ABD’de 6 Kasım’da yapılan ve Obama’nın bir dönem daha başkanlık kazandığı seçim, dünyanın her yerinde merakla izlendi. Obama’dan önce iki dönem iktidarda kalan Bush ve Neomuhafazakâr ekibinin takipçisi, Cumhuriyetçi Parti adayı Mitt Romney’in kazanmasının Obama’dan önceki saldırgan ve pervasız politikalara geri dönüş anlamına geleceğini düşünen kesimler açısından Obama daha ılımlı ve diyalog esaslı Amerikan politikasını temsil ediyordu. Bu yüzden bu iki aday arasındaki yarışın her ülkede, neredeyse bir iç gündem haline gelmesinde şaşılacak bir şey yok. Bush döneminden geriye kalan fotoğrafta sayısız insanın öldüğü Irak ve Afganistan işgali, İran ile had safhaya tırmanmış gerilim, dönemin neredeyse simgesi haline gelen Guantanamo Hapishanesi, Müslüman kökenli göçmenlerin terörize edilmesi anlamına gelen İslamofobia, Amerikan yurttaşının yoğun bir korku içinde tutulması, dünyanın diğer bölgelerinde bu ülkeye karşı tırmanan nefret yer alıyordu.
Obama ise iktidara ilk geldiğinde Bush döneminde nefret edilen ne varsa hepsini temize çekeceğini, ABD’nin dünyada sarsılan imajını ayağa kaldıracağını vaat etmişti. Askeri gücün Afganistan ve Irak’tan çekilmesi, Guantanamo’nun kapatılması bu vaatlerden başlıcaları arasında yer aldı. Dört yıllık başkanlığı boyunca Obama’nın bu vaatlerini yerine getirmekten ziyade dünya kamuoyunu sürekli oyaladığını söylemek daha doğru olacaktır. Birinci dönemin ilk üç yılında Irak’taki asker sayısı aşamalı olarak artırıldı ve askerlerin bir bölümü ancak 2011 Aralık ayında tahliye edildi. Afganistan’da ise hâlâ 60 bine yakın ABD askeri bulunduruluyor. Guantanamo Hapishanesi ise kapatılmadı. Yine de işgal edilmiş ülkelerden çekildi çekilecek bir ABD profili ile, Fransa’nın başı çektiği ama ABD’nin gizliden destek verdiği Libya saldırısı dışında kaydadeğer başka bir sıcak temas yaşanmaması Obama’ya, başka faktörlerin yanısıra ikinci dönem Başkanlık imkânını yaratan etkenler arasındadır. Bu başka faktörlerin arasında öne çıkan ise, 2011’de Arap Dünyasında meydana gelen halk ayaklanmalarının sonrasında gelişen politik atmosferdir.
Arap dünyasındaki beklenmedik gelişmeler, diktatörleri devirmek için ayağa kalkmış halkların, bir rejim değişikliği gündeme gelmese de burjuva demokratik sistemin; seçim, yeni bir anayasanın hazırlanması gibi kimi süreçlerinin işler hale gelmesinin yolunu açan eylemleri; bu eylemlerin sonuçlarını fazla sorun yaşamadan kendi lehine çevirme imkânı bulan Obama’ya ek bir fırsat sağlayabilmişti. ABD ekmek, onur ve hürriyet için ayaklanan ancak politik bir programdan ve gelecek hedefinden yoksun Tunus ve Mısır halkının devirdiği diktatörlerden sonraki boşluğu, herhangi bir askeri müdahaleye gerek duymaksızın maniple edebilmiş, üstelik bu ayaklanmaları destekler göründüğü için de saldırgan ülke imajının özgürlük yanlısı bir ülkeye dönüşmesi için bu süreci olabildiğince kullanmıştı.
Obama’nın birinci dönemi bittiğinde ABD Suriye’deki gerilimli sürece de açıktan müdahale etmemeyi tercih ediyordu henüz. Emperyalist bir müdahale ile Beşar Esad’ın devrilmesi için yolun temizlenmesi işini ağırlıklı olarak, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan gibi taşeron ülkelerin gayretine teslim etmişti. Mısır ve Tunus’taki Arap devrimlerine dünya emekçilerinin duyduğu sempatiyi, Suriye’de, halk ayaklanmasını ezerek Esad’a ABD adına ve onun yöntemleriyle muhalefet eden, adı geçen taşeronların sözde açıkça olmayan desteği sayesinde palazlanan Özgür Suriye Ordusu’nun terörist eylemlerine ikame eden ABD bu süreçte Suriye’ye müdahalede temkinli ve itidalli bir politika izliyormuş gibi göründü. BM’de Türkiye’nin Suriye’de tampon bölge kurulması çağrısının yankı bulmaması da, Obama’nın beklenen müdahaleye bütün tahriklere karşı, en azından seçim öncesi dönemde, direndiğinin göstergesi olarak okundu.
Tam da bu nedenlerle Obama, Cumhuriyetçi Parti içinde kümelenmiş ve Demokratlar üzerindeki gölgesi ve baskısı sürekli hissedilen Neoconların elini tutan, aklıselimi temsil eden bir başkan olarak görünmeyi başardı. Onun Mitt Romney’e karşı zafer kazanması dünya barışı için bir kazanım olarak propaganda ediliyor.
Seçimlere irili ufaklı başka partilerin de katıldığı ancak bu partilerin kendilerini temsil imkânı bulamadığı seçim sistemi nedeniyle iki partinin sırayla iktidara geldiği ABD’deki siyasal düzen, esasen Cumhuriyetçiler ile Demokratların, muhafazakâr ile liberallerin iki ayrı dış politika tercihine sahip olduğu yanılsamasını üreterek çalışır. Dünyanın örnek demokrasilerinden biri olarak pazarlanan Amerikan sisteminde, başkan adayları, seçim kampanyası döneminde büyük tekellerden ve finans kurumlarından aldıkları fona ve desteğe göre bir güç gösterebilir veya gösteremez. Senatör ve temsilcilerle yapılan akçalı pazarlıkların, lobi çevrelerinin ikbal vaatlerinin, seçmenin bilgisine sunulamayacak kadar kirli alışverişlerin sürüp gittiği “derin” ilişkilerin hâkim olduğu bir plaftformdur bu. Seçim tahminleri ise, politikadan uzaklaştırılmış kitlelerin, adayların karizmasını, belagat yeteneğini, hazır cevaplılığını ölçü alarak sosyal medyada “beğendi” seçeneğini tıklamaları teşvik edilerek; canlı yayındaki raiting hesaplanarak, 900’lü hatların hangi aday için kullanıldığına vb. bakılarak yapılır.
ABD’deki seçim dönemindeki adayların yarışı, popstar yarışmalarındaki rekabeti andırır daha çok. Aday, kendisini, karizmatik bulmasını beklediği izleyicinin beğenilerine hitap eder, beğenisini celbedeceği aforizmalar üretir ve bir popstar adayı gibi, kendisine giydirilen imaja göre rolünü oynar. Bu yıl seçmeni sandığa götürebilmek için pek çok eğlenceli yöntem denenmiştir ama yine de sandık başına giden seçmen oranı geçen yıla oranla azalmıştır.
