Özgürlük Dünyası okurları, dergimizde Arap halk ayaklanmaları üzerine bir dizi makale yayınlandığını bilirler. Tunus ve Mısır ayaklanmalarının hemen ardından başlayarak, gelişmeler, dergimizde hep sıcağı sıcağına yayınlandı. Tek tek ülkelerdeki gelişmeler kadar Arap ülkelerindeki gelişmelerin ortak yanları üzerinde de durduk. Başından beri ortaya ikircimsiz biçimde ve olanca netliğiyle koyduğumuz gerek Arap halk ayaklanmaları ve gerekse bu ülkelere Amerikan ve Batı müdahalesi üzerine görüşlerimiz çoğu akım ve siyasal yoğunluk tarafından paylaşılmadı. Bu şüphesiz olabilir, bunda şaşkınlık duyulacak şey yoktur. Ve ama, Tunus Devrimi’nin üzerinden iki tam yıldan fazla geçti, Mısır Devrimi’nin ise ikinci yıldönümü yaklaşıyor. İki ülkenin deneyimi ve diğerleri, ortaya konan görüş ve yürütülen tartışmaları sınavdan geçirdi. Olan-biteni bu nedenle bir kez daha ve iki yılın gelişmelerinin ardından gözden geçirmek bu nedenle yararlı olacak.
İkinci yılın da ardından konuya bir kez daha eğilmek yararlı olacak, ancak, herhalde tek tek şu akım ya da siyasal yaklaşım şöyle bu böyle dedi şeklindeki bir ele alış yerine, asıl olarak, pek revaç bulmuş gibi görünen, ancak iki yılın gelişmelerinin sonrasında hızla irtifa kaybeden “Amerikan oyunu” iddiası ekseninde genel bir tartışma yürütmenin hem doğru olacağı, hem de gerekli de olduğu düşüncesindeyiz.
*
Başlayalım.
Sidi Bouzid’de Muhammed Bouazizi’nin kendisini ateşe vererek Tunus’tan kıvılcımını çaktığı Arap devrimlerinin “Amerikan oyunu” olduğu çok ileri sürüldü. Bu iddiada bulunanlar sayıca da hiç az olmadı. Neredeyse Bouazizi’nin eline kibriti verenin CIA ajanları olduğu bile iddia edilecekti. TKP bu yaklaşımda oldu. ÖDP tam böyle demedi, ancak biraz “oyun” biraz halk isyanı değerlendirmesiyle bir uçtan diğerine gidip geldi ve ortalamayı tutturmaya çalıştı. Sol liberallerse her durumda Amerikalıların tutum ve yönelimlerinin savunucusu ve destekçisi oldular.
Sanki aksini iddia eden varmış gibi, dendi ki, bölgede petrol ve doğalgaz vardı, yani Ortadoğu enerji kaynakları bolluğu nedeniyle stratejik bir bölgeydi. Sanki aksini iddia eden varmış gibi, dendi ki, Batılı emperyalistler ve özellikle ABD açısından bölge gözden çıkarılmayacak kadar önemliydi. Ve sonra, kimisi, genel olarak Batılı ve özel olarak Amerikalı emperyalistlere açıktan ya da başka hiçbir anlama gelmeyecek üstü örtülü biçimlerde demokratlık atfederek, öteden beri bölgeye çekidüzen vermekte olan büyük devletlerin bölge ülkelerini yeniden yapılandırma ihtiyacı duymaya başladıklarını söyledi. Kimisi Mübarek türü diktatörlerin ve diktatörlüklerinin “eski model” oldukları ve emperyalistlerin ihtiyaçlarını karşılamadıkları görüşünden hareketle, kimisi, düpedüz halklarına zulmeden bu aynı diktatörlüklerin bu nedenle yıkılma zorunluluğundan söz etti. Sanki bin Ali ve Mübarek, tıpkı Kral Abdullah ve Suudi hanedanı gibi, sadece ve yalnızca başta Amerikalılar olmak üzere emperyalistlere hizmet edegelmemiş ve sanki sadece ve yalnızca onların dikte ettiği politikaları uygulamamış gibi, her nedense, büyük emperyalist devletlerin hışmına uğruyorlardı. Böyle diyorlardı.
Halka hiç inanmadılar. Hep bir oyun olarak gördüler halkın ayağa kalkışını. Arap halklarına gericiliğe karşı mücadele etmeyi bir türlü yakıştıramadılar. Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından eski Sovyet etki alanlarında Amerikalılar tarafından yaratılan kargaşalıklar ve bunlardan yararlanılarak düzenlenen hükümet değişikliklerine atıfta bulunarak “renkli devrim” dediler. Halk isyanlarını, düpedüz devrimleri “Amerikan oyunu” olarak gördüler, böyle nitelediler.
GEREKÇE YOK DEĞİL
Evet, halka inançsızdırlar ve her olgu ve gelişmeyi “yukarı”ya yormaya yatkındırlar. “Aşağıdan” bakmamışlardır hiç, hiç böyle düşünüp davranmamışlardır. Sadece egemen güçler ve özellikle dünyanın büyük egemenleri vardır. Ve kadiri mutlaktılar. Sadece Amerikan ve genel olarak Batı muhipleri, işbirlikçi ve yardakçılar değil, sözde Amerikan ve emperyalizm karşıtı bu takım da her şeyi ama her şeyi emperyalizm ve Amerika’ya yormuşlardır. Gözlerinde çok büyütmüşlerdir. Her istediklerini yaptıklarını, yapacaklarını/yapabileceklerini öngörmüş ve üstelik onlardan başka inisiyatif alıp kimsenin tarih yapmaya cesaret edemeyeceğini sanmışlardır. Etse bile, olanaksızdır, yapamaz diye varsaymışlardır. “Amerikan oyunu” nitelemelerinin bu “yukarıdan” bakışçılığı ve halka inançsızlığı tayin edicidir.
