, partisinin lideriyken taşıdığı şablonların, dünya değişse de aynı kaldığını mı? Zira kapitalizmin bir ülkede hızla gelişmesinden yana olmak, “liderimiz” için yeni bir şey değil. Şablonu kırmak da pek o kadar kolay olmuyor galiba; ama şu kolay Yağcı için: kapitalizm devlet mülkiyeti diyorsa onu, yok şimdi “küreselleşiyoruz, piyasa ekonomisi lazım” diyorsa onu savunmak; kapitalizmin tercihlerindeki değişime ayak uydurmayı, modernleşmek, şablon kırmak, değişmek diye sunmak; piyasaya kendini böyle pazarlamak.
Küreselleşme döneminin “Ne Yapmalı”sının Nabi Yağcının yazdığı versiyonunda daha sonra şunları okuyoruz: “Üretim güçlerini kim geliştiriyorsa sol onun yanında olmalıdır. Piyasaya dayalı dışa açık ekonomi ise üretim güçlerini geliştirir. Sol, devletçi kapitalizmin, dışa kapalı devletçi ekonomisinin yanında olamaz. Çünkü devletçi ekonomi üretim güçlerini geliştirmez. Sol demokrasiyi geliştirerek ekonomiyi büyütmeyi savunmalı…”
Buyrun! Bunları savunmak için solcu olmaya gerek yok ki denilebilir, ama üretim güçlerinin gelişmesi ekseninde bir durumu tarif etmek ve bu dilden anlayanlara seslenmek için gerekebilir. Çünkü “üretici güçler” Marksist bir kavramdır eninde sonunda; kullanıldığında Marksist-entelektüel bir aidiyet verir kullananına, sizi dinlemesini istediklerinizle aynı dili konuşuyor –gibi– olur, öyle görünebilirsiniz. Ama söylediklerinizin de bir mesnedi olması gerekir aynı zamanda. Marx, kapitalizmin, ortaya çıktıktan bir süre sonra, üretici güçlerin gelişiminin önünde nasıl ayak bağı olduğunu uzun uzun anlatmamış mıydı? Bunları unutarak, Marksist aidiyetin, ilelebet, birinin üstünde sırıtmadan duracağı ne kadar varsayılabilir? Bu bir yana, Yağcı’nın sorunu, tarih bilincinden yoksun olmasıdır. Bu, esinlendiği kapitalistler için bile bu kadar vahim bir düzeyde değildir. Devletçi ekonomiyle serbest piyasa ekonomisi, sosyalistler açısından bir tercih meselesi olamaz. İkincisi, kapitalistler de bu seçimi öyle gelişigüzel yapmazlar. 20. yüzyılın ikinci yarısının ilk çeyreğinde kapitalizme nefes aldıran –hadi diyelim üretici güçleri geliştiren– devlet mülkiyeti ekonomisi, sınıflar mücadelesinin ve de sermayenin gelişkinlik düzeyine bağlı olarak uygun görülmüştü. Şimdi öyle Keynesyen politikalara gerek duyulmadığı için (bunda SB’nin ve Nabi Yağcı gibi her ülkedeki parti likidatörlerinin payı olduğu kuşkusuz), kapitalistler devlet mülkiyetinden vaz geçebiliyor, milyonlarca emekçinin canını yakan özelleştirmelere imza atarak, piyasa ekonomisine yol açıyorlar. Çok lafını ettiği üretici güçlerin bir parçası olan insan faktörünün, yani emekçinin bu durumdan çektiği acı, Yağcı’yı hiç ilgilendirmiyor olabilir. Çünkü o, “üretici güçler” denince, sadece makineleşmeyi, teknolojik gelişmeyi anlıyor. İnsanlarla, emekçilerle, kitlelerle, sınıfla işi yok üstadın. Bu yüzden, ’90’lı yıllardan bu yana, sosyalizmin değil de, sosyalizmi tarihe gömmeye çalışan, teknolojik gelişmenin işçi sınıfını gereksizleştirdiğini, toplumsal değişimde öncülük rolünün “mavi yakalılar”dan “beyaz yakalılar”a, yani işçi sınıfından küçük burjuvazinin kentli kesimlerine geçtiğini savunan gerici “Bilimsel Teknolojik Devrim” tezlerinin ideologluğunu yapıyor bu topraklarda.
Bu öncü rolünün işçi sınıfından başka kesimlere taşınması gerçekten önemlidir Yağcı için. Bunun için canla başla çalıştığı söylenebilir. Taraf’taki röportajında ise, bulunduğu son nokta, değişime direnen solcuların karşısına yeni ilerici güç olarak AKP’yi çıkarmasıdır. Ve elbette, AKP’yi yüceltmek için yine bolca Marksist kavram kullanıyor.
