2006’da yaşanan sosyal-politik ve iktisadi olay ve gelişmeler, kuşkusuz yalnızca son bir yılın olgu ve olaylarıyla açıklanamaz. Bu, kapitalist emperyalizmin ürünü gelişme, çelişki ve çatışmaların temel etken ve nedenlerinin “belli bir zaman dilimi” içindeki gelişmelerin sınırlılığı içine çekilmesi ve kapsam ve içerikleriyle sonraki sürece etkilerinin daraltılması olurdu. Son bir yılın gelişmelerinin, bu zaman süresinde ortaya çıkma, çelişki ve ilişkilere yeni unsurlar katma, çelişki, çatışma ve gerici güçlerin açmazını daha belirgin biçimde açığa çıkarma gibi bir özelliği kuşkusuz vardır ve burada yapılacak olan da bir bakıma “olay ve gelişmelerin dökümü” üzerinden bunların neye işaret ettiklerini ortaya koymak olacaktır.
Ancak, Latin Amerika’dan Avrupa, Ortadoğu, Orta ve Güney Asya’ya; dünyanın hemen her bölge ve ülkesindeki gelişmelerin emek-sermaye ilişkilerinin; emperyalist-kapitalist rekabet ve pazar ve etki alanı mücadelesinin ürünü olarak ortaya çıkma özelliği göz önünde tutulmadan da, bu “döküm” ve anlamı yerli yerine oturtulamaz. 2006’nın gelişmeleri 2005 ve son yılların sahne olduğu gerginlik ve çatışmaların basit bir devamı değildirler ama onların daha karmaşık ve keskin biçimlerle sürmesi ve yeni unsurlarla zenginleşmesi dışında da ele alınamazlar. 2005’te Batı Avrupa’nın başlıca ülkelerinde, tekelci burjuvazi ve partilerinin uyguladıkları sosyal-politik ve iktisadi saldırılara karşı ortaya çıkan kitle eylemlerinin etkisi 2006’ya da uzanmıştır. İşçi sınıfı ve emekçilerin işsizlik, yoksulluk, açlık ve siyasal baskıyla “terbiye edilmesi” politikalarına duyulan tepki ve sermaye partileriyle hükümetlerine duyulan güvensizlik başlıca İspanya, İtalya, Almanya, Yunanistan, Fransa, İngiltere, Hollanda olmak üzere bu ülkelerin hemen hepsinde emekçileri yeni arayışlara yöneltirken, sermayenin “geleneksel” büyük partilerinden uzaklaşma eğilimi 2005’in en önemli olgularından biriydi. Bu eğilim 2006’da da devam etti ve örneğin Hollanda’da “Sosyalist Parti”ye güçlü bir yöneliş oldu. 2006, emperyalist sömürgecilerin halklara karşı saldırılarının artarak ve Irak-Afganistan gibi bazı ülkelerde yoğunlaşarak devam ettiği bir yıl oldu. Tekelci burjuvazi askeri politikaları sürdürdü. Ekonominin askerileştirilmesi devam etti, vb.
KESKİNLEŞEN ÇELİŞKİLER, ARTAN SALDIRILAR
2006’ya girerken, dünyamız önceki yıllara göre, çatışma ve savaş koşullarıyla daha fazla yüklüydü. Olgular ve gelişmeler, 2006’nın zor bir yıl olarak yaşanacağına işaret ediyor; kapitalizmin büyük güçlerinin izledikleri politika bu yöndeki gelişmelerin ivme kazanarak devam edeceğini gösteriyordu. Bunun en önemli etkeni, ABD başta olmak üzere emperyalist büyük güçlerin pazar ve etki alanı mücadelesinin kızışması ve ona bağlı olarak izledikleri saldırgan yayılmacı politikalardı. Emperyalist rekabet ve çıkar gerginlik ve çatışmaları doğuruyor, bu da halklara artan sömürü, baskı ve saldırı olarak yansıyordu. Irak, Afganistan, Ortadoğu-Kafkasya’daki gelişmeler, ABD-AB üyesi ülkelerin ve ABD-Rusya; ABD-Çin ilişkilerinin seyri dünyanın daha fazla güvensiz hale geldiğini ve geleceğini gösteriyordu.
Gelişmeler bu yönde oldu ve bugün emekçilerle ezilen halklar açısından tehlike büyümeye devam ediyor. İktisadi-sosyal ve politik gelişmelerin son bir yıla ait kesiti, burjuvazi ve emperyalist büyük güçlerin dünyayı sürükledikleri gerginlik ve çatışma ortamının yeni çatışma, saldırı ve işgalleri kışkırtıcı işlev gördüğünü ve yoksulluk, işsizlik ve hak yoksunluklarını artırdığını gösterdi. Emperyalistlerle işbirlikçileri halkları birbirine karşı kışkırtma, milliyetçiliği ve şovenizmi yükselterek halkların kurtuluş mücadelesini sabote etme çabalarını yoğunlaştırdılar.
ABD’nin saldırgan yayılmacı politikaları, rakip emperyalistlerin silahlanmaya daha fazla sarılmalarının, işbirlikçi rejimlerin, halkın yoksulluğu ve daha fazla baskı altına alınması pahasına kaynakları silahlanmaya ve militarist örgütlenmeyi sağlamlaştırmaya ayırmalarının en önemli etkenlerinden biri oldu. Bush çetesi, insan ve canlı yaşamını tehdit eden ve doğayı kirleterek yaşanmaz hale getirme tehlikesi taşıyan zehirli atıkların etkisiz kılınmasıyla biyolojik-kimyasal-nükleer kitle imha silahlarının sınırlandırılması yönündeki uluslararası anlaşmalara karşı çıkmayı sürdürdü. Kitle imha silahlarını ve buna hizmet eden teknolojiyi geliştirme programları yenilendi. Uzayın silahlandırılması ve yeryüzündeki hakimiyet kavgası için kullanılması amaçlı “uydu yarışı” devam etti.
“Uluslararası terörizme karşı mücadele” adına hemen tüm ülkelerde halk kitlelerine yönelik baskı yoğunlaştırıldı. ABD’nin Irak işgalini sürdürmek üzere harcadığı para 400 milyar dolara yükseldi.[1] Almanya, 2007 bütçesinde, orduya 30 milyar Euro ayrılmasını ve bunun‚ tedricen artırılmasını kararlaştırdı. Emekçilerin yaşamı ve ilişkilerinin burjuvazi ve militarist aygıtının denetimi altına alınması yönündeki çalışmalar hız kazandı. Tüm ülkelerde siyasal şiddet ve gericiliğin yoğunlaştırılması yönünde yasal düzenlemeler devam etti. İstihbarat örgütleri, ordular ve polis teşkilatları emekçilere ve sistem muhalifi güçlere karşı savaş koşulları yasalarıyla hareket ettiler. Orduların “iç güvenlik gücü olarak kullanılması” yönünde yasal düzenlemeler sürdürüldü. İletişim, ulaşım, yerleşim ve çalışma alanları ve araçlarının istihbari ve polisiye denetimi yönünde yeni adımlar atıldı. Kameralı denetim sokaklardan ve işyerlerinden evlerin içine kadar genişletildi. CIA’nın uluslararası operasyon ve işkencelerinde AB ülkeleriyle Türkiye gibi taşeron ülkelerin yönetimleri ve gizli servisleri aktif rol oynayarak işkenceli cezaevlerine sahiplik yaptılar ve göz yumdular.[2] Batı Avrupa ve ABD’de “göçmenler”e yönelik baskılar arttırıldı. Burjuva emperyalist politikalar şoven milliyetçiliğe güç verdi. Bağımlı ülkelerde faşist, gerici ve ırkçı parti ve akımlar emperyalist baskı ve dayatmaları da istismar ederek güç topladılar. Avrupa ülkeleri yöneticileri ve ABD‘deki en gerici, şoven ve faşist kesimler, yabancı düşmanı, ırkçı ve inanç farklılıklarını istismara dayanan politikalarıyla emekçiler arasında güvensizlik yaymaya ve onları “yerli-yabancı” “Müslüman-Hıristiyan” olarak birbirlerinden ayrı durarak sermayeye karşı mücadelede birliği gerçekleştirmekten alıkoymaya çalıştılar.
