Bilim ve Düşünce’nin 3. Kitap’ı “pozitivizmin eleştirisi”ne ayrılmış.
Bilim ve Düşünce okurlarının artık bildiği gibi, 3. kitabının en büyük bölümü; 20. yüzyılın ilk yarısında pozitivizme yönelik olarak yapılan eleştirilerin tarihsel belgelerini içeriyor. Sorunun güncel yanı, daha doğrusu Türkiye’deki yansıması ise Aydın Çubukçu tarafından kaleme alınmış.
Kuşkusuz ki; Bilim ve Düşünce’nin önceki iki kitabını biraz sistematik bir biçimde okuyanlar için, bu üçüncü kitabı okumak, hem daha kolay hem de güncel bağlantıların kurma ve Türkiye’deki yaşananları anlama bakımından “ilginç” bulunmuş olmalıdır.
Evet, bu kitapta da yer alan yazılar; 20. yüzyılın ilk yarısındaki tartışmalarla ilgili. Ama bu yazıları okurken şöyle bir etrafımıza göz atarak, Amerikan filmlerinden apartma “Denemeden bilemezsin ki!” ya da Atatürkçü ve laik görünme adına “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” vecizeleriyle kendi dünya görüşünü deklare edenlerin ya da “Aziz Nesin zaten bu milletin yüzde 60’ı aptaldır demişti” diye emekçilere tepeden bakan zamane aydınlarının, “Taksim meydanda üç kişiyi sallandıracaksın bak memlekette kapkaççı, tecavüzcü, uyuşturucu satıcısı… kalıyor mu?” diye kestirme çözümler üreten kahve politikacıları ya da onların daha modern biçimi olan ve masa başında sınıflardan, onların ilişkileri ve çatışmalarından bağımsız “toplumsal reform projeleri” geliştirenlerin sayısına bakıp, “Meğer etrafta ne çok pozitivist varmış!” demekten kendinizi alamayacak kadar da bu tartışmaların güncel olduğunu söylemek gerçeği ifade etmek olacaktır.
Yukarda belirtildiği gibi; Bilim ve Düşünce’nin ilk iki sayısının dikkatli okurları açısından, Bilim ve Düşünce’nin 3. Kitabı olan “Pozitivizm” kitabını okumak için önerilerde bulunmak elbette yersizdir. Ama, biliyoruz ki; Bilim ve Düşünce, okurların büyük çoğunluğu için henüz bir alışkanlık oluşturmuş değildir. Bu yüzden, Bilim ve Düşünce’de yazılanlar üstüne güncel makaleler yazmak, yorumlarda bulunmak ve polemiklerle tartışmanın derinleştirilmesine katkı yapmak önemli olduğu kadar; belgesel mahiyetteki yazıların okunmasını kalaylaştıracak teşvik yazıları yazmaya ihtiyaç olduğu da bir gerçektir.
BİLİM VE DÜŞÜNCE’NİN 3. KİTABI’NI OKUMAK
Az çok felsefe eğitimi almamış ya da felsefeyle amatörce hevesle ilgilenmemiş olanlar için 3. kitaptaki makaleleri “sırayla okumak, sıkıcı ve “anlaşılma zorluğu” yaratacak mahiyettedir. Çünkü kitabı hazırlayanlar; yazıları, felsefe tarihinde pozitivizme yol açan düşüncelerin tarih sahnesine çıktığı sıraya göre el almışlardır.*
Sonuçta, I. S. Narski’nin “Pozitivizmin Ortaya Çıkışı ve Gelişimi” başlıklı yazısı, “kitap”ın ilk yazısı olarak seçilmiş.
Narski ise; yazısına George Berkeley’in öznel idealizmi ile Hume’cu bilinemezciliğin eleştirisiyle başlıyor. Çünkü pozitivizm, son tahlilde “öznel idealizm” ve “bilinemezcilik” üstünde şekillenen bir düşünce olarak biçimlendiğine göre, mantısal bakımdan, Narski’nin yaptığı son derece doğrudur. Narski’nin yazısı “Pozitivizme giden yol” olarak ifade ettiği Berkeley ve Hume’nin görüşlerinden sonra, Auguste Comte’un pozitivizmi ve en son olarak da “İngiliz Pozitivizmi” olarak adlandırdığı J. Stuart Mill ve Spencer’in öğretisinin eleştirisiyle tamamlanıyor. Kitaptaki ikinci yazı, Lucy Pernant’ın “Marks ve Comte Felsefesi’nin Karşılaştırılması” adlı yazısı. Bu makaleyi, Paul Leberenne’nin “Marksizm ve Pozitivizmin Sosyal ve Politik Etkinlikleri” başlıklı makalesi izliyor; en sona ise, Frank E. Hartung’un “Pozitivizmin Sosyolojisi” adlı makalesi konmuş. Ancak Bilim ve Düşünce’nin okur profili bakımından, okumanın bu sıraya göre yapılmasının bazı güçlükler çıkarması söz konusu olabilir.
