AKP, siyasal İslamcı neoliberal bir parti olarak, Türk İslamcılığının kadim argümanı “türban”ı, daha kuruluş sürecinde, yalnızca kullanım değil ama değişim değeri de yüksek bir “malzeme” olarak elinin altında buldu ve tepe tepe kullandı. Şimdi artık tüm topluma hem de “kamu”da da kullanımını dayattığı bu “malzeme”nin, önde gelen bir “mücadele aracı” olarak rantını yiyegeldi.
“Ustalık” iddia ettiği ulaştığı aşamada, AKP, “türban” türü simgelerle yetinmez/yetinemez hale geldi. Hem elde ettiği kazanımlar daha fazlasını olanaklı kılıyor, hem de aynı kazanımlar daha fazlasını ihtiyaç haline getiriyordu. Artık azıyla idare edilemez olunmuştu; “ileri demokrasi” değil, ama “ileri dincilik”, “dinciliğin derini”, sökün etmeye çoktan başlamış açmazlar/açıkların örtüsü olarak gerekli olduğu gibi, zorunluydu da. “İleri” adımlar atılmasa, türlü cemaatlerden oluşan eğitimli organize taban adama nedenini sorardı. Üstelik, AKP “büyükleri” şüphesiz tabandan değillerdi, ama çok “içeriden” gelmeydiler ve hem canı gönülden içlerinden geldikleri hem de para ettiğini bildikleri için, cemaatten gelmeliğin, imamlık eğitimin hakkını veriyorlardı.
O nedenle gaza bastılar.
– “Dindar ve kindar gençlik yetiştir”eceklerdi. Bu yönde, vakit geçirmeksizin, eğitimde 4+4+4’lük adımı attılar.
– Milli eğitimin dincileştirilmesinde küçümsenemeyecek bir mesafe alınarak, zorunlu din dersinin yanına sözde seçmeli iki din dersi daha eklendi.
– Kızların okul yaşamı engelli koşusuna çevrilerek, ilk dört yılın sonrası zorunlu eğitim olmaktan çıkarılıp mutaassıp ve muhafazakar “kutsal aile”nin insafına terk edildi.
– İmam Hatipler ilköğretime kadar ve sayısal olarak yaygınlaştırıldı.[1]
– Kürtaj, geniş tepkiler karşısında, bütünüyle yasaklanamasa bile neredeyse yasaklanmış hale getirildi.
– Sezaryen, daha da ileri bir noktada yasaklandı; sadece kimin tarafından öyle sayılacağı tartışmalı “hayati” sayılacak durumlarda olanaklı olacak.
– Taksim’in ardından Çamlıca tepesine caminin projeleri hazırlanıyor. Kimin gideceğinin önemi yok; şan olsun diye “ecdadın yaptıklarını geride bırakacak” büyüklük ve minare sayısıyla “heykel” türü bir cami olacak! Bonusları da, opera ve tiyatro binalarına yapılacak mescitler.
– Siyasal İslamcı bu politika ve geliştirilen tutumların bir de ayrılmaz parçası var: “Kafir” sayıldıkları için Alevi düşmanlığı. İnanmayanların yanında, zorunlu din dersi dayatmasının hedefi kılınarak hak talepleriyle birlikte kendileri de yok sayılan, insan yerine konmayan Aleviler, kendilerine yönelik tüm tarihsel önyargılar teşvik edilip kışkırtılarak, hedef tahtasında tutuluyorlar. İştiyakla izlenmesi sürdürülen Yavuz’un, Kuyucu Murat’ın çizgisi, –Hizbullahçılarla, Bahçelievler katilleriyle birlikte– Sivas Davası “sanıkları” katillerin zaman aşımından serbest bırakılmalarından geçerek, AKP döneminde, Maraş’tan sonra Adıyaman, ardından da İzmir’de Alevi yurttaşların evlerinin işaretlenmesinden, Malatya Sürgü’de “Ramazan davulu tartışması” dolayısıyla linç girişimine, Alevi’lere yönelik saldırıların önünü açtı. Alevi ibadethaneleri olan Cemevlerinin hükümet olmuş neoliberal siyasal İslam’ın en önde gelen temsilcileri tarafından “cümbüş evi” ve “ucube” olarak nitelenip aşağılanmalarının bu saldırıları teşvik edip beslediği tartışmasızdır. En son Ağustos’un son günlerinde İstanbul Kartal’da Alevilerin evlerinin işaretlenmesinin ardından Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin Kartal Cemevi’ne kundaklama girişiminde bulunulmuş olması, hükümet katından gelen bu teşvik bakımından küçümsenemez bir göstergedir. Aynı şekilde, Meclis’e Cemevi talebinin TBMM Başkanı’nca “fetva” için Diyanet’e sorulması ve caminin “tüm Müslümanların ibadethanesi” ilan edilmesi türünden özgünlüğü, hak ve talepleri yok sayılarak, Alevi Mezhebinin Sünni Mezhebine göre tanımlanıp aşağılanmasının da bu saldırıları beslediğinden şüphe edilemez. AKP’nin “Alevi Çalıştayları” ile başlattığı “açılım” doğrusu müthiştir!
– Ancak son aylardaki dini atılım ve hamleler bunlardan ibaret değil, hatta bunlar, örneğin Suriye ve İran’a yönelik izlenen mezhepçi politikaların yanında neredeyse masum bile kalıyorlar denebilir! Siyasal İslamcı akımın hükümet olmuş ana örgütünün dış politikası tam bir Türk-Sünni politikası durumunda. Esad’ın karşı propagandası yapılan zulmünü aratmayan hunharlıklarıyla başta El-Kaide olmak üzere siyasal İslamcı militanların “Esad yanlıları”na yönelik zulmünü, Suudi, Katar ve Bahreyn’in Suriye’ye de sirayet eden kendi ülkelerindeki zulümlerini görmezden gelip yok sayan Türk-Sünni İslamcılığı, Ortadoğu politikasını Sünni eksenli bir politika olarak tasarlayıp uyguluyor.
Dış politikada El-Kaide ve Müslüman Kardeşler gibi teröre başvurmaktan çekinmeyen radikal dinci akımları baş tacı edip onlarla ittifak kuran siyasal İslamcı tutumunu “zulüm karşıtı” “ilkesel ve ahlaki” bir duruş olarak pazarlayan Türk-İslam sentezcisi neoliberal AKP, içeride de toplumun muhafazakarlaştırılıp dincileştirilmesine dair tutumlarını “demokratikleşme” çerçevesine oturtmaya yönelmiştir; “demokrasi” propagandasına ara vermemektedir. Yeni anayasayla, izlediği politikalarla, AKP, amacının demokrasi olduğunu anlatıp durmaktadır.
AKP’yi eleştiren, beğenmediği haberleri yapan gazetecileri patronlarına “ne duruyorsun atsana” çağrılarıyla işten attıran, “milli güvenlik” türünden 12 Eylül Anayasası’nınkilerini aratmayacak gerekçelerle sınırlama önerdiği basın özgürlüğünü savunduğu iddiasında olduğu gibi, inanan olursa, AKP, dışarıda zulme karşı mücadele ettiğini, içerdeyse demokrasiyi geliştirme peşinde olduğunu anlatmaktadır!
LAİKLİK OLMADAN DEMOKRASİ OLMAZ!
Demokrasi olacak, ama laiklik olmayacak –bunun olanağı yoktur. Laiklik, demokrasinin olmazsa olmazı, ayrılmaz bir bileşenidir.
Hele farklı din ve mezheplerin yan yana bulundukları ülkelerde, laiklik olmadan, laik bir zemine oturmadan demokrasiden söz etme imkanı bulunamaz.
Ama laikliğin din ve mezhep farklılıklarına, bu farklılıkların bir aradalığı koşuluna, dolayısıyla din ve mezhepler arası eşitliğin sağlanmasına, devletin dinler ve mezhepler karşısında tarafsızlığı ve bir din ya da mezhebin bir diğeri karşısında üstün ya da aşağı sayılmamasının garantisi olmaya indirgenemeyeceği kuşkusuzdur.