2007 seçimlerinde Obama’nın sınıf atlamış siyah Müslümanlığı onun imaj planlayıcılarının özenle öne çıkardığı özelliğiydi. Gerçekten de köleci ve ırkçı geçmişi acılarla dolu, siyahların toplu taşıma araçlarına beyazlarla birlikte binebilme hakkının daha 1968’de gündeme gelebildiği bir ülkede beyaz-Hıristiyan ve Anglosakson kökenlilerin birinci sınıf, giderek rengi kararan diğerlerinin de ikinci sınıf yurttaş olarak görüldüğü, siyahların da toplumun en yoksul en ezilen kesimlerini oluşturduğu düşünülürse ABD emekçilerinin niçin Obama’ya büyük umut besledikleri ayrıca anlaşılabilir. Diğer yandan Irak’tan ve Afganistan’dan gelen asker cenazeleri, İkiz Kuleler’e saldırıdan sonra körüklenen İslamofobi nedeniyle önce Müslüman göçmenler ve sonra da diğer göçmenler üzerine kışkırtılan yabancı düşmanlığının yarattığı gerilim ABD halkı açısından Obama’yı çözüm ve rahatlama olanağı haline getirmişti. Obama siyah teni ve etnik kökeni itibariyle, hiçbir şey söylemese de bir vaatte bulunuyordu zaten ama bunu göçmenlere yönelik sözleriyle de deklare ettiğinde seçim başarısını garantilemişti.
Obama gerçekten de Bush’un iki döneminde, ülkede sürekli bir terörizm tehdidi ve tehlikesi algısı körüklenerek oluşturulmuş, tansiyonu yüksek politik ve sosyal atmosfere enjekte edilen trankilizan niyetine sunuldu. Dünyada ise onun imajı ve vaatleri üzerinden artık yepyeni bir dönemin başladığı iddia edilerek ABD’ye yönelik birikmiş tepkiyi emebilecek bir ikon yaratılmış oldu. Aurası üzerinden sürekli olarak, özenle işlenen umut Bush döneminin yarattığı kaostan besleniyordu.
ÖNLEYİCİ SAVAŞTAN ‘YUMUŞAK GÜÇ’E
Bush döneminde, 2002 Eylülünde yayınlanan Ulusal Güvenlik Stratejisi, önümüzdeki yüzyılın “Amerikan yüzyılı” olacağını ilan ediyor ABD politikasının yeni yönelimini açıklıyordu. Bu strateji ile birlikte “önleyici savaş doktrini” denen bir kavram Bush elinden bütün dünyaya postalanmış oldu. Önleyici savaş doktrini, ABD’nin, kendisine yönelik bir tehdidi “sınırlara ulaşmadan” teşhis ve imha etmesinin, bu konuda gerekirse uluslararası kuruluşların ikna edilmesi beklenmeden tek başına her türlü müdahaleye yeltenebilmesinin, ABD’nin kendini koruma hakkı gerekçesiyle kuşkulu grupların herhangi bir eyleme yeltenmeden bertaraf etmesinin yolunu açıyordu.
Bush’un stratejisinin kilit sözcüğü “önceden”dir. Bu şu anlama gelir; ABD’nin bir ülkeye saldırıda bulunması için o ülkenin kendisi için tehdit oluşturduğunu iddia etmesi, sanması ve hatta bu konuda halüsinasyon görmesi yeterlidir. Nitekim 11 Eylül’de İkiz Kuleler’e saldırının failinin El Kaide olduğunu iddia etmiş, hemen ardından Afganistan’ı işgal ederken bu ülkenin El kaide militanlarını barındırdığını gerekçe göstermişti. Çok geçmeden Irak kimyasal silah üretmekle suçlandı ve bu ülkeyi işgal ederken ABD’nin, suçlamasına kanıt göstermek gibi bir sorunu olmadı. Çünkü emperyalizmin yeni stratejisine göre bir ülkeye silahlı müdahalede bulunabilmek için ABD’nin kanıtlanmış bir gerekçe ileri sürmesi gerekmiyordu; bütün gerekçeler ABD’nin ulusal güvenliğinin tehdit altında olduğu önkabulünde iptal edilmişti.
Irak işgalinden kısa bir süre sonra bu ülkede kimyasal silah depoları bulunmadığı ortaya çıktığında iş işten geçmişti ama ABD’nin yeni stratejisi, suçlu olduğu iddia edilen her kimse, bu ister bir ülke, ister bir şahıs olsun, bunu kanıtlamakla yükümlü olanın kendisine suç isnat edilen ülke veya kişi olduğunu deklare ederken, aynı zamanda, iddiaları doğrulamayan bir sonucun çıkması durumunda ABD kendisini sorumluluktan kurtaran bir bağlam da oluşturmuştu çoktan. Böylece önleyici müdahaleye kendinde hak gören bu emperyalist ülkenin karşısında, herkesin, her ülkenin atılı suçu reddetme hakkı vardı ama kendisini temize çıkarana kadar iş işten geçmiş olacaktı. Yeni Amerikan Yüzyılı böyle bir pervasızlığın, hukuksuzluğun, ben yaptım olduculuğun yüzyılıydı esasında.
Önleyici Savaş Doktrini giderek diğer emperyalist ülkelerin de dış politikada benimsediği bir strateji haline geldiği gibi iç politikanın da düzenleyici ilkesi olarak benimsendi. Sadece şüpheli şahıs kategorisine dahil edilebildikleri için, sadece Bush şüphelendiğini beyan ettiği için (Başkan’a bu hak teslim edilmişti ve Başkan bu hakkı ilgili kurumlara delege edebiliyordu) “ulusal güvenliği tehdit eden kimseler” kapsamında görülerek sayısız insan tutuklandı ve bunlar uzun süre yargılanmadan, savunma hakkı tanınmadan başta Guantanamo Hapishanesi olmak üzere dünyanın pek çok yerinde kurulu hapishanelerde yıllarca tutuldular.
Ulusal güvenliği tehdit eden teröristler kapsamına ise, emperyalizmin, yeni paylaşım ve düzenleme alanı olarak gördüğü Ortadoğulu ve Arap kökenli Müslümanlar giriyordu daha çok. Böylece Müslüman halklar ve içerdeki Müslüman göçmenler “olağan şüpheli”ler olarak etiketlendi; işgallerin ve içerdeki zulmün nesnesi haline getirilebilmeleri için de böyle yaftalanmaları yeterli oldu.
Bush ve Neoconları ABD’nin Ulusal Güvenlik Stratejisinin meşru bir içeriğe sahip olduğuna bütün dünyanın nedamet getirmesini bekliyordu. Dünyanın çok kutuplu değil tek kutuplu olduğu çoktan ilan edilmiş; ABD’nin karşısında onun politikalarına çomak sokacak hiçbir gücün kalmadığına, dünya halklarının ve emekçilerinin belinin doğrultulamayacak kadar kırıldığına duyulan bu kof güven Irak ve Afganistan’ın da kolay lokma olduğunu düşündürmüştü. Ancak Bush dönemi ekibinin kolay lokma olarak gördüğü Irak ve Afganistan aradan geçen bunca zaman sonra bile hâlâ, içinden çıkılması zor bir bataklık olmayı sürdürüyor.
