Tarihsel süreç içinde sınıf mücadelesinin gelişim süreci, kimi zaman grevlerle, kimi zaman büyük kitle eylemleriyle, kimi zaman da hakların yasal güvenceye alınması talebi üzerinden geçekleştirildi. Üretici güçlerin yanı sıra birlik, güç ve mücadelesinin gelişimi oranında işçi sınıfının mücadele alanları arttı, gelişti ve zenginleşti. Yıllarca süren sınıf mücadeleleri, mücadeleler üzerinden elde edilen kazanımların kalıcılaşması için hakların yasa haline getirilerek güvence altına alınması sağlandı.
Sınıf mücadelesinin yükseldiği dönemlerde işçi sınıfının hak kazanımları yasa haline gelip genişlerken, sınıf mücadelesi gerilemeye başladığı dönemlerde ise kazanılmış haklar teker teker kaybedilme noktasına geldi. Sermaye, bir güç olarak tarih sahnesinde ağırlığını koymaya başladığından bu yana, işçi sınıfını, sosyal bir varlık olarak değil, basit bir makine olarak gördü. İşçinin yararına olacak düzenlemelere karşı her zaman doğal bir direnç gösterdi. Her fırsatını bulduğunda, işçileri daha çok yıkıma uğratacak, mevcut haklarını bile kullanmalarını engelleyecek düzenlemeler yaptı, fiili uygulamaları hayata geçirdi.
Tarih boyunca işçiler ve mücadele eden sendikalar kuşkusuz çok sayıda güçlükle, engellerle karşı karşıya kaldılar. Kimi zaman işçilerin kendi sınıf çıkarları doğrultusunda hareket etmesi, örgütlenmesi çeşitli yollarla engellendi. İşçi hareketi ve sendikalar kimi zaman yasal düzenlemelerle, kimi zaman fiili baskılarla etkisiz hale getirilmeye, zayıflatılmaya çalışıldı.
Sermayenin saldırganlığının dünyada ve Türkiye’de ciddi boyutlara ulaştığı bir dönem yaşanıyor. Dünyanın her yerinde demokratik, sendikal hak ve özgürlüklere yönelik saldırılar, sermaye hükümetlerinin öncelikli gündemleri arasında. Sermaye güçleri ve onların çıkarlarının koruyucusu olan hükümetler, işçi sınıfının uzun süren mücadelesi ile kazandığı haklarını yeni saldırılarla geri almak, var olanları ortadan kaldırmak için karşılarına çıkan fırsatları sonuna kadar değerlendiriyorlar.
İŞ YASASININ DEĞİŞMESİ VE SONRASI
Öncesi bir tarafa, Türkiye’de, 2003 yılında 4857 Sayılı İş Yasası’nın çıkarılmasından bu yana sermayeye sınırsız bir sömürü alanı açılırken, işçilerin en temel hakları yasal düzenlemeler ve fiili saldırıların tehdidi altında kaldı. 4857 Sayılı İş Yasası ile esnek, kuralsız, güvencesiz çalışma biçimleri daha da arttı ve yaygınlaştı. İş yasasının sağladığı kolaylıklarla ciddi bir gelişim gösteren Türkiye kapitalizmi, bir taraftan sürekli artan işsizlikten beslenip sermayeyi ve onun kaynağı olan sömürünün büyümesini sağlarken, diğer taraftan esnek üretim ve esnek çalışma biçimleri hızla yaygınlaştırıldı.
4857 Sayılı İş Yasası çıkarılmadan önce sigortalı, izin süreleri ve mesai saatleri belirli, fazla mesai oranları, sosyal hakları yasalarla güvence altına alınmış, sendikalı işçilerin sahip olduğu haklar hedef olarak belirlenmiş ve bu durumun kapitalizmin “serbest rekabet” anlayışına ters olduğu iddia edilmişti. Düzenli ve kurallı çalışmanın olmadığı, kayıt dışı olarak faaliyet yürüten işletmelerde işçilerin sırtından elde edilen artı-değer oranları inanılmaz boyutlardayken, çoğunlukla kayıtlı çalışan işletmelerin aynı artı-değeri elde edememelerinin sermayenin iç bütünlüğünü ve hiyerarşisini bozduğu, bu durumun “haksız rekabete” neden olduğu iddia edilmişti. Koşulların eşitlenmesi için atılması gereken ilk adım olarak patronların “elini kolunu bağlayan” yasaların değişmesi, esnekleşmesi gerekiyordu. Böylece kayıtlı işgücünün sahip olduğu çok sayıda hak ve kazanım, “piyasanın” ve “rekabetin” çıkarlarına uygun bir şekilde yeniden düzenlenebilecekti.
