GİRİŞ
Tüm ekonomi ve tarihsel süreç dikkate alınmadan salt bir dönem bütçesinin incelenmesi, ekonomik işleyişi ve bu işleyişin, politikaya, bütçe kalemlerine yansımasını net olarak göstermediği için fazla anlamlı görülemez. Bunun nedeni, genel yargının aksine, bütçenin, boşlukta hazırlanmış bir siyasal belge olmayıp, ekonomik işleyiş ve süreçlerin siyasal yansıması olmasıdır. Bu ifadenin ve görüşün arkasında ise, siyasetin ekonomiyi değil, ekonominin siyaseti yönettiği gerçeği yatmaktadır. Hal böyle olunca, ekonomi fakültelerinde okutulan bütçe derslerindeki formel yaklaşımın gerçeği yansıtmaktan uzak olduğu anlaşılır. Bu nedenle de, pratikteki bütçe uygulaması ile teorik açıklamaların fazla uyuşmadığı görülür. Bu uyuşmazlığın nedeni, kapitalist toplumlarda, kamu kesimi de dahil olarak, ekonominin hemen tüm alanlarına özel kesimdeki güç ilişkilerinin hakim olmasıdır. Başka bir ifade ile, teorik bütçe açıklamaları bir ideal olarak verilmekle beraber, özel kesimin gücü ve baskıcı tavrı bu ideali ortadan kaldırmakta ve tüm siyasal süreçleri olduğu gibi, kamu bütçesini de kendi çıkar ve manevraları doğrultusunda oluşturmaktadır. Bu çelişkiyi birkaç örnekle açıklamak olasıdır.
Birincisi, teorik yaklaşımda bütçenin bir hükümet programı olduğu görüşüdür. Bu görüşe göre, bütçenin ekonomideki büyüklüğüne göre, hükümet ve siyasal erk toplumsal kaynakları toplumun refahını yükseltecek biçimde yönlendirmeyi ve böylece kullanmayı amaçlar.
Bu görüşü tamamlayan ve devlet erkine dayanan ikinci özellik ise, kamu bütçesinde, aile bütçesinden farklı olarak, önce harcamaların saptanması, böylece belirlenen harcamaları karşılayacak olan kaynakların ise, devlet erki ile cebri olarak temin ediliyor olmasıdır. Nitekim, bütçelerin birinci cetveli harcama tahminlerini, ikinci cetveli ise gelir tahminlerini içerir.
Aynı bağlamda üçüncü konu ise, bütçenin hazırlanışında samimiyet ilkesine uyulmasıdır. Zira, bir yıllık hükümet icra programının mali tablosu niteliğindeki bütçe, aynı zamanda Meclis’ten hükümete verilen icra yetkisi olduğundan, bütçenin hazırlanmasında Meclis’e de, topluma da doğru ve sağlıklı bilgi vermek temel kuraldır.
Son yıllar bütçelerini ve görüşülmekte olan 2007 Bütçesini yukarıdaki konular açısından gözden geçirdiğimizde, uygulama ile teorinin birbiri ile hiç alakası olamadığını görmekteyiz. Önce, bütçenin bir hükümet programı olduğu konusunu irdeleyelim. Bu sav doğrultusunda, son yıllar bütçelerine ve 2007 bütçesine baktığımızda, hükümetin kamu çalışanlarının özlük haklarını olduğu kadar, topluma sunduğu hizmetleri de kalite ve kantite olarak baskılamasını ve böylece siyasal oy tabanını eritmesini açıklamak olası değildir. Nitekim, uygulanan politikalar sonucunda, son seçimlerde geçmişin partileri hemen hemen siyasal yaşamdan silinmiş, yeni bir partiye şans tanıma görüşü hakim olmuştur. Görülüyor ki, böylesi bir siyasal davranışın akılla açıklanacak bir yönü yoktur.
Teori ile pratiğin uyuşmadığı ikinci konu olan, aile bütçesi ile kamu bütçesi arasındaki farkı ele aldığımızda da, giderek kamu bütçesinin aile bütçesine dönüştürüldüğünü görüyoruz. Aile bütçesinde hakim olan “gelire göre harcama plânlaması” görüşünün, giderek kamu bütçesinde de hakim olduğuna tanık oluyoruz. Örneğin, ele alınan bir hizmet için “devletin kaynağı yok” ifadesi, bunun en açık bir kanıtıdır. Devlet, belirli kesimlerden vergi alıp topluma hizmet sunan bir siyasal örgüt olduğuna göre, teorik olarak, toplumun kaynağının yeterli olup olmadığı tartışılabilir, ama devletin kaynağı tartışılamaz. Çünkü devlet, ne kadar vergi alırsa o kadar kaynağa sahip demektir. Kaldı ki, bu durumda da kaynak devletin değil, milletindir. Görülüyor ki, “mülk devlet” niteliğinde olmayan kapitalist toplum devletleri, siyasal kararlarda ve uygulamalarda tam bağımsızlığa sahip değildir.