Mevcut sıralama içinde okuma güçlüğü hisseden okurlar için, aşağıda vereceğimiz türden bir sıralama izlenmesinde yarar olabilir.
JÖN TÜRKLER’DEN KEMALİZME POZİTVİZİMİN DERİN ETKİSİ
Hiç kuşkusuz ki, Aydın Çubukçu’nun yazısı, hem ağır bir felsefi tartışmaya hazırlanmak, hem de bu felsefi tartışmanın güncel ve Türkiye’ye yansımalarına dikkat çekmesi bakımından son derece önemlidir. 19. yüzyılın ikinci yarısında “Batılılaşma sevdasına” kapılan genç Osmanlı aydınlarının, Avrupa’nın kendi aydınlanmasını bile inkar etmeye yöneldiği bir zamanda, “kapitalizme hayran” bir çizgiden bakmaları; ve örneğin Rus ya da Doğu Avrupa’lı aydınların, aynı yıllarda, aynı Paris’te, kapitalizme çok temelli eleştiriler yönelten Marksist çevrelerle ilişki içine girip sosyalizme yöneldikleri bir çağda, kapitalizme sevdalanmaları, onları, gerici pozitivist çevrelere yakınlaştırmıştı.
Onun içindir ki; Osmanlı aydınları “ışığını”; yüzünü geriye dönmüş burjuvazinin işçi sınıfı ve devrim düşmanlığını kendisine ana tutum edinmiş, sınıf mücadelesini reddeden, “düzen ve ilerleme” yi slogan olarak benimsemiş pozitivizmden almıştır. Kemalistlerin de aynı çizgiden; Tanzimatçılık, Meşrutiyetçilik ve İttihat ve Terakki üstünden ilerleyerek; cumhuriyeti, “sınıfsız, zümresiz, yukardan yapılan projelerle inşa edilen bir pozitivist proje” olarak ele almasının bir tesadüf olmadığına dikkat çeken Çubukçu’nun yazısı, pozitivizm ve cumhuriyet tartışmalarıyla, cumhuriyetin bugün de sorunu olan milliyetçilik, laisizm ve Kemalizmin kaynakları üstüne tartışmaları yeniden başlatacak mahiyettedir. Dahası Çubukçu’nun yazısı, sadece dünün Kemalistlerine ve cumhuriyetin kuruluşundaki pozitivist ruha bir eleştiriden öte günümüzün neoliberalleri ve piyasacılarının iradeci tarih yazımlarına, sınıflar mücadelesi olmadan toplumda dönüşüm yaptırma “reformculuğu”na karşı da bir polemik olarak geliştirilecek dayanaklar sunmaktadır. Daha da ötesinde; Çubukçu’nu açtığı tartışma; “kaos” ve “bilinçli tasarım kuramı” gibi öznel idealist ve bilinemezcilik üstünden varolan günün aktüel tartışmalarının düşünsel dayanaklarının pozitivizmde olduğunun işaretlerini de taşımakta; dolayısıyla “insanlığın, sorunlarını, ileriye, kapitalizmi aşarak, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyaya doğru ilerlemesiyle mi, yoksa, kapitalizmin içinde kalarak ve onun sorunlarını ‘çözerek’ mi kurtulacağı” gibi felsefenin temel bir sorununu da günümüz tartışmalarının odağına çekecek dayanaklara işaret etmektedir. Çubukçu’nun yazısı; “Jön Türkler’den İttihat Terakkicilere, Kemalistlere, 19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, ‘Yeni Osmanlıcılık’tan Kemalizm’e ileriye gitme niyetleri ve hamleleri içinde ‘pozitivist zihniyet’in geri çekici bir rol oynadığına” işaret ederek, burjuvazinin gericiliğinin fikri dayanaklarına ve tarihsel köklerine dikkat çekmektedir.