Ancak bu yukarıdancı inançsızlığı güçlendiren etkenler de yok değildir. Bunlardan önemli bir kısmı Türkiye’de olan-bitenlerden “çıkarılan dersler”le perçinlidir. Yukarıdancılık denen şey, örneğin, Türkiye “dersleri” ile fazlasıyla ilgilidir, hatta neredeyse bu “dersler”in ürünüdür. “Kemalist Türkiye”, her şeyin yukarıdan örgütlenmesi kavrayışı bakımından alışkanlık yaratmıştır. “Siz isterseniz komünizmi bile getirirsiniz Paşam” vecizesinde ünlenen yukarıdancılık, şimdilerde her kötülüğün, kıyıcılık ve halk düşmanlığının yakasına yapıştırıldığı İttihatçılardan kalmadır. Onların üst tabaka devrimciliği Kemal ve Kemalizmle sürmüş, Kurtuluş Savaşı’nda kazanılan zaferle kayda geçirilerek teorik olarak da doğrulandığı düşünülmüştür. Ne yapılacaksa üstten yapılacaktır! Ne olmuşsa yukarıdan inisiyatifle olmuştur. Üst sınıflar. Egemenler. Ve emperyalizm. Önyargı düzeyine yükseltilmiş bu eğitim ve deneyle, Arap halklarının kendi başlarına, aşağıdan, kendi inisiyatif ve güçleriyle bir şey yapamayacaklarını, bir şeyler olduysa ancak yukarıdan, egemenler eliyle olmuş olabileceğini düşünmüşlerdir.
Ve emperyalizme yakıştırılanlar.. Sınıf olarak burjuvaziye dair yalan yanlış bilgi.. Emperyalizm çağında artık burjuva devrimlerinin olanaksızlığına; çünkü burjuvazinin devrimci barutunu bütünüyle tükettiğine ilişkin sapkın görüş.. Ve yasladığı bu sapkınlığı güçlendiren ulusal sorunun ancak sosyalizmle çözülebileceği yolundaki –Lenin’in emperyalizmin karikatürü olarak nitelendirdiği– emperyalist ekonomizme biat etmiş olmak –tümü, eğer komünist değilse, en azından başında komünistler bulunmuyorsa, demokrasiye ve devrime dair süreçlerinin olanaksızlığı fikriyatıyla bir arada, olan-bitenin tamamıyla “emperyalistlerin oyunu” olduğu saptamasına –ne saptama ama!– götürmüştür.
Politika ile ekonomi, önderlikle hareketin nesnelliği arasındaki ilişkiye dair kavrayışsızlık da, emperyalist ekonomist yaklaşımın öngörüsüzlüğünü geliştirici etkide bulunarak “Amerikan oyunu” saptamasının yapılışını kolaylaştırmıştır. Bakılmış, özellikle Mısır’da komünist bir önderlik, komünist bir hareket görülüp bulunamayınca, küçük ve hatta orta burjuva devrimci atılımlar da olanaksız sayılınca, hareketin kendiliğindenliğine, nesnelliğine, dolayısıyla çıkarlarıyla devrimci olan sömürülen sınıfların tarihi ilerletici/dönüştürücü güçlerine de güvensizlikle birleştiğinde, geriye tek ihtimal kalmıştır: “Amerikan oyunu”! Elbette devrimci bir politik önderlik olmadığında zafere ulaşma ve kurtuluşunu elde etme olanağı olmayan emekçi halk yığınları, ama nesnel koşulları bulunduğunda ya da bir başka deyişle tarih kendilerini çağırdığında, böyle bir önderliğin olup olmadığına bakmaksızın, tarihsel eylemlerini sahneye koymadan edemezler. Küçümsenecek, “olmaz” denilecek türden şey değildir ve “sahne” tarihin o devasa sahnesidir, “Amerikan oyunları”nın genellikle para gücüyle derme çatma olarak kurulmuş sahnesi değil.
“Amerikan oyunu” saptamasına yol veren iki başka “yanıltıcı” etkenin daha sözünü etmeliyiz. Birincisi, ne Tunus ne Mısır ne de Arap halklarının ayağa kalktıkları başka bir ülkede emperyalizm karşıtlığı harekete damgasını vurmamış, hatta hemen hiçbir ayaklanmada anti-emperyalist talepler doğru dürüst dile bile gelmemiştir. Bundan çıkartılan sonuç, hiç sağına soluna bakmadan, düz bir kolaycılıkla “öyleyse emperyalizmin oyunu” değerlendirmesi olmuş ya da bu tür değerlendirmeler yapmak ayaklanmaların anti-emperyalizm eksikliği nedeniyle kolaylaşmıştır.
Emperyalizm karşıtlığı, kuşkusuz sınıfın bağımsız hareketiyle, sosyalist hareket ile aynı şey değildir ve anti-emperyalist bilincin, sınıf bilinci türünden “ekonomi alanının dışından” gelme zorunluluğu bulunmadığından, elde edilebilirliği önkoşul olarak sosyalist önderliği gereksinmez. Dolayısıyla anti-emperyalist bilinç sosyalist bir önderlik olmadan ulaşılabilir ve anti-emperyalist eylem bir sosyalist önderlik olmadan da gelişebilir türdendir. Ancak buna rağmen Arap ayaklanmalarının anti-emperyalizm eksiğinin gözle görünürlüğü kolaycı değerlendirmelere kapı aralamıştır.