Üçüncü konumuz ise, bütçenin hazırlanmasında samimiyet ilkesine uyulması gerekliliğidir. Bütçede samimiyet ilkesi ile, plânlanan yıl için enflâsyon oranının doğru tahmin edilmesi yanında, çeşitli harcama kalemlerine yapılan tahsislerin gerçek toplumsal gereksinimi karşılayabilecek düzeyde olması ilkesine riayet edilmesi gibi çok geniş bir alanı kapsar. Her yıl Bütçe Gerekçesi, uygulanacak bütçe ile ekonomik sorunların hafifleyeceği vurgulandığı halde, hemen hiçbir bütçe döneminde böylesi olumlu bir sonucun oluşmaması, tahmin ve dileklerin samimi olarak ifade edilmediğini açıkça ortaya koymaktadır.
Niçin bu sakatlıklar ortaya çıkmaktadır? Belki de soruyu böyle dillendirmek yanlıştır. Zira, bir sonucu “aksaklık” olarak değerlendirebilmek için, önce hedefi gerçekçi ve doğru olacak şekilde saptamak ve bu saptamaya uymayan çıktıyı sorgulamak gerekir. Bütçeyi, siyasal erkin mutlak serbesti ve bağımsızlık ortamında ve toplumun genel yararı doğrultusunda hazırladığı görüşü doğru ve geçerli kabul edilirse, ortaya çıkan sonucu bir tür aksaklık olarak nitelemek doğru olur. Buna karşın, ekonomik sistemlerde devletin işlevinin tanımlanması sistem mantığı doğrultusunda yapılırsa, sonuçlarda bir aksaklık görülmez. Klâsik maliye öğretisinde devletin görevinin kaynak dağılımının sağlanması, gelir dağılımının düzeltilmesi ve ekonomik istikrarın sağlanması olarak belirlendiğinde, kamu bütçesinin bu amaçları sağlamadığı, bu amaçları sağlamaya gücü yetmediği görülür. Buna karşın, radikal görüşe göre, devletin böyle bir görevi yoktur. Radikal görüşe göre, devletin aslî görevi bütçe ve sair kamusal kaynaklarla özel sermaye birikimine katkı yaparak, bu kesimin yükünü hafifletmek ve bu amaçla kamu harcamalarını olduğu kadar, kamu gelir ve vergi sistemlerini de düzenlemektir. Hal böyle olunca, bütçeyi tüm kamuya hizmet götüren bir araç olmaktan çok, genellikle sermaye kesimine hizmet sağlayan bir araç olarak görmek ve böylece şekillenen harcama ve gelir kalemlerinin sistem gereği olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Bütçeye, doğal olarak, doğrudan sermaye kesimine yarar sağlamayan harcama kalemlerinin de koyulduğu bir gerçektir. Söz konusu “sapmaları” ise, sistemi meşrulaştırma ve topluma kabul ettirme olarak görmek gerekmektedir. Bu yaklaşım çerçevesinde, bütçede sosyal harcamaların baskılanmasını ve vergi yapısının vasıtalı vergilere kaydırılmasını sistem gereği ve olağan olarak görmek gerekmektedir.
Bu kısa açıklama çerçevesinde, kamu bütçesinin soyut ortamda incelenmesi söz konusu olamaz. Zira bütçe, farklı ekonomik sistemlerde, devletin yüklendiği işlevlere paralel olarak, farklı niteliklere sahiptir. Kapitalist sistemde devletin temel görevi, özel sermaye birikimine katkı yaparken, aynı zamanda sistemi yumuşatıp, meşrulaştırmaktır. Bu bağlamda, bütçenin işlevi de, kamu hizmetleri maliyetini baskılamak ve baskılanmış maliyetleri de, olabildiğince sermayeyi rahatsız etmeyecek şekilde tüm topluma yaymaktır. Meclis, böyle bir işlev ve felsefeyle hazırlanan bütçe tasarısını yasaya dönüştürürken, teorik şemada verilenin aksine, toplumsal güç dengeleri (dengesizlikleri) ile oluşan sosyal pazarlığın sonuçlarını yasa gücüne bağlamış ve güçlünün çıkarlarını kamu korumasına almış olur.
