Olimpiyatlar: Kimin oyunları?

Savaşları saymazsak modern dönemin en büyük medya ve pazarlama organizasyonu olan Olimpiyatlar, “Reagan Olimpiyatları” olarak da anılan 1984 Los Angeles’tan (mutlaka daha öncesi de var, ancak 84’ten itibaren muhalefet sistematikleşti) bu yana uğradığı her kentte kendi mağdurlarını ve muhaliflerini yaratmayı başardı. 2010 Vancouver Kış Olimpiyatları ve henüz geride bıraktığımız 2012 Londra Yaz Olimpiyatları da bundan azade değiller. Küresel ekonomik krizin gölgesinde emekçilerini kemer sıkma politikalarıyla terbiye eden İngiltere’nin, oyunları düzenlemek için halkın rızasını aldığında bütçe, 2.4 milyar Sterlindi. 2007 yılında bu rakam 9.3 milyar Sterline yükseldi. 2012 Mart’ında, Avam Kamarası, bütçenin 11 milyar sterlin olarak revize edildiğini açıkladı. Bunların resmi rakam olduğunu ve Sky Sports, Daily Mail gibi medya organlarında oyunların 24 milyar sterlini geçkin bir maliyetinin öne sürüldüğünü hatırlatırsak, 2 haftalık Olimpiyat sirkinin, emekçilerine kemer sıkma politikalarını reva gören bir ülke için hayli lüks kaçtığını daha güçlü bir şekilde iddia edebiliriz.

Tasarruf politikalarının üstüne binen Olimpiyat vergileri, Doğu Londra’da vahşi bir kentsel dönüşüm, Oyunlar süresince emekçilere dayatılan fazla mesailer (bazı işkollarında mücadeleyle mesai ücretleri kazanıldı), Oyunların güvenliğini sağlama adı altında Londra’nın militarizasyonu ve pek çok farklı kesimin sponsorlara yönelik memnuniyetsizliği, “gittiği her yerde karşıtını yaratan” Olimpiyatların Londra macerasına yöneltilmiş başlıca itiraz noktalarıydı. Aralarında sendika, siyasi parti ve derneklerin bulunduğu onlarca örgütün muhalefeti, “kimin oyunları, kimin şehri?” sloganı etrafında cisimleşti. Senelerdir bu kesimlerin pek çok eleştirisi gündeme taşındı, ancak Oyunları belki de en güçlü şekilde teşhir eden, meşhur graffiti sanatçısı, Banksy oldu. Gerilla sanatını Londra sokaklarında konuşturan Banksy’nin, cirit yerine füze atan atleti, Büyük Britanya bayrağını dokuyan çocuk işçisi ve sırıkla demir tellerden atlayan sporcusu, Olimpiyatları ve o çok tantanası yapılan “Olimpiyat Ruhu”nu en iyi şekilde özetledi.

Evet, Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) diktası altındaki Olimpiyatlar, Banksy’nin resmettiği gibi, sporcuların yarıştıkları ülkeler adına ulusal gurur ürettikleri, Olimpiyatlarla mağdur ve terbiye edilen emekçilerin bu ulusal gururla köreltildikleri, sermayenin kendisi adına pek kârlı çıktığı 2 haftalık bir sirkten çok da fazlası değil. Olimpiyatlar, her zaman için, düzenlendikleri dönemin egemen politikasını yansıtırlar ve 1984 Los Angeles’tan bu yana bunun adı neoliberalizmdir. Oyunlara bu gücü veren belli bir sınıfın kontrolünde olmasıdır ve bunu açıklayabilmek için 19.yüzyıla kadar dönmek gerekir.