Devlet, tabii ki, dinler ve mezhepler karşısında taraf olmamalı, bir inancın bir başkası ya da inançsızlık üzerinde üstünlük iddiası ve baskısının örgütü değil, ama her tür dinsel üstünlük iddiasıyla eşitsizlik dayatmasının geçersizliğini garanti etmelidir. Ancak bunun gerçekleşebilirliği ve elde edilebilmesinin de koşulu, devletin bütünüyle din işlerinin dışında kalması, dinsel nötrlüğü, dinin devletle ilişkisinin olmamasıdır. Siyaset, devlet işlerinin yürütülmesinden başka bir şey olmadığından, devlet açısından dinin, din olarak, sadece özel ve kişisel bir sorun oluşturması ve öyle kalması; ama, dinin, devlete ve devlet işlerine el atması ve sadece devleti ve devlet işlerini değil, onun aracılığıyla kuşkusuz tüm toplumsal dünyevi işleri düzenlemeye girişmesinden başka hiçbir anlama gelemeyecek bir siyasallaşmasının kategorik olarak yadsınması, dinin siyasetin nesnesi ve dayanağı kılınmasına karşı durulması, siyasal İslam vb. içerikli her türden din siyasetinin reddedilmesi –laikliğin özü budur.
Dinin devletten, din işlerinin devlet işlerinden ayrılması… Devlet işlerinin, siyasetin dine dayandırılmadan, din işlerinin dışında, din devleti, devlet de dini kullanmadan, dinin istismarı olmadan yürütülmesi –tüm dinlerin, örneğin tüm Ortaçağ boyunca hem devlet olarak örgütlenmiş, hem de istisnasız tüm Avrupa devletlerinin işlerine elini atmış ve üst mercileri olduğu iddiasında bulunarak buna uygun davranmış Papalık ve Hıristiyanlık gibi, en başından beri siyasal İslam’ın da reddettiği laikliğin esasını oluşturmuştur. Hıristiyanlık gibi, İslam da, toplumu, tüm dünyayı dini inanç ve ilkelere göre düzenleme peşinde olmuş; bu nedenle, toplumların siyasal örgütleri olan devletleri ele geçirip, onları dinsel aygıtlar olarak şekillendirerek, bu “düzenlemeyi” devlet aracılığıyla gerçekleştirmeye, göksel-dinsel olanı dünyevi-dinsel olanla ikame etmeye, göğü yere indirip, “Allah’tan olduğunu/geldiğini” ileri sürdüklerini, Papa/Halife/Ayetullah şahsında tekeline alarak, kendi bildiği gibi, inançlı ya da inançsız insanların inanç ya da inançsızlıklarına dayatmaya girişmiştir. Ancak bu tekel durumu ve dayatmanın yalnızca inanç alanıyla sınırlı kalmadığı ve kalamayacağından kuşku duyulamaz. Hareket noktası edinilen göksel/uhrevi kaynaklı inançlar olmakla birlikte, tekel durumu ve dayatmanın ayırt edici niteliği, gökselliğiyle “Allah’a ait” olan, ama dünyevi olarak Papa/Halife/Ayetullah tarafından temsil edilen “mutlak ve ölümsüz hakikat”in bir toplumsal siyasal düzen olarak ileri sürülmesidir: Siyasal İslamcılarca bir dinsel devlet (şeriat devleti) olarak “Kuran’a göre” örgütlenmesi öngörülen “İslami toplum”! Bundan sonrasına dair rivayet farklı olsa, faizi kabul eden örneğin Gülenci neoliberal dincilere göre başka Aczimendilere göre başka bir “Kuran’a görelik” iddia edilebilse, hatta bu “düzen”e geçiş biçimleri (uzlaşmacı ya da değil) üzerine ayrılıklar bulunsa bile, siyasal dincilik, “Allah adına” tekeline sahiplik iddia ettikleri “mutlak ve ölümsüz hakikati” dayatmada fikir birliği halindedirler. Tekel ve dayatma, siyasal dinciliğin özünü oluşturur.
Tekel.. Dayatma… İnançları, inanç olarak yaşanmaya bırakmayıp, uhreviliğin tekeline sahiplik iddiasıyla inanç sahipleri ya da inançsızlara dayatılmasının olduğu yerde, tekel ve dayatmanın olduğu yerde özgürlük ve demokrasiye yer kalmadığı, kalmayacağı herhalde tartışılmazdır.
Ancak inanç tekeli ve belirli bir inancın, bir inanç sistemi olarak dinin, siyasal örgüt, özellikle toplumun siyasal örgütlenmesi olarak devlet aracılığıyla dikte edilmesi özgürlük ve demokrasiyle tartışmasız olarak çelişmesine karşın, Hıristiyanlık ya da İslam, din, din siyasetçilerinin elinde zaten aynı zamanda tartışılmazlık iddiasıdır da. Buradan, bir tartışılmazlıkla bir tartışılmazlık iddiasından özgürlükler ve demokrasinin inkarı çıkar ki, başından beri, din siyaseti, siyasallaşmış din, bizde siyasal İslam, demokrasiyi “menzile varmada sadece bir araç olarak” benimsemiştir. Toplumu tekeline aldığı inanç sistemine göre düzenleme peşindeki din siyaseti, bizde siyasal İslam, doğuşundan bu yana tekelci ve dikte eğiliminde olmuş; daima üstünlük/ermişlik iddiasındaki yüceltilmiş din ve devlet uluları, Halife/Sultan/Emir/Şeyh etrafında mutlakçı örgütlülüğü benimsemiş, ama feodal ya da sonra burjuva koşullarda demokratik bir siyaset ve örgüte eğilim göstermemiştir. Feodal döneme değil, ama feodal tekel ve aristokratik zorbalık ve üstünlük iddialarının üstesinden gelmek ve kapitalist gelişmenin önünü açmak üzere burjuvazinin yükselttiği demokratik talep, yaklaşım ve tutumların ortaya çıktığı kapitalizmin gelişme dönemine ve burjuvaziye özgü laiklik ilkesiyse, zaten bizatihi inanç tekeli ve dayatmasına dayalı din siyasetine karşı yöneltilmiş bir ilke olarak, tıpkı özgürlük ve demokrasi ilkesi gibi, din siyaseti tarafından reddedilmiştir.
Ve İslam, Hıristiyanlıkla karşılaştırıldığında, tarihsel ve kategorik olarak, din siyaseti ve dolayısıyla özgürlüklerin inkarı bakımından daha “ileri” bir pozisyon tutmuştur. İslam, doğuşundan başlayarak özgürlük ve demokrasiyle çelişmektedir. Sonradan devletleşmiş olmakla birlikte ortaya çıkışında bir devlet önermeyen, “ezilenlerin dini” olarak, yatıştırma amaçlı da olsa, egemenler ve devletlerinin (Roma) ezilen köleler üzerindeki zorbalığı karşısında doğup gelişmiş Hıristiyanlıktan farklı olarak, İslam, en başından itibaren ezilen kölelerin değil, ama tüccarların devlet olma, devlet olarak örgütlenme yönelimli –dinsellik olarak belirmiş– ideolojik tutumunun ifadesi ve örgütlenmesi olagelmiştir. İlk halifeleri takiben Emeviler.. Sonra Abbasiler.. Devam edip gelmiş, kalıcı olmayan kısa süreli beylik ve devletlerin yanı sıra Selçuklular ve Osmanlılarla günümüze ulaşmıştır.
Demokrasi, her şeyden önce, toprağa ve kişiye bağımlılıkla karakterize feodal bağımlılık ilişkilerinin parçalanması ve özgür yurttaşlar olarak insanların toprağa bağımlılıktan olduğu kadar kişisel bağımlılık ilişkilerinin de köleleştiriciliğinden kurtulmuş bireyler olmalarını gereksinir ki; feodalizm karşısında devrimci burjuvazinin gerçekleştirmeye yönelip savunduğu başlıca talepler eşitlik ve özgürlük olmuştur. Her birey, bütün insanlar diğerleriyle eşittir.. Hiç kimse diğerinden üstün ya da aşağı değildir, ama hukuk önünde herkes eşittir..