Bu nedenle, salt bütçeyi eleştirmenin, demokratik bir görüntü oluşturma ve yanıltıcı etki yaratması dışında, hiçbir önemi yoktur. 2007 bütçesi de dahil, tüm bütçeler sistemle tutarlı ve geçerlidir. Bütçeler üzerine samimi eleştiriler, doğrudan bütçeye değil, daha derinde, sistemik ilişkilere yönelmek durumundadır. Ancak, böyle derin çözümleme yöntemleri ile bütçelerin ana felsefeleri açıklanabilir ve bütçe kalemlerinin işlevi anlaşılır.
TARİHSEL PERSPEKTİF
Çeşitli Bütçe Büyüklüklerinin GSMH Oranları
Genel Hizmetler 5,0 4,5 8,3 8,1 11,3
Faiz Dışı Büyüklük 18,7 18,5 20,2 19,7 20,6
Konsolide Bütçe Büyüklüğü 18,9 23,3 31,0 34,9 30,0
BÜTÇE KISITLARI
Bu açıklamalar doğrultusunda, uzun bir zaman dilimi içinde hem ekonomiyi hem de bütçe uygulamalarını irdelersek, çok farklı iktidar dönemlerine rağmen, bütçe değerlerinde önemli bir değişikliğin olmadığını görürüz, çünkü ekonomik alt-yapı değişmemiştir. Önce ekonomik alt-yapı ile ilgili değerlere aşağıdaki Tablo-1’de bir göz atalım.
Tablo – 1
Dönemler İtibariyle Gayrisafi Milli Hasıla Serilerinde Belirlenen Hedefler ve Gerçekleşmeler
Dönemler Hedef Gerçekleşme
Birinci Plân Dönemi (1963-1967) % 7,0 % 6,6
İkinci Plân Dönemi (1968-1972) % 7,0 % 6,3
Üçüncü Plân Dönemi (1973-1978) % 7,9 % 5,2
1978 Programı % 6,1 % 1,2
Dördüncü Plân Dönemi (1979-1983) % 8,0 % 1,7
1984 Programı % 6,1 % 7,1
Beşinci Plân Dönemi (1985-1989) % 6,3 % 4,7
Altıncı Plân Dönemi (1990-1994) % 7,0 % 3,5
1995 Yılı — % 8,0
1996 Yılı % 7,5 % 7,1
1997 Yılı % 6,0 % 6,0
1998 Yılı % 4,5 % 4,5
1999 Yılı % 2,0 (-) % 2,0
2000 Yılı % 6,0 % 6,1
2001 Yılı % 4,5 (-) % 9,4
2002 Yılı % 4,0 % 7,9
2003 Yılı % 5,9 % 5,0
2004 Yılı % 5,0 % 9,9
2005 Yılı % 5,0 % 7,6
2006 Yılı % 6,0 % 5,0
Kaynak: Muhtelif yıllara ait “Yıllık Ekonomik Rapor”lar
Bu tablo, salt Türkiye’nin gelişme çizgisi hakkında bir fikir vermenin ötesinde, iki noktayı açığa çıkarmaktadır. Bir defa, plânlı dönemlerdeki tüm çabalara rağmen, gerçek durum, birçok yerde plânlamadan ciddî sapmalar göstermiştir. Aynı durum, plânla ilişkinin oldukça zayıflatıldığı 1990’lı yıllarda da, hedeflerle gerçekleşmeler arasındaki farkta izlenmektedir. Tablonun gösterdiği ikinci önemli özellik ise, ele alınan uzun süre içinde çeşitli iktidar değişikliği yaşanmış olmasına rağmen, gerçekleşmeler söz konusu siyasal değişiklikleri yansıtmaktan uzaktır. Şu hale göre, ekonomi, kendi iç dinamiklerine göre salınmakta, siyasal karar ve yönetim ekonomik yürüyüşte fazla etkili olmamaktadır. Siyasal karar süreçleri, doğal olarak, ekonomiyi izlemekle kalmayıp, bazı kararlar almaya yönelmektedir. Ancak, söz konusu kararlar ekonomiyi yönlendirme biçiminde değil, oluşumları arkadan izleyerek, oluşan olumsuzlukları hafifletmeye ve kısmen gidermeye yönelik olmaktadır. Bütçe ve Merkez Bankası politikaları veya sair kamusal politikalar isabetsiz kararlarla ekonomiyi rahatlıkla tahrip edebilir, ancak ekonomiyi olumlu yönde aynı rahatlıkla yönlendiremez.
Ekonomik alt-yapı üzerinde yükselen bütçe göstergeleri de, siyasî kararlardan çok, somut ekonomik alt-yapıdan etkilenir. Bu durum da aşağıda, Tablo-2 ve 3’de izlenebilmektedir.