Bush’un ve neoconlarının Irak ve Afganistan’da yarattığı tahribat rakamlara dökülemez. ABD için ise çok sayıda asker ölümü, buna bağlı olarak devletin politikasına duyulan iç hoşnutsuzluk, devasa bütçe sorunları ve dünya halklarının nefretinin büyümesi gibi, ödenmesi ağır bir paha haline geldi.
Obama’nın büyük umutlarla iktidara gelebilmesinde Bush döneminde inşa edilen olağanüstü Guantanamo rejiminin yarattığı yılgınlık, tepki ve nefret rol oynamıştır. Seçim sloganı olarak, iyice etkisizleştirilmiş, önemsizleştirilmiş ve terörizm korkusu altında iki dönem boyunca kapana kıstırılmış, her renkten ve ırktan Amerikan seçmenine, dünyanın gidişatına müdahale edebileceği duygusunu zerk eden “evet yapabiliriz” sloganını seçmesi boşuna değildir Obama’nın. Irak’taki bataklıktan çıkılabileceğini, nükleer silah rezervleri ile ilgili politikanın revize edilebileceğini ve Guantanamo’nun boşaltılacağını söyleyerek “evet yapabiliriz” diye haykırması seçmenin duygularını okşamış, dünya için de yeni bir barış döneminin kurulacağı vaadi olarak algılanmıştı.
Obama başkan seçildikten hemen sonra ilk dış gezisini Mısır’a yaptı. AKP Hükümetinin, Başkan’ın, Arap alemine ve Ortadoğu’ya ilk seslenişini Türkiye’den yapması için arsız bir beklenti içine girdiği o dönemde Obama taze Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ı Türkiye’ye göndermekle yetindi ve Kahire Üniversitesinde konuşmayı tercih etti. Şöyle dedi:
“Ben Kahire’ye Amerika Birleşik Devletleri ile dünyadaki Müslümanlar arasında karşılıklı çıkar ve karşılıklı saygıya dayanan, Amerika ve İslam’ın birbirleriyle zıt olmadığı ve rekabete gerek bulunmadığı gerçeğine dayanan yeni bir başlangıç arayışı ile geldim. Aslında onlar birbirini tamamlar, adalet ve gelişim, hoşgörü ve bütün insanların saygınlığı gibi ortak ilkeleri paylaşır… Birbirimizi dinlemek, birbirimizden öğrenmek, birbirimize saygı göstermek ve ortak bir zemin bulmak için devamlı olarak çaba göstermeliyiz. Mukaddes Kuran’ın bize söylediği gibi, ‘Allah’ı aklından çıkarma ve daima gerçeği söyle.’ Benim bugün yapmağa çalışacağım şey, insan olarak paylaştıklarımızın bizi ayıran güçlerden çok daha kuvvetli olduğu yolundaki inancımdan şaşmadan, önümüzdeki fevkalade görevin önemini bilerek, elimden geldiği kadar gerçekleri yansıtmaktır.”
Obama Türkiye’ye daha sonra geldi ve Meclis’ten yaptığı konuşmasında, “Türkiye ve ABD günümüzün sorunlarına, tehditlerine ve tehlikelerine karşı yan yana olmalı, birlikte çalışmalı. Karşılıklı çıkarlara dayanmamız ve farklılıklarımız üzerinde yükselmemiz gerekiyor. Birlikte hareket edersek daha güçlüyüz. Birleşik Devletler ile Türkiye’yi birbirine bağlayan güvenin zorlandığını, sarsıldığını biliyorum. Bu zorlanmanın, sarsılmanın İslam inancının yaşandığı pek çok yerde paylaşıldığını da biliyorum. Becerebildiğim kadar açıkça şunu söylemek isterim ki, Birleşik Devletler, İslam ile bir savaş halinde değildir ve asla olmayacaktır” dedi.
Obama, Bush döneminde peşinen terörist olarak görülen ve terörizmle mücadele kapsamında her türlü emperyalist saldırıya maruz kalmayı önceden hak etmiş sayılan Ortadoğu ve Arap halklarını yatıştırıcı konuşmalar yaparak, kendisiyle birlikte bundan sonra yeni bir dönemin başladığını ilan ediyordu.
Ancak sonraki gelişmeler yeni ve barışçıl bir dönemin başlangıcından ziyade ABD’nin Ortadoğu stratejisinde yeni bir taktik ve üslup değişikliğine gittiğini gösterecekti. Obama döneminde “yumuşak güç” olarak adlandırılan ABD dış siyaseti silahlı müdahale olanağını ABD’nin literatüründen asla çıkarmadı. Obama barış ve anlaşma retoriğine rağmen, emperyalizmin genel stratejisine ülkelerin diplomatik yollardan, ikna yöntemiyle dahil edilememesi durumunda şiddeti bir Demokles Kılıcı olarak halkların üstünde sallandırmaya devam etti. Obama döneminde silahlanma için bütçeden ayrılan pay azalmadı tersine yeni kalemler ile bu fon artırıldı.
Obama, Bush gibi, yepyeni olarak lanse edebileceği bir stratejik belge oluşturmamıştır. Onun farklı bir stratejiden daha çok Yeni Amerikan Yüzyılı projesi kapsamında ancak yeni bir taktik geliştirdiğinden söz edilebilir. İçinde terör ve terörizm sözcüğü geçmeyen cümleler kurmak, Bush’un aksine bu sözcükleri mümkün olduğunca az kullanmak bu taktiğin bir gereğiydi. Bush Müslüman halkların tamamını terörizm etiketi altında düşmanlaştırmış iken Obama kendi döneminde böyle toptancı bir yaklaşımdan ziyade Müslüman halkların yaşadığı ülkeler arasında Amerikan politikası yanlısı olanlarla daha az sadık olanları ayırmayı; bunların bir kısmını diğerine karşı konumlandırarak aralarında bulmakta zorlanmayacağı nifak noktalarını kaşımayı, iktidardaki kesimin mezhebine göre bloklar, hilaller ve ittifaklar oluşturmayı tercih etti. Tıpkı Bush gibi “bizden değilseniz düşmansınız” diyordu yine ama, Amerika’nın dümen suyunda gitmeyen “düşman”a karşı muameleyi “dost, müttefik, stratejik ortak” ülkelerin ikna edici gücüne havale ediyordu.