Oysa birkaç nedenle bu “eksik”ten “oyun” sonucu çıkmaz. İlk olarak, ayağa kalkan sömürülen yığınların ve hareketlerinin karekterize edicisi bilinç ve örgüt eksiğidir. Emek yığınları etrafında birleştikleri ya da birleşecekleri bir programdan yoksun oldukları gibi, harekete geçirici –bırakalım politik örgütlenmeleri, sendikal biçimleriyle bile– örgüt biçimlerini ellerinin altında hazır bulmamışlardır. İkinci olaraksa, az-çok örgütlü olarak ve kesinlikle yatıştırmak ve geri çekmek üzere harekete katılan liberal çevreler ya emperyalizm yandaşıdırlar ya da sınıf karakterleri nedeniyle emperyalistlerle uzlaşmaya hazır ve yatkındırlar. Dolayısıyla net bir programa ve bağımsız politik örgütlere sahip olmamak, kafa karışıklığı ve örgütsüzlük talep formüle etmeyi şüphesiz zorlaştırırken, emperyalistlerle uzlaşmacı tutumların sömürülen yığınlara ne kadar ulaştıysa o kadar olan etkisi de anti-emperyalist taleplerin ileri sürülüşü bakımından olumsuz olmuştur. Üçüncü olarak, ele geçirmek ve meyvelerini toplayarak onu bir karşı-devrime dönüştürmek üzere harekete sonradan katılan dinci gericiliğin, Ihvan-ı Müslümin’in (Müslüman Kardaşler’in), çoktan, emperyalizmle uzlaşmaktan onunla birleşmeye ve işbirliğine evrilmiş tutumuysa, sömürülen yığınların demokratik olduğu kadar anti-emperyalist talep ve eylemleri bakımından tabii ki belirleyici bir olumsuzluk kaynağı durumunda olmuştur. Ve sonuncusu, yığınların Mübarek ve bin Ali türü otokrasinin zulmü belasından ve ekmeğe ve işe ulaşmak üzere açlıktan kurtulma özlemleri, bilinç ve örgüt eksiğinin boşluğunu doldurmadan edemeyecek olan “çarıklı erkan-ı harb”in yol göstericiliğinde, Türkçesiyle kendiliğindenlik zemininde “hedef daraltıcı” etkide bulunmuş ve sadece emperyalizme değil Siyonizme karşı talepler de kendiliğinden geri çekilmiş ya da düşmüştür. “Çarıklı erkan-ı harb”le anlatmak istediğimiz ya da kimilerinin “doğal önderlik” dediği hareketin kendiliğindenliği, şüphesiz ki, bir ya da birkaç burjuva partinin ideolojik etkisi ya da boz bulanıklığıyla genel bir burjuva platformun etkinliğini yansıtmakta ya da denk düşmektedir ki, gerek burjuva liberal parti ve grupların gerekse ideolojik ortamın şekillenmesinde önemli etkiye sahip Ihvan’ın emperyalizmle uzlaşıcı ve birleşici/işbirlikçi tutumlarının baskın olduğu koşullarda kendiliğindenliğin katkısı da eklendiğinde, anti-emperyalist taleplerin kendisine yer edinemediği bu tür bir “hedef daraltıcılık”a şaşmamak gerektir. Ancak buradan, özellikle Mısır ve Tunus bakımından, ayağa kalkan sömürülen yığınlar ve hareketlerinin, bırakalım “Amerikan oyunu” olmayı, emperyalizm ve Siyonizme karşı olmadıkları sonucu da çıkarılamaz.
İkinci “yanıltıcı” etken olarak, Türkiye derslerinde fazlasıyla okunup yazılmış “yobazlık” ya da “şeriatçılık” korkusu üzerinden düşünmek, buradan davranıp saptamaları buradan yapmak ve siyaset düzenlemek alışkanlığı belirtilmelidir. Siyasal İslam ya da düpedüz dinciliğin Arap devrimlerinin istisnasız tümünün ardından güç kazanması ve etkisinin artması, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun Arap ülkelerinde devrimler olmadığı, ama yalnızca “Amerikan oyunları” oynandığı yolundaki değerlendirmelerin birinci elden kanıtı sayılmış ve değerlendiricilerinin kendilerine güvenlerini artırmıştır. Nasıl olurdu da, devrim Müslüman Kardeş etkisinin artışına ya da dolaysızca söylenecek olursa Ihvan’ın iktidara katılmasına, bu katılımla dayanakları genişleyen Amerikan egemenliğinin güçlenmesine yol açardı? Böyle devrim mi olurdu? Hayır, “oyun”la, hem de “Amerikan oyunu”yla karşı karşıyaydık!
Fransa’da III. Napeleon’un imparatorluğuna götüren 1848 devrimi de devrim değildi zaten.. Kıtaya yayılmış ama yenilmiş bütün ’848 devrimleri de devrim değillerdi.. Stolopin gericiliğinin iktidarına yolaçtığı için 1905 Rus Devrimi de devrim değildi! Ancak zafer kazananları devrim olabilirdi. Ve belki de uzun yıllar sonra yenilgiye uğratılıp püskürtüldüğü için Büyük Ekim Devrimi de devrim değildi! Tümü “Amerikan oyunu” olmalıydılar!
Bir yarım “yanıltıcı” etkenin daha sözü edilebilir ki, o da eksik bırakılmamalıdır. Ne Amerikalılar ne de genel olarak Batılı emperyalistler, eğer kendi adamlarıdıysalar, Mübarek ve bin Ali türünden adamlarını neredeyse hiç savunmamışlardı. Buradan belliydi ki Amerikalılar “oyun” oynuyorlardı. Adamıysa bile savunmayıp bir adamını harcıyor, diğer adamını getiriyordu. Bu “oyun”! değil de neydi?
Oysa Tunus’ta Amerikalılar içinde bütün emperyalistler gafil avlanmış, hazırlıksız yakalanmışlardı. “Koca” CIA ve sair istihbarat örgütleri sinek avlamışlar, bir ucundan, emperyalistlerin kadiri mutlak olmadığını kanıtlamışlardı. Bin Ali’nin desteklenecek hali kalmamış, arkasına bakmadan kaçmaktan başka şey yapamamıştı. Tunus’un ardından zihnen ve pratik politika yetenekleri bakımından toparlanan başta Amerikalılar olmak üzere emperyalistler, ellerinden geleni, en ileriden yapıp uygulamaya giriştiler. Önce üç-dört gün Mübarek’in kalıcı olup olamayacağını sınadılar. Mübarek, Baltacıları dahil tüm gücüyle saldırdı devrime. Artık Mübarekle olamayacağı görüldüğünde, evet, emperyalistler kullandıkları adamlarını, artık hayır etmeyecek hale geldiğinde kaderine terk ettiler. Adamlarının tükenişi ve sonunda kendi güçsüzlüklerini seyretmek emperyalistlerin hiçbir koşulda yapmadıkları şeydi, kuşkusuz böyle yapmadılar. Manevraya giriştiler, Mübarek’ten çok kendi kontrollerinde olan askerleri “tarafsızlık”a yönelttiler. Halkın öfkesini ordunun da üzerine çekmemek için öyle görünmelerini istediler. Ayaklanan halkın karşısında saf tutmayarak “tarafsızlık” görüntüsünü az-çok başarıyla veren askerlere, eski Savunma Bakanı Mareşal Tantavi başkanlığında bir Yüksek Askeri Konsey kurmalarını salık vererek, öteden beri göz kulak oldukları emperyalizmle birleşmiş gericiliğin iktidarına bir süreliğine daha göz kulak olmalarını istediler, çünkü henüz bunu başarabilecek başka bir organize güç yoktu. Müberek’i desteklemeyi sürdürseler, ayağa kalkan halkın tekmelerinden onlar da yiyeceklerdi. Gereksiz yere durumlarını zorlaştırmaktan kaçındılar. Çoktandır kendilerine selam çakmakta olan Müslüman Kardeşleri çağırdılar. Askerler tarafsızlaşırken, onlar beşinci günün sonunda seyretmekte oldukları devrime “katıldılar”. O zamana kadar parmaklarını kımıldatmamışlardı.