Tablo – 2
Kons. Bütçe Reel Kons. Bütçe Birincil Faiz Dahil Nihaî
Yıllar Harcamaları. Gelirleri Denge Faiz Harcamalar Denge
1975-79 18.76 17.10 – 1.66 0.49 19.25 – 2.15
1980-84 16.86 15.50 – 1.36 1.17 18.03 – 2.53
1985-89 13.40 13.60 0.20 3.00 16.40 – 2.80
1990-94 16.46 16.70 0.24 5.00 21.46 – 4.76
1995-99 18.10 20.44 2.34 10.04 28.14 – 7.70
2000 20.90 26.60 5.70 16.30 37.20 -10.30
2001 22.40 29.20 6.80 23.30 45.70 -16.50
2002 23.40 28.10 4.70 19.10 42.50 -14.40
2003 22.97 28.42 5.45 18.45 41.42 -13.00
2004 20.12 28.00 7.88 15.73 35.85 – 7.85
2005 20.59 28.86 8.27 11.73 32.32 – 6.06
2006 23.30 30.60 7.7 8.20 31.20 – 0.50
Kaynak: Çeşitli Yıllar Bütçe Gerekçeleri ve Ekonomik Raporlar.
Tablodan şu sonuçları üretmek olasıdır:
– Yaklaşık otuz yıllık uzun bir süre boyunca konsolide bütçe reel harcamalarının GSMH içindeki oranı, yaklaşık 4 puana yakın bir artış kaydetmiştir.
– Buna karşın, aynı süre içinde gelirlerde önemli artış kaydedilmiştir.
– Böylece, birincil bütçe dengesi, iki dönem dışında, pozitif olarak sağlanabilmiştir.
– 1980 politikaları çerçevesinde, Hazine ile Merkez Bankası’nın ilişkisinin kesilmesi sonucunda, faiz haddi yükselmiş ve bütçenin faiz yükü artmıştır.
– Bütçenin faiz yükü artışına paralel olarak, nihaî bütçe dengesi ciddî olarak sarsılmış, bu durum bütçe açığı, yüksek faiz sarmalını oluşturmuştur.
– Ekonomi içi faiz haddinin yükselişi dış kaynak girişini hızlandırmış ve ekonomi sıcak para patolojisine sürüklenmiştir.
Bütçenin ekonomi üzerindeki etkisini netleştirebilmek için, çeşitli yıllar itibariyle harcamaların GSMH oranlarına bir göz atmak gerekmektedir. Aşağıda, Tablo-3 bu konuda bir fikir vermektedir.
Tablo – 3
İşlevsel Bütçe Büyüklerinin GSMH’ya Oranı
1981 1990 2001 2002 2005
Savunma 3,9 3,1 3,8 3,5 2,1
Adalet-Emniyet 1,0 1,2 1,0 1,2 1,8
Tarım-Orman-Köy İşlr. 1,4 1,3 0,8 0,8 …..
Su İşleri 1,6 1,3 0,8 0,7 …..
Karayolları 1,2 0,7 0,6 0,6 …..
Bayındırlık 0,3 0,3 0,1 0,1 0,1
Ulaştırma 0,2 0,1 0,1 0,1 ……
Madencilik 0,1 0,1 0,1 0,1 ……
Eğitim 3,0 4,4 3,5 3,5 3,8
Sağlık 0,8 1,1 0,8 0,8 1,5
Kültür-Turizm 0,2 0,2 0,1 0,1 ……
Sosyal Hizmetler 0,1 0,2 0,1 0,1 ……
Faiz 0,2 4,8 10,8 15,2 9,4
Kaynak: ilgili yıllar Bütçe Gerekçeleri.
(Not: Bütçe harcama tasnifindeki değişiklikler nedeni ile, 2005 yılı bazı harcama kalemleri, eski tasnif düzeninde verilmemektedir.)
Konsolide bütçe/GSMH oranı yıllar itibariyle düşme eğilimindedir. Hele 2005-2009 öngörüleri % 32.7, % 31,2, % 30.5, % 28,6 ve % 26,7’dır. Kamu kesimi milli gelirden giderek daha düşük oranda pay alacak ve halkın payına nicelik ve nitelik olarak daha düşük hizmet düşecektir.