 

COUBERTİN’İN YANILGISI

Modern Olimpiyatların babası sayılan Pierre de Coubertin, 1863-1937 yılları arasında yaşamış Fransız bir pedagog. Coubertin, içinde bulunduğu dönem yaşanan alt üst oluşların (o farkında değildi, ama bunun adı sınıf savaşı ve eşitsiz kapitalist gelişme idi) toplum üzerinde korkunç bir tahribat yaratacağını tespit etmişti. Coubertin, bu çöküşe karşı, ‘Kaslı Hıristiyanlar’ felsefesinin kurucuları Canon Kingsley ve Thomas Arnold’un düşüncelerinin ve Antik Yunan ideallerinin yeniden canlandırılmasını öne sürüyordu. Coubertin’in hayaline göre, Avrupalılar, spor yoluyla, toplumda giderek yayılan alt üst oluşun yarattığı ahlaki çöküntüden kurtulacak ve sağlam karakterli bireyler olarak şekillenecekti. Fransız pedagog, toplumda yaşanan alt üst oluşun sınıfsal temelinden habersiz olduğu için, projesinin onun arzuladığı sonuçları vermesi imkansızdı. Nitekim, Coubertin’in Olimpiyat Projesi, onun endişe ettiği yıkımın bizzat yürütücüsü olan Avrupa burjuvazisinin elinde şekillendi. İlk modern Olimpiyat olarak kayıt altına alınan 1896 Atina, George Averoff’un himayesinde gerçekleştirildi. 1900 Paris, 1904 St.Louis ve 1908 Londra Olimpiyatlarının Dünya Fuarı organizasyonlarıyla aynı dönem ve kentlerde gerçekleştirilmesi bir tesadüf değildi. Oyunlar, 1928’den itibaren de Coca Cola gibi küresel kapitalizmin en büyük markalarının sponsorluğunda düzenlenmeye başlandı. Coubertin’in kapitalizmin tahribatına karşı öne sürdüğü proje bir ölü doğumdu ve daha ilk anından itibaren kapitalizmin kuvvetli bir aracı olarak işlev gördü. Kesin bir sınıfsal karakteri temsil ediyordu: burjuvaydı.

 

İŞÇİ OLİMPİYATLARI VE SOĞUK SAVAŞ’TA OLİMPİYATLAR

İşçi sınıfının politik olarak bugünkünden çok daha kuvvetli olduğu bir dönemde burjuvazinin himayesindeki olimpiyatların rekabetle karşılaşmaması düşünülemezdi. Henüz 20. yüzyılın başında, işçi sınıfı ve onun politik örgütleri spor organizasyonlarının sınıfsal karakterinin farkındaydı ve onlara karşı kendi kitlesel organizasyonlarını örgütleyebilecek güçteydi.

Sovyet Devrimi ve 1. Dünya Savaşı’ndan sonra 8 saat çalışma hakkının Avrupa’nın birçok ülkesinde yaygınlaşmasıyla işçi sınıfının spor yapma oranı büyük bir artış gösterdi. Bu dönemde, Sovyetlerde RSI (Kızıl Spor Enternasyonali), Avrupa’da ise SWSI (Sosyalist İşçilerin Spor Enternasyonali) kuruldu.

1930’lara gelindiğinde, SWSI’nın 1.5 milyon, RSI’nın 3.5 milyonun üzerinde üyesi vardı.

İki savaş arasındaki dönemde, işçi olimpiyatları düzenli olarak organize edilmeye başlandı. 1925’te Frankfurt, 1931’de Viyana, 1937’de Antwerp’te ve “gayrı resmi” olarak da 1921, 1927 ve 1934’te Prag’da Çekoslovakya’nın ev sahipliğinde on binlerce amatör işçi sporcunun katılımıyla Oyunlar düzenlendi. İşçi olimpiyatlarına katılım muazzam düzeydeydi. Örneğin 1931 Viyana Olimpiyatları’na 26 ülkeden 1000 işçi atlet katıldı, açılış seremonisini Sosyalist Viyana Konseyi’nin inşa ettiği stadyumda 100 bin kişi, futbol finalini ise 65 bin kişi izledi. Bu rakamlar, 1932’de Los Angeles’da düzenlenen Yaz Olimpiyatları ile hemen hemen aynıdır.

1936’da İspanya’daki genel seçimlerden zaferle çıkan antifaşist seçim koalisyonu Halk Cephesi (Frente Popular), Nazi Almanya’sında düzenlenen olimpiyatlara katılmayı reddetti ve Barcelona’da Halk Olimpiyatları (Olimpiada Popular) adıyla alternatif bir olimpiyat düzenlemeyi kararlaştırdı. Çoğunlukla sendikaların, SWSI’nın sporcu işçi örgütlerinin ve sosyalist, komünist partilerin olanaklarıyla 22 ülkeden 6000 işçi atlet, 5. İşçi Olimpiyatları olarak da anılan Barcelona’daki Halk Olimpiyatlarına katılacaktı. Fakat turnuvanın başlamasına sayılı günler kala İspanya’da iç savaş başladı ve Oyunlar hiç düzenlenemedi.