YAĞCININ RÖNESANSI
Nabi Yağcı, bugün Türkiye’nin ikinci değişim dalgasından geçtiğini iddia ediyor. Ona göre, Özal döneminde yaşanan 1. dalga bugün doğal sonucuna evrildi. Ulusal sınırlar kendisine dar gelenbüyük sermayenin, bugün her zamankinden daha hızla ulusal sınırları yıktığını düşünen Yağcı, 7.4’lük depreme, yakıp yıktığı hayatları umursamadan büyük bir doğa olayı olduğu için hayranlık duyan deprem uzmanı gibi, küreselleşmenin bütün yıkımlarının önünde büyük bir hayranlıkla duruyor. Sermaye ve kapitalizmin, bunun için devrimci olduğunu söyleyecek kadar da pervasızlaşıyor. Küreselleşmenin, üretici güçleri büyük bir ivmeyle büyüttüğüne, dünyada krizlerin olmasının değişim için iyi bir şey olduğuna inanıyor. Bugünkü tabloyu da bir rönesans olarak değerlendiriyor. Kavramları birbirine karıştırarak akıl almaz bir terminoloji oluşturan Yağcı, dışa kapalı ekonomi diye kötülediği kamu mülkiyetinden giderek el çekilmesini ve buna bağlı olarak yabancı sermayeye kapıların ardına kadar açılmasını heyecanla karşıladığı gibi, bunu büyük bir sadakatle gerçekleştiren AKP hükümetini de değişimin öncüsü olarak ilan ediyor. “AKP Türkiye’nin rönesansını ajite etti” diyecek kadar da şirazeden çıkıyor.
Yağcının bütün söyledikleri, aslında, herkesi kapitalizmin aşılamaz olduğuna ikna etmeyi, sosyalizmin iddialarını yerine getiremediğine, dolayısıyla tek ilerici gücün kapitalizm olduğuna inandırmayı amaçlıyor. Dünyanın büyük bir nüfusunu yoksulluk içinde yaşamaya mahkum eden, geçen yüzyıl kazanılmış demokratik hakları yerle yeksan eden, emekçilerin gündelik hayatını alt üst eden küreselleşmenin yol açtığı yıkımlar, Yağcı için hiç önemli görünmüyor. Onun için önemli olan, bu yıkımları yarata yarata ilerleyen küreselleşme sürecinde, sermayenin dolaşımının önüne engel olarak çıkan her şeyin nasıl yıkılacağı üzerine “sol”dan kafa yormak; bu engellerin önüne “sol”dan bir barikat kurmak. Emekçi kitleleri küreselleşmenin hizmetine koşmak.
Biri çıkıp emperyalizm diye söze başlasa, onu “eski sopaları kullanma” diye azarlamaya, “ulusalcı” diye aşağılamaya, sosyalizm veya devrim demeye kalksa “demode” diye küçümsemeye hazır bekliyor. Ağzını açan herkesi susturmak için, küreselleşme döneminin sözde moda fikirlerinin yarattığı hegemonik havayı arkasına almış biçimde konuştukça konuşuyor, yazdıkça yazıyor.
Bir kavgası var çünkü. Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesini geçen yüzyıla ait bir fenomen olarak görse ve Marx’ın yanılmış olduğunu iddia etse de, bu, onun, sınıflar mücadelesi yürüttüğünü söylemesinin önünde engel değil. Ama şimdi başka sınıf mücadelelerinin olduğuna iman getirdi. Bu sınıflar mücadelesini anlamak ve açıklamak için de Marksist kavramların yardımcı olabileceğini düşünüyor. Fakat “sol”; o anlamaz-bilmez-ahmak ve enerjisiz “sol”, bu yeni sınıf mücadelesinden bihaber. Nabi Yağcı; okumuş adam, “bir bilen”, üstat Marx okuyun diye buyuruyor bu noktada. Onun revize edilmiş Marx külliyatında bunun bir cevabı var belli ki: “Türkiye’de solun değiştirici enerjisi niye yok derseniz… Sol Marx’ı dikkatle okursa bunun nedenini anlayacak.”
Anlaşılması gereken şey nedir acaba; kapitalizmin ve sermayenin en ilerici ve en devrimci güç mü olduğu; rönesansın iç dinamiğinin AKP mi olduğu… Hepsi, elbette. Çünkü “sermaye ve AKP siyasette liberalizm ve ekonomide dışa açılma istiyorlar”, tıpkı Nabi yağcının istediği gibi. Bu yüzden askeri bürokratik seçkinlerin “vesayet rejimi”ne karşı çıkıyorlar. “Demek ki burada bir enerji var, sol kendine enerjiyi bu kavgada bulabilir.”
Bu ülkenin emekçileri, ilericileri, sosyalistleri, hadi diyelim solcuları siyaset yapamaz ya, yapılan bir siyasete eklemlenmekten başka bir iş gelmez ya ellerinden; Nabi Yağcı eklemlenecek bir adresi hemen söyleyecektir herkese: Bütün emekçiler Türkiye’nin rönesansını başlatan AKP’de birleşin!