Kuşkusuz kapitalizmin egemenliği bağımlılık ilişkilerinin köleleştiriciliğinin sonu olmadı; kölelik sürdü, ama toprağa ve kişiye bağımlılık ilişkilerinin yerini, biçimde özgür insanın iktisaden köleliği, ücret köleliği aldı. “Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. İnsanı ‘doğal efendiler’ine bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı ve insan ile insan arasında çıplak öz-çıkardan, katı ‘natik ödeme’den başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın en ilahi vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel değeri değişim değerine indirgedi ve sayısız yok edilemez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o tek insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla perdelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü koydu.”[2]
Laiklik, burjuva bir ilke olarak, bu çerçevede ve tam da burjuvazinin egemenlik koşullarının oluşmasına bağlı olarak ortaya çıktı. Siyasal bağımlılık ilişkilerinin, kişisel dinsel bağımlılığın parçalanıp etkisizleştirilmesinin koşulunu sağlamak üzere, siyasal dinsel bağımlılık ilişkilerine son verilmesinin ihtiyacı olarak din ve devlet işlerinin ayrılması.. Siyaset ve devlet söz konusu olduğunda, devlet işlerinin görülmesi konu edildiğinde, dinin özel ve kişisel bir sorun olarak anlaşılması ve ibadet dahil din işlerinin öyle uygulanması.. Ama kişisel bağımlılık ilişkileri oluşturmak üzere, devletle iç içe geçmiş, “Tanrı’nın yeryüzündeki sözcüsü ve gölgesi”, uhrevi/kutsal “hakikat”in temsilcisi ve bu “hakikat”e dayalı dünyevi düzenin başı ve yürütücüsü Papa (ya da İslam’da Halife vb..) ve dinsel aygıtı Kilisenin egemenliğine, inançların toplumsallaştırılmasına ve siyaset düzeyine yükseltilmiş ve bütün toplumsal siyasal sorunlarla bağı ve bağlılığı ileri sürülmüş dinsel alanda, Kilisenin, bağımlı kıldığı bireyler adına karar vericiliğine olanak tanınmaması… Devlet konu olduğunda, herkesin, inanç ve ibadetini, özel sorunu olarak ve kendi kişisel kararlarını kendi vererek, ama inandığı ya da inanmadığı Tanrı ile kendi arasındaki bir sorun olarak, Kilise ya da Papa’nın ya da İslam söz konusu olduğunda imam ya da Şeyh, Seyit ve Ayetullahların “aracılığı” olmadan yaşaması –işte mutlakçılığa ve tekele dayalı kişisel bağımlılık ilişkilerinden, “Tanrıya aracılık” ve “Tanrı sözcülüğü ve temsilciliği” makamları ve egemenliğinden arındırılmış din işlerinin laik düzenlenişi.
Açıktır ki, üzerinde durulan tekelci dayatmacı içeriğiyle din ve devlet ilişkilerinin birleştirilmesine, dini biçim alan siyasal kişisel bağımlılık ilişkilerine karşı mücadele olmaksızın bir demokrasi mücadelesi öngörülmesi imkansızdır. Tekelci mutlakçılığa ve dayatmacılığa karşı çıkmayan, inançların/dinin devlet gücüyle örgütlenip dayatılmasını ve bireylerin kişisel bağımlılık ilişkileri altına alınmasını, eşitsizliği, inançların ya da inançsızlığın özgürce yaşanmasının engellenmesini mücadele konusu olarak ele almayan bir demokrasi mücadelesi adına layık olamayacağı gibi, hedeflediği iddiasındaki demokrasi de demokrasi olamaz! Hele dinle iç içe bir devletin din ve mezhep farklılıkları ve inançsızlık karşısındaki, bırakalım farklılıkların garantörü olmayı, zorba ve baskıcı tutumu, Alevilerin uğradığı saldırılar, zorunlu din dersi dayatmaları vb. akla getirildiğinde, ezilen azınlık din ve mezheplerin hak eşitliği taleplerinin savunulup desteklenmesini kapsamayan bir demokrasi mücadelesinin gülünç olacağı tartışmasızdır.
LAİKLİK VE DİYANET
Peki, laiklikle ilgili olarak, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmış sorunlar olarak ele alınması ve dinsel alanın, inanç alanının “Allah adına” düzenlenmek, bu düzenleyicilik iddiasında içerili ve ondan kaçınılmazlıkla türeyen mutlakçı ve tekelci dayatmacılığı benimseyip savunmak yerine kişilerin özel sorunu olmaya bırakılması bakımından sermaye ve hükümetin tutumu ne olmuştur? Soru, çoğu okur açısından ve buraya kadar söylenenler göz önüne alındığında, aslında gereksiz yere sorulmuş gibi durmaktadır.
AKP, söylendi, tiyatro ve senfoni mekanlarına bile mescit açmakta, eğitimi dinselleştirmekte, “Allahın verdiği can”ı ileri sürerek sezaryeni yasaklamaktadır. Dini siyasal egemenliğin, devlet işlerinin ayrılmaz parçası olarak gördüğü bellidir. Ancak AKP ve sözcüleri, başta Başbakan hem laiklik tartışmaları da yürütmektedirler ve hem de sorun tarihseldir ve ülkenin biricik hükümeti olagelmemiştir, üstelik sermayenin de konuya ilişkin tek ve mutlak bir eğilime sahip olduğundan herhalde söz edilemez.
Başbakan Erdoğan örneğin, Mısır ziyaretinde Müslüman Kardeşlerin karşısında yaptığı konuşmada “laiklik savunması” yapmıştır. Laik midir, peki? Türkiye’de onlarca tersine konuşması hatırlanacaktır. Ama 2011 Eylül’ünde Mısır’da, “tanımda tüm inanç gruplarına laik devlet eşit mesafededir. Kişiler laik olmaz, devlet laik olur. Kişiler dindardır, din karşıtıdır, farklı dindendir, olabilir. Şimdi Mısır’da Müslüman var, ama Müslümanların dışında Kıptiler de var, farklı dinlerden olanlar, hatta az da olsa Museviler de var. Türkiye’de de yüzde 99’a yakın Müslüman var ama bunun yanında Hıristiyan da var, Musevi de var, çok farklı dinlerde
az da olsa Türkiye’de de var. Fakat bunlara karşı biz devlet olarak eşit mesafedeyiz. Müslüman kendi inancını yaşayabilmeli, Hıristiyan kendi inancını yaşayabilmeli, Musevi yaşayabilmeli ve onların inançlarını yaşayabilmek bizim güvencemiz altında olmalıdır.” demiş, devlet bakımından, laikliği, en azından savunuyor görünmüştür. Tamam, varlığını kabul ettiği “din karşıtları”nı devlet güvencesi altında saymamıştır, daha da önemlisi tamamen tersine davranmasına, camiler, cemevleri, zorunlu din dersi vb. alanlarda bilinen tersi politikalar izlemesine karşın, “kişiler laik olmaz, devlet laik olur” doğru görüşünü de seslendirmiştir.
Öte yandan, örnek olarak, “Hem Müslüman hem laik olunmaz. Ya Müslüman olacaksın ya laik. İkisi bir arada olduğu zaman adeta ters mıknatıslanma yapar. Mümkün değil ikisinin bir arada olması.” ve “Müslüman’ım diyenin aynı zamanda ‘laikim de’ demesi mümkün değil. Çünkü Müslüman’ın yaratıcısı olan Allah kesin hakimiyet sahibidir. ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ –bu yalan.” sözleri de Erdoğan’ındır.[3] Yine aynı konuşmasında “‘Laiklik elden gidecek’miş. Bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek.” diyen de odur.
Ama 28 Şubat’la önü açılıp, AKP kurularak “gömlek değiştirildikten sonra”, Amerikan desteğine mazhar olunup iktidara oynanmaya başlanınca “aşırılıklar”ın törpülenmesi gerekli olmuştur. İşin içinden sıyrılmak için bulunmuş bir formül görüntüsündeki “Devlet tüm inançlara eşit mesafededir ve onların güvencesi durumundadır. Kişi laik olmaz, devlet laik olur. Bir kişi, laik bir devleti savunma anlamında ‘laikim’ diyorsa, ona da eyvallah. Ama laiklik İslam karşıtlığı değildir.”[4] şeklindeki laiklik tanımını, Erdoğan, sadece Mısır’da değil, bir süredir Türkiye’de de yapmaktadır; başta Amerikalılar olmak üzere, Ortadoğu’da taşeronluklarına soyunulan Batılı emperyalistlerin memnuniyetlerini elde etmenin yanında halka karşı takiyye içeriklidir.