Böylesi küçülen bütçede, faiz giderleri de, gerileyen orana sahip olmakla beraber, hâlâ milli gelirin önemli oranını oluşturmaktadır. Faizlerin ödenebilmesi için, IMF’nin milli gelirin % 6’sı olarak dayattığı faiz dışı fazla oranı da, 2007 için, % 5.7 olarak plânlanmış bulunmaktadır. 2007 yılı için, milli gelirin % 1.5’u kadar vergi geliri sadece faiz ödemesine gidecektir. Bu, neredeyse kamu bütçesi yatırım harcamalarına eşittir. Aynı yıllarda personel harcamalarının GSMH içindeki payı; % 7,7’den % 6,2’ye düşmektedir. Büyüyen ve geliştiği ileri sürülen toplum için kamu personeli payındaki gerileme ile aynı yıllar için % 2,1 ile % 1,9 arasında oynayan kamu yatırımının milli gelir içindeki payının düşüklüğü düşündürücüdür.
Konsolide bütçenin gelir bölümüne baktığımızda, aynı yıllar için bütçe vergi gelirleri/GSMH oranı bir puanlık azalma göstermektedir; dolaylı vergilerin dolaysız vergiler karşısındaki 2.28 kat büyüklüğü değiştirilmemiştir.
Bu genel verilerin ışığında şunu söylemek olasıdır:
– Kamunun özel sektörden kaynak çekme ve hizmet sunma arterlerinin genişletilmesi bir yana, aynı düzey dahî korunmamakta, hatta daraltılmaktadır.
– Kamu hizmetleri nicel ve nitel olarak geriletilmektedir. Bu durum, kamu harcamalarından yararlanmak durumunda olan orta ve dar gelirli vatandaşların yaşam standardının geriletilmesi anlamına gelmektedir. İki hizmetten örnek vermek gerekirse, nüfusu artan ve gelir dağılımı bozuk toplumumuzda sağlık harcamalarının GSMH içindeki payı, son beş yıl içinde, % 1,5 ile % 2,5 arasında değişmektedir. Aynı dönemde, eğitim harcamalarının milli gelire oranı ise, % 3,5 ile % 4,5 arasında seyretmiştir. Küreselleşme ve teknoloji çağında eğitilmiş insan gücüne ve devamlı eğitime olan gereksinim artarken, her iki hizmet için ayrılan pay, çağdaş bir topluma verilmesi gereken hizmet düzeyi için yeterli olmayıp, fevkalâde düşüktür. Söz konusu iki hizmet alanında da OECD ülkeleri ortalaması, bu değerlerin iki katı dolayında, bazılarında daha da yüksektir. Sağlıkta dönüşüm politikası ile sağlık harcamalarında daha da kısıntı yapılması öngörülmekte, halkın sağlığı, piyasada alınıp satılır meta konumuna indirgenmektedir. Aynı politika, maalesef, eğitim harcamaları için de geçerlidir. Orta eğitim hizmetleri kademe kademe imam-hatipleştirilmeye yüz tutarken, YÖK’ün hazırlamış olduğu “Yükseköğretim Strateji Plânı”nda da, yüksek eğitim kurumlarının bütçeden daha az pay alma hedefi öngörülmektedir.
– Vergi politikaları açısından da durum halkın lehine değildir. Zira, bir defa, kamu kesimine giderek daha az miktarda kaynak girmek durumundadır. Giderek daralan kamu kaynaklarının önemli bir bölümü de faiz ödemesine ayrılmakta, bunun neticesinde reel kamu hizmetleri için kullanıma hazır kaynak daralmış olmaktadır. Öngörülen enflâsyon rakamı düşük tutularak, kamu personeli özlük hakları geriletilip, memur maaşları enflâsyonun altında tutulmaktadır.
-Vergilerin toplam miktarının düşük olması yanında, dolaylı/dolaysız bölünümü de adaletsizliğe yol açacak şekilde patolojik gelişme göstermiştir. Genellikle dolaysız vergilerin adil olduğu kabul ediliyor olmakla beraber, Türkiye’deki yasalar ve özellikle de uygulamalar çerçevesinde dolaysız vergiler de adaletsizleştirilmiş bulunmaktadır. Şöyle ki, asgarî ücretten alınan yüksek vergi, yabancı yatırımcıların kazançları üzerindeki % 15 stopajın kaldırılması, artan oranlı tarifenin gereği kadar uygulanmaması, kayıt dışılık ve vergi kayıpları, dolaysız vergileri de adaletsiz konuma çekmektedir.
-Vergi denetim araçlarından olan harcama denetimi olumludur. Ancak, bu denetimin özellikle yüksek gelir ve servet sahiplerine yöneltilmesi anlamlı olur. Aksi halde, olumlu olarak uygulanabilecek olan bir yöntem, vergi yükünün dar ve orta gelirli kesimlerin üzerine kaydırma işlevine dönüştürülmüş olur.