“Dünyaya barış ve demokrasi getirme” iddiasındaki Amerikan emperyalizmi ve işbaşındaki yönetiminin izlediği politikanın dünyayı ateşe verme politikası olduğu daha da belirginlik kazandı. Amerikan haydut yönetimi, “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi”ne yönelik saldırı ve entrikalarını ve Orta Asya-Kafkasya’da etki alanını genişletme çabalarını sürdürdü. ABD, emperyalizmin en keskin kılıcı olarak Ortadoğu‘da, Orta Asya‘da ve Latin Amerika’da askeri müdahalelere girişerek, sabotajlara başvurarak ve iç karışıklıklar çıkararak yayılma ve yerleşme çabalarını sürdürürken, Rusya başta olmak üzere rakip emperyalistlerle ilişkileri daha da gerginleşti. Bu politikanın bölgemiz halkları açısından en önemli sonucu baskının ağırlaşmasıydı. Amerikan yönetiminin izlediği politika, işgal ve savaşların bölge düzeyinde daha geniş bir alana yayılmasına hizmet ediyordu. Girişim ve hazırlıkları da bu yöndeydi. Irak’ta sürdürülen katliama, İran, Suriye, Lübnan ve Filistin’e yönelik tehdit, baskı, kuşatma ve saldırılar eşlik etti. Gürcistan ve Ukrayna’da örgütlenen “turuncu”, “kadife”(!) vb darbelerden esinlenen işbirlikçiler Londra, Washington, Paris gibi emperyalist merkezlerde üslenerek Suriye, Lübnan gibi ülkelerde benzer girişimler için hazırlıklarını artırdılar. Lübnan‘da üst üste meydana gelen sabotaj ve suikastlar ABD-İsrail politikasının unsurları olarak kullanıldılar. ABD ve Fransa; her biri kendi çıkarları yönünde Suriye‘yi Lübnan üzerinden köşeye sıkıştırmaya çalıştılar. Lübnan, artan biçimde, İsrail, ABD ve Fransa tarafından karışıklıklara sürüklendi. İsrail’in Lübnan’ı işgali, ABD-İsrail politikalarının sömürgeci politikalar olduğunu bir kez daha kanıtladı. Casusluk örgütleri, Lübnanlı yandaş üst düzey politikacılara düzenledikleri suikastlarla direnişçi güçleri zor duruma düşürme ve anti Amerikan güç birliğini yıkma politikasını yoğunlaştırdılar. İran’a yönelik kuşatma sürdü. Irak’ta batağa saplanmış ve ilan ettiği hedeflerine ulaşamamış -bu olanaklı da görünmüyor- Amerikan emperyalistleri mezhep çatışmalarını kışkırtan provokasyon ve sabotajlara daha fazla sarıldılar. İsrail, Filistin topraklarını işgali sürdürürken, Lübnan ve Suriye‘ye karşı provokasyonlarını artırdı ve İran’a karşı savaş kışkırtıcılığını sürdürdü. Amerikan emperyalistleri, Kürt ve Filistin sorunlarını istismarı devam ettirdiler. ABD, Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan, Katar, Emirlikler ve Mısır’ı daha sağlamca yedeklemek; Irak’taki direniş karşısında içine düştüğü açmazdan çıkmak, İran ve Suriye’yi tecrit ederek darbelere açık duruma getirmek, “PKK’ya karşı mücadelede işbirliği” adına, Türkiye’yi Kürt sorunu üzerinden işbirlikçiliğe daha fazla mahkum etmek vb. için diplomatik -istihbari- ekonomik ve politik trafiği yoğunlaştırdı; Türkiye ve bölge ülkelerinin daha büyük kargaşayla yüz yüze gelmesi için her yolu denedi. Hammadde kaynakları ve onların Batı pazarlarına iletim yol ve hatlarının denetimi kavgası Ortadoğu’yu daha fazla istikrarsızlaştırdı. Bölge ülkelerinin ilişkileri daha fazla gerildi.
İşleyen, emperyalist kapitalizmin yasalarıydı. Pazarlar ve hammadde kaynakları üzerine rekabet kızışırken, silahlanmaya ve şiddet mekanizmasının güçlendirilmesine daha fazla kaynak ayrıldı; üretimdeki artışa ve ekonomik büyümeye rağmen işçi ve emekçilerin yaşamı ve çalışma koşulları daha fazla kötüleşti, işsizlik yoksulluk ve açlık arttı.
ABD’NİN VE EMPERYALİSTLERİN AÇMAZI
ABD’nin içine düştüğü açmaz ve NATO’nun Afganistan’da “düzen tutturamaması”, emperyalistlerin, muazzam şiddet makineleri ve saldırı güçlerinin üstünlüğüne karşın, yenilebilir olduklarının da kanıtıdır. Irak‘ta süren direnişin, onca katliamlara ve mezhep-milliyet çatışmalarını körükleyen emperyalist provokasyonlara karşın giderek güç kazanmasını sağlayan halk desteği ve Filistin ve Lübnan’daki anti Amerikan -anti Siyonist direnişin gösterdiği yükseliş emperyalistlerin ve en başta da ABD emperyalizminin er geç yenilgiye uğratılacağının somut dayanak ve göstergeleri oldular.
Somut göstergelerinin başlıca Irak, Ortadoğu, Afganistan ve Latin Amerika’da görüldüğü üzere emperyalist büyük güçlerin sınıflar, devletler ve ülkeler arası ilişkileri değişmez-değiştirilemez biçimde belirleme gücüne sahip oldukları yönündeki burjuva propagandanın dayanaksızlığı yeniden kanıtladı. Çelişkilerin keskinleşmesi ve halkların antiemperyalist anti Amerikan öfkesinin kabarmasının da etkisi altında, Amerikan suç makinesi geri düğmesine basma zorunluluğuyla karşı karşıya geldi. Suriye ve İran’ın suçlanması için imal edilen “terörist eylemler” üzerinden sürdürülen propaganda inandırıcılığını daha fazla yitirdi: Lübnan’da üst üste düzenlenen bombalı suikastların CIA-MOSSAD imalatı olduğu yönündeki kuşkular güçlendi; Suriye’yi köşeye sıkıştırmak, İran’dan “eski ve ‘yarım kalmış’ kapışma”nın hesabını sormak, İsrail’in bölgedeki korsanlığı için ortam oluşturmak ve halklara karşı hainlikte sınır tanımayan işbirlikçileri işbaşına getirmek için başvurulan yol, yöntem ve araçlar ABD haydutluğunun hedeflerini deşifre ederken, onun açmazlarını daha da belirgin biçimde ortaya çıkarıyordu.
ABD ve NATO üyesi güçler bağımsızlık isteyen halkların eylemleri karşısında “geri basmak” zorunda kaldılar. Amerikan emperyalistleri, üç yıllık işgal ve sekiz yüz bine yaklaşan kitlesel kırıma karşın kazanamayacaklarını görmüş olmanın “şoku”nu yaşıyorlar. Bush ve çetesi, “Irak‘ta işlerin iyi gitmediğini, hatalı değerlendirmeler yaptıklarını” açıklayarak “Irak politikasının değişimi”ni gündeme getirmek zorunda kaldılar. Bush yönetiminin Ortadoğu ve Irak politikasını sorgulayan ABD halkı, Senato ve Temsilciler Meclisi seçimlerinde “Cumhuriyetçiler”e hayır diyerek bu politikanın değiştirilmesini istedi. İzlediği saldırgan-yayılmacı politikanın içerde halk kitlelerine getirdiği külfetlere duyulan tepkilerin açık sonuçlarıyla karşı karşıya gelen ve Senato ve Temsilciler Meclisi seçimlerde açık biçimde yenilgiye uğrayan Bush yönetimi, D. Rumsfield gibi, işgal ve yayılmacı politikanın bağnaz savunucusu bir bakanı görevden almak zorunda kaldı. Amerikan saldırganlığının pervasız temsilcilerinden R. Perle, Irak‘ı işgal etmenin “yanlış olduğunu” açıkladı; bir diğeri –“beton kafa” J. Bolton- BM Amerikan Temsilciliği görevinden istifa etti. Bush çetesinin suç ortağı ve İngiliz sömürgeciliğinin günümüzdeki temsilcisi Blair, Irak‘a müdahalenin “bir felakete yol açtığı”nı kabul etti. Irak’taki durumu ve izlenecek politika değişikliğini görüşen “Irak Çalışma Grubu”na destek olduğu belirtilen eski Dışişleri Bakanı ve ABD’nin uluslararası politikalarının inşasında önemli sorumluluğu olan Henry Kissinger, ABD’nin bugünkü durumda Irak‘ta bir askeri zaferinin “imkansız olduğunu”” belirterek uluslararası konferans önerisinde bulundu. Amerikan yönetimi, “terörist politikanın ve terör örgütlerinin destekçisi” göstererek saldırı hedefine koyduğu Suriye ve İran ile “işbirliği yapılması”nı gündeme getirdi. ABD ve İran yönetimlerinin karışlıklı tehditlerini Talabani-Ahmedinejad- Esad görüşmelerinin planlanması izledi. Ahmedinejad ve Talabani, “işbirliğinden duyacakları memnuniyeti” dile getirdiler ve “eski dostlukları”nı yad ederek, “bölge istikrarı” üzerine “yeni politikalara olan ihtiyaç”tan söz ettiler. BM Genel Sekreteri Kofi Annan, ABD’nin “bir şekilde Irak’ta kapana kısıldığı”nı; “ne kalabiliyor, ne gidebiliyor” duruma düştüğünü belirtti.[3]
Talabani Irakta güvenliğin sağlanması için İran yönetiminden açık yardım talebinde bulunurken, Ahmedinejad ile -karşılıklı olarak- “her türlü işbirliğine hazır olduklarını” açıklamasıyla da Amerikan politikasına güven yitimi içinde olduklarını göstermiş oldu. Bunu, Barzani ve öteki Kürt yöneticilerin ABD’nin “Irak politikasını yenileme taktiği”ne itirazları izledi.[4] ABD, İran ile ilişkilerin geliştirilmesini bir tek koşulla; Irak’taki direnişin kırılmasına İran’ın yardımcı olması koşuluyla kabul edebilirdi, ama Talabani’nin Ahmedinejad ile görüşmesi ardından yapılan açıklamalar ise bu kalıba sığmıyordu! İran ile “ilişki”nin bu tarzı ABD politikalarını zaafa uğratan ve İran lehine bir gelişmeye işaret ediyordu.