Obama döneminin bu bakımdan, Bush döneminde işgaller nedeniyle Müslüman halklarda yükselen tepkiyi tersine dönüştürmek, bu tepkilerin ağırlığını üzerlerinde hissederek ABD’ye mesafeli durmak zorunda kalan iktidarları terbiye etmek, ABD’yi tepkinin hedefindeki nesne olmaktan çıkararak emperyalist politikaların sorumluluğunu bölgedeki ülkelere yayabilmek amacıyla Ortadoğu ülkelerinin pozisyonunun, stratejik haritada yıkılıp yeniden inşa edildiği bir dönem olduğu söylenebilir. Temel öncelikler değişmemiştir, Bush’un hedefinde sırada İran vardı Obama döneminde de İran, emperyalizmin öncelikli hedefi olmayı sürdürdü. Ancak geçen dört yılda ABD’nin İran’a doğrudan bir müdahale olanağı olamamıştır ve bu süreçte ABD, İran’ı etrafından çevrelemeye, üstelik bir taşla birçok kuş vurmak için İran ile ittifak halindeki ülkeleri de etkisiz hale getirecek, aslında Bush döneminden daha kapsamlı ve hedefleri geniş, çok cepheli yürüyen bir savaş taktiğini içeren bir yol haritası oluşturmuştur; buna zorunlu kalmıştır.
Bunda, Tunus’ta başlayan daha sonra Mısır’a sirayet eden daha sonra neredeyse Kuzey Afrika’nın tamamıyla Arap Yarımadasına kadar sıçrayan halk ayaklanmalarının yarattığı iklimin, ayaklanmaları destekleyerek ya da Libya’da olduğu gibi müdahale ederek şimdilik belirli oranda bir kontrol sağlayan ABD’nin karşısına, kendince ehlileştirilmesi gereken yeni güçler çıkarmasının, ABD’nin şimdi uğraşacağı sorunları ister istemez çeşitlendirmiş olmasının da rolü vardır.
İki diktatörün Bin Ali ve Mübarek’in devrilmesinin ardından bu iki ülkede şimdi, ABD’nin ılımlılaştırmak için çok uzun zamandır çaba sarf ettiği Müslüman Kardeşler örgütünün kurduğu hükümetler iktidarda. Uzunca bir süre atıl kalan BOP ortaya atıldığından bu yana Müslüman Kardeşler, uzun süreli iktidarları boyunca kendi halkları nezdinde itibarları kalmamış diktatörlerin alternatifi ve ABD’nin bölgede gerçekleştirmek istediği reorganizasyonun başlıca aktörlerinden biri olarak görülüyordu.
Ancak ABD’nin hesaplarının dışında, güçler dengesine yeni bir faktör olarak girmiş olan Arap emekçilerinin şimdiden işaretleri görülen örgütlenme eğilimleri, sürecin asıl belirleyenleri arasında yer alıyor. Bu yüzden bölgede Amerikan istikrarının öngörülmüş unsurlarının kolay sabitlenemeyeceğini, bu unsurlara dayalı bir dengenin esasen dengesizlikten malul olacağını söylemek bir kehanet olmayacaktır. Zira Arap Dünyası’ndaki Tahrir süreci henüz kapanmadı. Bu ülkelerin geçmişindeki anti emperyalist, ulusal ve bağımsızlıkçı mücadelelerin hâlâ toplumsal hafızada önemli bir yer tuttuğu, anti Amerikan duyguların sosyal tabanının var olmaya devam ettiği de ABD’nin çok iyi bildiği bir gerçektir.
ABD’nin, şimdiye kadar büyük bir siyasi yatırım yaptığı Müslüman Kardeşlere güveninin sınırını, tam da Mısır halkının direncinin boyutunun kestirilemez olması nedeniyle çizemiyor olması en önemli sorunları arasında yer alıyor. Filistin sorununa duyarlı, üstelik şimdi bir ayaklanma deneyiminden geçerek özgüven kazanmış bir halkın Mübarek döneminde olduğu gibi Camp David konseptinin rahatlıkla sürdürülmesine izin verip vermeyeceği hem Cumhurbaşkanı Mursi iktidarı için hem de ABD için bir muammadır. Müslüman Kardeşler iktidarı altındaki Mısır, ABD için nedamet ve sadakatini gün tekrarlamak, her gün sınanmak zorunda olan bir ülke haline gelmiştir; bu, halkın yeni iktidar üzerindeki basıncının her gün denetim altında tutulmasını gerektiren, ve hatta sosyal mühendisliğin başarısını garanti altına alacak sürekli bir “ilgi”yi zorlayan bir süreçtir.
Mursi’nin daha iktidara gelir gelmez anlaşmaların kutsal metinler olmadığını, bunların yeniden gözden geçirilebileceğini söyleyerek kendi pazarlık şansını artırmaya çalışmasının arka planında böyle bir halk basıncının etkisi vardı. Daha sonra Clinton’a, 1979’da imzalanan ve Mısır’ın İsrail’i tanıdığı ve bu ülkeyi bölgede ABD emperyalizminin sadık bir uydusu haline getiren anlaşmayı bozmayacağına “söz vermiş” olmasına rağmen Mursi’li bir Mısır’ın geleceğinden ABD tam olarak emin olamayacağı bir zeminde hareket etmek zorundadır. Mursi hemen tükürdüğünü yalamak zorunda kalmış olsa da Gazze ile Mısır arasındaki kapıları açmış, yine bir pazarlıkla burada beş tane askeri uçak bulundurma iznini koparabilmiştir. Ancak ABD kaynaklarıyla beslenen Mısır ordusu üzerindeki hakimiyetini, ayaklanma sırasında Tahrir Meydanının develerle basılmasından sorumlu ordu mensubu general hakkında dava açarak ölçmeye kalkıp da bunu beceremeyince ABD karşısındaki gücünün sınırını bir kez daha görmek zorunda kalmıştır. Suriye sorunu konusunda ABD yanlısı tutum alması ve son Gazze saldırısındaki tutumu Mısır’ın tekrar Camp David konseptinde kalmaya itildiğini, Müslüman Kardeşler’in de buna teşne olduğunu gösteriyor. Ancak bu ehlileşmenin kaderinin tek başına ABD ile Mısır arasındaki ilişkilere bağlı olacağını düşünmek diğer faktörleri göz önünde bulundurmadan hesap yapmak yanlışına düşmek anlamına gelecektir. Mursi’nin biatıyla ABD Arap halklarına, ayaklanmaların kaçınılmaz sonucunun ABD hegemonyasına açılmak olduğu mesajını vermiştir. Ama şimdilik.
ABD’nin gözünden biraz daha ırak olan Tunus’ta ise En Nahda hükümeti karşısında halk cephesi güç toplamaya devam ediyor ve En Nahda yaptığı her gerici çıkışta halkın reaksiyonunu alıyor. Görünen o ki, ABD kendi hegemonyasını kurmak için yaratmayı umduğu engebesizliği elinin altındaki yeni iktidarlarla pek o kadar kolay kuramayacak. Bu ülkelerde mayalanmakta olan halk tepkisi, yerlerini iğreti kıldığı yeni diktatörlerin vaat ettiği nedameti yüzde yüz garanti altına alınamaz kılmaktadır. Diğer yandan Geçtiğimiz yıl ABD’nin arkada kalarak desteklediği ve Fransa öncülüğünde NATO müdahalesine zemin olan Libya’da da sular durulmamıştır. Kaddafi’nin öldürülmesini Clinton’ın “geldik, gördük ve öldü” diye sevinçle karşılamasından kısa bir süre sonra, 11 Eylül’ün yıldönümünde ABD’nin Bingazi Konsolosu radikal İslamcılar tarafından öldürüldü. Bölgede radikallerin varlığından rahatsız olan ama onlarsız da yapamayan ABD, bir yandan bu güçleri, ılımlılaştırma işleminin terbiye malzemesi olarak kullanırken diğer yandan da kendi Neron’unu rahminde büyütme paradoksundan kurtulamıyor. Önceki yıl ayaklanmalarla çalkalanan Bahreyn’de de halkın ABD taşeronu Suudi süvarileri tarafından ezilmesinden sonra bile, Arap yarımadasının ABD’nin istediği kıvama gelmediğini zaman zaman ortaya çıkan halk tepkisine, gösterilere bakarak söylemek mümkün.