-Bütçe açığının daraltılması olumlu bir gelişmedir. Ancak, bu olumlu gelişmenin, vergi gelirlerini artırmadan ve faiz giderlerini kısmadan, halka hizmet sunan kamu personeli özlük hakları üzerine yük yıkarak ve/veya kamu yatırım ve hizmetlerini nitelik ve nicelik olarak eritilerek yapılması, haksızlığın ötesinde, kamu bütçesi eli ile sermaye kesiminin halk üzerinde oluşturduğu zulüm anlamına gelir.
-Bütçeyi yıllardır sıkıştıran iki konudan biri vergi gelirlerinin artırılamaması, diğeri ise, faiz ve borç ana-para ödemelerinin bütçe üzerinde oluşturduğu yüktür. Bu sorunu, siyasiler, söz konusu yükü halkın üzerine yıkarak çözmeye çalışmaktadır. Bu konuda halkımızın siyasilerden talebi, kamunun yüklendiği borçları, “kamu borcu” adı altında tüm topluma yıkmak yerine, bu borçlardan kimler yararlanmış ise (örneğin yüksek döviz tevdiat hesabı sahibi kişiler vb..), yükü onlar üzerine yıkarak, borç ana-para ve faiz ödemeleri ile bütçenin ilişkisinin kesilmesidir.
-Kamu bütçesi, siyasilerin siyasal tercihlerinin değil, siyasal tercih olarak topluma yansıyan, ama aslında arka plândaki güçlü kesimlerin tercihlerinin görüntüsüdür. Bu tercihi değiştirmek için, arkadaki güç odaklarının parçalanması ve büyük bölümü ile kamulaştırılması gerekmektedir. Örneğin özelleştirmeler, sadece halkın üzerinde yük olduğu yalanı ile kamu kuruluşlarının mülkiyetinin değişimi değil, aynı zamanda, belki de ondan da önemli olarak, siyasal kararlarda halkın aleyhine sermayenin alan kazanması manevrasıdır. Bunun kesin olarak anlaşılması gerekmektedir. Halkımızın özelleştirmelere bu gözle bakması çok önemlidir. Halkımız, bütçeyi ekonomiyi yöneten bir araç olarak değil, tam tersine, ekonomiyi bütçeyi oluşturan ve yöneten temel belirleyici olarak görmeli ve kısa dönemli siyasal mücadelesi yanında, uzun dönemli ekonomik mücadelesini ona göre plânlamalı ve yürütmelidir.
Yukarıdaki açıklamalar şunu göstermektedir ki, kapitalist sistemlerin işleyiş dinamikleri, hem plânlamaya hem de bütçeye kendi koşul ve sonuçlarını dayatmaktadır. Diğer bir deyişle, kapitalist sistemlerde, sermayenin başat olduğu durumda, ne plânlama ne de bütçe sermayenin iradesi dışına çıkmaya muktedirdir. Ekonomi ile siyaset arasında olduğu kadar, sistem ile bütçe arasındaki ilişki de, toplumsal güç olgusundan kaynaklanmaktadır. Siyasî irade adı verilen mekanizma da, aslında, ekonomik bakımdan güçlünün iradesinin örtülü şekilde siyasî süreçlerle topluma yansıtılmasından başka bir şey değildir..