“Yeni Ortadoğu’nun oluşturulması zamanının geldiği” ve bunun askeri-politik, sosyal ve ekonomik-kültürel her yol ve araç kullanılarak ABD tarafından oluşturulacağı yönündeki ABD dayatmasının Amerikan-İngiliz ve İsrail açmazını derinleştirdiği bu son gelişmeler üzerinden daha açık biçimde belirginleşti. ABD yönetiminin önündeki en önemli sorunlardan biri, bugün Irak’ta içine düştüğü açmazı nasıl aşacağı ya da bataklıktan nasıl çıkacağıdır. Irak’taki işgal kuvvetlerini takviye etmesi ya da belirli bölgelere güç yığması, bataklıktan çıkış yolunu açar görünmemektedir. İran ve Suriye’yi kuşatma, “hatta vurma”dan geriye basarak onlarla işbirliği içinde Irak’taki açmazdan kurtulmaya çalışması, adı nasıl konursa konsun Ortadoğu ve uluslararası politikalarının ciddi bir darbe yediğinin göstergesidir ve “ricat”ı, sabotajlar ve yalan üzerine kurulu saldırgan politikasının kesin yenilgisini önlemek için yeni manevralara zorunlu kaldığını göstermektedir
Irak‘tan asker çekmenin ya da Irak dışında veya K. Irakta yoğunlaştırmanın tartışılması, Rumsfield‘in istifa zorunda kalması ve yerine İran ile işbirliğini savunan eski CIA şefi Bob Gates‘in getirilmesi, İran ve Suriye ile “masaya oturulması” ve “uluslararası bir konferans toplanması” önerisinin Bush tarafından da kabul edilebilir görülmesi, başarısızlığın açık itirafı vb, sadece açmazın kabullenilmesi bakımından değil, bölgede istikrar ve refahın sağlanması amacıyla değil, ama kaynakların zaptı, ulaşım yolları ve hatlarıyla pazarların denetimi için ve istikrarsızlık ve çatışma gücü olarak bulunulduğunun da kabullenilmesi demektir. Amerikan emperyalist şefleri “uluslararası camia” önünde bunu itiraf etmek zorunda kalmışlardır.
Bu gelişmeler, emperyalist rekabeti kışkırtıcı; emperyalistler arası güvensizliği ve kamplaşmayı geliştirici bir işlev de görmektedirler. Almanya ve Fransa, AB ordusu oluşturma politikası doğrultusunda ve “tehdit alanlarına müdahale” adı altında çeşitli ülkelere askeri operasyonlar düzenleyebilmektedirler. Başlıca emperyalist güçlerin her biri İran ile ilişkileri kendi çıkarları doğrultusunda yenilemeye çalışmaktadır. ABD-Rusya ‘mesafesi’ daha fazla açıldı. Emperyalist güçler önümüzdeki süreçte daha büyük sorunlarla karşı karşıya gelmeleri için yeterince ‘stok’ birikmiş durumdadır.
2007; İSTİKRARSIZLIK, GERGİNLİK VE ÇATIŞMALAR YILI
Uluslararası ve bölgesel gelişmeler, pazar ve etki alanları mücadelesinin daha sert çatışmaları gündeme getirecek biçimde keskinleşmeye yol aldığını gösteriyor. ABD, Latin Amerika’yı -orada önemli darbeler yemesine karşın-, “arka bahçe” olarak kullanma politikasından vazgeçmiş değil. Küba, Venezüella, Bolivya halklarının antiemperyalist mücadelesinin, Chavez ve Morales’in halkçı-ulusal politikalarının önünü kesmek için darbeci-sabotajcı çizgisini sürdürüyor. Meksika, Brezilya, Arjantin, Şili ve Uruguay halklarının aynı doğrultudaki muhalefeti, ABD’nin en önemli handikaplarından birini oluşturuyor ve O’nun “kıta”daki hegemonyasını zaafa uğratacak gelişmeleri engellemek için önümüzdeki dönemde daha fazla saldırganlaşması sürpriz olmayacaktır.
Bugün kapitalist dünyanın zenginlik sıralamasında başı çeken tüm ülkelerinde milyonlarca insan yoksulluk koşullarında yaşıyor; işsizler ve barınaksızlar on milyonları buluyor. Emperyalist ülkeler başta olmak üzere kapitalist dünyada “zengin-yoksul ayrımı” tekelci işletmelerin ve devlet gelirlerinin artışına karşın derinleşmeye devam ediyor. Düşük ücret ve maaş dayatması, burjuvazinin “dünya politikası”nın ana başlıklarından birini oluşturuyor. İşçi ve emekçilerin zorlu mücadelelerle elde ettikleri hakların yok edilmesi yönündeki iktisadi/sosyal uygulamaların ağırlaştırılarak sürdürüleceğini burjuvazi ve hükümetleri ilan etmekte sakınca görmüyor, aksine bunu, “rekabette geri kalmamak” adına zorunluluk olarak gösteriyorlar. “İşçilik maliyetinin yüksekliği”, saldırıları maskeleyen burjuva yalanlarının başında geliyor. Tekelci şirketlere vergi indirimi ve devlet eliyle teşvikler yapılırken, ABD, Almanya, İngiltere ve Fransa gibi en ileri kapitalist ülkelerde dahi emekçilerin vergi yükü artırılıyor; emeklilik yaşının yükseltilmesi, ikramiyelerin ve fazla mesai ücretlerinin düşürülmesi veya tümüyle iptali, çalışma süresinin uzatılması, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkının yasalardan çıkarılması yönündeki sermaye baskısı ve hükümet uygulamaları yoğunlaşarak sürüyor. Bütün bunlar, dünya ekonomisinin “ortalama %2 civarında büyüdüğü” açıklamalarının yapıldığı bir dönemin uygulamaları. IMF sözcüleri dünya ekonomisinin 2004’te %5 büyüme gösterdiğini, bu oranın 2005 ve 2006 için de beklendiğini açıkladılar.[5] IMF Başkanı Rodrigo de Rato, ‘Dünya Ekonomi Forumu İstanbul Zirvesi’nde “küresel ekonomik büyümenin hem 2006’da hem de 2007’de yüzde beş civarında olmasının beklendiği”ni açıkladı. Rato, Çin ve Hindistan’ın ekonomik büyüme için “önemli motorlar haline geldikleri”nden söz ediyor, “yaşadığımız an”ın, “tüm uluslar için büyük bir fırsat anı olduğunu” belirtiyor ve “küresel ekonomik ve mali piyasa koşullarından yararlanma”nın önemini vurguluyordu.[6] Bu gelişme ve açıklamalar, açlık, yoksulluk ve işsizliğin; düşük ücret ve sosyal hak gaspının ekonomik küçülme, kaynak azlığı ya da yokluğu nedenli olmayıp daha fazla kar sağlama ve artı değer sömürüsünü artırma amacıyla ilişkili olduğunu gösteriyor.
Aksine, bunlar, tekellerin karlarını daha da artırdıkları, büyük tekellerin küçükleri yuttukları ve tekel dışı kesimler üzerindeki baskıların arttığı, bağımlı ülkelerden kaynak akışının büyüdüğü bir dönemdeki kapitalist işleyiş ve ilişkilerin sonuçları olarak ortaya çıkıyorlar. Ve zaten daha az işçiyle daha fazla kazanmak için işçileri kapı dışarı etmeyi sürdüren kapitalistler, daha fazlasını işten atmayı “rasyonel planlama” adına gündemlerinin ön sıralarına aldılar. Uluslararası faaliyet yürüten otomotiv, iletişim, ulaşım, demir çelik ve kimya tekelleri gelecek yıl ve yıllarda da binlerce işçiyi işten atmayı sürdüreceklerini ilan ettiler.[7] Sosyal hak yoksunluğu dayatması; sosyal giderlerin emekçilerin kendilerine yüklenmesi politikası hemen tüm kapitalist ülkelerde, önemli ölçüde ve denebilir ki “başarıyla” uygulamaya geçirildi. Ekonomik büyüme başlıca kapitalist ülkelerde ve bağımlı kapitalist ülkelerin en önemlileri arasında olan Arjantin, Brezilya, Türkiye, İspanya, Yunanistan, Meksika, G. Kore vs ülkelerde devam etmesine rağmen, işçi ve emekçilerin gelirlerinde ve yaşam koşullarında bir iyileşme esas olarak gerçekleşmedi. 1.1 milyar dünyalının günde ancak bir dolar ve 2,7 milyar kişinin ancak iki dolar (Ayda 60, yılda 720) harcama yapacak gelire sahip olması durumu değişmedi. Ücretler, maaşlar ve küçük-orta kesimlerin gelirleri ya geriledi ya da yerinde saydı, issizlik büyüdü.