Erdoğan’ın önceleri “sırtında yumurta küfesi yokken” söyledikleriyle yakınlarda yaptığı efendilere beğendirme içerikli takiyyeci laiklik tanımlarının hangisinin gerçeği ifade ettiği konusunda “düşülebilecek” kuşkuları gidermek üzere, hem yakın zamanda, üçüncü seçim zaferinin ardından ilan edilen “ustalık dönemi”nde, hem de tanımlamaların ötesine geçilip Diyanet İşleri Başkanlığı somutunda din-devlet ilişkilerine değinilerek yapılması bakımından referans olarak alınabilecek bir açıklamaya, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Haziran başında Sapanca’da düzenlenen “İl Müftüleri Semineri”nde yaptığı konuşmaya başvurabiliriz.
Bozdağ, “dini vicdanlara hapsetmek isteyenlerin uzun zaman uğraştıkları”nı belirterek başladığı konuşmasını şöyle sürdürüyor: “Ama vicdan cezaevi bunu kaldıracak büyüklükte olmadı, olması da mümkün değil, o yüzden başarılı olma şansları yok.”[5] Yani? Bozdağ, dinin, vicdanlara özgü özel bir sorun değil, tersine sığdırılmaya uğraşıldığında, vicdanı “cezaevi”ne çevirecek, özel olmayan, öyleyse devletin el çekemeyeceği/çekmemesi gereken toplumsal siyasal bir sorun olduğunu söylüyor. Bu kadarla bıraksa “kelime oyunu” denebilir, ama devamı var. Doğrudan yeni anayasa çalışmalarında Diyanet’in yerine geliyor ve diyor ki:
“Bu madde içinde (md. 136) laiklik ilkesiyle bağdaşmayan bir husus var… ‘Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı laiklik ilkesi doğrultusunda’ diye başlıyor. Yani görevini yaparken ‘laiklik ilkesi doğrultusunda görevini yapar’ diye bir görev tanımı yapılıyor. Yani laikliğin izin verdiği kadar din anlatımına, laikliğin izin verdiği kadar hizmete izin veren bir yapı var.”
Tanımla yetinmeyip tartıştığında, AKP’li Başbakan Yardımcısı laikliğin doğrultu tayin ediciliğine karşı çıkıyor. Neyin doğrultusu? Bir “devlet hizmeti”nin, bir “kamu hizmeti”nin “laiklik ilkesi doğrultusunda” yürütülmesine karşı çıkıyor, Bakan. Diyanet İşleri Başkanlığı nedir? Bir devlet kurumudur. Devlet tarafından kurulmuştur, imamları atayan başkanları ve diğer yöneticilerinin atamaları devlet organları çerçevesinde gerçekleşmektedir. Diyanet’in, bir devlet örgütü/organı/kurumu olarak bizatihi kendisinin varlığı laiklik ilkesiyle çelişiktir. Dinle devletin iç içe geçirildiği, devletin din işlerini ve dini yönetmek üzere kurup çalıştırdığı, özel bir sorun olması gereken dine ve vicdanlara müdahale eden, vicdanlara dayatmada bulunan tekelci ve dayatmacı bir devlet kurumu olarak Diyanet’e laiklik ilkesi içinde yer yokken, Bakan, tüy dikerek, zaten devletin dine müdahalesinin aracı olan kurumun, bir de “laiklik ilkesi doğrultusunda” çalışmasına itiraz etmektedir. Varoluşu laiklik ilkesine aykırı olanın, çalışması da bu ilkeye aykırı olsun istemektedir. İtiraz ve isteğiniyse formülasyon olarak kararlaştırdıkları anlaşılan laiklik tanımına dayandırmaktadır:
“Halbuki biliyoruz ki, anayasamızda laiklikle ilgili maddelerin gerekçesinde de çok açıkça yazıyor ki, laiklik dinin devlete, devletin de dine karışmaması, bütün inançların teminatı, sigortası olması, herkesin inandığı gibi yaşamasının sigortasıdır. Ama 136. Maddeye baktığınızda diyor ki, ‘anlatabilirsin ama benim izin verdiğim kadar… Bu müdahaleci bir laiklik anlayışıdır, doğru bir şey değildir.”
Devlet dine müdahale edip yönetmek üzere bir kurum kurmuşsa, ya laiklik ilkesine aykırı diye o kuruma itiraz edecek ve lağvedilmesini isteyeceksiniz ya da etmiyorsanız, devletin dine değil, dinin devlete müdahalesinin, din siyasetinin, devletin din devleti olarak işlev görmesinin peşindesiniz demektir. Zaten Bozdağ “müdahaleci laiklik ilkesi”ne karşı çıkarken yerine konması gerekeni de söyleyip önermektedir: “Diyanet İşleri Başkanlığı, görevini, laikliğe göre değil, Kuran ve sünnete göre” yapacaktır!
Bunun, devletin dini esaslarla çalışmasına geçiş olduğundan şüphe edilemez. Din devletine geçişin ilk adımı olarak, dinsel alanın, Allah, Kuran ve sünnet ehlince ve kuşkusuz öncesiz ve sonrasız “mutlak ve ölümsüz hakikat”e göre yönetilmesi, sözde devletin dine karışmaması olarak laiklik ilkesinin gereği olacak! Bozdağ, siyasal İslamcılarca tanımı çekiştirilmiş laikliğin, bir din devletine geçişe, bunun ön adımı olarak dinin, Kilise’ye benzeyecek Diyanet tarafından aracılık edilecek biçimde siyasal örgütlülüğü sağlanarak vicdanlara dayatılmasına olanak sağladığı görüşündedir. Diyanet Kiliseye benzerken, Başkanı da tabii ki Papa’ya benzeyecek bir “aracı kurum”! Yoksa Şeyhülislam mı? Şeyhülislamlık kurumu türü eklentileriyle, devlet, Osmanlı’daki gibi bir din devleti olarak mı tasarlanmaktadır?
Ama hayır; laiklik, evet dinin devletten, din işlerinin devlet işlerinden ayrılmasıdır; ama bu “ayrılık” adına, dinin, bir devlet kurumu tarafından, dolayısıyla dinle devlet iç içe geçmiş haliyle ve tamamen dinsel ilkelerle, “Kuran ve sünnete göre” düzenlenmiş bir siyaset uyarınca örgütlenip yönetilmesi ileri sürülemez.
Gerekli olan, devletin dine müdahalesinin aygıtı durumundaki Diyanet İşleri’nin kaldırılmasıdır. Böylelikle din, tamamen özel bir sorun olarak vicdanlara emanet edilecek ve inananlar, inançları ve gereğini, tamamen kendi isteklerine uygun sivil bir örgütlenmeyle yerine getirebileceklerdir. Diyanet’in görevini “İslam konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” olarak tanımlayan Bozdağ da herhalde itiraz etmeyecektir ki, inançlı Müslümanların, ne “aforoz” edici ne de “öte dünya”ya bilet kesici Kilise türü bir “aracı kurum”a ihtiyaçları yoktur. Devletin duhlû ve müdahalesi olmadan inançlarıyla gereklerini yaşamayı bilecekler, ibadethanelerini de yine devlete ihtiyaç duymadan, öteden beri Cami Yaptırma Dernekleri’yle yapageldikleri üzere inşa edebilecek ve hem imamlarını aralarından çıkarıp maişetini sağlayabilecek hem de cemaatleri içinde dini eğitimlerini gerçekleştirebileceklerdir. Çünkü, devletin imkan sağlaması demek, müdahale edip yönetmesi de demektir. Müdahale yoksa, imkan sağlama da olmayacaktır. Hem zaten inançlı Müslümanların; Müslüman olmayanların, örneğin Hıristiyan ve Yahudilerin, Alevilerin, inançsızların haraç olarak el konulmuş vergileriyle inşa edilecek ibadethanelerde, yine benzeri haraçlarla maaşa bağlanmış imamların ardında ibadetten kaçınacak kadar vicdanlı olmaları beklenir.
Diyanet İşleri, şimdi iktidar ipini eline alan siyasal İslamcı neoliberal AKP’nin kontrolüne geçmiştir; ancak onun tarafından değil, ama Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde bizzat M. Kemal tarafından kurulduğu bilinmektedir. Diyanet İşleri, doğrudan, Osmanlı döneminden kalma dini devlet geleneğine sahip ve bu geleneği sürdüren güçlü kök ve dayanakları olan din siyasetiyle hesaplaşma sürecinde siyaset gündemine girmiştir. Siyasal İslam’dan güç alan eski egemenlerle paylaşmak istemediği iktidarını sağlamlaştırabilmek için, Halife/Padişahlık sistemine dayalı toplumun dinsel örgütlenmesine karşı açtığı “aşağıdan” değil, ama “yukarıdan” mücadele içinde Kemal’in programı ardında toplanmış Cumhuriyet’in genç burjuvazisinin çıkarlarını yansıtmıştır. Eski din siyasetinden farklı olarak ve onun baskısını da savuşturmak amacıyla, Müslüman inançlı halkın inançlarını kontrol edip yönlendirme ve bu amaçla yapay bir “devlet dini” yaratma ihtiyacındaki Kemalist Hükümet tarafından, bu ihtiyacını karşılamak üzere, devletin dine müdahalesinin aracı olarak tasarlanıp kurulmuş ve işletilmiştir.