2003’ten bu yana esnek üretim ve buna bağlı olarak standart dışı çalışma biçimleri, yapılan yasal düzenlemeler üzerinden yaygın bir şekilde uygulanmaya başlandı. Buradaki hedeflerden birisi, kâr oranlarının artışını ve sermaye birikimi istikrarını tehdit eden tam zamanlı, düzenli ve güvenceli istihdamın önünü kesmek, istihdam biçimlerinde tam anlamıyla bir esneklik sağlamaktı.
Sendikaların örgütlemeye çalıştığı hedef kitlesi genellikle düzenli, güvenceli ve tam zamanlı çalışan işçiler olduğu için, 4857 Sayılı İş Yasası sendikal örgütlenmeyi de olumsuz etkiledi. Nitekim iş yasasının değişmesi ile birlikte işçiler arasındaki farklılıkları öne çıkartan ve sendikal örgütlenmenin son derece zor olduğu, genelde esnek çalışma olarak ifade edilen, kısmi süreli çalışma, çağrı üzerine çalışma, evde çalışma, tele çalışma gibi yeni çalışma biçimleri yaygınlaştı. Tüm bunlara, bir de artan taşeronlaştırma uygulamaları eklenince, sendikaların hedef örgütlenme alanı giderek daralmaya başladı. Tüm bunların yanı sıra, daha düşük ücretle, kayıt dışı ve esnek çalışma biçimlerine daha uygun oldukları için tercih edilen kadın ve genç işçilerin toplam istihdam içindeki paylarının giderek artması sermayeye büyük bir tercih kolaylığı sağlarken, sendikaların işini daha da zorlaştırdı.
YENİ SALDIRILAR GECİKMEDİ
İşçi ve emekçilere yönelik saldırılar, dur durak bilmeden her geçen gün artarak devam ediyor. Çıkarılmaya çalışılan kimi yasalarla sermaye “sınırsız sömürü” olanaklarını genişletirken, işçilere güvencesizlik, kuralsızlık ve örgütsüzleştirme dayatılıyor. Sermaye güçlerinin aralarında birleşerek başlattığı saldırılara karşı emek cephesinde ortak bir duruş gerçekleştirilemediği için, yaşanan saldırıları geri püskürtmek bir yana, ortalama düzeyde bir karşı koyuş bile gerçekleştirilemiyor.
Bir yandan kapatma davasıyla uğraşan AKP hükümeti, diğer yandan sermayenin desteğini kaybetmemek için, işçi ve emekçilere yönelik sosyal yıkım saldırılarına yenilerini ekledi. Önce SSGSS yasası ile sağlık ve sosyal güvenlik alanını piyasalaştırıp, özel sigorta şirketleri ve özel sağlık hizmetlerinin önünü açtı. Sosyal güvenlik sisteminde kamudan özel emeklilik şirketlerine doğru kayışı hızlandırmak için emeklilik yaşını 65’e, prim ödeme gün sayısını 7200’e yükseltti.
SSGSS ile işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarında büyük bir geriye gidişe neden olması yetmezmiş gibi, şimdi de TBMM’den geçen “istihdam paketi” ile sermayeye “hep destek, tam destek” uygulamasının hayata geçirilmesi amaçlanıyor. Açıklanan “istihdam paketi”nin istihdamı ne kadar arttıracağı bilinmez, ama, getirilen kolaylıkların sermayeye bir süre daha nefes aldıracağını şimdiden söylemek mümkün.
İSTİHDAM PAKETİ NE GETİRİYOR?
AKP Hükümeti, “işsizliği önleme” bahanesiyle gündeme getirdiği “İş Kanunu ve Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” ya da sık kullanılan adıyla “istihdam paketi”ni hızla TBMM’den geçirdi. Patronların istihdam ettikleri işçilerin maliyetinin bir kısmının devlet tarafından karşılanmasını ve kendi yükümlülüklerinin kayıt dışı bir işyerinin seviyesine indirilmesini sağlayan düzenleme, özellikle genç işçilere yeni istihdam alanları açılmasından çok, bu bahaneyle patronların üzerindeki “yükleri” hafifletmeyi amaçlıyor.
Sosyal Güvenlik yasasından sonra AKP’nin emekçilere yönelik ikinci büyük saldırı paketi olarak yasalaşan istihdam paketi, büyük ölçüde Dünya Bankası’nın “Yatırım Ortamının İyileştirilmesi” çalışmalarına paralel bir içerikte hazırlanmıştır. Yasada yer alan düzenlemeler uluslararası tekelci sermayenin uzun süredir benimsediği talepleriyle örtüşmesi bakımından önemlidir. Dünya Bankası raporunun konu başlıklarına bakınca “istihdam paketi”nin kaynağını görmek mümkündür:
¬ İstihdamla ilgili yüklerin azaltılması;
¬ İş Kanununa esnek sözleşme seçeneklerinin eklenmesi;
¬ Yeni kıdem tazminatı kurallarının belirlenmesi ve kıdem tazminatı fonunun kurulması;
¬ İşsizlik sigortasının ve aktif istihdam politikalarının güçlendirilmesi;
¬ Bireysel ve toplu iş anlaşmazlıklarının çözümü için özel tahkim uygulanması.