Bu yüzden de, Aydın Çubukçu’nun yazısı ilk okunan yazı olmalıdır. Çünkü; diğer yazılardaki teorik tartışmalara ilgimizi artırıcı sorular ortaya atmaktadır. Ama Çubukçu’nun yazısını, diğer yazıları okuduktan sonra bir kez daha okursak, pozitivizmin, bugün de, güncel tartışmalar içinde gericilere nasıl silahlar sunduğunu ve bu nedenle pozitivizmin güncel biçimlerine karşı mücadelenin son derece önemli olduğunu daha yakından göreceğiz.
BERKELEYCİ İDEALİZM VE HOME’CU BİLİNEMEZCİLİK POZİTİVİZME GİDEN YOLU DÖŞEDİ
Kuşkusuz ki; Bilim ve Düşünce’nin bu kitabını okumak isteyen okur için, “Pozitivizm nedir; nereden ve neden ortaya çıkmış; etkileri nasıl olmuştur?…” gibi soruların yanıtını bulmak en dolaysız meraktır. Bu sorunu yanıtını, okur; I. S. Narski’nin yazısında bulmaktadır. Ama yukarıda sözü edilen okur profili nedeniyle, felsefe tartışmalarında yeterince birikimi olmayan okurlar, bu yazıya, 1. Bölüm’den değil, 3. Bölüm’den “Pozitivizmin Doğuşu, Auguste Comte’un Öğretisi” yazısıyla başlarlarsa; hem pozitivizmin babası sayılan Comnte’un görüşleri, hem de pozitivizmin oluştuğu tarihsel süreç hakkında diğer bölümleri okuduklarında; pozitivizmin düşünce tarihinde tuttuğu yeri anlamada kolaylık sağlayacak bir temel edineceklerdir.
Elbette ki, Narski’nin dört bölümden oluşan yazısı son derece kapsayıcı ve eğitici bir yazı.
Yazının 1. Bölümü’nde; George Berkeley’in (1684-1753) öznel idealizminin gelişmesine ve bilinemezciliğinin ortaya çıktığı koşullara, bilinemezciliğin, Antik Çağ’ın şüpheciliği (bu şüphecilik yöntemseldir ve doğruyu bulmak için olgulardan şüphe etmeyi öngörür) ile ilkesel karşıtlığına dikkat çekilmektedir.
Narski; Hume ve Berkeley’in fikirlerinin temelini; burjuvazinin soylulukla ittifakına, artık bir “egemen-gerici güç” olarak halkın karşısına dikilmesine bağlıyor. 1688 İngiliz 2. burjuva devriminin kapitalistler ve burjuvalaşma sürecine giren soyluluk arasında bir uzlaşmayla sonuçlanmasının, İngiliz egemen sınıfları arasında önemli değişikliklere yol açtığına dikkat çeken Narski; burjuvazinin, dün savaştığı soylular, bankerler, tüccarlarla ittifaka yönelmesinin yeni bir “fikri dönüşümü” de zorladığını belirtiyor. Daha doğrusu, burjuvazi artık; egemen soyluluğa ve aristokrasiye karşı mücadele eden bir sınıf olmaktan çıkarak, egemen sınıflardan birisi haline gelmiştir. Böylece, burjuvazi için, soyluluk, ana tehlike olmaktan çıkmıştı.
Bu durum, İngiliz burjuvazisinin dünya görüşünde de köklü bir dönüşüme karşılık geliyor, bunu zorluyordu.
Daha önce Hobbes ve Lock’un materyalizmi kılavuzluğunda dünyaya bakan ve bu dünya içinde kendi rolünü oynamaya çalışan, bu uğurda krallarını idam etmekten çekinmeyen burjuvazi için, artık; halkın yatıştırılması gerekmektedir. Çünkü artık soylulukla birleşen burjuvazinin çıkarlarını tehdit eden, eski feodal güçler değil, “halkın aşırı istekleri”dir.
İşte bu koşullarda, George Berkeley’in “ateizm ve şüpheciliğe karşı kesin ve açık bir tutum alan düşüncesi”, İngiliz büyük burjuvazisinin ve burjuvalaşan soyluluğun, düzenlerinin meşruiyeti için ihtiyaç duydukları dayanakları veren öğreti olmuştur.
I. S Narski, “George Berkeley’in öznel idealizmi” adlı bölümde; Berkeley’in, Locke’nin materyalist duyumculuğunu, nasıl öznel idealist bir duyumculuğa dönüştürerek, “tek bencilik” düzeyine yükselttiğini, böylece 19. ve 20. yüzyıl pozitivizmi için nasıl önemli bir“cephanelik” sunduğunu göstermektedir.