Kemalist hükümet, eski din siyaseti taraftarları karşısında partisinin (CHP) de prensiplerinden birini oluşturan laiklik ilkesini yüceltmesine karşın, ne laiklikte Diyanet gibi dine müdahalenin aracı olan bir devlet kurumuna yer vardır, ne de dini kendi ihtiyaçlarına göre müdahale edip yönlendirerek amaçlarına ulaşmaya çalışan Kemalist hükümetin bu müdahaleci tekelci ve dayatmacı tutumunun demokrasi ile bir ilişkisi kurulabilir.
Laik değil, ama yapay bir “devlet dini” yaratma peşinde çokça sözünü ettiği laikliğin üstünde tepinen “laikçi” Kemalistlerin de, –“kişiler değil, inançlara eşit mesafede duran devlet laik olur” formülasyonuyla– laiklik tanımını çekiştirerek mali sermayenin neoliberal çıkarlarına bağladığı din siyaseti yürüten günümüzün AKP’sinin de, din ve devlet ilişkisi söz konusu olduğunda, ters bağlantılarıyla çift yumurta ikizleri olarak, tekelci dayatmacı bir pozisyon tuttukları, her ikisinin de özgürlük ve demokrasiyle uzaktan bile ilişkili olmadıkları kesindir.
DİN VE EĞİTİMİN AYRILMASI OLARAK LAİKLİK
Laiklik ilkesi, her şeyden önce din ve devlet işlerinin ayrılması demek olsa bile, eğitimle dinin ayrılmasının, laiklik ilkesi bakımından özel bir vurguya ihtiyaç gösterdiği söylenmelidir. Eğitim, bir kamu hizmeti olarak, doğrudan devletin sorumluluğundadır, öyle olmalıdır. Tıpkı sağlık hizmetleri gibi, eğitim hizmetleri de, yanına temiz ve içilebilir suya erişim, sağlıklı konutlarda barınma vb. hizmetleri eklenerek, belirtilmelidir ki, yurttaşların dokunulmaz hakları olarak, doğrudan kamunun sorumluluğundadır.
Buradan çıkacak sonuç odur ki, devlet tarafından sunulma durumunda olan kamusal hizmetlerin başında gelen eğitimin, devlet işleri kapsamında, kesinlikle dinden ve dinsellikten arındırılması, din ve devlet işlerinin ayrılması ve devlet açısından dinin bireyin özel sorunu olarak anlaşılması zorunluluğu demek olan laikliğin dolaysız bir bileşenidir. Din ve devlet işlerinin ayrılması, ama eğitimin dini eğitim olarak, dinsel içeriğe sahip olması olabilir değildir. Din ve devlet işleri ayrılıyorsa, devletin önde gelen işlevlerinden/hizmetlerinden olan eğitimin dinden ayrılması kaçınılmazlıkla zorunludur, aksi durumda din ve devlet işlerinin ayrılmasından, laiklikten söz edilemez.
Ancak bilinmektedir ki, neredeyse özelleştirilmesi sürecinin sonuna gelinerek, kamusal olmaktan çoktan çıkarılmaya başlanmış eğitim, özelleştirme sürecini ileri noktalara vardırmış AKP’nin elinde, bir yandan zorunlu olmaktan da çıkarılmaya çalışılırken, diğer yandan devlet aracılığıyla dinselleştirilmeye girişilmiştir. Devlet okullarında din dersi zorunluluğu, evet, AKP öncesi, toplumun muhafazakarlaştırılması kapsamında, 12 Eylül’ün faşist generallerince başlatılmış ve aynı generallerce İmam Hatipler ve Kuran Kurslarının yaygınlaştırılmasıyla birlikte siyasal İslam’ın önünün açılmasında temel bir rol oynarken, aynı zamanda eğitimin birliğinin (Kemalist yasalardan olan “Tevhidi Tedrisat”ın) üstesinden gelinerek, dinle eğitimin ayrımının silikleşmesi ve eğitime dinsel içerik kazandırılmasının ilk, ama temel bir adımını oluşturmuştur. Fethullah okullarının da aynı süreçte yayılmaya başladığı düşünülürse, neoliberal siyasal İslam’ı iktidar ipini ele geçirmeye götüren temel atılımının koşullarının Amerikan emperyalizminin desteğindeki 12 Eylül faşizmi tarafından oluşturulduğunu söylemek gerçekleri dile getirmek olacaktır.
Okullarda din dersi zorunluluğu ne demektir? Bunun, ne türden tanımlanırsa tanımlansın, laiklikle en küçük bir ilişkisi kurulamaz. Müfredatta şu ya da bu içeriğiyle yer alması, din dersi zorunluluğunun laiklik ilkesiyle çelişkili oluşunu hiçbir şekilde ortadan kaldırmaz ki, pratikte, dinle ilgili “bilgilendiricilik” iddiasının ötesine geçilip, Alevi ya da inançsız ailelerinin çocuklarına ayet vb. ezberleriyle genel olarak dinin, özel olarak ise Sünniliğin dayatılmasına varıldığı bilinmektedir.
Eğitimin bütünüyle ve kesinlikle dinden ayrılması olmaksızın laiklikten söz edilemez. Din dersi zorunluluğu, sadece Alevileri ve mezhep farklılıklarını dikkate almadığı için, sadece İslam olmayan Hıristiyan, Yahudi gibi değişik inanç sahiplerini dışladığı için de değil, ama asıl olarak, dinsel olmayan bir eğitim, vicdanlara özgü özel sorun sayılması gereken dinin, toplumsal örgüt olarak devletten, öyleyse eğitim de içinde olmak üzere, devlete dair bütün etkinliklerden tamamen ayrılıp dışlanmasını gereksindiği için kabul edilemez. Kaldı ki, din dersi zorunluluğu, bu eğitim yılı başlamadan iki dini içerikli sözde “seçmeli ders”le takviye edilerek, eğitimin dinselleştirilmesi yolunda bir ileri adım daha atılmıştır. Din ve eğitim ilişkisi kopma yerine sağlamlaştırılmaktadır.
Din ve eğitimin ayrılması dendiğinde, şüphesiz yalnızca zorunlu din dersleriyle yeni konulan seçmeli dersler akla gelmemelidir. Daha yeni ortaokulları da faaliyete geçirilen bütün bir İmam Hatipler, hem din ve devlet işlerinin hem de eğitimle dinin ayrılığını değil, ama birliğini ifade eden devlet kontrolündeki Kuran Kurslarından başlayıp yine devlet üniversitelerinin İlahiyat Fakültelerinde biten bütün bir din eğitimi, laiklik ilkesiyle çelişmektedir. Laik devlet, Kuran kursları vb. ile dine müdahale edemez, etmez. Yine laik devlet, dine müdahalesini ve dini eğitimi örgütlemesini ifade etmekten başka anlama gelmeyecek imam ve hatip yetiştirmeye de girişemez. Bu ikisinin devlet tarafından örgütlenmemesi, hiç örgütlenmeyecekleri anlamına da gelmez. Laiklik, kuşkusuz topluma ateizmin (tanrı tanımazlığın) dayatılması değildir. Müslüman cemaat, eğer isterse, finansmanını da kendisi sağlamak üzere, Kuran kursları da açabilecek, kendi imamlarını yetiştirmek üzere sivil bir eğitimi de örgütleyebilecektir.
Devletin eğitsel işlevini yerine getiren kurumlar olarak üniversitelerin dinsel eğitim vermeleri, din ve devletle din ve eğitimin birbiri içine geçmesi anlamına gelmesinin ötesinde; din bir inanç sorunu, üniversiteler ise bilimin alanıyken, üniversite eğitimi olarak İlahiyat, farklı alanlar oluşturdukları gibi, birbirlerini kategorik olarak dışlayan dinle/inançla bilimin uyuşturulma ve uzlaştırılma çabasının “meyve” vermesi olanaksız olduğu kadar sahtekârlık olacağı için de, bilimsel kuruluş iddiasındaki İlahiyat fakültelerinin kapatılmaları zaruridir.
