Dalgalanan Piyasalar Değil Programdır

Bugünlerde yaşanan ekonomik dalganın köklerini,öncesi bir yana Uluslararası Para Fonu (IMF) ile 1998’de başlatılan Yakın İzleme Anlaşması sonrası Türkiye ekonomisinin gelişim dinamiklerinde aramak gerekir.

IMF’nin iktisadi tarihimizde oldukça uzun geçmişe dayalı bir yeri olmasına karşın, iktisat politikası içindeki konumu özellikle 1998 Yakın İzleme Anlaşması’ndan bu yana daha da belirginleşmiştir. IMF, 1997 Asya Krizi’nden çıkardığı derslere de dayanarak, Türkiye ekonomisi üzerindeki denetimini bu tarihten sonra daha da derinleştirmek ve bunu daha kurumsal bir niteliğe kavuşturma ihtiyacı duymuştur. Benzer şekilde yerli burjuvazi de, 1989 sonrasında, Türkiye’nin içinde bulunduğu dışa açık makroekonomik yapının rastgele (yaygın medyatik söylemi ile ‘popülist’) politikalar içinde biçimlendirilmesinden rahatsızlık duymuş ve uluslararası yeni işbölümünde Türkiye’nin ‘yeni yükselen piyasalar’ arasında yer almasını garantiye alacak dönüşümlerin bir an önce sonuçlandırılmasını açıkça (ve acilen) arzular hale gelmiştir.

26 Haziran 1998 tarihinde IMF ile bir buçuk yıllık bir Yakın İzleme Anlaşması imzaladığını açıkladı. Yakın İzleme Anlaşması bir buçuk yıl sonra bittiğinde, 2000 yılından başlayarak IMF ve DB kaynakları ile desteklenecek orta vadeli bir Enflasyonla Mücadele Programı ile ilişki devam edecekti. Temmuz 1998 tarihinde uygulamaya başlanan Yakın İzleme Anlaşması, Eylül, Aralık 1998 ve Aralık 1999 tarihleri itibariyle, malî, parasal ve enflasyona yönelik hedefler belirlemekte idi. Enflasyon 1999 Aralık sonunda yüzde 20 düzeyine inecek ve faiz dışı fazla 1998 ve 1999 yıllarında GSMH’nin yüzde 4’ü olarak gerçekleştirilecekti. Yakın İzleme Anlaşmalarının standart taleplerinin yanı sıra, anlaşmaya ek olarak hazırlanan Ekonomik Politikalar Bildirgesinde beş alanda (bankacılık, sosyal güvenlik, tahkim, özelleştirme ve tarımsal destekleme alanlarında) 55. hükûmetin taahhüt ettiği siyasî nitelikler taşıyan kararlar yer alıyordu.

Ekonomik Politikalar Bildirgesinde yer alan kararlara göre hükûmet, bankacılık ve sosyal güvenlik alanlarında yapısal değişiklikler getiren yeni yasal düzenlemeler yapacak, tahkim ile ilgili Anayasal değişiklikler gerçekleştirecek, özelleştirmede POAŞ, THY, ERDEMİR hisselerini satacak, TEDAŞ dağıtım işletmelerinin işletme haklarını devredecek, TELEKOM’da yüzde 49 hissesini satacaktı. Hükûmet idarî kararlar ile 1999 sonuna kadar mevcut tarımsal destekleme araçlarının tümünü yürürlükten kaldıracaktı.

1999 erken genel seçimi sonrasında Bülent Ecevit başbakanlığında kurulan DSP-ANAP-MHP koalisyon hükûmeti programında, IMF ile sürdürülen Yakın İzleme Anlaşmasına ve anlaşmanın sona ermesiyle yürürlüğe girecek IMF ve DB’nin malî kaynaklarıyla destekleyeceği orta vadeli Enflasyonla Mücadele Programına aynen devam edileceği kaydedildi.

22 Aralık 1999’da IMF İcra Direktörleri Kurulunca onaylanarak uygulamaya giren 2000-2002 Programı, istikrar ve yapısal reformlar olmak üzere iki kısımdan oluştu. Ancak bu iki yapı arasında uygulama sürecinde yüksek derecede bağımlılık gözlendi.

Programın işleyişi üç temel unsura dayandı: “Programın başlangıcında kamu sektörü birincil fazlasının mümkün olduğunca yüksek tutulması, yapısal reformlar ve tutarlı gelir politikaları ile desteklenmiş sıkı döviz kuru taahhütleri.”