Obama’nın önünde Arap ayaklanmalarından sonra, eskilerinin yıkılışını destekleyerek yeni iktidarların kuruluşunu selamladığı, böylece bölgedeki bahar esintisini kendi yüzüne de yansıtma olanağı bulabildiği birinci döneminden farklı olarak ABD’yi şimdi daha da zorlayacağa benzeyen istikrarsız, daha doğrusu mevcut istikrarı her an bozulma vaat eden bir bölge var. Bir yandan Kaddafi’yi devirirken el altından desteklenen Selefi ve El kaide yatağı aşiretler, diğer yandan halk baskısı nedeniyle koltuklarında rahat oturamayacakları belli diktatörler bölgedeki tablonun hâkim renklerini oluştururken diğer yandan da önceden kalma kadim “sorunlar”ıyla cebelleşecek ABD.
Buradan ABD’nin “Arap Baharı”nın kazanımlarını bütünüyle kendi hanesine henüz yazamadığı sonucu çıkar. Suriye’de arkadan verdiği istimle sahte bahar yaratma çabasında da başarılı olamamıştır. Esad ordusunun istifa etmiş elemanlarından, radikal İslamcılığın envai çeşit kadrosundan, lumpen devşirmelerden oluşturulmuş, kendisine Özgür Suriye Ordusu adını takan silahlı terörist güçler şimdiye kadar Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye tarafından silah, techizat, eğitim ve konaklama imkânları sunularak desteklenmiş olmasına rağmen Esad’ı deviremediler. Seçim dönemine kadar, bu ülkelerin Suriye’yi zayıflatma girişimlerini kışkırtan ama doğrudan müdahaleden imtina eder görünen Obama’nın ikinci dönemindeki en önemli gündem maddesi yine Suriye’dir. Artık ipliği pazara çıkmış ve Suriye’de sivillere yönelik vahşi saldırıları nedeniyle dünya kamuoyunu muhalif bir hareket olduğuna ikna edemeyen, iddia edenleri bile dayanaksız bırakan ÖSO’nun mevcut hali ve taktiği bakımından miyadı dolmuş görünüyor. Diğer yandan içinde Türkiye’nin de bulunduğu Suriye Ulusal Konseyi’nin geçen ay Doha’da yapılan toplantısına Konsey’in her kesimi kapsamadığından şikâyet ederek yeni yönetimini değiştirmesi talimatını veren, üstelik bir de yeni yönetim listesi ileten Clinton’ın isteği üzerine yönetim değiştirilerek bu örgüt revizyona tabi tutuldu. Konseyin başında şimdi emperyalizmle işbirliği içindeki Suriye Komünist Partisi mensubu bir Hıristiyan var.
ABD alelacele imal ettiği Suriye muhalefetiyle artık bir adım daha yol alamayacağını, bu sahte muhalefetin imajını sil baştan temize çekmek zorunda olduğunu biliyor. Ancak Obama’nın geçen döneminin sonlarına doğru hatları belirginleşen yeni taktiği gereği revizyon sadece muhalefetin imajının yenilenmesiyle sınırlı değil. Suriye “sorun”unun çözümünün delege edilmiş göründüğü ülkelerle ilgili de yeni bir düzenleme ihtiyacı duyduğunun işaretlerini veriyor ABD. Örneğin bu süreçte Türkiye’ye yüklenen rol de yeniden gözden geçiriliyor.
Osmanlı geçmişinin bir parçası olan Arap diyarında herkesten fazla hak iddia eden ve Yeni Osmanlıcı hevesleriyle bölgede inisiyatif almaya çalışan Türkiye Hükümeti, uzun süre Suriye’ye müdahalenin zeminini hem iç kamuoyunda hem de dışarıda epey zorladı. Ama Türkiye’nin Suriye üzerindeki provokatif girişimleri şimdiye kadar, zaten bölgede pek çok reorganizasyon işiyle meşgul ABD tarafından, umduğu kadar ateşli bir ilgiyle karşılanmadı. Böylece müdahale zeminini yaratmak üzere Suriye sorunuyla kraldan çok kralcı bir biçimde ilgilenen, “ata toprakları”nda lider ülke pozisyonunu hak etmeye çalışan AKP Hükümeti’ne, ABD tarafından, bu konuda çok da hevesli olmaması gerektiği her fırsatta hissettirildi.
Mursi başkanlığındaki Mısır’da daha taşların oturmamış olmasını bir avantaj addederek bölgenin liderliğine hararetle oynayan AKP Hükümeti ve Başbakanı Obama’nın ilk dönemini patinaj yapmakla geçirdi. Ancak nihayet umduğuyla değil bulduğuyla yetinmek; stratejik ortak değil stratejik taşeron olmakla yetinmek durumunda bırakıldı. Son Gazze saldırısında, Ortadoğu’daki sahnede yeniden kurulan ilişkiler bunun teyidi olmuş, ABD, İsrail ile Hamas arasında arabuluculuk yapmaya Mısır’ı teşvik etmiş, ateşkesten sonra da Mısır’ı lider ülke olarak selamlamıştır.
Daha önce değinildi; ABD’nin başta Suriye ve İran olmak üzere Ortadoğu’daki yeniden düzenleme sürecinde bölgede oluşturmaya çalıştığı yeni ittifakların ve yeni kamplaşmalarda Türkiye’nin özel bir yeri vardır. Bu Amerikan taktiğine göre iktidarda ABD yanlısı Sünni hükümetlerin olduğu Türkiye-Kürdistan Federe Devleti-Suudi Arabistan-Katar Sünni blogu İran-Irak- Suriye-Lübnan Hizbullahı’ndan oluşan Şii bloğunun karşısında konumlandırılmaya çalışıldı.
Ancak Ortadoğu’da ittifaklar ve uzlaşmaların ömrü de çok uzun değildir.
Bir kibrit yığınından bir çöpü diğerlerine dokunmadan kaldırmaya çalışacağını zannedenin sıklıkla hüsrana uğratıldığı bir bölgedir burası.