Toplumsal güç olgusu üzerinde durmakta yarar vardır. Kapitalist toplumlarda toplumsal güç, sadece ve sadece ekonomik güç ile temsil edilir. Ekonomik güç ise, parasal olarak ifade edilmiş şekliyle, üretim araçları üzerindeki mülkiyet hakkı eliyle kullanılır. Ekonomik gücün kudreti, üretime hakim olarak, topluma ürün sunmasının yanında, emekçilere iş olanağı sağlaması ve yaratılan katma değerden devlete de pay (vergi) vermesinden gelir. Klâsik kapitalist model ve ulus-devlet sınırları içinde söz konusu gücü elinde tutan sermaye kesimi, günümüzün küreselleşme ve finansal açılım koşullarında, bu gücünü daha da ileri düzeyde pekiştirmiş bulunmaktadır. Şöyle ki, günümüz koşullarında, sermaye sahipleri, reel üretimden uzaklaşıp finansal alana geçerek aynı kârı elde ederken, binlerce emekçiyi sokağa dökebilir. İkinci olarak, siyasî kararlardan mutlu olmayan sermaye çevreleri, ülke dışına çıkabilir ve yine binlerce emekçiyi üretim dışında tutabilir. Bunların dışında da, şimdiye dek yapmış oldukları birikimle, sermaye sahipleri üretime ara verebilir ve bir süre bekleyebilir. Kısacası, günümüzün sermaye-yoğun üretim teknolojisi koşulunda, artık emekçilerin üretimden uzaklaşması ve bunun yerini sermayenin kaplaması yanında, sermayenin hem reel üretim hem de finansal alanlarda uluslararası düzeyde geçişlilik kazanması, emek ve siyasal erk karşısında sermayeye büyük bir güç sağlar. Böyle olunca, sermaye, bir yandan toplumu ideolojilerle aldatırken, diğer yandan da doğrudan siyasîleri etkileyerek, bütçenin gelir kaynaklarına olduğu kadar, harcama kanallarına da müdahale etme şansını eline geçirmiş olur. Toplumsal ideoloji olarak dillendirilen “bireyselci devlet görüşü”, halklara “organik devlet görüşü”nün aksine, özgürlükçü bir yaklaşım olarak sunulurken, geri plânda, toplumsalcı görüş geriletilerek, bütçe veya sosyal güvenlik kurumları yoluyla bireyler arasında kaynak aktarımı engellenmeye çalışılmıştır. Organik devlet görüşünün aksine, bireyselci devlet görüşünde, bütçenin sosyal niteliği, varsıl kesimlerden yoksul kesimlere kaynak aktarımı anlamına gelir ki, böyle bir aktarımın yapılabilmesi için varsıl kesimin rızası şarttır. Burada siyasal irade söz konusu olamaz! Zira, aksi halde, sermaye tüm birikimini üretim alanından çekmek ya da yurt dışına aktarmak gibi tehdit ve şantajla devletin karşısına çıktığında, bu sorunu çözemeyecek olan siyasîler, geri adım atar.
Böyle bir yaklaşımla son yıllar ve 2007 yılı bütçesine baktığımızda, şu bulgularda, siyasal erke karşı sermayenin gücünü rahatlıkla görebiliyoruz. Sözü edilen güç ilişkisi bağlamında, maalesef, bu bulgularda da fazla bir yanlışlık olduğu ileri sürülemez.
2007 yılı Konsolide bütçeyi, milli gelirden kamulaştırma ve topluma hizmet harcamaları oranı olarak algılarsak, yıllar itibariyle bu oranın gerilediğini görürüz. Nitekim, 2005 – 2009 yılları itibariyle (konsolide bütçe/GSMH) oranı şöyle verilmektedir: % 32.7, % 31,2, % 30.5, % 28,6 ve % 26,7. Bunun anlamı, kamu kesimi milli gelirden giderek daha düşük oranda pay alacak ve onun neticesi olarak da, halka nicelik ve nitelik olarak daha düşük hizmet götürecektir. Bütçe hacmindeki bu gerileme, Yeni Dünya Düzeni’nin “devletin küçültülmesi” felsefesinin malî görüntüsüdür. Bu felsefenin temelinde de, ekonomik faaliyet alanlarının özel kesime terk edilmesi ve milli gelirden giderek büyük bölümünün piyasa işlemleri yoluyla sermaye kesimine transfer edilmesi hedefi yatmaktadır. Bilindiği gibi, devletin küçültülmesi, emekçilerin ve genel olarak halkımızın değil, çok dar bir topluluk oluşturan sermaye kesiminin tezidir. Sermaye kesimi, çok çeşitli ideolojilerle halkımızı aldatarak, devletin verimsiz ve halkın üzerinde yük olduğunu ileri sürmüş, maalesef, bu iddia birçok çevrede de tasvip görmüştür. Devletin küçültülmesi ve özelleştirme politikaları ile, kriz yaşayan iç ve dış sermayeye yeni faaliyet ve kâr alanları açılmış olmaktadır. Bu yönde halkı kandırma işlevini de, sermayenin mülkiyetinde ve hizmetindeki medya ve kimi akademik çevreler görmüştür.