ABD’de kırk milyon kişi yoksulluk sınırları altında yaşıyor. Buna karşın silahlanmaya harcanan kaynak 2005 yılı itibariyle 850 milyar dolardı ve Irak işgali savaş sanayi ve iletişim-ulaşım sektörlerinde üretim artışına yol açan etkisine karşın, işgal güçlerinin yıkım için harcadıkları kaynağın muazzam büyüklüğü karşısında (yaklaşık 400 milyar dolar) bu artış “devede kulak” kalıyor ve savaşın yükü de emekçilere yıkılıyor.[8] Ekonomik büyüklük bakımından dünyanın ilk üç ülkesinden biri olan Almanya’da halkın %13’ü yoksulluk koşullarında yaşıyor. 1998’de %12 olan yoksulluk oranının 2005’te % 13’e çıktığı açıklandı. Ücretler ise, ekonomideki iyileşmeye, üretimde ve dış ticaret fazlalığındaki artışa rağmen 1991 yılı seviyesinde bulunuyor.[9] Fransa, İngiltere ve Japonya’da zengin-yoksul uçurumu giderek büyüyor ve çalışabilir nüfusun %5 ile 8’i işsiz durumda.
Pazarlar üzerindeki rekabetin kızışmasına bağlı olarak büyük güçler arasındaki “ticaret savaşları” hız kazandı. ABD, parasının değerini düşük tutarak rakiplerin pazar paylarını daraltma politikası izlerken, Çin ve Japonya ihracat pazarlarını koruyabilmek amacıyla ve ABD’nin ‘dolar oyunu’na karşı kendi paralarının değerlenmesini önlemeye çalışıyorlar. Asya merkez bankalarının, 3 trilyon dolara yaklaşan döviz rezervlerinin yüzde 80-90’ını ABD tahvil piyasasına yatırdıkları tahmin ediliyor. Bu, 646 milyar doları bulmuş olan ABD ödemeler dengesi açığı ve federal bütçe açığının finanse edilmesi anlamına geliyor. Ancak bu “işleyiş”, ABD için “patlamaya hazır bir bomba” tehdidi de oluşturuyor. Yabancı fonların geri çekilmesi, ABD için en azından büyük bir mali krize yol açabilecektir. ABD ekonomisinin (dünya ekonomisinde yüzde 30’dan fazla bir paya sahip), büyümeye devam eden cari açıklar, dış ticaret açığı ve artan borç miktarıyla, daha ne kadar “kazaya uğramadan ilerleyeceği” sorusu artık daha fazla sorulmaktadır. Amerikan ekonomisinde ortaya çıkacak bir kriz ise dünya ekonomisinde yeni bir kriz ve çalkantının nedeni olabilecektir.
Uluslararası tekellerle emperyalist ülkelerin bağımlı ülkelerin kaynaklarını yağmalamaları ‘devasa boyutlar’a ulaşmıştır. “Gelişmekte olan ülkeler” olarak adlandırılanları da içinde olmak üzere, bağımlı ülkelerin borç yığınağı, büyük meblağlı faiz ve borç geri ödemelerine karşın giderek büyüyor. Bağımlı ülkelerin halkları daha ağır sömürü koşullarına çekiliyor ve bu ülkelerin kaynakları daha fazla yağmalanıyor.
2007’nin ‘kapısı aralanırken’, eşikte görünen, işçi ve emekçilere yönelik sömürüyle halklarının daha fazla yoksulluğa sürüklenmesi pahasına, bağımlı ülkelerin yağmalanmasının artış göstereceğidir. Ekonomik-sosyal olgularla politik-askeri gelişmeler, Pentagon ve Beyaz Saray propagandacılarıyla CIA tezgahından geçmiş her türden Amerikan misyonerinin göstermek istediğinin aksine, ABD veya diğer herhangi emperyalist ülkelerle bağımlı kapitalist ülkelerin egemen sınıfları ve devletlerinin halkların refahı ve mutluluğuyla ilgili olmadıklarını; kapitalist emperyalizmin işsizlik, yoksulluk, hak yoksunluğu, militarist baskı, işkence, açlık, savaş ve cinayetleri ortadan kaldırma işlevi ve hedefinin bulunmadığını yeniden ve yeniden kanıtlıyor. Olay, olgu ve gelişmeler, her yönüyle daha çetin bir döneme doğru yol alındığını gösteriyor ve yaşananlar, ne kadar güçlü aygıtlara sahip olurlarsa olsunlar emperyalist şeflerin gelişmeleri iradi kararlarla yönlendirme olanağına sahip olmadıklarını ve olamayacaklarını; ezilenlerin antiemperyalist, antikapitalist mücadelesini engelleme olanaklarının giderek daraldığını göstermektedir.
HALKLARIN MÜCADELESİ
2006’da işçi sınıfı, emekçiler ve halklar uluslararası tekellerle emperyalist büyük güçlerin ve işbirlikçi tekelci gericiliklerin ekonomik-sosyal ve politik saldırılarına tepkisiz kalmadılar; yer yer ve bazı ülkelerde (Fransa, Almanya, Hollanda, ABD, Yunanistan, İtalya ve Türkiye gibi) çeşitli kitlesel protesto, direniş ve eylemleri gerçekleştirdiler. Ancak, uluslararası tekellere, hükümetlere ve kapitalistlere geri adım attıracak, izledikleri politikaları terke zorlayacak büyük, etkili ve yaygın işçi-emekçi eylemleri gerçekleştirilemedi. Bunun çok çeşitli etkenleri olmakla birlikte, hareketin örgütlenme ve mücadele alanındaki önemli zayıflıklarını aşamaması, dağınıklığın hala sürüyor olması, sermaye partilerine güvensizliğin artmasına ve devam etmesine ve bunun sonucu olarak emekçiler içinde yeni bir arayışın güçlü göstergelerinin ortaya çıkmasına karşın, bu arayışa uygun toparlayıcı ve birleştirici örgütlenmenin gerçekleştirilememesi, burjuva sendikal bürokrasisi barikatının yıkılamaması vb, önemli nedenler arasındaydı.
Buna karşın, işçi ve emekçiler hemen tüm ülkelerde saldırılara çeşitli biçimlerde karşı koymaya çalıştılar ve sessiz kalmadılar. Almanya, Fransa, İtalya, İspanya ve Hollanda gibi ülkelerde emekçi kitlelerin, hükümetlerin izledikleri iktisadi sosyal ve askeri politikalara gösterdikleri güvensizlik bu ülkelerdeki yerel ve ulusal ölçekli seçimlere yansıdı. Halkın asgari yaşam standartlarında gerilemeye, ücretlerin düşük tutulmasına, işsizlik yardımı, Noel ikramiyesi, fazla mesai karşılığı gelirlerin kaldırılması ya da kısıtlanmasına yol açan politikalarda ısrar eden hükümet ve partilere artan tepkisi, kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için mücadele edeceğini söyleyen “sol” ya da “sosyalist” partilerin seçim başarılarının en önemli etkeniydi. Kitlelerin taleplerini sahiplenenler destek görürlerken, sermayenin büyük partileri önemli oranda oy kaybına uğradılar. Fransa’da CPE yasasını (gençlerin kapitalistler yararına ve “deneme süresi” adı altında iki yıl çalıştırılıp işten atılmasına olanak sağlayan tasarı) protesto eden yüz binlerce gencin kent yoksulları ve işçiler desteğindeki büyük protestosu Sarkozy hükümetine geri adım attırdı. Irkçı söylemlerle gençleri aşağılayan hükümetin polis-jandarma gücüyle protestoları bastırma tutumu sonuçsuz kaldı. Yunanistan’da birkaç kez büyük gösteriler ve genel grev düzenlendi. İngiltere‘de ulaşım ve temizlik emekçileri hükümet politikalarını protesto ettiler. İsveç’te işçi, memur ve öğrenciler işsizlik kasasında yapılmak istenen değişiklikleri protesto gösterileri düzenlediler ve bunları “pazartesi ayaklanması” olarak adlandırdılar. Almanya’da sosyal politikalara ve işten atmalara karşı çeşitli protesto eylemleri yapıldı.