1997 Kasım ayında başlatılan bir süreç iki yıl sonra orta vadeli bir istikrar ve yapısal reform programına dönüştü. Programın 2000 uygulaması 2000 Kasım/2001 Şubat krizlerine yol açtı. Program, Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (GEGP)  çerçevesinde yenilenen stand-by anlaşması ile ve araya giren 2002 Kasım erken genel seçimlerine  karşın kesintiye uğratılmadan Şubat 2005’e kadar uzatıldı ve sürdürüldü. 2005 Mayıs ayından başlayarak AKP Hükûmetince yeniden üç yıllık bir anlaşmanın imzalanması ile 2008 Mayıs ayına kadar uzayan, Yakın İzleme Anlaşmasının imzalanmasından itibaren 10 yıla ulaşacak IMF denetiminde kesintisiz bir dönem yaşanmış olacaktır.

Türkiye Yakın İzleme Anlaşması ile başlayan süreçte, kesintisiz yaklaşık sekiz yıldır IMF’in denetim ve gözetiminde istikrar ve yapısal reform programını sürdürmektedir. İki yıl daha bu program içinde kalacaktır. Sonuç olarak 10 yıllık bir uzun dönemli program yaşanmaktadır.

Uygulanmakta olan IMF Programını önceki koalisyon hükûmetinden devir almış, hiçbir değişikliğe uğratmadan izlemeye devam etmiş ve yeni bir üç yıllık dönemle uzatmıştır. Türkiye 2001 yılında AB için hazırladığı AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı’nda uygulanmakta olan IMF programının iktisat politikası tercihlerinin aynen sürdürüleceğini taahhüt etmektedir.

Enflasyonla Mücadele Programı’nın uygulama sonuçları, 2005 sonu itibariyle, “öncelikle önem verilen kamu borcunun azaltılması ve kamu finansmanının sürdürülebilirliğinin sağlanması” konusunda, program öncesi dönemden farklı bir noktada olmadığımızı göstermektedir. Bunca uzun süreli ve yüksek oranlı faiz dışı fazla gerçekleşmesine ve hedeflenenin üzerinde özelleştirme geliri elde edilmesine karşılık, 2005 sonunda gelinen noktada iç borç faiz ödemeleri bütçe harcamalarının yaklaşık yüzde 32’si dolayındadır. İç borç faiz harcamaları yıllık vergi gelirleri toplamının yaklaşık yüzde 43’ünü tek başına alıp götürmektedir.

Ayrıntıya girmeden belirtmek gerekirse sekiz yılın sonunda bütçede hâlâ temel harcama kalemi iç borç faiz harcamalarıdır ve bu harcamayı yapabilmek için bütçeler son sekiz yıldır temel kamu hizmetlerine harcamaları ve yatırımları sürekli azaltmaktadır.

Türkiye’nin borç faiz ödemeleri için GSMH’den ayırdığı pay ile yurt içi tasarruflarının payı birbirine çok yakın bir düzeyde seyretmeye devam etmektedir. Diğer bir ifadeyle, toplam yurt içi tasarruflar kadar bir meblağ faiz ödemelerine gitmektedir. Öte yandan yatırımların finansmanı için tümüyle yabancı sermayeden ve dış borçlanmadan medet umulmaktadır. Özel kesimin yatırım payı dönemler itibariyle düşmeye devam ederken, kamunun yatırım payı yüzde 3.5 düzeyine kadar geriletilmiştir. Geçen sekiz yıllık dönem içinde bu programın iktisat politikası tercihleri konusunda TBMM’nde temsil edilebilen siyasî partilerden hiçbiri farklı bir tavır  göstermemiştir.