Dinin gücü ve dayanağının devlette, devletin gücü ve dayanağının dinde olduğunu düşünen ve Allah korkusu ya da inancının ancak devletin gücüne emanet edilebileceğine “inanan” siyasal İslamcılığın savunduklarının aksine, devletle din ve dinle eğitim işlerinin ayrılması kesinlikle dine yöneltilmiş bir saldırı değildir; ama inanç sahipleri ya da inançsızların, inanç ya da inançsızlıklarını, devletin herhangi dayatmasına uğramaksızın, kendi bildiklerince ve dolayısıyla özel sorunları olarak özgürce yaşamalarının koşulunu oluşturur.
Sosyalistler bu açıdan inançların özgürce yaşanması hakkına yöneltilmiş bütün baskı ve dayatmalara karşıdırlar, karşı çıkarlar. Bu nedenle, türban sorununda sosyalistler, siyasal İslamcılar tarafından bir siyasal mücadele argümanı olarak kullanılmasına aldırmadan ve ama türban takmanın doğru bulunup desteklenmesi ya da teşvik edilmesini de üstlenmeden, dini inançları bakımından isteyenlerin, devletin herhangi baskısına uğramadan türban takma hakkını savunmuşlardır. Ya da yine sosyalistler, örneğin 28 Şubatçıların belirli cemaatlere yöneltilmiş baskı ve zorunu, teşhire yönelik propagandif saldırılarını şüphesiz desteklememişler, 28 Şubat ve saldırılarına karşı tutum almışlardır. Yine sosyalistlerin Alevilerin Cemevi taleplerini desteklemeleri, devletin ve bu kez siyasal İslamcıların da Aleviliği ve haklarını inkar ederek bu mezhebe yönelttikleri baskılar karşısında inanç ve ibadet özgürlüğünü savunma kapsamındadır.
DİN YALNIZCA ÖZEL BİR SORUN MUDUR?
Hayır, değildir. Dini yalnızca bir özel sorun olarak anlamak, dolayısıyla din karşısında devletin tutumunun tarafsızlığıyla sınırlamadan tam bir tarafsızlık öngörmek doğru olmayacaktır. Devlet açısından, devlet karşısında özel bir sorun olması, eğer özgürlük ve demokrasi savunulacaksa özel bir sorun olarak ele alınması zorunluyken, sosyalistler ve tabii ki işçilerin devrimci partisi bakımından din özel bir sorun olarak anlaşılıp böyle ele alınamaz. Devlet din karşısında tarafsız olmalıdır. Sömürülen yığınların dinsel inanış ve inançlarına şüphesiz saygısızlık etmeyen ve etmeyecek olan işçilerin devrimci partisi ise din karşısında asla tarafsız kalmaz, kalamaz. Böyle bir tarafsızlık, her şeyden önce, başta sınıf mücadelesi olmak üzere maddi toplumsal yaşamın isyan ettirici zorlukları karşısında “öte dünya”daki kurtuluşu ileri sürerek yaptığı itaat çağrısıyla kitleleri teslim alıp diz çöktürmeye yönelik bir idealist boyunduruk karşısında tarafsızlık, dolayısıyla idealizme teslimiyet olur.
“Din bir afyondur!” –Marx’ın görüşü budur. En başta şu anlama gelir ki, afyon uyuşturucudur ve yatıştırır. Benzetme buradan kurulur, burjuvazinin hizmetinde dinin, “bu dünyada iyi sınav verip” “bir lokma bir hırka”ya katlanıp sermayenin egemenliği karşısında sessiz kalanların “öteki dünya”yı ve “oradaki ödülleri” hak edeceğini ileri sürerek sömürülen yığınları yatıştırıp sınıf mücadelesinden alıkoyucu niteliğine gönderme yapılır.
“Öte dünya”da ödüller hak edilecek ya da korkutucu cezalar çekilecektir! Ramazan ayı boyunca Sabah gazetesinde insanla dalga geçer türden görüşleriyle bizleri ihya eden, hem de bir “büyük” profesör olan zat, Prof. Dr. Nihat Hatipoğlu örneğin, gitmiş gelmiş gibi, “Cennet” ve “Cehennem” ayrımını yaptığı “öte dünya” “ödülü”nün de sözünü etmekte, ama asıl son pişmanlığın fayda etmeyeceğinin altını çizerek, cezalarıyla korku salıcılığını vurgulamaktadır. Önce bilgiçliğiyle gülümsetir: “Ölüme yakın olan o anda (koma halindeyken) dünyaya ait kapılar yavaş yavaş kapanır ve ahret alemine ait perdeler açılır. Kişi cennet veya cehennemden hangisine gideceğini görür. Bazı kişilerde görülen telaş hali, bazı kişilerde görülen rahatlık hali de bu gördüklerinden kaynaklanmaktadır. O anda her şey yavaş yavaş matlaşır. Kişi siyah veya beyaz bir ışık görür. … Kişi ölmek üzereyken ölüm meleğini görür. Mümin kişi ölüm meleğini güzel bir surette görür. Zalim ve imansız kişi ise ölüm meleğini en korkunç haliyle görür. Kişinin canı boğazına yanaşınca o anda bir şey yapamayacağını anlar ve elleriyle ayakları birbirine karışır.”[6]
“İmansız kişi” neden aynı zamanda “zalim” olarak belirtilir ya da hükümet üyeleri türünden her zalim kişi imansız mıdır soruları ortada kalır, ama önemlisi, profesörün ağzından, asıl korku unsuru olarak çizilen, “öte dünya” dolayımıyla din ile kuşkusuz acz içindeki insana özgü korku arasındaki ilişkinin belirgin kuruluşudur. Gülümseticidir, ancak geri bilinci yeterince ürkütücüdür de. Ama asıl korku salıcılığıyla dinin özü ve esas içeriği ve yatıştırıcılığa çağrı olan başlıca işlevinin gerçekleştirilmesi sıradadır. Denir ki, “Daha önce iman etmemiş kişinin son andaki tövbesi fayda sağlamaz. Bu hal bir Müslüman için geçerli değildir elbette.” Önceden iman etmemiş ve itaatkar davranmamışlara, yani kapitalizm karşısında yeterince sessiz ve yatışmış kalmamışlara, ölürken “tövbe edip” “öte dünya”nın bildirilmiş ödüllerinden yararlanma hakkı tanınmaz. Ödül ve son anda bu ödüllerden yararlanmak üzere “tövbe etme” hakkı, ufak-tefek “haylazlıklar” yapmış olsa bile, yine de az-çok sessiz ve yatışkın kalıp kapitalist egemenleri fazlaca kızdırmamış olan imanlı Müslüman kişiye tanınır. Burada bu dünya ile “öte dünya” iç içedir. Nerede Allah ve Cehennem korkusu nerede kapitalistlerden duyulan korku vardır ve neye karşı sabır gösterilecek ve sessiz kalınacak birbirine karışmıştır. Elde edilmek istenen de budur aslında. Allah korkusuyla, ama kapitalizm karşısında sessiz kalma, itaat etme, başkaldırmama. Boyun eğme.
Dini ve dinlerin zorunlu ihtiyacı tanrıyı ya da başlangıçta tanrıları insanların aczi ve korkuları yaratmıştır. İnsanlar bilmedikleri şeyler karşısında çaresizdirler ve korku duyarlar. Doğa ve türlü doğa olayları karşısında çaresiz olan ve ona sürekli yenik düşen ilk insanlar, Güneş’e, Ay’a, yıldırıma, ateşe, olan biteni çözümleyip açıklayamadıklarından onlara atfettikleri “mucizeler”e, nedenini anlayamadıkları kötülükleri vehmettikleri “şeytanlar”la iyilikleri vehmettikleri tanrılara ihtiyaç duyup inandılar. Kendi çözümsüzlük ve acizliklerinin çözümünü, başlangıçta doğa ve doğa olaylarına yorup yücelttikleri tanrılarda arayıp buldular. Yine acizlikleriyle başbaşalıkları sürerken, insanlar düşünsel olarak ilerledikçe, somutlukların yerini kavramsal soyutluklar alıp tek tanrılı dinlere doğru ilerlendi.