S. Narski, yazısının ikinci bölümünü, yine bir İngiliz düşünürü olan David Hume’un (1711-1776) görüşlerine ayırmış. Narski; Hume’un bilinemezciliğine, pozitivizme dayanaklık eden iki önemli düşünce kaynağından biri olarak işaret edip, bu düşüncenin İngiliz ve Fransız pozitivist düşünürlerine nasıl etkilediğini, “pozitivizme giden düşünsel yolu” nasıl kat ettiğini gösteriyor. Çünkü; pozitivizmin iki dayanağından birisi öznel idealizmse; öteki de bilinemezciliktir.
Hume’un görüşleri, idealist düşünürlerden çok, 18. yüzyılın Fransız materyalistlerinin dikkatini çekmiştir. Çünkü Hume’un Kiliseye ve “hurafeciliğe” yönelttiği eleştiriler, Fransız materyalistleri tarafından kendi ateizmlerine destek olarak görülmüş ve savunuluştur.
Narski, Hume’un dönemi ve onun fikirlerinin oluşumunu etkileyen tarihsel ortamı şöyle tanımlıyor:
“Hume, burjuvazi ile soyluluk arasındaki sınıf uzlaşmasının ideologuydu. Locke ve Berkeley de bu uzlaşmanın ideologuydu. Ne var ki, 18. yüzyılın ortalarında bu uzlaşmanın niteliği, aynı yüzyılın başlarındaki bir öncekinin sonundakinden farklıydı. İngiltere kapitalist gelişme yolunda hızlı bir ilerleme gösteriyordu. Soylu toprak sahipleri burjuva girişimci ruhuna kapıldılar, tüccarlar, sanayiciler ve finansörlerse geçmişe göre daha muhafazakar bir yaklaşıma sahiptiler. Dar bir faydacılık, ortayı çıkan düzenin sağlamlaştırılması ve devrimin reddi; bunlar egemen sınıfın idealleriydi. Hume, Berkeley’den farklı olarak, batıl-kilise dogmacılığının avukatlığını yapmıyordu.; Wigh’lerin liberalizmi ve Fransız materyalistlerinin cesur ateizmiyle birleşti. ……Hume’un bilgi kuramsal görüşlerinin özü ise tutucudur…. (bu yüzden) Hume’cu bilinemezciliğin gösterdiği yolu takip edenler, ateizme değil pozitivizme varıyorlardı.” (sf. 35)
Narski; Home’un bu yolu nasıl döşediğini açıklıyor yazısı boyunca.
POZİTİVİZMİN EN OLGUN BİÇİMİ: COMTE’CULUK
Narski’nin yazısının 3. Bölümü, “Pozitivizmin Doğuşu Auguste Comte’un Öğretisi” başlığını taşıyor.
Evet, İki İngiliz düşünürü, Berkeley ve Hume, öznel idealizm ve bilinemezciliği geliştirerek, pozitivizme giden yolu açmışlardır. Ancak pozitivizmin bir öğreti durumuna yükselmesinin “onuru” bir Fransız düşünürü olan Auguste Comte’un olmuştur.
Narski’nin pek haklı olarak belirttiği gibi, pozitivizm; Fransa’da 1830 ayaklanmalarının arkasından, bu ayaklanmaların taşıdığı tehdidi farkında olan burjuvazinin gericilikle uzlaşma girişimleri ve 1848 Devrimi’ni önceleyen yıllarda ortaya çıkan koşullarda, “burjuvazi ve burjuvalaşmış soyluluk arasındaki halka karşı ittifakının bir ihtiyacı” olarak doğmuş ve “restorasyon dönemindeki spiritüalizmin açıkça ‘karanlıkçı’ öğretilerin yerini almış”tır. Bu durumu, Narski; “Devrim sonrası dönemde (1789 Büyük Fransız Devrimi kastediliyor) artık iktidara gelmiş Fransız burjuvazisi için ise, materyalizm fazlasıyla aykırı ve ‘tehlikeli’ bir akım olmaya başlamıştı. Bu, pozitivizmin doğmasının ana sebebidir. İşçi hareketi geliştiği ölçüde, burjuvazi, proletaryanın ideolojisine karşı, doğan ve gelişmekte olan diyalektik materyalist felsefeye karşı giderek daha çok pozitivizmden yararlanmaya başlamıştır.” (sf. 58) biçiminde ifade ediyor.