AKP hükümeti, kıdem tazminatlarını ortadan kaldıracak düzenlemeyi yasaya yönelik tepkileri azaltmak için İstihdam Paketi’nin içine almamış, bunu ayrı bir düzenlemeyle çıkarmak için bir süre ertelemiştir.
Yıllarca, kazanılma şartları çok zor olan ve işsiz kalan işçilere ödenen miktarın arttırılması ve işsizlik ödeneğinden yararlanma koşullarının kolaylaştırılması istenen İşsizlik Sigortası Fonu’nun, sermayenin iştahını kabartacak derecede ciddi bir büyüklüğe ulaştığı dönem dönem dile getirilmişti. Sermayenin talebi ile fon birikimlerini gözüne kestiren AKP, fon kaynaklarını sermayeye kaynak olarak açmak için “istihdam paketi” kılıfını kullanmakta gecikmemiştir. İstihdam paketinin içeriği kısaca şöyledir:
¬ İşe yeni alınan kadınlar ile 18-29 yaş arasındaki genç işsizlerin SSK primleri, 5 yıl boyunca İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanacak. Buna göre, kadınlar ve gençlerin, işverene ait sigorta priminin; 1. yıl için yüzde 100’ü, 2. yıl için yüzde 80’ini, 3. yıl için yüzde 60’ı, 4. yıl için yüzde 40’ı, 5. yıl için yüzde 20’si İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanacaktır.
¬ Sigortalıların, malullük, yaşlılık ve ölüm sigortaları primlerinden, işverenin ödeyeceği 5 puan Hazine tarafından ödenecektir.
¬ İş Kanunundaki özürlü, eski hükümlü ve terör mağdurlarının çalıştırılma zorunluluğuna yeni düzenleme getirilerek, zorunlu istihdam kaldırılmıştır.
¬ Özel sektörde daha önce işçi sayısının yüzde 6 oranında özürlü çalıştırma şartı, yüzde 3’e indirilmiştir. Özel sektörün çalıştırmakta zorunlu olduğu yüzde 3’lük özürlü kontenjanında istihdam edilenlerin primleri, işveren adına Hazine tarafından ödenecektir.
¬ İşverenler, işyeri sağlık ve güvenlik birimi ile işyeri hekimi çalıştırma yükümlülüğünden kurtulmuştur.
¬ Kreş kurma zorunluluğu bulunan işletmeler, bu hizmeti dışarıdan satın alabilecektir.
¬ Ağır ve tehlikeli işlerde çalışacak işçiler için mesleki eğitim şartı getirilirken, mesleki eğitimin nasıl yapılacağına yönelik herhangi bir açıklamanın olmaması dikkat çekicidir.
– İşçilerin işsiz kalma riskine karşı bir güvence oluşturmak amacıyla oluşturulan İşsizlik Sigortası Fonu, işsizlerin yerine GAP’a yatırım yapacak patronlara aktarılacaktır.
İşsizlik Sigortası Fonu’nun amaç dışı kullanılmasının ve 18-29 yaş arasındakiler ile yaş şartı aranmaksızın kadınların sigorta primlerindeki işveren hisselerinin İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanmasının ülkedeki istihdam dengesini 29 yaş üstü çalışanların aleyhine bozacak nitelikte olduğunu tahmin etmek zor değildir. Bu paketin uygulanmaya başlamasıyla birlikte Türkiye’nin genç işsizlik sorununa, bir de 29 yaş üstü işsizliğin ekleneceği söylenebilir.
Genç ve kadın istihdamını sağlamak için, işverenin SSK primi ödeme zorunluluğu kademeli olarak Hazine’ye devredilirken, kreş ve emzirme odası açma yükümlülüğü kaldırılmış, hizmetin dışarıdan alınması şeklinde düzenlenmiştir. Ancak uygulama, sistemde gereksiz aracılar yaratacak ve maliyeti yükseltecek niteliktedir. İşverenin kreş ve emzirme odası hizmetlerinden kurtulması anlamına gelen bu durumda, dışarıdan alınacak hizmetin niteliği ve işyerine yakınlığı konusunda hiçbir düzenleme yoktur. Bu değişiklik, kadın istihdamını işveren için daha ucuz hale getirirken, çalışma hayatını kadınlar için daha zorlaştıracaktır.
Düzenlemeyle, 4857 Sayılı İş Yasası’nın 2. maddesinin sonunda belirtilen “İşletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işler dışında asıl iş bölünerek alt işverenlere verilemez” hükmü, asıl işveren ve alt işveren arasında “sözleşme yükümlülüğü” olarak değiştirilmiş ve böylece yasa eliyle taşeronlaştırma pekiştirilerek, asıl işverenin sorumluluktan kurtulması sağlanmıştır. Yasa ile iş güvenliği mühendisi, işyeri hekimi, sağlık memuru ve hemşireleri kapsayan “İş Sağlığı ve Güvenliği Kurulları”nın oluşumu engellenerek, “Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri”nin kurulması ve bu hizmetin dışarıdan alınıp piyasalaştırılması amaçlanmıştır.