Amerikan ve öteki emperyalist ülkelerin dayattıkları politikalara karşı ezilen halkların direnişi ve protestoları, Latin Amerika‘da, Afrika ve Asya‘da yeni biçimler alarak sürdü ve bazı ülkelerde yükseliş gösterdi. Venezüella, Ekvador, Bolivya ve Meksika dikkat çeken eylemlere sahne oldular ve Amerikan yönlendirmesindeki darbelerle gerici sabotaj politikalarının yenilgiye uğratıldıkları ülkeler oldular. Chavez, ABD’nin tüm provokasyon ve darbeyle işbaşından uzaklaştırma girişimlerini boşa çıkararak ve onun Venezüella halkını baskıyla yönettiğine dair kara propagandayı etkisizleştirerek %61 halkoyu desteğiyle bir kez daha devlet başkanlığı görevine getirildi. Bu, uluslararası suç örgütü olarak örgütlenmiş Amerikan devlet gücü ve politikasına indirilmiş bir darbe işlevi gördü ve uluslararası alanda ezilen-bağımlı halklarla işçi ve emekçilere moral-manevi destek sağladı.[10] Hugo Chavez’e ya da Evo Morales‘e verilen halk desteği, onların toprakları topraksız ve az topraklı köylülerin yararına yeniden düzenlemeleri, petrol üretimini ülke ve halk çıkarları yönünde kullanma çabaları ve ulusallaştırma politikalarıyla Amerikan dayatmalarına karşı açık ve kararlı direnç göstermeleri dolaysız olarak rol oynadı. Venezüellalı, Bolivyalı, Ekvatorlu, Meksikalı, Brezilyalı ve Uruguaylı işçi ve emekçiler, emperyalist dayatmalara ve sömürgeci politikalara kararlılıkla karşı çıkan ve halkın talepleriyle birleşip o doğrultuda uygulamalar gerçekleştiren halkçı-demokratik yönetimleri ve politikacıları yalnız bırakmayacaklarını ortaya koydular.
Lübnan, Suriye, İran, Irak ve Filistin‘de ABD-İngiliz emperyalizminin sömürge politikalarına halkların direnişi yükseliş gösterdi. Kiminde yüz binler, kiminde milyonlar sokaklarda ve silahlı eylemlere girişerek emperyalist-Siyonist saldırganlığa direndiler.
Amerikan emperyalizmi ve korumasındaki İsrail Siyonizm’inin Lübnan‘a karşı giriştiği işgal, Arap-İsrail Savaşları tarihinde ilk kez Lübnan halkının Hizbullah ve öteki Lübnanlı örgütlerin birleşik direnişi ve yurtsever savaşıyla püskürtüldü. İsrail-Amerikan politik-askeri stratejisi önemli bir darbe yedi. Hizbullah yöneticileri ve öteki direniş güçleri, İsrail saldırılarıyla Amerikan planları arasındaki ilişkiye işaret ederek “Bush politikalarının defedilmesi” zorunluluğunu vurguladılar ve mücadeleyi sürdüreceklerini açıkladılar. İsrail yönetimi, Lübnan’da halkın direnişi sonucu püskürtülmesi ve Suriye ve İran’a yönelik provokatif politikalarının başarısızlığa uğraması sonucu “hatalarını irdeleme gereksinimi duyduğunu” açıkladı ve askeri üst bürokraside tasfiyeleri gündeme getirdi. İsrail’de yüz bin kişi, Siyonist politik yayılmacılığı ve Amerikan piyonluğunu protesto ederek “Arap-Filistin İsrail çelişkilerinin dostane çözümü” isteklerini yineledi.
TÜRKİYE; BOYUTLANAN İŞBİRLİKÇİLİK, SALDIRI VE AÇMAZ
Türkiye, işbirlikçi gericilik tarafından emperyalistlerin, özellikle de Amerikan emperyalizminin Ortadoğu, Orta Asya ve Kafkasya stratejilerinin içine çekilmesinin; bölgede komşularına karşı gerginlik politikaları izlemesinin ve içeride halk kitlelerine karşı saldırı ve baskıyı yoğunlaştırmasının sorunlarını 2006’da daha da ağırlaşmış biçimde yaşadı.
AKP hükümeti, uluslararası sermaye ve işbirlikçi tekelci burjuvazinin çıkarlarının ifadesi olan politik ve iktisadi-sosyal uygulamaları sürdürdü. Sosyal iktisadi hemen tüm alanlarda burjuvazi yararına düzenlemeler gerçekleştirildi. Özelleştirmeler hızlandı. En büyük “kamusal” işletmelerin satışa çıkarılması hükümetin “övünç kaynağı” oldu. Sosyal harcamalar kısıtlandı, tarımsal üretim için sübvansiyonlar, küçük ve orta boy işletmelere sağlanan destek, tekellerin çıkarları yönünde kaldırıldı. Düşük ücret dayatması, işten atmaların kolaylaştırılması, zenginlere vergi indirimi, özelleştirmede son darbeleri vurma vb, hükümetin gündemini oluşturdu. Eğitim ve sağlık kapitalist işletme kurallarına daha fazla bağlandı. Emekçilerin eğitim ve sağlık “hizmeti”nden yararlanmalarının yolunu kapatan yasa tasarıları hazırlandı ve bunların 2007 başında yürürlüğe girmeleri için hazırlıklar tamamlandı. Ekonomide, 2001’deki krizin ardından ve halkın gereksinmelerini karşılama olanaklarının daha fazla kısıtlanması pahasına sağlanan ortalama %5-6 civarındaki büyüme ve enflasyonun %10 civarlarına düşürülmesi, kitleler içinde ekonominin iyiye doğru gittiği görüşünün güç bulmasını sağlarken, tekelci sermaye ve kapitalistler artı değer sömürüsünü yoğunlaştırdılar, kaynakların yağması pervasız biçimde sürdürüldü.[11] İzlenen faiz ve döviz politikalarıyla ve vergi indirimi ve teşviklerle karlarını artırdılar ve küçük ve orta boy işletmelerdeki kapanma ve iflas artışı pahasına ve onları da yutarak faaliyet sahalarını genişlettiler.[12] Kapasite kullanımı ve verimlilik artışını sürdürdüler ama daha fazla sayıda işçiyi de kapı dışarı ettiler.[13] Düşük ücret dayattılar ve asgari ücretin düşük tutulması için hükümeti baskı altına almayı sürdürdüler. TÜSİAD ve TOBB yöneticileri, IMF-Dünya Bankası sözcülerinin açıklamaları doğrultusunda “asgari ücretin yüksekliği” demagojisini sürdürerek “bölgesel asgari ücret uygulamasına geçmenin yararları” üzerine demagojik açıklamaları yoğunlaştırdılar. TÜRK-İŞ araştırmaları 652 YTL’yi açlık sınırı ve 1971 YTL’yi yoksulluk sınırı olarak belirlerken, 260 dolara denk gelen 380 YTL’lik asgari ücretin yüksekliği tartışmalarını yürütebildiler. İzlenen iktisadi politikalar ve tarım ve sanayinin uluslararası tekellere açılması ya da onların “serbestçe faaliyeti” için yeniden düzenlenmesi sonucu tarımsal üretim bir yılda, önceki 25 yıllık dönemin toplamından da fazla olarak geriledi. AKP Genel Başkanı ve Başbakan Erdoğan’ın, “satın alma gücünüz düştüyse partime sakın oy vermeyin” meydan okumasına karşın, Türkiye’nin, açlık sınırı koşullarında yaşam mücadelesi veren en yoksul 14 milyon kişinin günlük ortalama bir dolar ancak harcayabildiği bir ülke olması durumu değişmedi. Bu yoksullaştırma politikaları pahasına tekellerin karları büyüdü: Doğan Holding, yılın ilk 9 ayı itibarıyla net karını 874 milyon YTL (690 milyon dolar)’a; Sabancı Holding ise aynı dönem için net karını 419 milyon YTL’ ye çıkardı. Tarımsal nüfus, büyük sosyal ve ekonomik problemlerle yüz yüze geldi.[14]
Siyasal baskı yoğunlaştırıldı. Demokratik haklar için mücadele eden yurttaşlara, ulusal hak eşitliği isteyen Kürtlere, devlet ve hükümet politikalarını eleştiren yazar ve politikacılara, ekonomik-sosyal haklar için mücadeleden yana sendika ve diğer kitle örgütlerine yönelik saldırılar arttı. ABD’nin Ortadoğu politikasına karşı tepkinin yükselişine yaslanan ve Kürt sorununda çözümü geleneksel inkarcı politikanın sürdürülmesinde ve şiddet ve Türk milliyetçiliğinin güçlendirilmesinde arayan şoven gerici kesimler birbirleriyle “kim daha fazla milliyetçi” yarışına da girerek demokratik haklar mücadelesine karşı saldırıları yoğunlaştırdılar. “Özgürlüklerin sınırlarını genişletme” adına ceza yasaları ağırlaştırılarak kapsam ve etki alanları genişletildi. Generallerin, “teröre karşı etkin mücadelede eli kolu bağlı kalmamak” iddiasıyla olağanüstü hal yasalarına geçiş istekleri doğrultusunda TCK, Adalet Bakanı’nın açıklamasıyla “Askeri kanat, polis ve MİT’in terörle mücadele konusundaki istek ve talepleri” doğrultusunda değiştirildi. “Türklüğe hakaret”i ceza konusu edinen ve “dünyanın neresinde yaşarsa yaşasınlar Türklere has müşterek kültürün ortaya çıkardığı ortak varlık” olarak ve “Türk milleti kavramından geniş… Türkiye dışında ve aynı kültürün iştirakçileri olan toplumları da kapsamak” üzere, ırkçı bir tarifle gerekçelendirilen 301. madde Demokles’in Kılıcı gibi, emekçilerin ve aydınların başı üzerinde hazır bekler duruma getirildi.