Ortadoğu dengelerini altüst eden, parçalanmış Kürt varlığının Kuzey Suriye’deki parçasının özerk bölge ilan etmesiyle birlikte ABD ve dahi Türkiye, beklenmedik yeni bir faktörle daha yüzleşmek zorunda kaldı. Bu, Türkiye’nin içinde yer aldığı Sünni blokta Türkiye’nin yakınlaştığı Barzani ile, hem içerdeki Kürt sorunu üzerinden hem de topraklarının güneyinde Suriye sorununun bakiyesi olarak komşu olduğu yeni Kürt bölgesi konusunda bir ortak tavır alamayacağı, Suriye ile ilgili yol haritasında çok da örtüşemeyecekleri ortaya çıktı. Diğer yandan emperyalist işgal sonrası kurulmuş Irak’taki Maliki hükümeti, Türkiye’nin Kuzey Irakla kendisinden bağımsız petrol sözleşmeleri yapması üzerine Türkiye ile petrol ve gaz arama anlaşmasını iptal ederek restleşebildiği gibi Barzani’ye de silah gösterdi.
Böylece Ortadoğu’daki yeni gerilim halkalarına bu üçlü arasındaki gerilim de eklenmiş oldu. Şimdi Maliki’nin istikbali de parlak görünmüyor.
* * *
Dünya petrol ve doğal gaz rezervlerinin yüzde yetmişten fazlasına sahip olan Ortadoğu ve Kafkas bölgesinden borularla Batı’ya aktarılacak enerjinin bu bölgeden güvenliği üst düzeyde sağlanarak taşınması sorunu, emperyalistleri, her seferinde yeni planlar hazırlamak zorunda bırakıyor. Bölgede, bir başkasının, her an değişebilen pozisyonuna, çıkarına çarpmadan hareket etmek o kadar kolay değil.
Hem Rusya’nın hem de İran’ın açık denizlere ulaşmasını kolaylaştıran bir bölge olduğu için Suriye bu iki ülke açısından ABD planlarının gerçekleşmesine izin verilemez kıymette görülüyor. Kafkas ve Hazar petrollerine ulaşmak için öncelikle İran’ı dize getirmesi gerektiğini düşünen ABD ise, İran’ı etraftan kuşatmayı kolaylaştıracak biçimde Suriye müdahalesinin koşullarını olgunlaştırırken İran ve Rusya faktörüyle başa çıkmak zorunda. Suriye aynı zamanda Ortadoğu’nun ABD tarzı bir istikrara kavuşmasında kilit ülke olan, emperyalizmin bölgedeki sadık bekçisi İsrail’in yanıbaşındaki bir tedirginlik kaynağı olarak algılandığından ABD Suriye sorununu bir an önce çözme eğiliminde. İttifakların kurulması, bozulması, yeniden kurulması; dayanıksız olanların yeni formüller ile güçlendirilmesi, kiminden vaz geçilmesi, yolun bir kısmının başka, diğer kısmının yeni aktörlerle alınması gibi Amerikan taktiklerinin nedeni, başta Suriye olmak üzere bölgedeki düzenlemenin ABD için çok da kolay olmamasından kaynaklanıyor.
Suriye ve arkasından İran müdahalesi, Afganistan ve arkasından Irak müdahalesinde olduğu gibi sadece o iki ülkeyi ilgilendiren sonuçlar vermeyecektir. Bush döneminde “biz BM’yi de takmayız, kamuoyunu da” diye yazılan bön strateji Obama döneminde rafa kaldırılmak zorunda kalınmışsa bu elbette ABD daha ılımlı, daha yumuşak daha şefkatli ve empati sahibi bir Başkan’a kavuştuğu için değil Ortadoğu’ya dokunanın elinin kolay kolay ateşten çıkmayacak olmasıyla ilgilidir.
Şimdi tam da bu yüzden ABD uluslararası meşruiyeti önemsiyor ve sadık taşeronlarını, her birinin ayrı ayrı kırmızı çizgileri olan bölge devletlerinden çoğaltma arayışında.
Obama’nın tam biat sağlamak için terbiye etme yöntemlerinin son derece çeşitli olduğu, biatın dozuna bir sınır çizmediği zaten Tayyip Erdoğan ile telefonda, Suriye hakkında konuşurken elinde tuttuğu beyzbol sopasıyla çekilen fotoğrafını basına servis ederek bu terbiyeyi hep havuç ikramıyla sağlamayacağını dünya alemin gözüne sokmasıyla belli olmuştu zaten. Türkiye’nin emperyalist hiyerarşide bölgeyle geçmişteki nüfuzunu kullanmaya kalkarak üst katlara tırmanma çabası, İsrail ile girdiği özde olmasa da sözde dalaşı, kendi başına kontrolsüz atakları, ABD nezdinde göz doldurmaya çalışırken kendi heveslerini de tatmin etme çabası AKP Hükümeti yönetimindeki Türkiye’yi, stratejik ortaklık ilişkisinin her gün yeniden gözden geçirilmesi gereken bir ülke durumuna soktu. Bu yüzden de ABD’nin hem şımarttığı hem cezalandırdığı bir ülke konumunda.
Geçtiğimiz günlerde Milliyet gazetesine röportaj veren New York Times yazarı, analist Thomas Friedman ABD’nin bundan sonraki Suriye politikasının yine Türkiye üzerine kurulu olduğunu, ama Türkiye’nin Esad ile de Mısır, İsrail ve İran ile de konuşabilen bir ülke haline gelmesi gerektiğini söyleyerek “biz bundan sonra iç sorunlarımızla uğraşacağız, Türkiye’yi Suriye sorununun çözülmesi için kullanmıyoruz, ona yalvarıyoruz” dedi. Aynı yorum The Guardian gazetesinde de çıktı. Bu demek oluyor ki Türkiye’nin İsrail ile Davos’tan bu yana gerilen ilişkilerini bir an önce iyileştirmesi ve birlikte “görev”e başlamaları elzem görülmektedir! Ancak ne yaparsa yapsın, ABD’nin kendisine destek olacağını düşünen Netanyahu Hükümeti Batı Şeria’da yeni yerleşim bölgeleri kurmaması konusunda onu uyaran, İran’a bir çırpıda girmek heveslerini kursağında bırakan Obama’nın birinci döneminde, işi zorlaştırmaması için yaptığı telkinlerine uysa da ikinci dönemi Gazze saldırısıyla açtı. Beklendiği gibi ABD İsrail’in güvenliğini gerekçe göstererek bu ülkenin yanında yer aldı, Türkiye Hükümeti ise saldırıyı kınadı.
İsrail’in Gazze saldırısı ve ABD’nin bu saldırıyı onaylaması seçimlerden sonrasının “dakika bir gol bir”idir. Gazze saldırısı, İran destekli Hamas’ın zayıflatılması yoluyla, önceliği İran ve Suriye olan “Büyük Ortadoğu” operasyonunun başlangıcına dair bir işaret fişeği olarak da görülebilir. Ama bunun yanısıra Gazze, bazı taşların yerine oturmasını ve bunun görünür ve gösterilir hale gelmesini kolaylaştırmıştır.