1936 Berlin Olimpiyatlarıysa, Adolf Hitler’in ve faşizmin içe ve dışa yönelik muazzam bir propaganda aracı olarak yürütüldü. Ve bu tarihten itibaren, işçi sınıfı, Olimpiyatların sınıfsal karakterini tehdit edemez hale geldi. Zaten 1940 ve 1944 Olimpiyatları savaş sebebiyle düzenlenmedi. Savaşta büyük fedakarlıklar gösteren Sovyetler Birliği de, 1952 Helsinki itibariyle, IOC’nin olimpiyatlarına katılmaya başladı. “İşçi Olimpiyatları” fikri ve pratiği sona erdi. Olimpiyatlar, Soğuk Savaş’ın taraflarının güçlerini tarttığı bir ideolojik yarış alanına döndü. “Savaş”ın sosyalist tarafı bu yarışa dahil olsa da, IOC, her zaman için kapitalist dünyanın egemenliğinde oldu. Sözün özü, 1948 ila 1984 arası dönemde, Olimpiyatlar, yine dönemin egemen politikasını yansıtarak, Soğuk Savaş’ın taraflarının (sporcularından çok ideolojilerinin) yarıştığı bir platform olarak işlev gördü. Revizyonizmin çöküşü yaklaşır ve tüm dünyada neoliberal politikalar yükselişe geçerken, buna uygun olarak, 1984 Los Angeles Olimpiyatları, yalnızca sponsorlar ve özel sermaye tarafından finanse edilen ilk Oyunlar oldu. Bu, genelde sporun, özelde Olimpiyatların tamamen ve müthiş bir hızla ticarileşmesini simgeleyen ilk hamleydi. Kapitalizmin bu yeni ve daha vahşi evresinde, ona uygun politikaları spor alanında hayata geçirmek üzere, Juan Antonio Samaranch, 1980-2001 arası süren başkanlığında, Oyunlara bugünkü şeklini verdi.

AMATÖRİZM VE OLİMPİYATLAR

Olimpiyatlar bugün milyarder “süperstar” atletlerle, üniversite öğrencisi amatör atletlerin bir arada yarışabildiği bir arena. Ancak günümüzde olimpik bir spor dalı yaygınlaştığı ve ticarileştiği ölçüde amatörlüğün izlerine rastlamak da imkansız hale geliyor. Pek çokları için, Olimpiyatlarda amatör ruh, neoliberal evre diye tanımladığımız ’80 sonrası dönemden itibaren kayboldu. Peki, gerçekten böyle mi? Bu sorunun cevabını vermeden önce, Olimpiyatların romantize ederek kendisiyle özdeşleştirdiği, ancak bir yandan da imkansız kıldığı amatörizmin, sporun bir endüstri haline dönüştüğü kapitalist dünyada ne anlama geldiğini sorgulayalım.

Her şeyden önce “amatörlük”, karşılığında ücret almadan harcanacak boş vakti zorunlu kılar. Bu özelliğiyle, anında sınıfsal bir niteliğe bürünür ve emekçi sınıflar için erişilmesi zor hale gelir. Üst sınıflar, sporu keyiflerince değerlendirecekleri bir boş zaman aktivitesi olarak kurgular ve bunun karşılığında para kazanılmasını küçümserler. Emekçi sınıflarınsa, sponsorlar, burslar vb. tarafından desteklenmedikçe, böyle bir şansı yoktur ve zaten burjuvazi kitleselleşen sporları birer endüstri haline dönüştürdükçe, bu imkansızlaşır. Dolayısıyla kapitalist dünyada sistem içinde kalmayı savunarak, amatörizmin yüceltilmesi, sporu ancak ayrıcalıklı sınıfa has bir aktiviteye indirgemek anlamına gelir. Bunu bir kenara not ederek, devam edelim. Olimpiyatlar, hiçbir zaman, kendi iddia ettiği şekilde “amatör” olmamıştır.