Comte’culuğun 19. yüzyılda popülerleşip, bilim çevrelerinde itibar görmesinin en önemli nedeni; kuşkusuz, 19. yüzyılda doğa ve toplum bilimlerindeki büyük atılım ve pozitivizmin, zamanın entelektüelleri ve bilim çevreleri tarafından, “bilime büyük önem veren bir öğreti” gibi algılanmasıdır. Hatta öyle ki, pozitivizm, “bilinemezcilik dışındaki tüm felsefi eğilimleri reddeden ve felsefeyi tümüyle bilim içinde eriten bir tutum benimsemesine” karşın, bu tutumunu açıklarken bile, bilime çok değer veren bir öğreti havası takınmıştır. Comte ve Comte’cular, bir yandan bilime ve gelişmesine çok önem veriyor görünürken, öte yandan da “Birçok görünümün doğa bilimsel açıklamasını yalnızca kapitalist üretimin teknik yönden mükemmelleştirilmesinin çıkarlarına uygun düşmesi oranında benimsiyor ve ona bilinemezci bir hava” vererek, gerçekte bilimsel gelişmeyi sınırlamaya çalışıyor, önüne set çekiyorlardı.*
Böylece pozitivizm; felsefenin temel sorusu olan “Bu dünya ve onun üstündeki insan nereden gelip nereye gidiyor?” sorusunun hiçbir bilimsel anlama sahip olmadığını, dolayısıyla felsefeyi, tekil bilimlerin toplamıyla ifade edilebilecek bir “disiplin” olarak, bilgi sürecinin tek tek yönlerinin biçimci incelenmesine indirgeyerek; dine ve onun, dünyanın ve insanın nereden gelip nereye gittiğine verdiği yanıtlar için alan açmıştır.
S. Narski, yazısında, pozitivist öğretinin oluşumuna dikkat çekerken, Auguste Comte’un kişiliğine de dikkat çekmektedir. (Kitabın sonraki bölümlerinde Comte’culukla Marksizm arasındaki karşıtlıklara ve “benzerliklere” dikkat çeken yazılarda da buna önem verilmiştir.) Çünkü; Comte’u ve pozitivizmini bilim ve entelektüellerin dünyasında popüler yapan, onun yaşı ilerledikçe meczuplaşmaya varan “kişiliği”yle (kişilik bozukluğu demek daha doğru) biçimlenen “sosyolojisi”sidir.
Bir materyalist ve sosyalist olan Sait-Simon’un uzun yıllar yardımcılığın yapan Comte, Saint-Simon’dan aldıklarını “bozuşturarak”, pozitivizmi, bir tarikat, “yeni bir kilise öğretisi” olarak biçimlendirmeye kadar varır. Ona göre; “Yeni kilisenin papazları filozoflar”dır ve proletarya karşı devrimci “zihinsel bir yeniden eğitimden geçirilmeli”dirler.
Comte’a göre, bireyin gelişmesi üç aşamadan geçmiştir: “Teolojik aşama, metafizik aşama, pozitivist aşama; tıpkı birey gibi toplum da üç aşamadan geçmiştir: ‘1. Savaşçı aşama; usun teolojik gelişim aşamasına karşılık gelir. 2. Geçiş aşaması; metafizik aşamaya karşılık gelir. 3. Bilimsel-endüstriyel aşama; pozitivist aşamaya karşılık gelir.” (sf. 65)
“Kitap”ın okunması bakımından, I. S. Narski’nin yazısının 3. Bölümü’ünden başlanmasını önermemin nedeni, yukarıdaki aktarmalardan da anlaşılacağı gibi, Narski’nin pozitivizmin en olgun biçimi olarak Auguste Comte’un pozitivizmini ele alması ve pozitivizmi, “pozitivizm olarak”, değişik yönleriyle bu yazı içinde eleştirmesi; tanımlarını, örneğin Comte’un öğretisinin temeli yaptığı “üç ilkesi”ni bu yazıda açıklıyor olmasıdır. Başka yazılarda da Comte’un üç ilkesi”nden söz edilmektedir, ama en açık ifade edildiği yer burasıdır.
İNGİLİZ POZİTİVİZMİ AMERİKAN PRAGMATİZMİNE KAYANAKLIK ETTİ
Fransa’yla eş zamanlı olarak İngiltere’de de pozitivist fikirler gelişti. Liberalizmin en ileri düzeyde geliştiği ortamda ortaya çıkan İngiliz pozitivizmi, bir yanda gelişen ve genişleyen İngiliz endüstrisinin pazarının “ilerleme” fikriyle daha yakın dururken, öte yandan da dine taviz vermede Comte’cu pozitivizme göre daha açık bir tutum alıyordu. Ama nihayetinde, İngiliz pozitivizmi de; Hume’un bilinemezciliğine ve Berkeley’in öznel idealizmine dayanmaktaydı.