Çünkü bu Rönesans “Askeri bürokratik vesayetçi rejime ve onun Kemalist ideolojisine karşı gelişti. Vesayetçi rejimde eleştiri yoktur. Rönesans ise her şeyi eleştirir…Eğer AKP iktidarda olmasaydı askerin Anayasa Mahkemesinin, Yargıtayın tepkisi bu kadar şiddetli olmayacaktı. İşte bu siyasi ve sosyal gerilim aynı zamanda müthiş bir enerji demektir. Bu enerji AKP’yi de aşan bir şekilde geleneksel devleti çatlatıyor…” diyor Yağcı.
Ona göre, “eskiden” benimsenen sınıf mücadelesi terminolojisindeki ilerici proletaryanın yerini uluslararası sermaye ile işbirliği yapan, onun önündeki engelleri bertaraf eden AKP; gerici burjuvazinin yerini de askeri bürokratik vesayetçi kesim aldı. Günümüzün sınıf mücadelesi, sermayenin ayağına dolanan bu vesayetçi kesime karşı verilmelidir. Ki, askeri ve hukuki darbeler hazırlayarak güzide AKP’yi alaşağı etmeye çalışan güçler bertaraf edilebilsin. Askeri vesayetçi kesim dediğinin sermaye ile bu denli çelişki içinde olduğunu kanıtlayacak bilgiyi Marksizmin hiçbir satırında bulamayacak olsa da, Yağcı, “Anadolu’daki ticari burjuvazinin ve köylülüğün dönüşümünden ortaya çıkan şimdi dışa açılmak ve AB’ye girmek isteyen büyük orta sınıf, büyük sanayi burjuvazisi, KOBİ’lerin” temsilcisi AKP’nin, “büyük” bir ilerici güç olarak, “vesayetçi kesim”le mücadelenin önünü çektiğini iddia edebiliyor. Nabi Yağcı’nın, “sol”a, aslında bu ülkenin gerçek sahibi olan ve çıkarları asla sermayeyle çakışmayan emekçilerine önerdiği, bu kör dövüşünde AKP’nin arkasında hizalanmaktır. Yok, eğer buna itiraz edilecek olursa, darbeye davetiye çıkarılıyor demektir! Uluslararası sermayeye tamamen eklenmek isteyen AKP’nin temsil ettiği, şimdi rengi beyaza dönüşen yeşil sermayeye elinden gelen desteği, Yağcı, 28 Şubat kutuplaşmasını derinleştirerek vermektedir.
Taraf ve Nabi Yağcı, darbelere karşı mücadeleyi, darbecilerle hemen uzlaşabilecek olan bir siyasi güce havale ederek, aslında, “sol”u veya genel anlamda emekçileri silahsız bırakmaktadırlar. AKP’ye ve darbeye aynı anda karşı çıkmak, her ikisine göre de politikasızlıktır. “Sol” politika yapacaksa eğer, muhafazakarlar, Kürtler, liberaller AKP ittifakında kendisine bir yer açmalıdır. Başka her seçenek değişimden yana olmamak, ilericilik vasfını yitirmek olacaktır.
Öyle midir peki?
Soğuk savaş döneminden beri var olan, Susurluk kazası sonrasında değişik birkaç hamle yapılmasına karşın, bir türlü dağıtılamayan derin devleti (kontrgerilla), darbeleri gerçekten önlemeye niyeti olan bir parti midir AKP, yoksa miyadı dolmuş kurumların yerine kendi derin devletini kurmayı mı amaçlamaktadır? Elbette ikincisi doğrudur.
Yağcının “askeri vesayet kesimi” dediği kesim ise, şeriat getireceği ileri sürülen AKP’den daha az mı suçludur memleketteki laiklik tartışmalarının bu boyuta gelmesinden? 1980 askeri cuntasının liderinin konuşmalarını ayetlerle hadislerle süslemesi, darbe döneminden çok kısa bir süre sonra dini okulların sayısında görülen artış ve bizzat AKP’nin Refah Partisinden ayrışarak BOP’a uygun bir parti haline gelip iktidara gelebilmesinde bu kesimin rolü yok mudur?
Nabi Yağcı’nın bunları bilmemesi mümkün mü? Elbette değil, ama o, bilinçli olarak bir tercih yapmıştır. Yaptığı tercih; yani egemen sınıfların sunduğu ikilemi benimseyerek politika yapmak, bu ülkenin emekçileri, ilericileri ve muhalefeti açısından bir yıkım olacaktır. Ama Yağcı, emekçilere olan mesafesini koruyarak bulunduğu yerde içi rahat kalabilir… Kendi inandıklarına inanmayanlara oradan burun kıvırmaya da devam edebilir. Fakat boş fikirlerini empoze etmeye çalışacağına, bulduğu müttefikle, yani Taraf ile yetinmesi, kendisi için daha hayırlı olacaktır. Sunduğu ikilemde taraf olanın bertaraf olacağını da unutmamak kaydıyla.