“İstihdam Paketi”nin içeriğine bakıldığında, işçilerin mevcut haklarını ellerinden almak ve patronların yükümlülüklerini büyük oranda hafifletmek için yapılan bir düzenleme olduğunu anlamak zor değildir. Bu haliyle “istihdam paketi”nin, iddia edildiği gibi istihdamı arttırıcı değil, daraltıcı, patronları her yönden kollayan, esnek istihdamı yaygınlaştıran ve mevcut eşitsizlikleri daha da arttıran bir içerikte olduğu söylenebilir. “Az insanla çok iş yapma” ve patronların üzerindeki zorunlu istihdam yüklerinin hafifletilmesini hedeflediği her yönünden belli olan “istihdam paketi” ile, iddia edildiği gibi işsizliğin önlenmesi, istihdamı artırıcı yatırımların çoğalması, yeni iş alanlarının yaratılması, aktif istihdam politikaları ve kayıt dışı istihdamın azaltılmasının sağlanması mümkün değildir.
“İstihdam paketi”ni bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, bu paketten en kârlı çıkanın sermayedarlar olduğunu belirtmeye gerek yoktur. Devletin patronlar adına yüklendiği maliyetin nasıl karşılanacağı henüz belli olmasa da, bu maliyetin sağlık, eğitim vb. alanlardaki kamu harcamalarının kısıtlanması, dolaylı vergilerin artışı ve yeni zamlarla karşılanacağını tahmin etmek zor değildir.
Sermaye cephesinin lehine bu tür düzenlemeler yapılırken, işçi sınıfının örgütlü gücünü oluşturan sendikaları ve sendikal hakları “yeni” dönemin koşullarına uydurmak adına 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu ve 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’nda yapılması düşünülen değişiklikler için düğmeye basılmıştır.
2821 VE 2822 SAYILI YASALARDA DEĞİŞİKLİK HAZIRLIKLARI
Türkiye’de sendikalar ve sendikal haklarla ilgili yasalar, genelde tepeden inmeci, baskıcı devlet zihniyetinin bir ürünü olarak, sendikaların iç işleyişlerine kadar müdahale eden bir içerikte oluşturulmuştur. Dolayısıyla sendikalarla ilgili yasalar, sendikal örgütlüğü mümkün olduğunca engelleyici, sendikaları devlet güdümlü, bürokratik birer kurum haline getirme mantığı üzerinden inşa edilmiştir.
12 Eylül 1980 öncesinde sendikaların sınıf hareketi içindeki etkinliğine ve gücüne doğrudan bir tepki olarak yeniden düzenlenen 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu ile 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu (TİSGLK), dönemin neoliberal ekonomi politikalarına uygun bir şekilde yeniden düzenlenmiş ve 1983 yılında yürürlüğe girmiştir. 2821 ve 2822 sayılı yasalarla amaçlanan, sendikal faaliyetlerinin sadece çalışma yaşamı ile sınırlı, az sayıda, denetlenebilir ve her yönden zayıf bir sendikal yapı oluşturmaktır. Çünkü o dönem kabul edilen ve “liberal ekonomiye geçiş”in miladı olarak kabul edilen 24 Ocak 1980 kararlarının sorunsuz ve engelsiz uygulanabilmesi için sendikaların zayıf olması gerekmiştir. Dolayısıyla, 1980 sonrasının sendikacılık anlayışı, zayıf, uzlaşmacı, patronların rekabet gücünü tehdit etmeyen, dolayısıyla “işgücü maliyetlerini” arttırmayan ve egemen sistemle “ters düşmeyen” bir sendikacılık anlayışıdır.
2821 Sayılı Sendikalar Kanunu’nda, sadece işkolu sendikaları ve üst kademede sadece konfederasyonların kurulacağı öngörülmektedir. İşyeri sendikaları ve federasyonlar kurmak, 1980 öncesinin deneyimlerinden hareketle yasaklanmıştır. 12 Eylül öncesinde yürürlükte olan 274 sayılı yasa, işyeri esasına göre örgütlenme konusunda bir sınırlama getirmediği için, tek bir işyerindeki işçileri örgütleyen bir sendika işyerinde yetkili sendika olabilmekte ve toplusözleşme yapabilmektedir. Bu durumun olumsuz yanı, tek tek işyerlerinde örgütlü olan yüzlerce küçük sendikanın ortaya çıkmasına yol açması ve mücadeleci sınıf sendikalarını işyerinden uzak tutabilmek için patronlar tarafından kurdurulan sarı sendikaların yaratılması olmuştur.* (Alta dipnot: *Kuşkusuz tek yanı olumsuzluk değildir ya da sorun tek yanlı değildir. İşyeri sendikalarının kurulabilir olması, patronlara kendi güdümünde küçük sarı sendikalar oluşturma imkanı sağladığı gibi, özellikle işçilerin birlik ve mücadele eğilimlerinin gelişkin olduğu ve işyerlerinde birliklerini gerçekleştirdikleri koşullarda, mücadelelerini ileriye taşıyabilmelerinin zemini olarak işlev görecek işyeri düzeyinde sınıf sendikalarının kurulabilmesi imkanı bulunması anlamına da gelmektedir.)