“Oyun” yandaşları Amerikan emperyalizminin Mübarek’i sonuna kadar desteklemeyip ortada bırakmasından da hatalı sonuç çıkardılar. Oysa örneğin İngilizler kimleri ortada bırakmamış, kimleri kullanıp sonra aslanlara yem etmemişti ki! Emperyalistler için Mübarek ya da başkası değil, kendi egemenlikleri ve egemenliklerindeki gericiliğin düzeni önemliydi; onun esenliğini gözettiler. “Oyun” kurmadıkları kesin. Ayağa kalkan halklar, üstesinden kolayca gelinemeyecek denli güçlü olduğunda, hem de tüm Arap halklarının indinde yara-bere alıp itibar da kaybetmekten kaçınarak, emperyalistler, hep yapageldikleri gibi, onların ve devrimin arkasından dolanmak üzere manevra yaptılar. Halkları yatıştırıp eylemlerini bastırmak üzere inisiyatif aldılar. Her yerde Libya’daki gibi işin ağırlığını üstlenmediler, bundan kaçındılar, hem masraflı oluyordu, hem de işgalci görüntüsü güçten düşürüyor, halklarla doğrudan karşı karşıya gelmek yıpratıyordu. Yeni işbirlikçiler de edinerek, genişletilmiş işbirlikçileriyle yürüdüler, bastırma işini onlara yıktılar. Mısır’da örneğin, bu “iş” hala başarılmış değil, sürüyor. Ve mücadeleleri bastırılarak devrimin ellerinden çalınmasına sömürülen yığınlar tepki gösterip direniyorlar. Henüz sonuç, yani, halkların muhalefetinin üstesinden gelinip gelinemeyeceği belli olmadı. Süreç bitmiş değil. Mücadele sürüyor. Tunus’ta da öyle.
EN ÖRGÜTLÜ GÜÇ İKTİDARA
Halkların ayaklanmalarını “oyun” sananlar, sanı ve sanrılarını sürdürseler de, devrim sürüyor.
+++Ancak devrim, kimilerinin hüsnü kuruntularındaki türden “ya sosyalist devrim ya hiç” içeriğiyle gelişmiyor kuşkusuz. Arap ülkelerinin hiçbirinde sosyalist devrim süreci yaşanmıyor. Evet, emperyalizm çağındayız. Ve evet, burjuvazi esas olarak gericileşmiş ve alt ve orta kesimlerinden kesimlerinden koparak üst kesimleri emperyalizmle birleşmiştir. Yine evet, hemen bütün ülkelerde kapitalizm, kiminde geri kalıp kiminde daha ileri düzeylerde gelişmiş olsa da, az-çok gelişmiş ve tümü kapitalist dünya ekonomisine bağlanmıştır. Mısır’da örneğin proletarya nitelik ve nicelik olarak hiç de küçümsenir bir güç durumunda değildir. Bağımsız bir sınıf olarak örgütlenme düzeyi oldukça geri ve gelişmemiş olsa da, işçi sınıfı, 25 Ocak Ayaklanması ve Mısır Devrimi’ne yığınsal olarak katılmış, başlıca bilinç ve örgüt düzeyinin düşüklüğünde beliren dezavantajlarına karşın gücüne tanıklık etmiş ve deneyden geçmiştir, geçmektedir.
Ancak bunlar, özellikle işçi sınıfının bilinç ve örgüt düzeyinin geriliği dolayısıyla devrimin sosyalist içeriğe sahip olmasını sağlamaya yeter değildir. İşçi sınıfının tek başına iktidarı alabilecek güce sahipliğinin problemli oluşu bir yana, en gelişkin kapitalizme sahip Mısır dahil, Tunus ve diğerleri emperyalizmle birleşmiş dar bir zümre olarak tekelleşen burjuvazinin –arkasına emperyalizmi aldığı için bağımsızlık mücadelesine de yol açan– tekelci talanı yanında bu talanın dış koşullarını sağlamaya yönelmiş dayanılmaz otokratik zulmüyle karakterize olmaları nedeniyle demokratik karakterde devrimlerle yüzleşme durumundaydılar. Nitekim öyle oldu. Ayağa kalkan ezici çoğunluğu sömürülen emekçi yığınlardan oluşan halk başlıca ekmek ve adalet ya da siyasal özgürlük özlemiyle otokrasilerin üzerine yürüdü. Asıl tekellere karşı ayaktaydılar, ancak bırakalım tek başına iktidarı alabilmeyi ve sosyalist devrimi, işçi sınıfı, başlıca Mısır ve Tunus’ta başka birkaç sınıf ve tabakayla birlikte kendisinin de katıldığı devrimci demokratik bir iktidar kurmaya bile güç yetiremedi; bilinç ve örgüt eksiğiyle sömürülen yığınların öfkesi otokratik makineleri bile değil, “diktatörler”i hedefledi. Bin Ali ve Mübarek’in zulüm makineleri, onların ve çevrelerinin şahsında dağıtılmaya girişildi. Tam burada emperyalistler, yeni işbirlikçileri olan Müslüman Kardeşler aracılığıyla müdahalede bulundular.
Emperyalistlerin Müslüman Kardeşlere, Müslüman Kardeşlerin emperyalistlere ihtiyaçları vardı. Yeni ve işlevsel bir “ittifak” ya da işbirliği ilişkisi, bu karşılıklı ihtiyaçtan türedi.
İşçi ve sömürülen yığınlar iktidarı almaya hazır değillerdi, alamadılar. Mübarek ve bin Ali’nin modern olsa bile eski ve köhnemiş iktidar aygıtıysa, eski bilinen dayanaklarıyla işlemez hale gelmiş ve ayağa kalkan halkın darbeleriyle çökmüştü. En örgütlü olan öne çıktı. Halkın kendisi değildi. Halkçı devrimci örgütler değildi bu öne çıkan. Ama Müslüman kardeşlerdi.