Antik olimpiyatlarda dahi sporcuların ne kadar amatör olduğu tartışmalıdır. Antik dönemin atletleri de, tıpkı bugün olduğu gibi, başarıları karşısında cömertçe mükafatlandırılıyor, vergilerden muaf tutuluyor ve şöhret elde ediyordu. Üstelik bir şehrin temsilcisi olarak görülüyor ve bu sebepten başarılı olabilmesi için tüm gününü idmana harcaması gerekiyordu. Tıpkı, bugünün profesyonel sporcuları gibi.

Sporda metalaşma, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde hızlanmış, 1980 sonrası neoliberal dönemde de tavan yapmıştır. Ancak Olimpiyatlarda amatörizmin, özellikle 1950’ler itibariyle, zaten anakronik bir terim olduğunu vurgulamakta fayda var. 70’lere doğru, televizyon gibi kitlesel medya araçlarının yaygınlaşması ve organize sporların endüstriyelleşmesi, sporların küresel çapta hızla metalaşmasını getirdi. Ünlü markalar, organizasyonları ve sporcuları domine etmeye başladı. 1972 Olimpiyatlarında Nike, ABD’li atlet Steve Prefontaine’e sponsorluğuyla, yeni koşu ayakkabılarını tanıttı. Bu ve bunun gibi hamleler, amatörizmin kalıntılarını iyiden iyiye temizledi. Zaten dünyada neoliberalizmin hakim ideolojik güç haline gelmesiyle de, Olimpiyatların, Soğuk Savaş’ın taraflarının bilek güreşi olma özelliği sonlandı. Artık çift kutupluluğun sona erdiği, daha vahşi bir kapitalizm formunun küresel çapta örgütlendiği yeni bir dönemde, olimpik arenada da yeni bir devre adım atılıyordu.

NEOLİBERALİZM DÖNEMİNDE OYUNLAR

Bu devirde oyun tamamen neoliberalizmin kurallarına göre oynanıyor. Sadece Olimpiyatlar değil, bütün mega spor organizasyonları (Dünya Kupası, Kış Olimpiyatları vb.) kapitalizme eşsiz bir yol arkadaşlığı yapıyor. Oyunlar, her şeyden önce, kapitalizmin bir örgütlenme aracı olmuş durumda. Özenle endüstrileştirilmiş sporlar, muazzam kitleselliklerini kullanarak, dünyanın en ücra köşelerine nüfuz ediyor ve kapitalizme içkin değerlerin propagandasını yapıyor. Bir diğer deyişle, kapitalizmi ve onun uygulamalarını meşrulaştırıyor.

Örneğin 1980’lerden bu yana küresel çapta bir kentsel dönüşüm furyasına tanıklık ediyoruz. Geçmişin büyük sanayi kentleri, endüstri alanlarını emeğin daha ucuz olduğu bölgelere transfer ediyor ve kendilerini hizmet yoğun, finans kentlerine dönüştürüyor. Bu dönüşüm sırasında, kaçınılmaz olarak, geçmişte kentin merkezinde kalan emekçi mahallelerine el koyma, alt sınıfları buralardan sürerek, değerli arazileri egemen sınıfa sunma süreci yaşanıyor. Çoğu zaman şiddetin devreye girdiği bu zorla yerinden etme ve el koyma sürecini meşru kılacak, bu sürecin katalizörü olacak dış faktörlere, propaganda malzemelerine ihtiyaç vardır. İşte Olimpiyatların ve diğer mega spor organizasyonlarının, 1984’ten bu yana uğradıkları neredeyse her kentte, bu sürecin önemli bir aktörü haline gelmesi tesadüf değildir. COHRE’nin (Barınma Hakkı ve Zorunlu Tahliyeler Merkezi) raporlarına göre, 1988 Seul Olimpiyatları’ndan beri, olimpiyat, dünya kupası gibi mega spor organizasyonlarına ev sahipliği yapan kentlerde, yaklaşık 3.5 milyon kent yoksulu evsiz bırakıldı ya da yerinden edildi. Seul, Pekin, Vancouver, Güney Afrika’da Johannesburg, Cape Town ve Durban, Londra bu süreçler hayli şiddetli ve sancılı geçti ve şimdi de 2016 Olimpiyatlarını düzenleyecek olan Rio de Janeiro benzer bir gelişmenin adayı. Güney Afrika örneğinde olduğu gibi, kent yoksullarının üzerinde, “Bütün dünyanın gözü üzerimizde olacak. Sizin kentin ortasındaki perişan ve yoksul haliniz yüzünden dünyaya rezil olamayız” söylemi üzerinden baskılar oluşturuldu. Cape Town, apartheid döneminden beter görüntülere sahne oldu. Yaşadıkları mahallelerden zorla sürgün edilen binlerce insan, demir tellerle çevrili “toplama kampları”nda yaşamaya zorlandı. Kuşkusuz halkın üzerinde “Dünya Kupası düzenleyeceğiz. Dünyanın geri kalanına rezil olmamalıyız” baskısı oluşturulmasa, böylesi insanlık dışı bir muameleyi Güney Afrika’nın geri kalan kesimine kabul ettirmek mümkün olamazdı.