ENFLASYON HEDEFLMESİ VE MERKEZ BANKASININ BAĞIMSIZLIĞI

1998 sonrasındaki istikrar politikası uygulamasına atfedilen en büyük başarı, enflasyon hızının orta dönemde tek haneli rakamlara düşürülebilmiş olmasıdır. GSMH deflatörü ile ölçülelen enflasyon hızı 1999’da yüzde 55.8 iken, 2000’de yüzde 50.9’a gerilemiş, 2000-2001 bunalımında yüksek düzeyini korumuştur (2000 ve 2001’deki değerler sırasıyle yüzde 55.3 ve yüzde 44.4’tür). 2003’ten sonra enflasyon hızı ciddî ölçüde gerilemiştir (2003’te yüzde 22.5, 2004’ye yüzde 9.5, 2005’te yüzde 7.7). 2001’den bu yana ısrarla uygulanan daraltıcı para ve maliye politikaları yanında, 2003 sonrasında TL’nin yabancı paralar karşısında reel olarak değerlenmesi ve önemli ölçülerdeki dış kaynak girişleri bu sonucu doğuran başlıca faktörler arasındadır. Enflasyon hızının tek haneli rakamlara indirilmesi, iktisat politikası yapıcılarına 2006’da yüzde 5.0’lik bir yıllık enflasyon hedefi saptamak ve bu hedefi daha sonraki yıllarda yüzde 3-4 çevresine düşürmek için cesaret vermiş, ancak Mayıs 2006’da döviz ve para piyasalarındaki çalkantı, bu hedeflerin gerçekçiliğini sorgulanır hale getirmiştir.

Kronik yüksek enflasyonun giderek iktisadî gündemdeki yerini yitirmekte olduğu bugünlerde kamuoyunda yeterince tartışılmayan bazı hususları sorgulamak gerekmektedir: (i) neoliberal anlayışın benimsediği yüzde 3-4 çevresindeki düşük enflasyon gerçekten optimal bir hedef midir? Bu hedef hangi toplum kesimlerinin çıkarını kollamaktadır? (ii) Antienflasyonist istikrar politikaları ile enflasyon hedeflemesi (EH) arasındaki ilişki nedir? (iii) EH tercihi ile Merkez Bankasının bağımsızlığı arasında bir bağlantı var mıdır?

Bildiğimiz kadariyle, yıllık 3-4’lük enflasyon hedefinin Türkiye için optimal olup olmadığı konusunda analitik bir inceleme yoktur. Öte yandan, Pollin ve Zhu’nun ( 2005) 1961-2000 aralığında ve 80 ülke verilerini içeren bir uluslararası örnek üzerindeki ekonometrik sınamaları, gelişmekte olan ülkeler için yüzde 8-12 aralığındaki mutedil enflasyon ile gerçekleşen büyüme hızı arasında pozitif yönlü bir korelasyonun varlığına işaret etmektedir.  Yüzde 15-20 aralığı üzerindeki yüksek enflasyonun da, yüzde 3-5 aralığındaki düşük enflasyonun da büyüme (ve dolayısiyle istihdam) üzerindeki etkileri olumsuzdur.

Oran ne kadar düşük olursa olsun, finansal varlıkların reel değerini aşındıran bir süreç olarak enflasyon her şeyden önce finans sermayesinin baş düşmanıdır. Dolayısiyle Türkiye’de düşük (hatta sıfıra yakın) enflasyon, bu kesimin tutku ile savunduğu bir amaçtır. Toplumun diğer kesimleri (örneğin sanayi sermayesi ve emekçiler) için sınaî kârlılığı koruyan ve istihdamın artmasına yardımcı olan mutedil bir enflasyon oranı, sıfıra yakın enflasyon oranlarına yeğlenebilir. Bu konudaki politika tercihinin sayısal veriler ışığında ve Türkiye’nin özgün koşulları hesaba katılarak belirlenebilmesi yerinde olur.

Bir para politikası yaklaşımı olarak EH, şu öncüllerden hareket eder: sermaye hareketlerinin tümüyle serbestleştirildiği ortamlarda merkez bankalarının aktif para politikası uygulama imkânı kalmamıştır; çünkü böyle bir ortamda genişletici para politikası aracılığı ile faiz hadlerini düşürmeye çalışmak, ülkeden sermaye çıkışlarını harekete geçirerek bu politikayı işlemez duruma getirecektir. Benzer olarak, döviz kurunu yükseltip net ihracat artışı sağlamak ve ekonomiyi bu yolla genişletme çabası da yine uluslararası sermaye hareketleri ile etkisizleştirilecektir. Dolayısiyle merkez bankaları fiyat istikrarı dışında herhangi bir amaç değişkenine yönelmemeli; enflasyon öngörülerini piyasa aktörleri ile paylaşmalı ve bu öngörülere bağlı kalmalıdır. ‘Güven verici’ merkez bankacılığı ancak böyle mümkün olabilecektir. Hâlen Türkiye’de başta Merkez Bankası olmak üzere, tüm para politikası sorumlularının bu görüşleri ve bunların paralelinde EH’yi savunduğunu söylemek abartma sayılmaz.