20. Yüzyılın ilk çeyreğinin hemen ardından kurulan bu örgüt Mısır kökenliydi ve hemen tüm Arap İslam ülkelerine dal budak salmıştı. İlk ortaya çıktığında İslam’ı hareket noktası edinmiş ve şeriat devletini hedeflemişti. Küçümsenmeyecek “maceralar”dan geçti. Üzerine oturduğu, Arap-İslam ülkeleri halklarının katılaşmış önyargılar oluşturmuş ideolojik yaşamının en ince damar ve en ücra gözeneklerine sızarak etkisini kökleştirmiş 1500 yıllık geleneksel inanç sistemi olarak dine dayalı yaklaşım ve tutumları, bütün bu maceralarında Ihvan’a yolgösterdi. Başlangıçta Arap ülkelerine yönelik emperyalist baskılar onu da etkiledi ve karşı çıkıyor gibi yaptı. Ancak gerici zemini, dünya gericiliğinin kalesi emperyalizmin ona el atıp uygun yöntemlerle hizmetine sokup kullanmasına dayanaklık etti. Bunda konjönktürel koşullar kadar 20. Yüzyıl dünyasının kapitalizmle sosyalizm arasındaki bölünmüşlüğü ve sonra sosyalist biçimleri kullanarak Mısır ve diğer bazı Arap ülkelerine el atıp talan ve egemenliğini örgütlemeye girişen Rus sosyal emperyalizmiyle başlıca Amerikan emperyalizmi arasındaki dünya hegamonyası uğruna mücadelenin belirlediği koşulların payı oldu.
Rus emperyalizminin sadece Afganistan işgali değil, ama örneğin 1952’de Mısır Kralı Faruk’u bir darbeyle devirerek iktidara gelen “Hür subaylar”ın içinden sıyrılıp çıkan ve az-çok ilerici ve anti-emperyalist bir politik hat tutturan, bu kapsamda seküler/laik bir tutum da geliştiren Cemal Abdülnasır’la benrzeri tutumlar izleyen BAAS rejimlerini desteklemesi, Müslüman Kardeşler’in gelişme eğrisini önemle etkiledi, Amerikan etkisi altına girişini kolaylaştırdı.
Politikayla uğraşıp uğraşmamak örgüt içinde ayrılık nedeni olur ve politikayı kategorik olarak reddederek dini örgütlemeyi öngören Selefiler ayrı bir örgüt haline gelirken, gerekçe şüphesiz sahteydi, çünkü Selefiler de din politikası ya da din üzerinden politika yapmaktaydılar. Şeriat başlıca amaçlarıydı ki, bu dünyanın din kurallarıyla düzenlenmesi önermesinden başka şey değildi ve siyasetten başka anlama gelmez.
Ancak öyle ya da böyle, Nasır’la başlayan süreçte dünya ve kuşkusuz –dolaysız olarak siyaset demek olan– devlet işlerinden dışlanan Müslüman Kardeşler, bir yandan siyasetle uğraşmak sorununu tartışmaya dalmak zorunda kalırken, diğer yandan da baskılanması nedeniyle zorunlu olarak “yeraltı”na çekilmek, bunu kamufle etmek üzere “sosyal” işlere dalmak ya da sadaka, zekat vb. gibi dinsel kolaylaştırıcı akidelerden de yararlanıp dini de içine katarak “sosyal” işlerle sınırlanmak durumunda kaldı. İmarethane, hastane-sağlık ocağı, medrese/okul ve başlangıç olarak bunların finansmanı ihtiyacıyla vakıf ve şirketler kurarak bu yönelimi örgütlemeye girişmesi, politikayla uğraşıp din politikası yapmanın baskılandığı koşullara rağmen, Müslüman Kardeşler’in kaybolup gitmesini önlediği gibi, onu besleyip güçlendirdi de. Zaten köklü önyargılarıyla İslam’ı savunması Ihvan’ı sıradan bir örgütten ayırdediyor ve baskılara direnmesini getirirken, bu “sosyallik”i direncini ciddi biçimde artırdı.
Nasır’ın ardından gelen ve artık üstelik Amerikan işbirliğini örgütleyen Enver Sedat ve Mübarek iktidarları döneminde de, bir-iki işbirliği ve düzene katılma denemesi sayılmazsa, düzen dışına itilmesi süren Ihvan, bütün bu dönem boyunca hatta suikastlar ve düzene karşı irili-ufaklı isyanlar da örgütleme girişiminde bulunsa bile, kendisini korumayı başardı. Bunda Arap-İslam ülkelerinde dinin etkisinin küçümsenmez önemi tayin edici rol oynadı. Öyle ki, Mübarek döneminde örneğin, Ihvan düzen dışı ilan edilmiş ve Ihvancı olmak idama kadar varan cezalandırmalara neden olmakla birlikte, Mısır anayasasında, Mısır’ın bir şeriat devleti olduğu ve devletin dininin İslam olduğu yazılıydı. Buradan güç alarak sondan bir önceki Mısır Meclis seçimlerine bağımsız adaylarla katılan Ihvan seksenden fazla milletvekilliği kazanmıştı. Kısaca, geleneksellikten güç alan Müslüman Kardeşler, yeterince güçlü ve örgütlüydüler. Hatta özellikle Mısır’da neredeyse devletle bile boy ölçüşebilecek örgütlülükleri görmezden gelinemezdi.
Başlangıçta dünya ölçeğinde iki “süper devlet” Amerikan emperyalizmiyle Sovyet sosyal emperyalizminin hegamonya çatışması yürüttüğü koşullarda, Mısır’da Nasır ve Suriye’yle Irak’ta BAAS’ın Sovyetler Birliği ile “ittifakı” ve en son Afganistan’da Rus işgali döneminde, SB’nin çöküşüne dek izlemeyi sürdürdüğü “yeşil kuşak” politikasıyla ABD, olanca gücüyle desteklediği siyasal İslamı “dinsiz komünizme karşı” mücadelenin çekiciliğiyle kolaylıkla kendi stratejisine bağlayıp hizmetine alarak, adı “komünist” olan rakibini, kontrolündeki İslam ülkeleri ve Cihat etmekte olan İslamcı hareketlerle kuşatmaktaydı. Ihvan’ın Amerikan emperyalimiyle “tanışıklığı” buradan başlamadıysa bile yakın ilişkileri buradan gelişti. Ihvan, buradan zaten çerçevesinden çıkmaya hiç eğilim göstermediği gibi, yalnızca Amerikalı emperyalistlerle hedef ve amaç ortaklığının güçlü zeminine oturan yakınlık ilişkileri ve giderek işbirliği nedeniyle değil, ama sermayenin fetişizmi ve teslim alıcığıyla kapitalizme çoktan bağlanmıştı ki, baştan beri hiçbir anti-kapitalist yön ve niteliğe sahip olmadığı da kuşkusuzdu. Ihvan, buradan, giderek kapitalist bir örgüt olarak gelişti ve nerede şirket, nerede “sosyal” ve nerede siyasal bir örgüt olduğu ayırdedilemez hale geldi. Fethullah “cemaati”ne benzedi: İç içe geçmiş şirketler, okul ve medreseler, “sosyal yardım” kuruluşları ve camiler.