Türkiye’nin işbirlikçi egemen güçleri, ABD’nin Irak‘ta başarı sağlaması için toprakları, üsleri ve limanları Pentagon’un hizmetine vermekle kalmadılar, Irak’taki direniş güçlerinin etkisizleştirilmesi ve işbirlikçiliğin güç kazanması için de yoğun çaba içinde oldular. AKP hükümetinin yöneticileri, en başta Başbakan olmak üzere Irak’taki “Sünni aşiretleri”ni direnişten vazgeçirmek, İran ve Suriye‘yi de ABD planlarına razı etmek için mekik dokudular. Bush yönetimi adına bu ülkelerde ve genel olarak Arap ülkeleri yönetici çevreleri içinde diplomatik faaliyet yürüttüler, tehditler savurup Amerikan emir erliğine soyundular. ABD’nin Irak‘ı işgaline “çanak tutup” toprak ve üsleri ABD saldırı güçlerine açanlar, Kürt sorununu onun “koordinatörlüğü”ne vermeyi kabullendiler. Amerikan planı ve politikasının “milli politika”larıyla tüm aykırı yönlerine karşın, ona yedeklendiler.
Sermayenin işbirlikçi-gerici, şoven milliyetçi ve sosyal demokrat temsilcileri (partiler, kurumlar, basın vs) arasındaki “it dalaşı”nın en önemli konularını, Türkiye’nin Amerikan emperyalizminin Irak- Ortadoğu ve Orta Asya politikaları “içindeki” yeri ve üstleneceği rol, Kürt sorunu ve “laiklik-şeriatçılık çelişkisi” oluşturuyordu. AB ile ilişkiler, Kıbrıs ve Ege sorunu, Ermeni katliamı üzerine süren-sürdürülen tartışma, ABD’nin stratejik çıkarlarıyla “uyum”un “sınırları” ve “koşulları”, ilişkileri gerginleştiren sorunlar arasındaydı. Kürtlerin kendi kaderlerini ellerine alma, Türk ulusuyla ulusal tam hak eşitliğine sahip olma; kaynakları üzerinde söz sahibi olma ve nasıl kullanılacağına karar verme; kültürel gelişmeleri önündeki engellerin kaldırılması ve uğradıkları büyük mağduriyetlerin tazmin edilmesi istemlerine karşı şovenist saldırgan ve ayrılıkçı politika devam etti. Hükümet adına yapılan “iyileştirme ve çözme” vaatleri doğrultusunda sözü edilebilir bir adım atılmazken, generaller ve aşırı şoven kesimlerin temsil ettikleri “askeri çözüm”cü politika sürdürüldü. Ancak bu politikanın açmazları da daha fazla belirginlik kazandı. Askeri saldırılar ve tehditler sürerken, inkar ve imhanın çözüm olamadığı ve olamayacağı daha fazla açıklık kazandı; “ya bölünecek ya çözülecek” kavşağına gelindi! Diyarbakır’daki, Hakkari’deki askeri-polisiye saldırılara ve Fantomlu tehditlere rağmen kitlesel protestoların ortaya çıkışı, “kitlesel siyasal mücadelenin yükselmesi”nin önemli göstergelerinden biriydi.
Bölgedeki gelişmeler, Irak Kürtlerinin “Federe Devlet” oluşumu, ABD ve AB’nin sorunu kendi çıkarları yönünde kullanma politikalarının oluşturduğu baskı ve Türkiye Kürtlerinin ulusal hak eşitliği taleplerini ısrarla sürdürmeleri, “klasik” inkarcı ve saldırgan politikaların eski tarz sürdürülmesini zorlaştırırken, sorunun “tek ulus, tek devlet, tek dil” anlayışı çerçevesinde ele alınması ve “çözümü”nü olanaksız kılan gelişmeler (nesnel ve öznel) işbirlikçi gericiliği; devlet ve hükümetin açmazını derinleştiriyor. Türk şoveni en gerici kesimler hala “Kürt sorunu”ndan söz edilmesini “bölücülük” ve “ihanet” saymaya devam etseler ve “son terörist ortadan kaldırılıncaya kadar” askeri harekatın sürdürülmesini savunsalar da, “Kürt siyasallaşmasının kitlesel boyutu” ve çözümsüzlüğün “pahalı” sonuçlarını görmektedirler. Kürt dili ve kültürü alanındaki küçük iyileşmelerin kabullenilmesi ve “ekonomik-sosyal önlemler” demagojisi, sorunu‚ en az zararla çözme çabalarından bağımsız değildir ve Türk burjuvazisi, Kürt toprağındaki politik-iktisadi, kültürel ve askeri hakimiyetini kaybettirmeyecek bir “çözüm” arayışındadır. Aralarındaki gerginlik ve bölünmenin nedenlerinden biri de bu soruna yaklaşımdaki farklılıklarıdır.
İşbirlikçi gericiliğin çeşitli kesimleri arasındaki güç ve iktidar kavgasında, AKP yönetimi, ABD ve AB’nin desteğini arkasına alarak ve halkın dini inançlarıyla geleneksel önyargılarını istismarı elden bırakmayarak ve “sivil temsil ve irade” üzerine demagojik istismarcı propagandayla generaller “cephesi”ni püskürtmeye ve devlet bürokrasisindeki “kadrolaşma girişimlerini sürdürerek” mevzilerini güçlendirmeye çalışıyor. Başını Genelkurmay, Cumhurbaşkanı ve CHP’nin çektiği kesim ise, AKP ve hükümetini “ülke çıkarlarını ve cumhuriyetin değerlerini ihlal etmek”le suçlayarak onu zayıf düşürme çabasında. Bu iki başlıca kesim arasındaki gerginlik ve mevzi kazanma mücadelesinin daha da sertleştiği bir döneme girilmesi, halk kitlelerine yönelik sermaye baskılarıyla entrikalarının artması anlamına da geliyor. Genelkurmay ve generallerin, CHP ve “Kemalist aydınlar”ın yürüttükleri propagandanın, İslami gericiliğin gelişmesi ve ülkenin ortaçağ karanlığına çekilmesinden çekinen ve esas gövdesini geniş küçük burjuva kesimlerin oluşturduğu kitleler içinde küçümsenemez bir etki yaratması ve politik alana “asker müdahalesi”nin, bazı tepkilere karşın kabullenebilir görülmesi, bu yöndeki tehditlerden birini oluşturuyor. Halk kitleleri karşısındaki konumlanışlarıyla burjuva partileri arasındaki farklar giderek silikleşti. ANAP ve DSP ‘tabela partisi’ne dönüşürken, DYP, MHP ve CHP milliyetçilik ve şovenizm üzerinden; CHP ve MHP laiklik istismarıyla güç toplamaya çalıştılar. CHP yönetimi “sağa açılma”yı sürdürdü ve MHP’ye daha fazla yaklaştı. İki partinin üst yönetimi karşılıklı övgü dolu açıklamalarla birbirlerinin “ulusalcı özellikleri”ne atıfta bulundular ve “bir koalisyon hükümetinde bir araya gelmelerinin mümkün olabileceği”ni açıkladılar.[15]
Son seçimlerde parlamentoya giremeyen MHP geleneksel çizgisini sürdürmesine; Bahçeli’nin “sorumlu politikacı” ve “meşru hat” taktiğine karşın, “ülkücüler” yeniden “işbaşı yapma”larına ve sokaklarda ve okullarda provokatif saldırıları yeniden yoğunlaştırmalarına rağmen, bu “yakınlaşma”, CHP’nin geldiği yeri göstermesi bakımından özellikle dikkat çekicidir.