Sonra, yine insan aczinin bir hali olarak bilinç geriliğinin kapitalizm koşullarındaki çözümsüzlüğü geldi. Ve tıpkı doğa karşısındaki aczinin mucize, tanrı ve şeytan vb. inanışına yol açtığı gibi, bu kez sömürülen yığınlar olarak insan, sömürücülere, burjuvaziye karşı mücadelesindeki yetersizliğiyle tanrılara ve özellikle ölümden sonra “çeşmelerinden Kevser şarapları akan” “öte dünya”da bu dünyayla kıyaslanamayacak kadar bolluk ve refah içinde bir yaşamın varlığına inanmaya ihtiyaç duymadan edemedi. Sermayenin egemenliğini açıklayamıyor, nasıl üstesinden geleceğini çözemiyordu, bu egemenlik ona “kör” bir egemenlik ve bir “kader” olarak görünmekteydi. Çaresiz, katlanacaktı, yolu yoktu!
Modern dinin kaynağında yine korku vardır; ürünleri oldukları anlaşılıp, tıpkı zamanında sonuçları yaşanan ama nedenleri anlaşılamayan yıldırım, sel baskınları, tufanlar türü doğa olaylarından duyulan korku gibi, neden-sonuç ilişkileri ve karşılıklı bağıntıları çözümlenemeyen işsizlik, sefalet ve kapitalizmin ürünü sair türlü kötülük, olumsuzluk ve haksızlıklarıyla sermayenin “kör” görünen, içinde yuvarlanılıp gidilen sonuçlarının bir türlü üstesinden gelinemeyen egemenliğinden duyulan korku!
“Din, bütün yaşamı boyunca çalışan ve yokluk çekenlere, bu dünyada azla yetinmeyi, kısmete boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve öteki dünyada bir cennet umudunu sürdürmeyi öğretir. Oysa yine din, başkalarının emeğinin sırtından geçinenlere bu dünyada hayırseverlik yapmayı öğreterek, sömürücü varlıklarının ceremesini pek ucuza ödemek kolaylığını gösterir ve cennette de rahat yaşamaları için ehven fiyatlı bilet satmaya bakar. Böylelikle din, halkı uyutmak için afyon niteliğindedir. Din, sermaye kölelerinin insancıl düşlerini, insana daha yaraşan bir yaşam isteklerini içinde boğdukları bir çeşit ruhsal içkidir.”[7]
Bu nedenle, bilinçli işçi ve işçi sınıfının devrimci partisi açısından din, müdahale edilmeden ve mücadele konusu edinilmeden üzerinden atlanacak özel bir sorun olamaz. Bilinçli işçi ve özellikle en başta sınıf bilinçli ileri işçilerin, geri bilinçli sınıf kardeşlerini de kendi düzeylerine yükselterek işçi sınıfının kurtuluşunu gerçekleştirmek üzere etrafında birleştikleri partileri, tanrı fikri ya da korkusunu ve dinsel inançları yaratmış insan acizliğini, kapitalizmin egemenliğini çözümleme yeteneği gösteremeyen bilinç geriliğini, geleneksel önyargılardan da beslenerek kör inana/dogmaya götüren ve burjuvazi tarafından –dinsel akımları aracılığıyla– ideoloji düzeyinde sistematik olarak örgütlenen bilgisizlik ve darkafalılığı kişisel ve özel bir sorun sayma ve tümü karşısında kayıtsız kalma ve mücadele etmeme darkafalılığı yapamaz. Kapitalizm karşıtı bir parti, sermayenin kör egemenliği önünde diz çökme çağrısı olan din ve dinsel yaklaşım ve tutumlara karşı, onları deşifre edip etkisizleştirecek ideolojik bir mücadele yürütmeden ve işçilerin sınıf bilincini ilerletmeye çalışmadan edemez.
İşçi sınıfının devrimci partisi, ilke olarak, din karşısında, dinin herkesin özel sorunu olduğunu ileri sürerek hareketsiz kalmayacaktır, bu tartışmasızdır. Dine karşı savaşılacaktır; bu tartışma götürmez.
Ancak birinci olarak, bu savaş, ideolojik bakımdan dinin afyonlayıcı etkisini gidermeyi hedefleyen teorik-ideolojik bir mücadele olmak yerine dine karşı açılmış bir politik savaş olamaz. Türkiye toplumu, kuşkusuz, emperyalizme bağımlı kapitalist bir toplumdur, emperyalizm ve işbirlikçileriyle halk arasındaki çelişkinin öne çıktığı bu toplum, emek sermaye temel karşıtlığı üzerine kuruludur; dine karşı, bu nedenle, toplumu nesnel olarak bölen bu çelişkiler değilmişcesine, emperyalizm ve kapitalizme karşı seferber olmak/edilmek yerine, Türkiye halkının, sömürülen yığınların “laik-şeriat” ya da “inançlı-ateist” ekseninde bölünmesine dayanabilecek ve böyle bir bölünmeye götürecek politik bir savaş açılamaz.
Ve ikinci olarak, evet, dine karşı politik bir savaş açmak kesinlikle yanlışken, doğru olan, din karşıtı ideolojik bir mücadele yürütmektir; ancak dine ve dinsel ideolojiye karşı ideolojik mücadele nasıl yürütülecektir ve bu ideolojik mücadele kendine yeter, maddesel zemini ve bağlandığı bir bütünlük olmayan, dinle soyut bir hesaplaşma mıdır –bunun tartışılması ve bu açıdan çocukça davranılmaması gerekli ve zorunludur. Kendi başına ideolojik mücadelenin her şeyin ilacı olduğu ve sadece iyi sözler söyleyip doğruluğu apaçık bildiriler çıkararak, geniş işçi çoğunluğunu etkisi altında tutan dinin ve dinselliğin üstesinden gelinebileceğini düşünmek çocukça olur. Tabii ki ideolojik mücadeleden geri durulmayacak, ama “lafla peynir gemisi yürümediği” de bilinecek ve ideolojik mücadele sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına bağlanarak yürütülecektir. Bu nedenle, dinselliğe karşı uzlaşmaz bir ideolojik mücadele yürütmeden edemeyecek olan işçilerin devrimci partisinin programında ateizm ilkesi yer almaz. Parti işçilere ateizmi dayatmaz, ama onları eğiterek işçi sınıfının kurtuluşu davasına kazanmayı amaçlar.[8]
Neden böyledir? Burada, dinin “afyon” oluşunun bir diğer anlamına gelinir. İşçi bilinç geriliğinden, kapitalizmin kör egemenliği karşısında çaresizlikten “öte dünya”da kurtuluş hayali kurmakta ve kendi gücünün farkında olmadığından, ancak sınıf kardeşleriyle birleşerek mücadeleyle –kendi bireysel kurtuluşunu da elde edeceği– işçi sınıfının kurtuluşunun gerçekleşebileceğini anlayamamaktadır. Bilinç geriliğini aşarak olan biteni kavramaya adım atması, kendi gücünü de görüp güçlülüğünün farkına varacağı sermayeye karşı sınıf mücadelesi içinde sınıf kardeşleriyle birleşmeye yönelmesiyle olanaklıdır ki, partinin en başta gelen görevlerinden biri bunu kolaylaştırmaktır. Öyleyse sınıf partisi, dine ve dinselliğe karşı ideolojik mücadeleyi, sınıf mücadelesi içinde işçilerin birleşme ve güç oluşturmaları ve bu mücadelenin ilerleyişi hizmetine koşulmuş biçimde yürütecektir.
“Din afyondur” tezinden çıkan, her şeyden önce, “afyon”un yatıştırmaya yönelik olarak fonksiyon üstlendiği olgunun, bu dünyadaki sömürü ve yoksunluklar karşısında sunduğunu ileri sürdüğü “öbür dünya”nın “olanakları”yla ruhları hoşnut kılarak kaderciliğe yöneltici “esrik içki”nin sömürülen yığınları hareketsizleştirerek katılımlarını engellediği sınıf mücadelesini bulanıklaştırıp üzerini örtmesi gerçeğinin, işçi ve emekçilerin sınıf mücadelesinin kaçınılmazlığıyla zorunluluğunu görerek bu mücadeleye katıldıkça üstesinden gelinebileceği bilinerek davranılmak gerektiğidir. Sömürülen yığınlar “afyon”un etkisinden sadece güzel sözlerle değil, ama en başta kendi çalışma ve yaşam koşullarına ilişkin sonuçlarının katlanılmazlığıyla birlikte sermaye egemenliğini ve bu egemenliğinin koşullarını kendi deneyleriyle sınavdan geçirerek, dost ve düşmanlarını tanıyacakları sermaye ve egemenliğine karşı mücadele içinde birleşerek kurtulma yoluna gireceklerdir. Öyleyse idealizme ve dinin etkisine karşı ideolojik mücadele, dini var eden bilinç geriliğinin kaynağının farkında olunarak, bu kaynağa, kapitalizmin egemenliğine karşı mücadeleye bağlanarak ve bu mücadelenin bir yönü ve bileşeni olarak yürütülmelidir ve eğer ayaklar yerden kesilmeyecekse ancak böyle yürütülebilir.