Friedman’ın ve The Guardian’ın Türkiye ile ilgili tahlillerinde, üzerine konuşulan konu Türkiye olduğu için bundan sonraki süreçte ABD’nin Ortadoğu’da başka hangi güçleri seferber edeceğini de kapsayan bütünlüklü tablo ihmal edilmiştir. Gazze saldırısı bu bulanık bırakılmış tabloyu bir parça daha netleştirdi. AKP Hükümetinin, ABD emperyalizmine kimin en sadık olduğu konusunda Mısır ile girdiği yarış şu anda Türkiye’nin aleyhine bir skorla bitmiş, Mısır’ın ABD açısından olması gerektiği yere çekilmiş görünüyor. En azından bu süreçte. Filistin’de Hamas’ı döverek Suriye ve İran müdahalesine bir adım daha yaklaşma imkânı yaratmaya çalışan İsrail, kendisiyle iyi ilişkiler kurması bakımından Türkiye’yi bir yol ayrımına daha sokmuş oldu. Bu süreçte, oynayana emperyalist evrende statü kazandıran arabuluculuk rolü de Mısır’a düştü. Clinton’ın yanında fotoğraf karesine giren kişi Davutoğlu değil (o İsrail’e değil ancak Gazze’deki hastane ziyaretine gidebilmişti) Mısır Dışişleri Bakanı oldu. Daha önce Camp David Anlaşması kutsal bir metin değildir, değiştirebiliriz deme noktasındaki Mısır, 30 yıllık devlet alışkanlığı ve Hamas ile geleneksel yakınlığı bulunan Müslüman Kardeşler Hükümeti sayesinde “İsrail ve Filistin ile konuşabilen” bir ülke olarak, Emperyalist kampın statü dağıtarak kendine bağlama politikasının karşılığını veren ülke haline geldi. Sadece ateşkes karşılığında, Filistin’in statüsünde hiçbir değişiklik talep edememek pahasına. Friedman hem Mısırla hem İsrail’le hem Suriye ile hem de İranla konuşabilen bir Türkiye istiyoruz… yalvarıyoruz filan diye boşuna demiyordu. Türkiye’ye İsrail’e efelenerek, kendi kendine gelin güvey olmakla lider ülke haline gelemeyeceği konusunda Gazze olayıyla bir ders de verilmiş oldu. Hemen arkasından İsveç’de İsrail ile Türkiye arasında başlayan görüşmeler AKP Hükümeti’nin mesajı aldığını gösteriyor.
Oysa ki, Cengiz Çandar’ın dediği biçimiyle “Ortadoğu’da oyun kurucu olamayan” Türkiye Hükümetinin başlangıçtaki “komşularla sıfır sorun” konsepti yaratma eksenli Ortadoğu politikası tam da ABD’nin bölgedeki bölücü, ülkeleri birbirine düşürücü taktiğine sadık kalma gayreti yüzünden iflas etmişti. Türkiye’nin dış politikasındaki, ABD tarafından da adlandırılıp tescillenen başarısızlığının nedeni, herkesle dost olma iddiasından, emperyalizme yaranmak ve bölgesel güç olmak adına “Suriye’ye beş dakikada girer çıkarım” noktasına çok kolay geçebilmesini sağlayan ikiyüzlülüktür. Uğruna, olmadık serüvenlere girmeye hazırlanılan ABD’ye de pek yar olamamıştır bunun sonucunda. Kurtlarla dans eden tilkinin geleceği nokta da budur.
İsrail’in Gazze saldırısı sırasında Obama, Müslüman halkların gözünün içine baka baka İsrail’in güvenliğini tehdit eden hiçbir şeyi tasvip etmeyeceğini açıkça savunmuş, Filistin halkının acılarını telafi etmeye yönelik hiçbir şey söylememiş, İsrail’i eleştirmemiştir. Başbakan Erdoğan’ın, dost ve müttefik gördüğü Katar ve Suudi Arabistan’dan ise, “öleceksek adam gibi ölelim” biçimindeki şatafatlı retoriğine hiçbir destek çıkmamıştır. Erdoğan İsrail’e “artık 2008’de değiliz, hesabını iyi yap” diye seslenirken aslında emperyalizmin, şimdiki taktiğini anlamadığını, esasen kendisinin hâlâ 2008 konseptinde kürek çekmeye devam ettiğinin farkında olmadığını, bu bölgede ya ABD’nin sadık kölesisindir ya da hiçsin ölçüsünün geçerli olduğunu görememiştir.
İsrail’in Gazze saldırısı ABD etrafındaki mevcut kamplaşmayı pekiştirmiş; bölgedeki aktörlerin konumlarını yeniden tayin etmiştir. Ortadoğu’nun önümüzdeki dönemdeki resminin ABD tarafından nasıl çizilmek istendiğini gösteren bir laboratuar olmuştur bu saldırı. Ortadoğu’da İsrail’in bir turnusol kağıdı olduğu Gazze ile bir kez daha teyid edilmiştir. Bundan sonra hesabını iyi yapacak olan Erdoğan olacaktır. Ya “one Minute” çektikten sonra gizlice, ortak tatbikatlar yaptığı İsrail’e bundan böyle çemkirmeyecek, her zaman onun güvenliğini öncelikli kaygısı olarak görmek zornuda kalacak, görmüyorsa sesini kesecek yoksa haddi bildirilecektir.
Ne var ki, Türkiye’nin geçen dönem sahnede icra ettiği rolün geriye çekildiği anlamına gelmez bu. Türkiye’ye ABD’nin ihtiyacı her zaman olacaktır. ABD Türkiye topraklarına NATO Patriotlarını yerleştirmek istemiş, Başbakan “bundan bizim haberimiz yok” dese de, hemen akabinde NATO’ya Patriotları almak için başvurmuştur. Hem bu NATO konuşlanması hem de Fransa, İngiltere ve Almanya’nın yani büyük emperyalist devletlerin Türkiye toprakları dahil, bölgeye yerleşmeye hazırlandığı düşünülürse önümüzdeki dönem, ABD’nin, Türkiye gibi küçük aktörlere devasa roller biçmektense diğer süper güçlerle ve onlarla kurduğu ittifakla yol almaya çalışacağı sonucu çıkacaktır.
ABD daha İran ve Afganistan işgali sırasında, öteden beri arzuladığı “uluslararası toplum”u şimdi yarattı. Önceki dönem Balkanlaştırma politikalarıyla parçalamaya çalıştığı, mezheplerine böldüğü bölgeye NATO şemsiyesi altında toplaşmış büyük emperyalist takımla girmek, bu ağır operasyonun yüz kızartıcı sorumluluğunu dağıtmak en büyük arzusuydu ki, bu arzusunu gerçekleştirmek için zaten elinden geleni yapıyordu. Türkiye’ye bu kapsamda bir müdahale karakolu olmak, üslere mekan sağlamak, kara harekatının çıkış noktası olmak gibi bir misyon biçiliyor.
Erdoğan Gazze saldırısındaki tutumuna beklediği sempatiyi sağlayamadı. “2008’in koşullarında değiliz artık 2012 koşullarındayız” diye öfkeyle bir hatırlatmada bulunurken kendi “oyun alanı”nın daraltılmasından duyduğu rahatsızlığı ifade etmiş oldu elbette; gelişmeleri, Hükümetin gayretlerinin hiçe sayıldığı bir ihanet olarak yorumlamasının kendi mantığı açısından bir anlamı da var. Mısır’ın ona yol gösterdiği, Türkiye’ye biat modeli olduğu biçimde İsrail’in önünde diz çökmekten başka bir şansı kalmayacak artık. Çünkü hem Dimyat’taki pirinç hem de evdeki bulgur aynı anda elde tutulmaz. Hem emperyalizmin yedeği olmak hem de kişilik sahibi bir dış politika sürdürmek mümkün değildir.