İhvan, bir kez kurduğu emperyalizmle yakınlık ilişkileri ve kapitilazasyonuyla, bu gelişme yönünü SB’nin çöküşünün ardından da sürdürdü ve iyice geliştirdi. Tek farkla ki, sermaye dünyasına demir atarak iktisadi sosyal alanda eksiksiz kapitalizminin yanında, artık “yeşil kuşak” döneminin kendisini durmaksızın boy attıran münbit siyasal ortamından yoksundu. Mısır başta olmak üzere birçok Arap ülkesi, daha Sovyetler Birliği sahneyi terketmeden Amerikan yandaşlığına rücu etmiş ve siyasal koşullar değişmiştir. Mısır’da örneğin önce E. Sedat ve ardından Mübarek’in iktidarı Amerikancılığıyla tebarüz eder; ama yumuşasa da, hala Nasır döneminin seküler tutumları sürdürülür, işi Sedat’a suikast düzenlemeye kadar vardıran Ihvan Amerikancı iktidarlar döneminde de yasa-dışı kalmaya devam eder. Siyaseten böyledir, ancak bir yandan da neoliberal koşulların tadına varır Ihvan, bir zenginleşip palazlanma sürecidir gider ki, haddi hesabı olmaz. Ihvan, buradan, eski gücüne güç katmaya başlar; önyargılardan güç alan dinsel ideolojik etkisinin üstüne, güçlü finansman yeteneğiyle hız verdiği yoksulluk çölünün ortasında serap görmüş hissi ve hazzı veren vahalar olarak “sosyal dayanışma” uygulamalarının getirileri biner ki, etkisi küçümsenemez. Ve kuşkusuz artık diğerleriyle aşık atacak büyüklük ve güce ulaşan palazlanmış şirketler ve birikimlerinin sağladığı güçle birlikte tümü birbirine eklendiğinde, Ihvan öylesine güçlenmiştir ki, siyasal dışlanmışlığına ve yasa-dışılık koşullarına rağmen genel seçimlerde seksenden fazla vekillik kazanmayı başarır –tabii ki bir güç gösterisi ve göstergesidir bu.
Bunlar, hükümferma diktatörler ve etraflarındaki dar oligarşiyle “iş tutuyor” olsalar da, Batı ve özellikle Amerikalı emperyalistlerle –zaten tekelci kapitalizmle hiçbir çelişme ve anlaşmazlığı olmayan– Ihvan arasındaki tüm “açıları” kapatıcı niteliktedir. Batılılar Mısır’da Mübarek ve Tunus’ta bin Ali’yle gidebildikleri kadar giderler. Onlardan vazgeçmek için bir nedenleri yoktur, hele kurtulmayı akıllarının ucundan bile geçirmezler; her işlerini uysallıkla görmektedirler. Ama bilmektedirler ki, artık yedeklerinde bir de Ihvan durmaktadır ve işbirliğine hazır ve nazırdır.
Amerikan işbirlikçisi diktatörler, ayağa kalkan halkın mücadelesinin darbeleri karşısında dayanamayıp ipleri ellerinden kaçırdıklarında, bu nedenle, Batılılar ve özellikle Amerikan emperyalizmi paniklemezler. “Oyun”u Mübarek ve bin Ali’yi devirme oyunu olarak değil, ama diktatörlükler bir kez çatırdayıp merkez oyuncuları zorbalıklarını sürdürmelerine rağmen, egemenliklerini sürdüremez olunca oynarlar: “Demokrasi” falan derler, Müslüman Kardeşlerin yolunu açarlar, bilirler ki örgütlülükleriyle, ortaya konacak sandıktan onlar çıkacaklardır.
Bu nedenle ahı gitmiş vahı kalmış “eski adamları” olan diktatörlerde israr etmez ve oligarşik diktatörlükleri kurtarmaya bakarlar, eskilerin yenilerle değişmesiyle eski düzenin sürmesini garanti altına almaya yönelirler. Çünkü kapitalist tekelci egemenlikten ibaret eski düzen, sadece Mübarekler ve etraflarının düzeni değil, aynı zamanda, kendi egemenliklerinin de zeminidir. Ufak-tefek değişiklikler ve başlıca iktidar ipini –kuşkusuz başta Amerikalı emperyalistlerle birlikte ya da doğrusu onların desteğiyle– ellerinde tutanların değişmesiyle, emperyalizmin güdümündeki aynı tekelci kapitalist düzen ve ilişkiler sürecektir.
İşçi sınıfı ve emekçi yığınların gücü, kafa açıklığı ve örgütlülüğü bu “oyunu” bozmaya yetmez. Hem Müslüman Kardeşler fazlasıyla örgütlü ve güçlüdürler, hem de emperyalistler de “oyun” boldur. Amerikalılar, “oyun” olsun diye devrim yapmazlar ya da devrim yapacak kadar oyunbaz değillerdir, ama “oyun”larını bin Ali’yle Mübarek’i deviren halk ayaklanmalarının hemen ardından, devrimi karşı devrime dönüştürmek üzere sahneye koymaya girişirler. Amerikalılar, örneğin Mısır halkı ayağa kalkmış ve Mübarek diktatörlüğünü çalışamaz hale gelmeye zorlarken, Washington’da olan Genelkurmay Başkanı Enam’ı ordunun destekçi tutum almaması ve Mübarek’e kefil olmamasına, “tarafsızlık”a ikna eder ve Mısır Ordusu’na bu taktiği uygulatırlar. Çünkü Mübarek’in orduyu da önde gelen şefleriyle birlikte beraberinde tarihin çöplüğüne sürükleyip götürmesi tehlikesini sezmiş, ayağa kalkan halkın isyanında bu gücü görmüş ve orduya manevrayı reva görmüşlerdir. Çünkü bu aynı ordu, onlara “yeni iktidar”a geçiş döneminde gerekli olacaktır. Hayır, asıl Ihvan’a karşı değil, onların da son bir rötuşten geçerek yeterince ehlileşmiş ve iktidar teslim edilir hale geldiklerinin test edilmesi gerekmektedir, ordu bu işi de görecektir ve bu nedenle yara-bere içinde kalmamalı, perestijini lafını geçirecek kadar az-çok korumalıdır; ancak, ordunun, asıl, Mübarek’in devrilmesini yeterli görmeyip devrimi sürdürme yanlısı tutumlar geliştirebilecek sömürülen yığınlara ve muhtemel radikalizmleri karşısında sömürelenler ve arkalarındaki emperyalistler ve egemenliklerinin sürdürülmesi açısından gerekli olduğunu bilen bilmektedir.