Giderek küçültülen bütçede faiz giderleri de milli gelirin önemli oranını oluşturmaktadır. (Faiz giderleri / GSMH) oranı aynı yıllar için şöyle bir seyir göstermektedir: % 9,4, % 8,2, % 7,1, % 6,0, % 5,0. 2008 ve 2009 yılları için yapılmış olan öngörüyü kuşku ile karşılamak olasıdır. Faizlerin ödenebilmesi için IMF’nin milli gelirin % 6’sı olarak dayattığı faiz dışı fazla oranı da 2007 için % 5,7 olarak plânlanmış bulunmaktadır. Bunun anlamı, 2007 yılı için milli gelirin % 1.5 oranına denk gelen vergi geliri sadece faiz ödemesine gidecek. Bu oran, kamu bütçesi eliyle yapılan yatırım harcamalarına neredeyse eşit bir değeri ifade etmektedir. Personel harcamalarının aynı yıllar için GSMH payları ise şöyle gelişmiştir: % 7,7, %7,6, % 6,5, % 6,2, % 6,2. Büyüyen ve geliştiği ileri sürülen toplum için kamu personeli payındaki gerileme düşündürücüdür. Yatırımlara baktığımızda, aynı yıllar için gelişme trendini şöyle saptarız: % 2,1, % 1,9, % 2,1, % 2,0, % 1,9. Kamu kesimi gelişen toplumda milli gelirin ancak % 2 dolayında bir bölümünü yatırıma ayırmaktadır. Bu oranın faiz giderleri oranı ile karşılaştırdığımızda, bütçenin yönelişi ve kime hizmet ettiği açıkça görülmektedir.
Ekonomide yaşanan büyük işsizlik karşısında yatırımlara ihtiyaç varken, yatırımlardan daha fazla miktarı faiz ödemesine ayırmak, rant sahiplerinin dayatmasından kaynaklanmaktadır. Bu aktarımın yapılmadığı durumda toplumu daha yüksek faiz yükü ile karşı karşıya bırakma gücünü eline geçirmiş olan rantiye kesimi, dayatmalarından geri adım atmaz.
Konsolide bütçenin gelir bölümüne baktığımızda, aynı yıllar için bütçe vergi gelirlerinin GSMH oranının şöyle seyrettiğini görürüz: % 24,6, % 24,5, % 24,9, % 24,3, % 23,6. Vergiyi bir kamulaştırma aracı olarak görürsek, bunun sınırının % 25’lerden geriletildiğini görmekteyiz. Sermaye vergi ödemek istememektedir. Yüksek vergi yükü karşısında üretimden çekilmekle ya da yurt dışına kaçmakla devleti tehdit eden sermaye bu gücünü vergileri baskılama yönünde kullanmaktadır. Diğer yandan, vergi gelirlerinin dolaylı ve dolaysız vergilere dağılımında (dolaylı vergiler / dolaysız vergiler) katsayısı olan 2.28 değerinin değiştirilmemiş olması da, kamulaştırma yükünün sabit ve dar gelirli kesimler üzerine atılmasının da sermaye kesiminin komutu olduğunu göstermektedir. Diğer bir deyişle, bütçeyi besleyen vergilerden dolaylı vergiler gelirleri, dolaysız vergiler gelirlerinin 2.28 katıdır. Bütçe açığı karşısında bu oranın daha da artırılacağı düşünülebilir. Genellikle dolaysız vergilerin adil olduğu kabul ediliyor olmakla beraber, sermayenin baskıları altında, Türkiye’deki yasalar ve özellikle de uygulamalar çerçevesinde, dolaysız vergiler de adaletsizleştirilmiş bulunmaktadır. Vergi denetim araçlarından olan harcama denetimi olumlu olmakla beraber, bu denetimin özellikle yüksek gelir ve servet sahiplerine yöneltilmemesi sermayenin gücünün önemli bir göstergesi olduğu kadar, vergi adaletsizliğinin de çok ciddi kaynağıdır.
Eğitim ve sağlık başta olmak üzere kamu hizmetleri nicel ve nitel olarak geriletilmektedir.
SONUÇLANDIRICI DÜŞÜNCELER
Özetlemek gerekirse; bütçe, toplumsal güç dengelerine –ya da dengesizliklerine– göre oluşan sosyo-ekonomik durumun saptanması ve bu durumun siyasal ve idarî teminat altına alınmasıdır. O nedenle, bütçe ekonominin bir yansımasıdır; bütçe ekonomiye yön vermez, ekonomi bütçeyi belirler. Bütçenin genel felsefesi ise şöylece özetlenebilir: Toplumun güçlü kesimleri maliyet paylaşımında “toplumsalcı”, kaynakların paylaşımında ise “bireyselci” yaklaşımı yeğlemekte ve bütçe politika ve felsefesinin böyle oluşturulması yönünde siyasîleri baskı altına almaktadır. Vergi vermek istemeyen varsıl kesimler, tüm batık maliyetlerini veya zararlarını kamuya yüklemeye çalışmakta; batık bankaların sahipleri ortada yokken, ortadan kaybolan servetler “kamu borcu” olarak topluma yansıtılmaktadır. Oysa, bu borçların çok büyük bölümü kamunun değil, özel firmaların ve/veya ailelerindir. Bu durumda, borçlardan sorumlu olması gerekenler de söz konusu ilgili kişi, özel kurum ya da ailelerdir.