1983 yılında yürürlüğe giren sendikal yasalar, işyeri sendikacılığına izin vermemesi ve ülke çapında %10 örgütlülük barajı getirmesinin geçmişte yaşanan olumsuzlukları ortadan kaldıracağı, sendikal örgütlülükteki çok parçalılığı gidereceği ve daha güçlü sendikaların oluşmasına olanak tanıyacağı gerekçesiyle o dönemdeki sendikacıların çoğu tarafından olumlu karşılanmıştır. Ancak o günden bu yana aradan geçen süre içinde sendikal örgütlülüğün ciddi ölçüde düşmesi, mücadeleci birçok sendikanın bu sınırlamalar yüzünden yetki alamama tehlikesiyle karşı karşıya kalması, dolayısıyla işçi sınıfının örgütsüzlüğe terk edilmesinin örnekleri fazlasıyla yaşanmıştır. Üstelik çok sayıda işyerinden oluşan işletmelerde, yetki alabilmek için sadece işyeri değil işletme çapında çoğunluk elde etme zorunluluğunun getirilmesi, sendikalaşma mücadelelerine büyük darbeler vurmuştur. 12 Eylülcülerden emek yanlısı olumlu tutum ve yaklaşımlar beklenmesinin anlamsızlığının kısa süre içinde görülmesinin ardındansa, bu kez “bu yasalarla örgütlenilemez, grev yapılamaz” noktasına gelinmiştir ki; iki yaklaşımın da temel zaafı, işçi ve emekçileri, onların birliği ve gücünü değil, burjuvazi ve gericiliği, yasaları hareket noktası edinmeleridir.
Gündemdeki Değişiklikler(Büyük harf)
AKP Hükümeti, 2821 ve 2822 sayılı sendikal yasaları AB ve ILO standartlarına uygunluk iddiasıyla gözden geçirmeye ve yeni yasa taslakları hazırlamaya başlamıştır. Bu durum, yasa tekliflerinin gerekçesinde şu şekilde ifade edilmiştir: “Bu yasanın başlıca amacı, Uluslararası Çalışma Örgütü ve Avrupa Birliği normlarına uyum sağlamak, uygulamada karşılaşılan sorunları daha sağlıklı çözümlere kavuşturmaktır.”
2821 Sayılı Sendikalar Kanunu’nun getirdiği önemli değişikliklerden birisi, bazı işkollarının birleştirilmesidir. Taslak, 28 olan işkolu sayısının 19’a indirmiştir. İşkollarının birleştirilmiş hali şu şekildedir; 1- Gıda, avcılık ve balıkçılık, tarım ve ormancılık, 2- Madencilik ve taş ocakları, 3-Petrol, kimya, lastik, plastik ve ilaç, 4- Dokuma, konfeksiyon ve deri, 5- Ağaç ve kâğıt, 6- İletişim, 7- Basın-yayın ve gazetecilik, 8- Mali aracılık, 9- Ticaret, büro, eğitim ve güzel sanatlar, 10- Çimento, toprak ve cam, 11- Metal, 12- Gemi, 13- İnşaat, 14- Enerji, 15- Taşımacılık, ardiye ve antrepoculuk, 16- Sağlık, sosyal hizmetler, 17- Konaklama ve eğlence işleri, 18- Savunma, 19- Genel işler.
Yeni düzenleme ile bazı işkollarındaki ayrılıklar ortadan kaldırılırken, bazı işkolları ilgisiz başka işkolları ile birleştirilmiştir. Örneğin, gıda işkolunun avcılık, balıkçılık, tarım ve ormancılık işkollarıyla birleştirilmek istenmesi dikkat çekicidir.
Sendikaların işleyişinde bazı yönlerden kolaylıklar getiren (özellikle sendikalara üyelik ve istifalarda noter şartının kaldırılması gibi) düzenlemeler olmasına karşın, sendikal hakların kullanılması konusunda “yasakçı” tutum sürdürülmektedir. Örneğin sendikaların en çok yakındığı yüzde 10 işkolu barajı kaldırılırken, % 50+1 işyeri ve işletme barajının korunması bu yasakçı uygulamaya önemli bir örnektir. İşyeri sendikacılığının yasaklanması ile birlikte işkolu düzeyinde örgütlenmiş olan, ancak aynı zamanda bir veya birden fazla işyerinde işçilerin yarısından fazlasını üye kaydetmek zorunda olan sendikalar, aksi durumda toplu iş sözleşmesi yapma yetkisine sahip olamayacak, dolayısıyla toplu pazarlık hakkından yararlanamayacaklardır.