Yüksek Askeri Konsey’in en yüksek iktidar organı olarak egemenlik dönemi kısa sürer, ancak halkın yatıştırılmasında az iş yapmaz. Devrimin hızının kesilmesi ve devrilen diktkatörlüğün kurumları ve dayanaklarının korunması, halkın örgütlenmesinin önünün kesilmesi için Konsey küçümsenmez tutumlar geliştirir ve sonra ordu olağan görevine sarılırken yerini Müslüman Kardeşlere bırakır.
Mübarek’in son başbakanı Ahmet Şefik’le geçtiğimiz Haziran’da başkanlık seçiminin ikinci turunda yarışan M. Mursi, küçük bir oy farkıyla seçimi kazandığında Mısır’ın geleceğinin belli olduğu sanılmış, en fazla, Müslüman Kardeşlerle Mübarek’in Savunma Bakanı Tantavi’nin başkanlığındaki Yüksek Askeri Konsey arasında sorunlar yaşanıp sürtüşmeler olabileceği beklenmişti.
Bunlar oldu ve Müslüman Kardeşlerle Yüksek Askeri Konsey arasındaki güç (iktidar) oyununda Mursi Konsey’in başta Tantavi ve Enam olmak üzere askeri şeflerini görevlerinden alarak emekliye ayırdı. Anayasa Mahkemesi olarak da çalışan Yüksek Mahkeme’yi etkisizleştirdi, Başsavcı’yı görevinden alarak yerine kendi adamını atadı. O da askeri şeflerle ve eski düzenin kalıntılarıyla hesaplaştığı sanısıyla hareket etmekteydi ki, devrim kendisini yeniden hatırlattı. Durmamıştı, tümüyle geri çekilmemişti, taze kuvvetlerle yeni bir atılıma girişti.
M. Mursi, yeni anayasanın yapımı sürecinde, Mübarek kalıntılarını hedefleyerek, ama asıl olarak kendi iktidarını sağlamlaştırma yönelimiyle iki yanlış yaptı. Birincisi, anayasa kabul edilinceye kadar kendisini ve Anayasa hazırlama komisyonunu hukuk üstü ilan eden bir süper-kararname imzaladı ki, bununla, yeni-Mübarek bile değil, ama yeni-Firavun olarak nitelendirilmesinin önünü açtı ki, bu suçlama da tuttu. İkinci hatasıysa, muhalif üyeler çekilmesine karşın Anayasa komisyonununun işletilmesi ve yeni anayasanın yapılmasında ısrar etmesiydi. Yeni anayasa iktidarını onaylamak üzere gerekliydi, ama, bunca kişiyi ve asıl olarak halkı karşısına alma pahasına değil.
Gerçi yeni anayasanın ilk turda %50’yi, ikinci turdaysa 60 biraz aşan oranlarla halk tarafından kabul gördüğü açıklandı, ancak, tüm demagojik tevatüre karşın keferandum kimseyi ikna etmedi. Türkiye’ye yansıması da Mısır’da iki gerici mihrak olduğuna ilişkin görüntüsüyle olan referandum, gösterilmeye çalışıldığından farklı olarak üç ana akım arasında cereyan etti. Birincisi Müslüman Kardeşler’di. İkincisi Amerikancı liberaller olan eski Uluslararası Atom Ajansı Başkanı M. Baradey ve benzerlerinin cephesi. Ve ücüncüsü de, 6 Nisan Hareketi’nin de aralarında olduğu solcu sosyalizan, aşağı sınıf ve tabakalarının sözcülüğünü üstlenenlerin oluşturduğu cephe. Referandumda ilki “evet”, ikincisi “hayır” tutumu alırken, üçüncü cephe “boykot” tutumu aldı ki, bu tutum halmk tarafından küçümsenmez bir kabul gördü. İlk tura katılım %40’a yaklaşırken, ikinci tura katılım oranı %32’de kaldı. Bu Mısır’da devrimin ciddi taraftarının bulunduğu anlamına gelir ki, devrim taraftarları, asıl olarak, kendileri, referandum sürecinde Tahrir başta olmak üzere Kahire ve diğer büyük kentlerin başlıca alanlarını sürekli doldurarak da gösterdiler. Yüz binler, milyonlar sokakları on gün boyunca hiç boşaltmadılar. Üstelik, meydanları doldurmakla yetirmeyip iki kez Mursi’nin Başkanlık Sarayı’nı kuşattılar ki, birincisinde Mursi ancak İskenderiye ve Suez gibi kentlere yayılan gösteriler sırasında çok sayıda Müslüman Kardeş bürosu ve kurduğu partinin ofisleri yakıldı.
Benzer gelişmeler Mısırla sınırlı kalmadı, Tunus’ta da görüldü. Orada devrim taraftarları daha iyi örgütlüydüler ve ülkenin üçüncü gücünü oluşturan çok sayıda parti ve örgütün katıldığı bir cephe olarak örgütlüydüler. Mısır’da da olduğu gibi, sendikalarda örgütlüydüler. Bu sendikalardan biri olan Genel İşçi Sendikaları’na yönelik bir saldırıyı genel grev ilanıyla karşıladılar ve hükümetin geri adım atmasını sağladılar. Tunus Müslüman Kardeşleri’nin şefi Gannuşi Sidi Bouzid’de Muhammed Bouazizi’nin anısına düzenlenen gösteride yuhalandı ve bırakıp gitmek zorunda kaldı.