I. S. Narski’ni yazısının 4. Bölümü, işte, bu, 19. yüzyıl İngiliz Pozitivizmi’ni, John Stuart Mill (1806-1873) ve Herbert Spencer’in (1820-1903) öğretileri temelinde ele almaktadır.
Bilim ve Düşünce’nin 2. Kitabı’nı oluşturan Amerikan Pragmatizmi üstüne yazıları okuyanlar için, İngiliz pozitivizmi yabancı değildir. Çünkü; Amerikan Pragmatizmi’nin kurucuları, John Stuart Mill’in öğretisinden kalkarak; onu, bir yandan liberalizm, öte yandan da faydacılık konusunda “ilerleterek”, Mill’in pozitivizmini “Amerikan Pragmatizmi”olarak “özgünleştirmişler”dir.
Mill’in öğretisi, ABD’de, Amerikan Pragmatizmi”, “Amerikan emperyalizminin ideolojisi” olarak biçimlenirken, İngiltere’de “Fabiancı sosyalistler”e ve “işçici eğilimler”e dayanak olan etkiler yaratmıştır.
S. Narski; bu dönemin özelliklerini şöyle belirtiyor:
“19. yüzyılın ikinci yarısında, İngiliz burjuvazisi sömürgeciliğin meyvelerin topladı; devasa artı karlara dayanarak anavatanda sınıf çelişkilerinin keskinliğini belirli ölçülerde törpülemeye çalıştı. Bunu işçi sınıfının üst tabakasına rüşvet dağıtarak gerçekleştirdi. Bu pratiğin ideolojik temelini, böylelikle yeni bir içerik kazanan liberal ideoloji sağladı.
“…….
“Politik liberalizme, ağırlıklı olarak bilinemezcilik tondaki öğretilerde ifadesini bulan felsefi liberalizm denk düşmekteydi. Bu öğretiler, bir yandan bilime olan sempatilerini ve temelsiz idealist spekülasyonlara olan antipatilerini ilan ediyorlar, diğer yandan, bilimin nesnel gerçek gibi ‘aşırı taleplerine’, materyalizme karşı çıkıyorlar ve dine açılan yolu düzlüyorlardı. Bu bilinemezci öğretiler, dış görünüşleriyle son derece ilerici, ‘liberal’ bir tablo çiziyorlar, ama özleri itibariyle burjuva sınırlılığı ve dar pratikçiliği ifade ediyorlardı. Bu eğilim J. St. Mill ve H. Spencer’in pozitivizminde özellikle açık görülür.” (sf. 68)
Mill’in 1773’teki ölümünden Spencer’in 1903’teki ölümüne kadar geçen süre; tarihin, rekabetçi kapitalizmin tekellere, emperyalizme evrildiği dönemine karşılık gelir. Bu yüzden de, J. St. Mill’in reformculuğuna karşın, Spencer; emperyalizmin arifesindeki burjuvazinin filozofu olarak ortaya çıkar.
Narski, Spencer’in düşüncesinin özelliğini şöyle belirliyor:
“Spencer felsefesinin çıkış noktası da bilimle din arasında bir uzlaşma noktası bulmaktır. Ve bu uzlaşmanın zeminini ise; tüm olgular arasındaki o en önemli, en genel ve en güvenilir, yani evrende bize görünen gücün tümüyle binemezliğinin oluşturması gerektiğini öne sürüyordu. Ayrıca, bilimin gelişiminin, bilim insanlarının kendilerini bile çözümsüz sırlarla karşı karşıya bıraktığını, böylece onları dine ulaştırdığını iddia ediyordu. Sır, bilimin son, dinin ise ilk adımını oluşturmaktadır diye açıklıyordu Spencer.” (sf. 73)
I. S. Narski’nin yazısının 5. Bölümü (son bölümü), Alman-Avusturya ekolünün düşünürleri olan Richard Avenarius ve Ernst Mach’in düşüncelerinin eleştirisidir.