Sonuç olarak denebilir ki; Obama Bush döneminde belirlenmiş stratejik hedefleri gerçekleştirmek doğrultusunda giderek daha belirginleşen bir çaba içinde. Bundan sonra yumuşak gücün Neocon vuruşa dönüşeceği beklenebilir.
Ama bu aslına dönüş sürecinde, ABD’nin, içinde bulunduğu bir dizi açmazın çözümü olarak gördüğü müdahale bu açmazları daha da derinleştirecektir. 2008 dönemindeki ağır krizi finans kurumlarına, bankalara ve tekellere devlet sübvansiyonu sunarak şöyle veya böyle atlatan, ancak, 2013’e büyük iç ve dış borç bakiyesi altında giren Obama’nın ikinci döneminde ABD ekonomisi büyük bütçe açıklarından muzdarip durumda. Şişirilmiş seçim ekonomisi Obama’nın ikinci dönemini zorlaştıracak. Bütçe açığı Gayri Safi Milli Hasılanın yüzde 10’una dayandı. İç kamu borçları ise Obama’nın söylediğine göre 1.2 trilyona ulaştı. Bu büyüklükte kamu borçlanmasının İkinci Savaş’ın bittiği 1945 tarihinden sonra çok az görüldüğü vurgulanıyor. Obama’nın seçilmesini kolaylaştırmak için ilk dönemde ekonominin yüzde ikilik büyüme oranı kaydettiğini iddia eden istatistik kurumlarını yalanlar biçimde yeni bir resesyon bekleniyor. Obama seçim sonrası ilk konuşmasında buna dikkat çekerek ‘mali uçurumdan’ kaçınmak için önlem alınması gerektiğini söyledi. ABD’de 46,2 milyon civarında kişi yoksulluk sınırında yaşıyor ve işsizlik oranları zirve yaptı.
Friedman’ın “biz iç sorunlarla uğraşacağız. Türkiye Suriye sorununun halletmek için yola koyulsun” derken kastettiği iç tablo böyle bir tablodur. Görünen o ki beklenen resesyon döneminde bütçe, kurtarma operasyonları yapılamayacak kadar daralmış durumda. Tam da bu nedenle ABD’nin ihtiyaç duyduğu yeni mali kaynaklara ulaşabilmesinin yolu ve içerdeki halkın dikkatini dışarıya yöneltmesinin koşulu savaş gibi görünüyor. Aynı şeyleri zaten bir süredir birçok ülkenin kıvrandığı, bazılarının neredeyse iflas noktasına geldiği Avrupa için de söyleyebiliriz. 1929 krizini dünya savaşıyla aşan aynı ülkeler 2008’den bu yana süren, derin ve daha da derinleşmesi beklenen krizden çıkış için savaştan başka bir seçenek göremiyorlar.
Üstelik bu sıralar ABD sadece Ortadoğu’daki savaşa hazırlanmıyor aynı zamanda 2020 yılına kadar donanmasının yüzde altmışını kaydıracağını ilan ettiği Pasifik’e, Asya’yı doğudan kuşatacağı biçimde yerleşme eğiliminde. Bu nedenle, Pasifik’teki üslerinin yatağı Japonya’yı da tahrik ederek Çin’in sinir uçlarıyla oynayacak provokatif gelişmelere imza atıyor. ABD’nin en çok borçlu olduğu Çin’in dünya pazarlarındaki giderek büyüyen varlığının tehditkar ve tehlikeli görülmeye başlaması, aynı zamanda çok yakın gelecekte ABD’nin Pasifik’te yerleşme isteği ile de ilgili. Tersi de doğrudur; bu yerleşme isteğinin nedeni de budur. ABD tek cepheli bir savaş için değil, çok cepheli bir savaş için hazırlık yürütüyor.
Bütün bu gelişmeler zaten Obama’nın birinci döneminde sessiz sedasız gerçekleşti: Libya susturuldu, Türkiye yeni açılan üslerle bir savaş gücü olarak palazlandı, Pasifik kuşatılmaya başlandı, Suriye içinden çıkılmaz bir halde karıştırıldı, bölgeye silah yığınağı yapıldı. Birinci dönemin barışçıl bir dönem olarak görülmesini sağlayan bu dönemin hazırlık süreci olmasıydı. Bundan sonra ABD bu hazırlığın sonuçlarını hızla almaya çalışacak.
ABD emperyalizmi kendisini daha Bush döneminde İkinci Roma İmparatorluğunun tecellisi olarak görüyor ve bunu Evangelist bir mesaj olarak yansıtıyordu. Müslüman kökenli Obama döneminde ise Bush’un attığı Roma’nın temellerinin üstüne kat çıkma zamanı gelmiş bulunuyor. Gelişmeler bu yönde.
ABD politikalarının bir partinin yerine diğerinin, bir Başkan yerine ötekinin, bir vizyon yerine başkasının gelmesiyle değişebileceğini düşünmek hayal kurmaktır. Değişen olsa olsa dönemlere göre yeniden ele alınan stratejiler ve konseptlerdir. Emperyalizmin bunca yıllık tarihinde kimi dönem ABD, saldırganlığını yeni bir dönem için mayalanmaya bıraktı, kimi zaman uluslararası destek sağlamak için zaman kazandı, kimi zaman da bu diplomatik yollara hiç tenezzül etmeden bir fil gibi sırça dükkânına daldı. Dünya emekçileri için en tehlikeli olanı da filin yerinden doğrulduğunu, zaman kazanmak için oyalandığını görememektir.
Obama’nın birinci dönemi ABD için güç biriktirme, zaman kazanma dönemidir; tam da halklar üzerindeki aldatıcılığını bu biriktirme döneminde sağlayabilmiştir. Onun parlak ve şatafatlı imajı sayesinde ABD’nin yeniden toparlanma olanağı bulduğu söylenebilir. Bir imaj ilgili olduğu nesnenin gerçekte ne olduğunu elbette gizlemeye çalışır. Ama o nesne oradadır sonuçta; vardır ve imajın da kaynağıdır.
Bugün kapıya dayanmış savaş şimdi o kaynağı apaçık işaret ediyor ve imajın boyaları dökülüyor. Suriye halkını besleme muhalefetin postalları altında ezdiren, Gazze saldırısında İsrail’in yanında duran ABD emperyalizmi ve taşeronları bu kargaşadaki rollerini saklayamayacak durumdalar. Ve zaten saklamaları gerektiği zaman da 2012 öncesinde kaldı. Ortadoğu halkları için, alenen kendi yazgılarıyla oynayan, onları yerlerinden yurtlarından ve geleceklerinden eden, iradelerine ipotek koymaya yeltenen emperyalizmden ve kendi diktatörlerinden kurtulmaktan başka çare yok. Mısır ve Tunus halkı bu yolda bir adım attılar ve isyanı mayalanmaya bıraktılar.
Ne çıkacaksa buradan çıkacak.