Gannuşi’nin başgösten olaylar karşısındaki açıklaması devrime ve genel gidişata dair açıklayıcığıyla öğreticiydi. Gannuşi “enkaz devraldıkılarını” anlatarak başladığı açıklamasını “ekonomiyi sıfırın altıyla devraldık. Biraz toparladık, birkaç puan iyileştirdik, ama hala sıfır altında olduğumuzu söylemeliyim” diye sürdürdü.
Msır ve Tunus’a ve tüm Arap ayaklanmalarına din eksenli yorumlarla yaklaşma, laik-şeriatçı saflaşması üzerinden değerlendirmeler yapma yaygın tutumdur ve “ilericilik” “gericilik” tartışmaları da içinde olmak üzere, “Arap Baharı” sürecinde hemen tüm olup biten buradan analiz edilip anlaşılmaya, buradan tutumlar geliştirilmeye çalışılmıştır. Oysa gerçek Gannuşi’nin kendini ele veren açıklamasında gizlidir. Kahire’de yarım milyondan fazla bir nüfusa sahip olan ve “ölüler kenti” olarak anılan mezarlıklarda yaşayan en yoksullar, başkanlık seçimlerinde kendilerini “geçmişten, geçmişin zulmü ve yoksulluğuyla açlığından kurtaracağı” duygusuyla Mursi’ye oy vermişler ve referandum sürecinde de Mursi’nin sarayını kuşatmışlardır!
Devrim, ne laiklik ne de şeriatçılık türü gerekçelerle patlamıştır! Açlığa varan sonuçlarıyla işsizlik ve yoksulluk ve bunları yaratan tekelci kapitalizmle katmerleştiricisi neoliberal politüika ve uygulamalar ve tümünün dayatıcı zorbalık – işte devrimin başlıca hareket ettiricileri. Ve Mısır söz konusu olduğunda 25 Mart Devrimi’nin ardından iki yıla yakın zaman geçmesine karşın durumlarında hiçbir düzelme olmayan sömürülen yığınlar, üstelik Mursi, kararnameleriyle yeni zorba olarak kendini ele verdiğinde, devrimi sürdürmeye girişmişlerdir.
Bitmemiştir ve daha biteceğe de benzememektedir. Çünkü bütün mücadeleleri içinde sömürülen yığınlar yeniden ve yeniden güçlerini ve yaptıklarıyla yapmadıklarını sınavdan geçirmek üzere deneysahibi olmakta ve herbir deneylerinde örgütlülük ve bilinçlilik durumlarını geliştirip az-çok yükseltmektedirler. Şüphesiz kendiliğinden Marksizme ve kendi kendilerini kurtaracak kafa açıklığı ve bağımsız örgütlülüğe varacak değillerdir. Ama her geçen gün bağımsız bir sınıf örgütlülüğü tarafından kucaklanıp seferber edilmeye daha yatkın ve yakın hale geldiklerinden emin olabiliriz. Tabii ki devrimci bir sınıf partisi ihtiyacı kesindir. Tunus’un sahip olduğu bu etken Mısır için de acil ihtiyaç durumundadır.
Ama kesindir ki Tunus ve Mısır’da ve geri kalan Arap ülkelerinde hiç kimse oyun oynamamaktadır!
Son söz olarak, eklenmelidir ki, Suriye’deki de, bir “oyun” değil, ama on binlerce cana ve neredeyse bütün bir Suriye’nin yakılıp yıkılmasına neden olan kanlı bir hesaplaşmayken, bu ülkede “Amerikan oyunu” kapsamına girebilecek bir komplo ve emperyalist müdahale gerçektir. Başlangıçta Suriye’de de ayağa kalkan ve hak talep eden halklar ve hareketinin yarattığı ortamı fırsatı ganimet bilerek değerlendiren Batılı ve özellikle Amerikalı emperyalistler, en başta yeni-Osmanlı özlemiyle dolu Türk-İslam sentezci AKP eliyle Türkiye’yi memur ederek bu ülkenin üzerine çullandılar. Doğrudan dışarıdan müadahaleyle ve özellikle Katar ve Suudiler tarafından desteklenen Türkiye aracılmığıyla örgütlemeye giriştikleri silahlı çetelerle rejimi yıpratmaya yöneldiler. Halk muhalefeti hızla önce ikinci plana düştü ve giderek yerini rejimle çatışan silahlı çeteler ve hesaplaşmalarına bıraktı.
Suriye’de evet, bir “oyun”, rejimi devirip kendi yandaşı bir rejim kurmaya yönelik bir “Amerikan oyunu”, bir tezgah ya da komplosu sahneye konmuştur. Ve eğer oyun denecekse, oyun Suriye’den ibaret de değildir. Büyüktür. Dünya ölçeğindedir. Bir yanda yanına İngiltere ve Fransa’sıyla Batıyı almış Amerikan emperyalizmi, karşıda Rusya ve Çin safa girmektedirler. Almanya, Hindistan gibi büyük devletler kendi seçimlerini yapacaklardır, belirli eğilimleri bulunmaktadır. Suriye, dünya egemenliği yolunda mevzilerini güçlendirip mesafe almak bakımından Amerika ve Batılılar bakımından bir menzildir. Sırada İran vardır. Emperyalist kamplaşmadan birini ya da diğerini tutmanın devrimle ve devrimcilikle bağdaşmazlığı kesin olduğu kadar, Amerikan emperyalizmi başta olmak üzere, Batılıların hedeflerine koydukları Suriye’ye –ve ardından İran’a– yönelik emperyalist müdahalede rol alan Türkiye dahil bütün gerici güçlere ve komplolarına karşı olduğumuzu söylemek bile gereksizdir.
Ancak Suriye ile ne Mısır ne de Tunus’ta olanlar birbirine karıştırılabilir. Soruyla bitirelim. Her üç ülkede de “Amerikan oyun” oynanıyorsa, Mısır ve Tunus’un Esad’ı kimdir, bu iki ülkede iktidarda olan ve Amerikancı darbelere maruz kalan hangi Amerikan karşıtı rejimdir? Ve ikincisi, Tunus ve Mısır’da, Suriye’nin silahlı çeteler olarak Selefiler ve Al Nusra gibi El Kaide çeteleriyle birlikte örütlenmiş İhvan’ı (Müslüman Kardeşleri) zaten iktidara katılmış değil midir? Kim kimdir? Kim kime karşı “Amerikan oyununu”nun aktörlüğünü üstlenmiştir?
Geçelim ve geçerken şu “oyun” edebiyatını bir yana bırakalım!