Ampriokritisizm ya da “ikinci pozitivizm” de denilen bu öğretiler, 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın hemen başındaki, modern fizik başta olmak üzere, bilimdeki gelişmeler üzerinden, öznel idealizm ve bilinemezciliği, “yeni Kantçı” bir çizgide yeniden üretmişlerdir. Ve okunduğunda görüldüğü gibi, Narski bu bölümde, Bilim ve Düşünce okurlarının yabancısı olamadığı Lenin’in ünlü yapıtı “Materyalizm ve Ampriokritisizm”le sıkı bir bağlantı içinde konuyu ele almıştır.
MARKSİZM VE POZİTİVİZM KARŞILAŞTIRMALARI
Bilim ve Düşünce’nin bu sayısındaki yazılardan ikisi Marksizmle pozitivizmin karşılaştırılmasına ayrılmış. Bu yazılardan birincisi; “Marx ve Comte Felsefelerinin Karşılaştırılması” adını taşıyor. Yazı, bir akademisyen olan Lucy Prenant tarafından yazılmış.
İkinci yazının başlığı ise; “Marksizmin ve Pozitivizmin Sosyal ve Politik Etkinlikleri”
adını taşıyor ve yine, bir öğretim üyesi olan Paul Laberenne tarafından yazılmış.
Daha doğrusu, her iki yazı da; bir toplantıda konferans olarak sunulmuş olan, iki konuşmacının konuşmalarından oluşuyor. Konuşmalar arka arkaya yapıldığı için, ikinci konuşmayı yapan Paul Laberenne, konuşması içinde, sık sık Bayan Prenant’a “atıflar” yapıyor.
Lucy Prenant, yazısında Marx ve Comte’un birbirlerini hiç tanımadığına dikkat çekerek başlıyor yazısına (konuşmasına) ve Marx’ın Comte’dan 20 yıl daha genç olmasının ona tanıdığı üstünlüklere vurgu yapıyor haklı olarak. Çünkü; Marx’ın yaşadığı dönemin merkezinde; işçi sınıfının tarih sahnesine çıktığı, sınıfın kendi adına rol oynadığı ilk büyük eylemi olan 1848 Devrimi vardır. Marx ve Engels; kendi dünya görüşlerini, bu devrimin ortaya çıkardığı dersler üzerinden oluşturmuşlardır. Oysa, aynı tarihte Comte, artık “ununu eleyip eleğini asmış” burnu havada bir “pozitivizm Papası” olarak, dünyaya, öğrenmek için değil, öğretmek için bakar durumdadır.
Prenant, elbette, bu özelliklere dikkat çektikten sonra, “bilim karşısında tutum”dan başlayarak, çeşitli konularda, Marx’ın öğretisi ile Comte’un öğretisi arasındaki “benzerliklere” de dikkat çekiyor.
Yazının bütün açısından bakıldığında, Prenant’ın yazısını okurken; “Bu kadar ayrı dünyaların iki insanının, bu kadar karşıt iki ayrı dünya görüşünün birbiriyle ilişki ve benzerliklerine bu kadar çok dikkat çekilmesine ne gerek var?” düşüncesine kapılmıyor değil insan. Aslında, bu duyguya, Paul Leberenne’nin de kapıldığı anlaşılıyor. Çünkü, yazısı içinde Lucy Prenant’a yaptığı her atıfta; “birkaç ekleme daha yapmak” ihtiyacını hissediyor ve bunu söylemekten de çekinmiyor. Bu yüzden de, bu iki yazıyı, bir konunun iki yönünü ele alan, ama aynı zamanda, birbirini tamamlayan iki yazı olarak okumakta yarar var. Aksi halde okur; sadece Lucy Pernant’ın yazısına bakarak, Marx ve Comte’un öğretilerinde fazlaca yakınlık olduğu duygusuna kapılabilir.
Bilim ve Düşünce’nin 3. Kitabı’nın okunması açısından bakıldığında; bu iki yazının, okumayı kolaylaştırmak bakımından, İ. S. Narski’nin yazısının 3. bölümü olan “Auguste Comte’un Öğretisi” bölümünden hemen sonra, önce Lucy Prenant’ın, ardından da Paul Leberenne’nin yazılarının okunması yerinde olur. Çünkü, sonuçta; Bilim ve Düşünce’nin okurlarının çoğu, Marksizm ve onun ilkeleri açısından pozitivizmin tartışması olan bu yazıları daha rahat anlayacakları bir birikime sahiptir. Dahası, bu yazıları okuduktan sonra, diğer yazıları okuyup daha derinlemesine anlamaları için bir birikim de sağlamış olacaklardır.