“Maddeciler, anaokulu düzeyinde kalmak istemiyorlarsa bunu hatırdan çıkarmamalıdırlar” diyen Lenin, devam ederek bu gerçeği şöyle ifade etmektedir: “Kapitalist düzenin ağır işi altında ezilen ve kapitalizmin kör, yıkıcı güçlerinin insafına bağlı olarak yaşamını sürdüren kitleler, dinin bu kökenine karşı savaşmayı, sermaye egemenliğinin her türlüsüne karşı birlikte, örgütlü, planlı ve bilinçli bir savaş vermeyi kendi kendilerine öğrenemedikleri sürece, hiçbir eğitici kitap bu kitlelerin kafasındaki din inancını çürütemez.”[9]
Din ve afyonlayıcı etkisinin herhangi toplumsal dayanağa sahip olmayan salt ideolojik bir kurmaca olmadığı, ama kaynağında, doğrudan, sömürülen yığınların çözümleyip kavramakta yetersiz kalarak önünde diz çöküp ancak “öte dünya”da olabilirliğine inandırıldıkları kurtuluşları için dua etmekten kaçınamadıkları sermayenin “kör” egemenliği bulunduğu için, sermaye ve egemenliğine karşı, bu egemenliği devirmeye yönelik sınıf mücadelesinden ve ihtiyaçlarından kopuk salt ideolojik bir mücadele, belki küçük burjuva radikalizmini, anarşizmi ve kerameti kendinden menkul “solculuk”u tatmin edecektir, ancak bilinçli işçinin, hele partisinin işi olamaz. Ne din ne de dine karşı mücadele, soyut “entelektüel” sorunlardır ve geniş sömürülen yığınlara vurulu dinsel boyunduruk soyut “entelektüel” tartışmalarla kırılıp atılabilir. Turan Dursun’un yürüttüğü türden tartışmaların gereksiz olduğu söylenemez, ama tek koşulla –bu tür tartışmaların ya da ideolojik mücadelenin, ihtiyaçlarını gözeteceği sınıf mücadelesine bağlanması koşuluyla. Partileşme halindeki bilinçli işçi, dine karşı ideolojik mücadelesini, din ve dinselliğin toplumsal dayanağını oluşturan sermaye egemenliğine, kapitalizme karşı mücadelesinin bir bileşeni olarak ele alacak ve ideolojik/teorik, ekonomik ve politik yönleriyle sınıf mücadelesinin bütünlüğünü gözetecek, dine karşı mücadelesini kapitalizme karşı mücadeleden koparmadan, aksine bu mücadeleye bağlayarak yürütecektir.
Lenin’in verdiği öğretici din ve grevci işçi örneğini aktararak bitirelim:
“Diyelim ki, belirli bir bölgede ve belirli bir endüstri kesiminde bulunan proletarya, biri sınıf bilinci oldukça gelişmiş ve kuşkusuz ateist olan Sosyal Demokratlar, ikincisi köyle ve köylülükle ilişkilerini henüz koparmamış olan, tanrıya inanan, Kiliseye giden, hatta –bir Hıristiyan sendika örgütlemekte olan yerel papazın etkisindeki geri kalmış işçiler olarak ikiye bölünmüş olsun. Yine diyelim ki, bu bölgedeki ekonomik mücadele bir grev sonucunu doğurmuş olsun. Bu durumda bir Marksiste düşen görev, grevin başarıya ulaşmasını her şeyin üzerinde tutmak, bu mücadelede işçilerin ateistler ve Hıristiyanlar olarak ikiye bölünmesine kesinlikle karşı çıkmak, bu tür herhangi bir bölünmeye engel olmaktır. Proletaryanın geri kalmış kesimlerini ürkütmek, seçimlerde sandalye kaybetmek vb. endişelerden değil, modern kapitalist toplum koşullarında Hıristiyan işçilerin Sosyal Demokrasiye ve ateizme dönmelerinde ateist propagandadan yüz kat daha etkili olacak durumlarda ateist propaganda gereksiz ve zararlı olabilir. Böyle bir anda ve böyle bir ortamda ateist propaganda yapmak, işçilerin grevdeki tavırlarına göre değil de, dinsel inançlarına göre bölünmelerini isteyen papazların ekmeğine yağ sürmek demektir. Ne olursa olsun tanrıya savaş açılmasını isteyen bir anarşist, gerçekte papazlara ve burjuvaziye yardım ediyor demektir (ki anarşistler uygulamada her zaman burjuvaziye yardım ederler.) Bir Marksistin maddeci olması, yani dine karşı olması gerekir; ancak bir diyalektik maddecinin dine karşı mücadeleyi soyut, kuramsal, değişmez bir biçimde değil de, uygulamada sürmekte olan ve kitleleri her şeyden iyi eğiten sınıf mücadelesinin somut temeline dayanarak yürütmesi gereklidir.”[10]
[1] Eğitimin dincileştirilerek muhafazakarlaştırılması ve İmam Hatiplerin yaygınlaştırılması öylesine ilerledi ki bütün okulların İmam Hatiplere dönüştürülmesinin eşiğine varıldı. AKP Muğla milletvekili Ali Boğa, –“ele verir talkımı kendi yer salkımı” deyişini haklı çıkararak, kendisinin torununun bir Fransız okuluna yazdırıldığı ortaya çıksa da–, İmam Hatip Mezunları Derneği’nin pilav gününde yaptığı konuşmada sarfettiği, “Elbette bu okulların kaydında kuydunda sayıyı artıracağız. Ama bütün okulları imam hatip okulu yapma şansını elde etmiş durumdayız.” şeklindeki sözleriyle bu durumu açıkça ilan etti.
[2] Komünist Manifesto, Bölüm I: Burjuvalar ve Proleterler
[3] Bkz. You Tube, Uploaded by acropolisnal on 15 May 2007
[5] Bozdağ’ın açıklaması için bkz. AA ve gazeteler
[6] Sabah, 17 Ağustos, sf. 20
[7] Lenin, Din Üzerine, sf. 10
[8] Bu demektir ki, materyalist olduğu kadar şüphesiz din karşıtı ideolojik bir mücadele yürütmeden de edemeyecek olan işçi sınıfının devrimci partisinin inançlı üyeleri de olabilecek, parti, bu üyelerini sınıf mücadelesi pratiği içinde eğiterek, ideolojik bakımdan, işçi sınıfının kurtuluşu davasının zorunlu teorik temeli olarak materyalizme kazanmayı amaç edinecektir. Ortalama işçi bakımından geri bilinç unsuru önyargılar düzeyinde olan dinin etkisi, dinsel eğitimden geçmiş İmam ve Seyitler türünden din adamları bakımından çok daha gelişkin ve ileri düzeylerde olacak, ancak geçmiş mücadele pratiği içinde görüldüğü ve ileride de görülebileceği üzere onlar da, partiye katılabileceklerdir. Partinin mücadele çağrılarına yanıt verdikleri, programını kabul edip mücadele platformunu benimseyerek mücadeleci bir tutum aldıkları durumda, İmam ya da Seyitlerin partiye katılmalarında hiçbir sorun olmayacaktır. Ancak partinin materyalist temele sahip program ve mücadele platformuyla katılımcı din adamının inançları arasındaki mesafe göz önünde bulundurulduğunda, yine de bir sorun olacağı ortadadır. Ancak burada sorun, parti bakımından değil, katılımca din adamı bakımından oluşacak; çelişkili durum, partinin değil, ama din adamının çelişkisi olarak, tabii ki partinin –yardımcı– tutumunun da etkili olacağı koşullarda, şu ya da bu yönde, ama din adamının kendisi tarafından aşılacaktır.
[9] Lenin, Age, sf. 28
[10] Age, sf. 30