CHP’nin yöneticileri, şovenizm ve gericilik savunusunda MHP’yi geride bıraktıracak kadar, demokratik özgürlüklere ve halkın taleplerine karşıt bir mevziiye yerleştiler. DYP ve bir ölçüde MHP dışındaki sermaye partileri ciddi bir varlık gösteremediler. DYP, ötekilerden farklı olarak Mehmet Ağar’ın “devlet için yaptıkları”nı “rüşt ispatı”nın kanıtı sayarak Kürt sorununa ilişkin olarak yaptığı “çıkışları”yla beklenti yaratan bir diğer burjuva partisi durumuna geldi. Ağar, ABD’nin Kürt politikasıyla önemli oranda “çakışan” “çözüm planı” ve demokratikleşme üzerine söylemiyle Kürt burjuva, küçük burjuva çevreler dahil çeşitli kesimler içinde partisi lehine beklentiyi güçlendirdi. DYP’nin ve diğer sermaye partilerinin yöneticileri AKP hükümetinin kitleler içinde yol açtığı umutsuzluk ve güvensizliği, taleplerin karşılanacağı beklentisi yaratarak desteğe dönüştürmeye çalışıyorlar. Tüm bu sorunlar önümüzdeki yıl ve yılların gelişmelerini etkileme özelliği taşıyorlar. 2007 baharında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi ve aynı yıl içinde yapılması beklenen “genel seçimler”, burjuva laisizminin sözde savunucuları gericiler cephesiyle takkiyeci şeriatçılar arasındaki en önemli gerginlik konularından birini oluşturuyor. Bu sorun üzerinden darbe tartışmaları yeniden yoğunlaştırıldı. Amerikan Newsweek Dergisi’nde, Türkiye’nin üst düzey generalleri kaynak gösterilerek 2007’de darbe olasılıkları tartışması açıldı ve “bu ihtimalin %50 olduğu” ileri sürüldü.
TALEPLER ÜZERİNDEN MÜCADELENİN ÖNEMİ
Uluslararası güçlerin ve ezen-ezilen sınıfların ilişki ve çelişkilerinin önümüzdeki dönemde nasıl bir gelişme göstereceği bugünden ve “birebir” belirlenemez. Ancak önümüzde “suların durulduğu” bir dönem bulunmuyor. Emperyalistlerle işbirlikçileri şiddet politikalarını sürdüreceklerdir. Amerikan emperyalistlerinin bölgede bir istikrarsızlık ve işgal gücü olarak bulunması ve bölge ülkelerine yönelik askeri politikasında esaslı bir değişikliğe gitmemesi, baskı ve gerici şiddetin başlıca etkenlerinden biri olacaktır. Amerikancı hükümetin uygulamakta ısrarlı olduğu politikalar gerginlik ve çatışma üretici ve artırıcı özelliktedir. Bölgedeki ve Irak’taki gelişmelerin de etkisiyle Kürt sorununda eski politika sürdürülemez duruma gelmesine karşın, “Asker mührü basılmış” geleneksel gerici-şoven politikada ısrar devam etmektedir.
Olgular ve gelişmeler, işbirlikçi gerici kesimler içindeki güç ve iktidar kavgasının önümüzdeki dönemlerde daha da derinleşerek süreceğini gösteriyor. Bunu, halk kitlelerine yönelik baskı ve saldırıların yoğunlaşması; kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarının ağırlaştırılması izleyecektir. Uluslararası sorunların “uzlaşmayla çözülmesi” ve ezen ve ezilenlerin “ülke ve ulus çıkarları için işbirliği yapması” propagandasına karşın, önümüzdeki dönem gerginlik, çatışma ve çelişkiler daha sert biçimler alacak bir mücadeleye gebedir!
Sermaye ve hükümetinin izlediği iktisadi-sosyal politikalar toplumsal çöküntü ve kargaşayı büyütmesine ve işsizlik, yoksulluk ve açlığı artırmasına karşın, egemen sınıf ve partilerinin bu politikayı sürdürme dışında bir programları yoktur. AKP hükümetinin hazırladığı yeni bütçe, halk kitlelerine saldırı ve soygun bütçesidir. Bütçenin en önemli kalemi 50 milyar YTL ile borç faizlerine ayrılmıştır. Daha baştan 16 milyar YTL açık bulunmaktadır. Cari açığın 2006’da 32-35 milyar dolara yükselmiş olması, sermaye partileri ve ekonomistleri için dahi “yeni bir krizi tetikleyici etken” sayılmaktadır. Sermaye partilerinden hiçbiri uygulanmakta olan dışında bir ekonomik programa sahip değildir ve hiçbirinin IMF-Dünya Bankası ve uluslararası tekellerin dayatmalarına itirazları yoktur. Yük ise yine emekçilerin sırtına yıkılacaktır.
Halk kitlelerine yönelik baskı ve saldırıların artmasına yol açabilecek bir diğer gelişme, başlıca taraflarını AKP’nin ve genelkurmay, CHP, “laik aydınlar” ve MHP, SHP gibi bazı diğer sistem partilerinin oluşturduğu iki gerici kesim arasındaki güç ve iktidar kavgasının “laisizm-şeriatçılık”; cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimler çerçevesinde gelişmesinin önümüzdeki süreçte daha gergin ve keskin biçimler alma olasılığının hayli güçlü olmasıdır. Bu çekişmenin emekçilerin çeşitli kesimlerini etkilememesi düşünülemez.
AKP hükümeti halkın taleplerine karşı baskıcı politikalarına ve Amerikan çıkarlarına bağlanan en pervasız güçlerden biri olmasına rağmen, “ianeci” uygulamaları ve “bir şeyler yapıp durumu düzeltebileceği” yönünde yarattığı beklenti nedeniyle hala küçümsenemeyecek bir desteğe sahiptir. Sözde millici güçleri oluşturdukları iddiasındaki işbirlikçi politik-askeri kesimlerin şovenizm ve “devlet dini” çizgisindeki politikaları ilerici aydınlar, geniş küçük burjuva kesimler ve ortaçağ karanlığına sürüklenmekten ürken emekçiler içinde etkili olabilmektedir. Kitlelerin sermaye partilerinden beklentilerinin henüz sona ermemesi, kitle hareketinin diğer zayıflıklarıyla birlikte etkili birleşik bir emekçi mücadelesinin ortaya henüz çıkmaması, bu etkiyi ve gerici kesimlere yedeklenme tehlikesini büyütmektedir. İşçi hareketiyle sosyalizm mücadelesinin uluslararası alanda içine düştüğü/düşürüldüğü gerilemenin henüz aşılamamış olması, sermaye ve güçlerinin emekçi kitleler üzerindeki etkilerini sürdürmelerini kolaylaştırmaktadır. Kitleler, burjuva partilerine ya da onların bir bölümüne duydukları güvensizlik sonucu çeşitli arayışlara girmişler, bu arayış içinde aralarından bir kesimi kapitalist parti fraksiyonlarından uzaklaşmışlar; ancak kendi kurtuluşları doğrultusunda ve sermayeye karşı kitlesel bir örgütlenmeyi gerçekleştirmeyi henüz esas olarak başaramamışlardır.