Yüzde 10 işkolu barajı yerine getirilen düzenleme, bırakalım sendikal özgürlükleri sağlamayı, en az 12 Eylül darbecilerinin yasaları kadar kısıtlayıcıdır. Sadece Ekonomik Sosyal Konsey’de temsil edilen konfederasyonlara bağlı sendikalara TİS imzalama hakkı tanınıyor olması, bu yasakçılığın en somut ispatıdır. Yapılması düşünülen değişikliklerle, sendikalara sınıf uzlaşmacılığını dayatan bir düzenlemeye gidilmektedir. Bu durumla ilgili 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’nun 12. maddesi şöyledir:
“Ekonomik ve Sosyal Konseyde temsil edilen işçi konfederasyonlarından herhangi birinin üyesi olan ve kurulu bulunduğu iş kolunda ülke çapında faaliyet gösteren, birden çok işyeri veya işletmede örgütlenmiş bulunan veya en az 80 bin üyeye sahip işçi konfederasyonu üyesi olan işçi sendikası, toplu iş sözleşmesinin kapsamına girecek işyeri veya işyerlerinin her birinde çalışan işçilerin yarıdan fazlasının kendi üyesi bulunması halinde bu işyeri veya işyerleri için toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkilidir. İşletme Sözleşmeleri için işyerleri bir bütün olarak nazara alınır ve yarıdan fazla çoğunluk buna göre hesaplanır.”
Bu maddenin gerekçesinde, “Böylece Uluslararası Çalışma Örgütü’nün 98 Sayılı sözleşmesine uygunluk sağlanmıştır” ifadesinin kullanılması trajiktir. Bu, 98 Sayılı “Örgütlenme ve Toplu Pazarlık Hakkının Korunması” sözleşmesine uygun olmak bir yana, ona temelden aykırıdır. Örgütlenme ve toplu pazarlık hakkını sınırlayan ve katı kurallara bağlayan bir düzenlemenin “özgürlük” olarak yansıtılması, AKP’nin benzer konulardaki tutumlarıyla paraleldir.
Sendika hakkı ve toplu pazarlık konusunda istenildiği kadar düzenleme yapılsın, yukarıda belirtildiği gibi bir düzenleme olduğu sürece, yapılması düşünülen değişikliklerin sendikal faaliyetleri kolaylaştıracağını düşünmek tam bir hayal olacaktır. Örgütlenmede sadece işkolu sendikacılığını benimseyerek, üye sayısı 80 binden fazla olan konfederasyonlara üye olan sendikalara toplu pazarlık hakkını tanıyan bu düzenlemeyle, AKP Hükümeti, yasalar aracılığıyla, az sayıda merkezi sendikalar yaratma isteğinden vazgeçmediğini göstermektedir. Böylece, denetlenemeyen, çalışma hayatında sürekli rekabete ve çatışmalara yol açan, merkezi olarak yönlendirilmesi ve denetim altında tutulması zor mücadeleci sendikalar yerine, daha kolay kontrol altına alınabilecek az sayıda sendika ile örgütlü işçi hareketinin denetim altına alınması, mücadele yerine “uzlaşma” ve “diyalog” sendikacılığı yaratılması hedeflenmektedir.
Bakanlar Kurulu’nun grev erteleme yetkisi aynen devam etmektedir. Bu konuda 2822 Sayılı TİSGLK’nın 33 üncü maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“Bakanlar Kurulu; Yüksek Hakem Kurulu’ndan istişari mütalaa aldıktan sonra, karar verilmiş veya başlanmış olan kanuni bir grev veya lokavtı genel sağlığı veya ulusal güvenliği bozucu nitelikte olduğu gerekçesiyle, altmış gün süreyle erteleyebilir. Yüksek Hakem Kurulu, bu konudaki görüşünü altı işgünü içinde bildirir. Erteleme süresi, Bakanlar Kurulu kararnamesinin yayımı tarihinde işlemeye başlar.”
Yasa taslağının grev hakkıyla ilgili düzenlemelerinde de esaslı bir değişiklik sağlanmayıp, grev yasakları ve erteleme düzenlemeleri korunmaktadır. Bu düzenlemeyle, işçilerin grev hakkının hükümet tarafından “genel sağlık” ve “ulusal güvenlik” gibi son derece “esnek” gerekçeler gösterilerek askıya alınabilmesi sağlanmaktadır. Bu anlamda, yasadaki düzenlemeden farkı yoktur. Ayrıca örgütlenme, grev ve toplusözleşme haklarına konulan yasak ve sınırlamalar, yeni yasal düzenlemelerde büyük ölçüde korunmaktadır. İşçilerin greve çıkması için aşılması zorunlu olan uzun prosedürler aynen korunmuş, genel grev, dayanışma grevi gibi haklar tanınmamıştır.