Bu, Olimpiyatların başını çektiği mega spor organizasyonlarının kapitalizmle olan ittifakının çarpıcı bir örneği. Ve üst üste dünya kupası ve olimpiyatlara ev sahipliği yapacak olan Rio de Janeiro da, bu süreci acılı bir şekilde yaşamaya şimdiden başlayarak, “ittifak”a yeni örnekler sunuyor.

Elbette Olimpiyatların ve diğer mega spor organizasyonlarının kapitalizmin bir güçlendiricisi, yayıcısı ve meşruiyet sağlayıcısı olma özelliği bunlarla sınırlı değil. Spor, bugün, egemen sınıfın çıkarlarının ve değerlerinin yeniden üretilmesi ve yaygınlaştırılmasında önemli bir araç olarak kullanılıyor. Bu değerlerin arasında, piyasacılık, milliyetçilik ve cinsiyetçilik başı çekiyor. Bunda, endüstriyel sporların en tepesindeki lokomotif kurum olarak IOC ve Olimpiyatlar da kendi üzerine düşen rolü gerçekleştiriyor.

MİLİTARİZASYON ARACI

1972 Münih Olimpiyatlarında Kara Eylül üyesi Filistinli militanların İsrailli atletleri kaçırması ve 11 kişinin ölmesi olaylarının ardından, “güvenlik”, Olimpiyatlar için her zaman önemli bir endişe olmuştur. Ancak 11 Eylül sonrasının gözetim toplumunda, bu tip endişelerin, her türlü muhalefete baskı uygulamanın ve gündelik hayatı zapturapt altına almanın bir bahanesi haline geldiğini de biliyoruz. Bu “trend”, dünya çapında güvenlik sektörünün tavan yapmasına sebebiyet verdi. Olimpiyatlar, bugün bu sektörün de en iyi oyuncaklarını görücüye çıkardığı bir nevi fuar işlevi görüyor. 20 bine yakın silahlı güvenlik personelinin görev yaptığı 2012 Londra, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, Londra kentinin gördüğü en büyük askeri hareketliliğe neden oldu. Oyunlar süresince, bir uçak gemisi, Thames nehrinde aportta bekledi. Karadan havaya füze sistemleri gökyüzünü kontrol etti. İnsansız hava araçları stadyum semalarında gezdi, silahlı FBI ajanları kentte fink attı.

Ancak bunlardan daha önemli “güvenlik” hamlelerini, Stephen Graham, Guardian’da şöyle anlatıyor: “Londra Olimpiyat Oyunları’nda 2006 yasası devreye sokuldu. Bu yasaya göre özel güvenlik güçlerinin ‘İşgal et’ tipi eylemlere müdahalesi yasallaştı.