Ancak, işçilerin, emekçilerin, Kürt kitlelerinin, gençliğin küçümsenemez kesiminin, küçük üreticilerin ve orta kesimlerin bir bölümünün işbirlikçi tekelci baskı ve uygulamalara tepkisi devam etmekte; kitleler içindeki arayış eğilimi güç kazanmaktadır. Ekonomideki iyileşmeye[16] rağmen emekçilerin yaşam koşullarının kötüleşmeye devam etmesi, IMF-DB, DTÖ’ nün istekleri ve TÜSİAD-TOBB gibi sermaye örgütlerinin düşük ücret ve maaş dayatması, işten atmaların kolaylaştırılması, kıdem tazminatı hakkının gasp edilmesi, sağlık ve eğitimin kapitalist işletmelere dönüştürülmesi vb, sermaye ve hükümetinin gündeminde olacaktır. Bu ise, antiemperyalist demokratik taleplerle iktisadi-sosyal taleplerin birleştirilmesi üzerinden sürdürülecek politik teşhir ve ajitasyonun önemini artırmaktadır. Dönemin bugünkü en önemli görev ve sorumluluğu, halkın taleplerinin karşılanmasını esas alan bir mücadele hattında emekçilerin politik örgütlenmesini gerçekleştirme ve geliştirme, bağımsızlık ve demokrasiyi savunan ve Kürtlerin ulusal hak eşitliği için yasal-Anayasal, politik-askeri engellerin ortadan kaldırılmasını esas alan demokratik bir düzenlemeden yana olan tüm güçlerin birliğini gerçekleştirerek halkın birleşik kitlesel hareketini geliştirmeye çalışmaktır. Somut gelişmelerin, olgu ve olayların, aralarındaki ilişkileri açığa çıkaracak ve hakim sınıflarla ezilenlerin çelişkilerini, baskının her türünün teşhirini öne çıkaran siyasal teşhir, ajitasyon ve propaganda daha fazla önem kazanmıştır. İşçi ve emekçilerin taleplerinin savunulması temelinde ve halkın sermaye partileri ve güçlerinin (“laik” ya da şeriatçı) etkisinden kurtularak siyasal özgürlükler ve bağımsızlık mücadelesi etrafında birleşmesi için devrimci politik çalışmanın önemi artmıştır. Kitlelerin acil talepleri üzerinden günlük mücadeleyi örgütleme, bu mücadele içinde ve koşullardaki değişmeyi gözeterek tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahipleri devletinin, burjuvazinin bu egemenlik aygıtının işçi sınıfı, emekçiler ve ezilen ulus üzerinde baskı ve ezme gücü olarak işlev gördüğü gerçeğinin en geniş kesimler içinde açıklık kazanmasını sağlayacak kesintisiz aydınlatma, siyasal teşhir ve ajitasyon daha fazla önem kazanmıştır. Sınıf örgütleri ve partisinin günlük faaliyetinin koşullardaki ve güç ilişkilerindeki değişimlerin dikkate alınmasıyla kesintisiz-canlı ve çeşitlenen araç ve yöntemlerle genişletilip güçlendirilmesi, hareketin merkezi ve birleşik örgütlenmesine güç verecek ve sermaye ve hükümetlerinin saldırılarına ve emperyalist dayatmalara karşı halk eyleminin güçlenmesine devrimci örgütün sağlamlaştırılması ve kitleler içindeki etkisinin güçlendirilmesi faaliyetinin stratejik amaç ve hedeflere bağlanan dönemsel politik-ekonomik talepler etrafında daha yaygın biçimde ve kesintisiz sürdürülmesi; ülkedeki ve uluslararası alandaki gelişmelerin her durumda somut olarak irdelenmesi ve sonuçlar çıkarılarak faaliyetin düzeyinin yükseltilmesi için çalışma tarz ve anlayışının devrimci yenilenmesi, egemen sınıflara, sermaye partileri ve hükümet(ler)ine karşı mücadelenin başarıya ulaşma olanağını genişletecektir. Bu mücadele üzerinden elde edilecek başarılar işçi ve emekçilerin öz güvenlerinin artmasına; onların partili mücadelenin önemini kavramalarına, sınıf bilinciyle kendi partilerinde örgütlenmelerine ve partinin kitlesel güç ve yaygınlığının güç kazanmasına hizmet edecektir.
İşçi sınıfı partisi, tüm bu gelişmeleri ve toplumsal güçler arasındaki ilişkilerin seyrini gözeterek kitleler içindeki faaliyetini yenilemeyi ve yeniden düzenlemeyi; koşullardaki değişmelere bağlanan güncel talepleri yeniden formüle ederek sürece en ileriden müdahale etmeyi başardığı oranda önümüzdeki sürecin getireceği yeni sorunları çözme gücü gösterecek ve artmış bir güvenle mücadelenin önünde yürüyebilecektir.
[1] Riga‘da toplanan NATO 19. Zirvesi, NATO güçlerinin uluslararası müdahale gücü olarak kullanılmasını ABD’nin çıkar ve istekleri -bu, Rusya ve Çin dışındaki öteki büyük güçlerin taleplerine de uygun düşmektedir- doğrultusunda daha fazla esnekleştirme/kolaylaştırmayı içeren bir “sonuç bildirgesi”yle sona erdi. Buna göre, NATO Acil Mukabele Gücü (NRF) “tam operasyonel” hale getirilerek askeri, iktisadi ve “insani” müdahalelerin yolu bir miktar daha açıldı. 25 bin asker olarak belirlenen bu “acil mukabele gücü”nün dünyanın, büyük güçler tarafından uygun görülen bölge ve ülkelerine müdahale için daha etkin biçimde kullanılması, böylece yeni NATO üyelerinin de katılımıyla daha geniş alanda uygulama olanağına kavuşturuldu. NATO’nun dünyanın her tarafına ve “uzun süreler için” daha büyük kuvvet göndermesinin yolunu açmak için “terör ve kitle imha silahlarının yayılması tehlikesi”ne dikkat çekildi ve “NATO “savunma sisteminin buna göre yeniden düzenlenmesi” kararlaştırıldı.
[2] ABD ve CIA’nın, Almanya’daki Komuta Merkezi’nden (Eucom) Türkiye ve İncirlik üssünü kullanarak Guantanamo’ya esir insanları taşıdığı, bizzat ABD gizli belgelerine dayanılarak açığa çıkarıldı. ABD’nin bu amaçlı 336 sefer düzenlediği ve bunlardan Almanya başta olmak üzere 11 AB üyesi ülke ile Türkiye’nin yöneticilerinin haberdar oldukları, aynı belgeler kaynak gösterilerek gazete ve televizyon kanalları tarafından ortaya kondu (30 Kasım tarihli gazete ve ajans haberleri).
[3] 22 Kasım 2006, Milliyet-Hürriyet ve öteki gazeteler.
[4] Bu gelişme, emperyalistlere güvenerek yol alınmayacağının tarihi bir ders olarak yeniden ortaya çıkması anlamına da pekala gelebilir.
[5] Başlıca büyük emperyalist ülkelerle Türkiye gibi ülkelerde, son yıllarda görülen ekonomik büyüme hızı ve oranında yeni bir yavaşlama eğiliminin görüldüğü; bunun önümüzdeki dönemde yeni bir durgunluğun göstergesi sayılabileceği yönündeki yorumlar 2006 sonlarına doğru bir hayli artış gösterdi.
[6] 24 Kasım 2006 tarihli gazeteler
[7] Büyük ve uluslararası tekellerin yalnızca işçilere karşı politikaları başarıyla uygulamak için işyeri temsilcilikleri görevindekileri ve hükümetleri satın almaya değil, devlet ve hükümet yetkililerini satın alarak çeşitli ülkelerde pazar payını artırmak için de rüşvet ve satın alma amaçlı büyük kaynaklar ayırdığı örneğin Siemens’in bu amaçlı olarak 400 milyon Euro ayırdığı açıklandı. (25 Kasım-16 Aralık tarihli Evrensel)
[8] ABD ekonomisinde 2005’te %3,5, 2006’da %3,4 büyüme öngörülüyordu. Bu ülkede ekonomi 2006’nın “üçüncü çeyreği”nde (Temmuz-Eylül) %2,2 büyüme gösterdi. Bazı burjuva iktisat yazarları bunu yeni bir küçülme ve durgunluğun işareti sayıyorlar.
[9] 28 Kasım 2006 – Evrensel
[10] Chavez, seçim sonuçları üzerine yaptığı konuşmada, “Yeni dönem başlamıştır. Yeni dönemin temel fikri, Bolivarcı devrim üzerinden genişleyip derinleşerek sosyalizme ulaşmaktır. Yaşasın Venezüella, Yaşasın Venezüella halkı. Yaşasın sosyalist devrim” diyordu. – 5 Aralık tarihli gazeteler.
[11] Erdoğan, milli gelirin 400 milyar dolar, ihracatın 84 milyar dolar, dış sermaye yatırımının 20 milyar dolara ulaştığını ileri sürerek, “ekonomik atılım içinde olunduğunu” iddia etmektedir.
[12] Tekellere vergi indiriminin yanı sıra ödenen vergilerin geri iadesi için yollar açıldı. Sadece AKBANK bu yolla 485 milyon YTL kazanç sağladı.
[13] Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre işsizlik resmi açıklamalara göre %9,1’e, gerçekte ise %18,9’a (5,2 milyon) yükseldi. TÜİK, işsiz olduğu halde umutsuzlukla iş aramaktan vazgeçen, bir işte kısa süreli çalışan ve fakat işsiz olan, mevsimlik işçi ve “aile işçisi” durumundaki milyonlarca kişiyi “işsiz” saymıyor ve böylece oranı düşük tutabiliyor.
[14] Örneğin şekerpancarı üreticisi 2002 yılında 12,6 kg şekerpancarı satarak 1 kg ekmek alabiliyorken 2006 Kasım’ında bir ekmek için 14,2 kg şekerpancarı satmak zorunda. 12 kg’lık tüp gaz için 2002 de 235 kg şekerpancarına ihtiyaç varken bugün 365 kg şekerpancarı gerekiyor.
[15] MHP MYK’sına seçilen eski İçişleri Bakanı Meral Akşener; “Eski gerginlikler kalmadı. Cumhuriyet’e yönelik tehditlere karşı ortak paydalar artıyor“ ve Genel Başkan Yardımcısı M. Şandır, “Baykal’ın takdirlerine saygı duyuyoruz, AKP’nin milli yapıyı tahrip eden siyasetine itirazda CHP gibi partilerle aynı noktada buluşuyoruz” diyerek bu yönde mesajlar verdiler.
[16] 2001 krizinden sonra içine girilen krizden çıkış ve üretimde ve “milli hasıla”da büyüme son iki-üç yıl bakımından ortalama %5-5,5 civarında olmak üzere devam etti. Tarımsal üretimdeki çöküntüye karşın, sanayi ve hizmet üretimi arttı.