2822 Sayılı TİSGLK’nın 29. maddesinde yapılan değişikliklere göre, grev ve lokavt yapılması yasak olan işler şunlardır: “Can ve mal kurtarma işleri, cenaze ve tekfin işleri, kamu kuruluşlarınca yürütülen itfaiye hizmetleri, noterlik hizmetleri, su, elektrik, doğal gaz ve petrol sondajı üretimi, tasfiyesi ve dağıtımı işleri.” Ayrıca, “bankacılık sektöründe sözleşmeleri gereği taahhüt edilen hizmetlerin grev ve lokavt uygulanması sırasında verilmesine devam olunur” denilerek, mali sermayeye bir anlamda garanti verilmektedir.
Patronlarla yapılan toplu iş sözleşmelerinde işçiler adına taraf olan örgütler, sendikalardır. Bu nedenle, emek ile sermaye arasındaki mücadelede, toplu pazarlığın tarafı olacak sendikanın belirlenme süreci önemlidir. Türkiye gibi sendika çokluğuna dayanan sistemlerde, toplu pazarlığın taraflarını belirlemek önemli sorunlara yol açabilirken (Türkiye’deki sendikaların yetki tespiti sürecinde olduğu gibi), daha merkezileşmiş sendikal yapıların olduğu sistemlerde toplu pazarlığa taraf olacak sendikanın tespiti daha kolaydır ve yetki uyuşmazlıkları, Türkiye’deki uygulamaların aksine, bu ülkelerde önemli sorunlar yaratmamaktadır.
Emek ile sermaye arasındaki çıkar çatışması ve mücadelenin en önemli alanlardan birisi olduğu için sendika ve toplu pazarlık hakkını, devletler, piyasanın ve sermayenin çıkarlarına ters düşmeyecek şekilde düzenlemek isterler. 2821 ve 2822 sayılı yasalarda yapılmak istenen değişiklikleri, bu açıdan değerlendirmek gerekir. AKP Hükümeti, bu değişikliklerle, mümkün olduğunca işbirliğine açık, çatışmadan uzak ve uzlaşmacı sendikaların önünü açmaya, mücadeleci sendikaları saf dışı bırakmaya çalışmaktadır.
Sendikaları sisteme böylesine bağımlı hale getiren ve sistemin olumsuzluklarını meşrulaştırmaya zorlayan bir düzenlemenin sonucunda, sendikacılığın, sermayenin ve iktidarın çıkarlarına hizmet etmekten başka hiçbir işlevi kalmayacaktır ya da hedeflenen budur. Böyle bir ortamda, emekçiler ve toplumun sendikalara yönelik güveninin tamamen ortadan kalkması ve sendikaların birer devlet kurumu gibi davranması kaçınılmazdır.
Gerek 2821 Sayılı Sendikalar Kanunu, gerekse 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu’nda değişiklik yapmayı amaçlayan yasa tasarıları, 4857 Sayılı İş Kanunu’nun içeriğine ve ruhuna uygun olarak, esneklik uygulamalarını toplu iş hukukuna taşımakta, her iki yasadaki sendikal özgürlüklerle çelişen pek çok maddeyi korumaktadır. Söz konusu tasarılar, emek ile sermaye arasındaki mücadelede emek cephesini daha etkisiz ve güçsüz hale getirirken, sermaye birikimi istikrarını esas alan ve emek sömürüsü önündeki engelleri ortadan kaldırmayı hedefleyen bir içerikte oluşturulmuştur. Kısacası taslaklar, sendikal hak ve özgürlükler üzerindeki yasak ve sınırlamaları esas olarak korumakta, sendikal hak ve özgürlükler açısından esaslı bir değişiklik öngörmemektedir.
“ILO ve Avrupa Birliği normlarına uyum” adı altında yapılmış olan kimi olumlu düzenlemelerin pek çoğunun pratikte hiçbir anlamı yoktur. Bunun da ötesinde, yeni düzenlemeler, sendikasızlaştırmayı teşvik etmekte, buna bağlı olarak da, toplu pazarlık hakkının kapsamını daraltmaktadır. Bu yazıda ana hatlarıyla belirtilen özellikleri ile 2821 ve 2822 Sayılı yasalarla yapılmak istenen değişikliklerin, doğrudan doğruya sermayeden yana, sermayenin güncel ihtiyaçlarına yanıt verecek şekilde oluşturulduğunu söylemek abartı olmayacaktır.