*
Yazıların bütünü açısından ve pozitivizme yol açan bilinemezcilik ve öznel idealist düşüncelerin özgün biçimlerinin düşün dünyası içinde boy verdiği ya da doğrudan pozitivist fikirlerin şekillendirilip bir öğretiye dönüştüğü dönemlere bakıldığında; bu dönemlerin, burjuvazinin, genel olarak ya da ülkelerin özgülünde, bir önceki döneme göre, soylulukla, en gerici güçlerle uzlaşma arayışına girdiği ya da bu uzlaşmayı tamamlayarak, halka karşı saldırıya geçtiği dönemlere karşılık geldiği görülmektedir. Dolayısıyla pozitivizm; burjuvazinin bir gözünü değil (burjuvazinin, en devrimci çağında bile, bir gözü “geride” olmuştur), “iki gözünü de geriye döndürdüğü”, ama adımlarının arkasından iten toplumsal hareketin (tarihin tekerleğinin) onu ileriye doğru sürüklediği dönemlerde, burjuvazinin öğretisi olarak ortaya çıkmıştır.
Pozitivizm, kendisini, bilime çok önem veren, metafiziğe, bu nedenle idealizme de karşı olan bir öğreti olarak tanıtmış ve ne yazık ki, bilim dünyası ve entelektüel çevrelerce de böyle kabul görmüştür. Bu yüzden de, burjuva bilim çevrelerinde pozitivizm hep bir itibara sahip olmuştur. Oysa gerçekte, pozitivizm, İngiliz, Fransız, Alman,… versiyonlarıyla; eski ve yeni biçimleriyle, bilimsellik iddialarına karşın bilimdışı, bilime karşı; metafiziğe karşı olma iddialarına karşın metafizik, idealizme karşılık “havaları”na karşın idealist, tarafsızlık iddialarına karşın taraflı, “üçüncü yolcu” (ne idealist ne materyalist, ama pozitivist) olduğu iddiasına karşın “ikinci yolcu” (idealist) bir öğreti olagelmiştir.
Kendi iddiaları karşısındaki iki yüzlülüğünü örtmek için, pozitivizm, sadece olguculuğun yenisi, eskisi ve değişik eklerle ifade edilen biçimlerinin yanı sıra; görgücülük, eleştiricilik, duyumculuk, bilinemezcilik, olaycılık, ampriokritisizm, Machcılık, yararcılık (pragmatizm), yeni olguculuk, mantıkçı atomculuk, semantik gibi adlar altında kendini ortaya koymaktadır. Bu çeşitlilik, ona, her kalıba girme kolaylığı sağlamıştır.
Bugün de; Bilim ve Düşünce’nin 2. Kitabı’nın konusu olan “Amerikan Pragmatizmi” pozitivizmin doğrudan bir uzantısı olduğu gibi; postmodernizm, “kaosculuk”, “bilinçli tasarımcılık” gibi bir ayağı öznel idealizm ve dinde, öteki ayağı bilinemezcilikte olan öğretiler de, pozitivizmin 150 yıllık cephaneliğinden yararlanılarak biçimlendirilmektedir. Bu yüzdendir ki, pozitivizm tartışmaları; Berkeley, Comte, Mach, Spencer ya da benzerlerinin öğretilerine karşı dün verilen mücadeleleri günümüze taşımak, bu mücadeleden öğrenmek; sosyalizmin, materyalizmin kapitalizme ve idealizmin her türüne karşı mücadelede deneyimlerini bugüne aktararak, kendi cephaneliğimizi yenilemek anlamına gelmektedir. Aksi; Harp Okulu’nda Clausewitz’i, Napolyon’u, Kutuzov’u, Bismarc’ı, Jikov’u, Mustafa Kemal’i, Giap’ı,… okumanın yararsızlığını savunmak kadar abestir.
* Kitapta Paul Lengevin’in kısa ama pozitivizm üzerine özlü bir makalesi ile Henri Wallon’un “Marksizmin Işığında” serisinin ikinci cildinin ilk kitabına yazılan son derece derinlikli bir önsözü var.
* Günümüzdeki bilim ve teknoloji tartışmaları ve kapitalizmin üretici güçleri geliştirmeye devam ettiği iddialarına dayanak olarak öne sürülen, bilim ve teknolojiyi sınıflar-üstü görme tutumu ve aynı anlama gelmek üzere, bilim ve teknolojinin sunduğu olanakların sadece kapitalist karı artıracak biçimde geliştirilip kullanılması da tarihsel ve düşünsel kökleriyle bu yaklaşımdan beslenmektedir.