Bunların yanı sıra, Londra, gözetim toplumunun en yeni araç gereçleriyle donatıldı. Zaten mahalleleri soylulaştırma tehdidi altında olan Doğu Londralı emekçiler, evlerinin tepesinden sarkan füze sistemlerinden şikayet ediyor ve “Asıl sorun, bunlar bir kez buralara yerleştirildi mi bir daha gitmez” diyordu. Ne kadar haklı! Atina 2004 sırasında kente yerleştirilen 300 milyon dolarlık süper-panoptikon kapalı devre televizyon ve bilgi sistemleri, Olimpiyatların bıraktığı mali enkazın da pay sahibi olduğu ekonomik kriz sırasında, pek çok kez ayaklanan Yunan halkına karşı, güvenlik güçlerinin en güvenilir silahlarından biri oldu. Yine Rio de Janeiro’da, bugünlerde, vahşi kentsel dönüşüm ve yerinden etme süreçlerini arka arkaya yaşayan Brezilyalı emekçilere karşı da, polise bağlı “Pasifizasyon ekipleri” oluşturuldu. Bu ekipler, Dünya Kupası ve Olimpiyatlar sebebiyle kentsel dönüşüme tabi tutulacak favela mahallelerini “pasifize etmek”le görevli. Bu birliklerin, daha uzun süre, Brezilya burjuvazisine hizmet edeceğine emin olabiliriz!

IOC DİKTASI

Graham’in Olimpiyatlar için güzel bir tanımı var: “Kuruluş ideallerinin çok uzağında olan günümüz olimpiyatları, hızla büyüyen eşitsizlik, tekellerin genişleyen gücü, güvenlik sistemi komplekslerinin yükselişi ve çok daha otoriter bir yönetme tarzına doğru geçişi bünyesinde somutlaştırıyor.

Kuşkusuz Olimpiyatların ve diğer mega spor organizasyonlarının hakim sınıfın çıkarlarını, küresel çapta trendlerini yansıtma konusunda bu denli başarılı olmasının bir açıklaması var. Bu da, son derece anti demokratik ve güçlü bir kurum olan IOC’nin mutlak hakimiyeti, denetlenemez oluşu ve diğer tüm kurumlardan bağımsızlığı. Sistem içerisinde (Türkiye’de TOKİ’ye benzer şekilde) sorgulanamaz bir egemenliği olan IOC, dış müdahaleyle, ülkelerin yasalarını değiştirebilecek güçte. Örneğin yukarıda bahsettiğimiz “Londra Olimpiyat Oyunları 2006 Yasası”, bizzat IOC’nin, “Yoksa olimpiyat düzenleyemezsiniz” tehdidiyle Britanya parlamentosuna çıkarttığı; Olimpiyata dair her şeyi (marka, ürünler, arsa kullanımı, ulaşım, kamusal alan) IOC’nin çıkarlarına göre koruma altına alan bir hukuki dayatmadır. Bu dayatmalardan biri de, meşhur 51. maddedir ki, buna göre, “Olimpiyat alanının bütün bölümlerinde gösteri ya da politik, dini, etnik propaganda yasaktır.” IOC’nin bunları yapacak gücü vardır. Hükümetlerse, yalnızca IOC ve Olimpiyat sponsorlarının kâr ettiği bu sirki (Olimpiyatlardan kâr etmiş bir ülke yok. Olimpiyatlar döneminde turizm gelirleri bile düşmektedir), hem “Olimpiyat” markasını kullanarak prestijini arttırma, hem de zaten o mevzubahis Olimpiyat sponsorlarının kontrolünde oldukları için kabullenmektedir.

Kısacası, bugün Olimpiyatlar, kadim sponsorları olan McDonald’s, Coca-Cola, BP, Rio Tinto, Dow Chemical vb.’nin kuklası konumunda olan, ancak diğer güçlerce kesinlikle sorgulanamayan bir IOC’nin, yani 3-5 kişinin elinde, bu kesimlerin Olimpiyat markasını kullanarak, kendi çıkarlarını tüm dünyaya dayatmalarının kârlı ve prestijli bir aracından başka bir şey değildir. Olimpiyatlar, en başından bu yana burjuvazinin hakimiyetindeki oyunlardır, ancak son 30 yılda neoliberalizmin yükselişine paralel olarak, daha dayatmacı, anti-demokratik ve piyasacı hale gelmiştir. Toplumda radikal değişimler olmadıkça, Olimpiyatları eriştiği bu halk düşmanı karakterden kurtarmak da mümkün olamaz.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