Sonuç (Büyük Harf)
Sınıf hareketinin sermaye karşısında nispeten güçsüz olduğu, örgütsüz ve dağınık bulunduğu günümüz koşullarında, hükümetten daha farklı bir yasa tasarısı beklemek hayalden öte bir şey değildir. Son dönemde yapılan ve yapılması düşünülen yasal değişiklikler, bu görüşümüzü doğrulamaktadır. Tek başına yasalar üzerinden işçi sınıfı lehine düzenlemelerin yapılabilmesi yeterli olmadığı gibi, eğer olacaksa, bunun da, işçi sınıfının birleşik ve örgütlü mücadelesi ile mümkün olabileceğini tarih defalarca göstermiştir. Tüm bunların ötesinde, bugün sermayenin içinde bulunduğu koşullarda, işçi sınıfının hak ve özgürlüklerini genişletmesinin mümkün olamayacağını, aksine mevcut sınırlı hakların bile geri alınmak istendiğini görmek gerekir.
Sınıflar arasındaki güç mücadelesinin bir sonuç belgesi olan yasaların içeriği, elbette tek başına işçi hareketinin sınırlarını çizemez. Çünkü sendikalar, mücadelelerini, ilk ortaya çıktıkları günden bu yana, fiili durum üzerinden, meşruiyet temelinde sürdürmüşlerdir.
Sendikaların özgürlük alanı daraldıkça, sermayenin karşısındaki gücü ve etkisi de zayıflayacaktır. Bu anlamda sendikaların örgütlenme ve faaliyet özgürlüğü, en az işçi sınıfı kadar, sermaye sınıfını da ilgilendirir. İşte bu nedenle, kapitalist sistemde, sermaye iktidarları sendika yasalarını yaparken, sendikal mücadeleyi güçlendirecek değil, onu zayıflatacak ve kendi denetimi altına sokacak düzenlemeler yapmaya çalışırlar. Bu şekilde, işçi sınıfının gücünü kırarak, onların çeşitli düzeylerdeki mücadelelerini engellemeyi amaçlarlar.
İşçi sınıfının başta kıdem tazminatı olmak üzere, mevcut kazanılmış haklarını da tasfiyeye yönelik olarak hazırlanan “istihdam paketi” ve sendikalarla ilgili yasa tasarıları, 2003’te yarım kalan ve hayata geçirilemeyen saldırıların devamı olmaları nedeniyle, işçi hareketinin geleceği için önemli tehditler içermektedir. Bu nedenle, sadece bu yasalara ya da yasa değişikliklerine karşı değil, başta kıdem tazminatı olmak üzere, birçok kazanılmış hakkı gasp etmeyi amaçlayan saldırıların tümüne karşı mücadele etmek, tüm işçi ve emekçiler için, bu değişikliklerden doğrudan etkilenecek sendikalar için bir zorunluluktur. Bu nedenle, sürekli yeniden cilalanıp gündeme getirilen yasal düzenlemeler ve fiili uygulamalara karşı cepheden birleşik ve örgütlü bir tutum almak, işçi ve emekçilerin sadece bugünlerine değil, yarınlarına ve geleceklerine sahip çıkmaları açısından da hayati önemdedir.
Son yıllarda giderek artan ve sömürüyü sınırlayan engellerin ortadan kalkmasını, işçi sınıfının kazanılmış haklarının geri alınmasını amaçlayan yasal düzenlemeler, tüm işçi, emekçi kitlelerini ve dolayısıyla sendikaları derinden etkilemiştir. Ancak, ülkemizde emek harekenin temel sorunu, aynı saldırıların hedefi olan kesimlerin, yaşanan ve yaşanması muhtemel olan saldırılara karşı birleşik mücadelesinin yeterince örgütlenememesidir.
Sendikalar meşruiyetini ve mücadelesini, ilk yıllarında olduğu gibi, yasalardan değil, emekçilerden ve haklarından, sınıf mücadelesinin birikim ve deneyimlerinden alırsa, kendi varlığını hedef alan saldırılara karşı güçlü karşı koyuşlar gerçekleştirebilirler. Aksi halde, uzun olmayan bir süre sonra, bugün az çok kitleselliği olan birkaç mücadeleci sendika, hem üye sayısı bakımından, hem de emek hareketi içindeki etkileri bakımından daha da zayıflamış olacaktır.
Gerek “istihdam paketi”, gerekse 2821 ve 2822 sayılı yasalardaki değişikliklerin olumlu sonuçlar ortaya çıkaracağına inanmak, bu yasaların sendikal örgütlülüğü ve mücadeleyi güçlendireceğini sanmak, en büyük yanılgı olacaktır. Anlatılanlardan hareketle, sendikal hak ve özgürlükleri sınırlayan, mevcut hakların alanını daraltan her türlü yasal düzenleme ve fiili uygulamaları geri püskürtebilmek için, işçi sınıfının, onların örgütlü gücü sendikaların olabilen en güçlü ve yaygın birliğinin sağlanması, hareketin önünde duran öncelikli görevdir.