Son onbeş yılda Yeni Zelanda örneğini izleyerek EH’yi seçen çeşitli ülkelerle ilgili değerlendirmeler henüz yeterli bir çokluğa ve muhkem sonuçlara ulaşmamış olmakla birlikte, sermaye hareketlerinin sınırsız serbestliği ve esnek kur rejimi altında EH’nin öncelikle finans sermayesinin ihtiyaçlarına cevap verdiği ve yukarıda söz konusu olan ‘güven’ ile her şeyden önce uluslararası finans çevrelerinin ‘güveninin’ kastedildiği açıkça anlaşılmaktadır. Böylece toplum ve ekonominin kesimlerinin ihtiyaçları ikinci plâna itilebilmekte ve seçilen enflasyon hedefi altında merkez bankaları aşırı daraltıcı politikalar izlemek zorunda bırakılmaktadır. Oysa, antienflasyonist bir para politikasının mutlaka EH’ye bağla kalması bir zorunluluk değil, çeşitli politika seçeneklerinden sadece biridir. Finans sermayesinin dokunulmaz saydığı sermaye hareketleri serbestliğine toplum yararı için bazı kısıtlar konulabildiğinde, EH’nin dayandığı argümanlar ve dolayısiyle EH’nin vazgeçilmezliği iddiası geçerliğini yitirecektir.

Merkez bankasının bağımsızlığı ile EH tercihi arasında birebir karşılıklılık da söz konusu değildir. Merkez bankasının para politikası araçlarını kullanmaktaki ‘operasyonel’ bağımsızlığı günümüzde genel kabul gören bir olgudur. Merkez bankası operasyonel olarak bağımsız kalmakla birlikte enflasyon dışındaki değişkenleri de hedefleri arasına katabilir ve bu hedefleri gerçekleştirebilmek için sermaye hareketleri ve döviz kuru üzerinde gerekli gördükleri müdahalelerde bulunabilir. Üzüntüyle belirtmek gerekir ki, Türkiye’de merkez bankacılığı ilkelerin ve sağduyu önünde sınanması gereken çeşitli önermelerin tartışıldığı bir alan olmaktan çıkmış; dogmalar ve kişiler etrafında dönen bir tartışma alanına dönüşmüştür.

BÜYÜME BAŞARILI MI?

Uygulanan program tarımdan milyonları söküp attı. Tarımdan ayrılan işgücünün “istikrarlı büyüme”, “sanayileşme” ve “yapısal dönüşüm” altında sanayi sektörü tarafından istihdam edilip edilmediği gözlemlenince ortaya sorgulanması gereken bir sonuç çıkıyor. Tarımdan ayrılan işgücünün sanayi sektöründen çok hizmetler sektörüne kaydığını DİE verileri ortaya koyuyor. 2004-2005 döneminde tarımdaki istihdamda 814 bin kişi azalmaya karşılık sanayi istihdamı 318 bin kişi, hizmetler sektörü istihdamı ise 869 bin kişilik bir artış göstermiştir.

2002-2005 dönemi için tarım sektörünü terk eden toplam 1,028 bin kişiye karşılık sanayi sektörü istihdamı ancak toplam 385 bin kişi artmış, dahası, örneğin 2003 yılındaki yüzde 5.9’luk büyümeye rağmen sanayi sektörü istihdamı bu yılda 93 bin kişi azalmıştır. 2002-2005 döneminde hizmetler sektöründeki istihdam artışı ise toplam 1,283 bin kişi olarak kaydedilmektedir. Türkiye’de son dönemde yaşanan “dönüşüm”, ithalata bağımlılığı hızla derinleşen, artan ihracat baskısı altında maliyetleri bastırma politikaları izlemek durumunda kalan sanayi sektörünün sağlıklı büyüyen bir ekonomide görülmesi beklenen/gerekli istihdam artışlarını sağlayamamış olmasıdır.

Dikkat çekici bir başka nokta, 2004-2005 döneminde 15+ yaş nüfusundaki 981 bin kişilik artışın ancak 404 bin’inin işgücüne katılması, bu 404 bin kişinin de 374 bin’ine istihdam yaratılabilmesidir. 2000-2005 döneminde sanayinin istihdam payı yüzde 17.6’dan yüzde 19.3’e, sadece 1.7 puanlık bir artış gösterirken, hizmetler sektörünün istihdam payı ise yüzde 46.0’dan yüzde 50.8’e çıkmıştır. “İhracata dayalı sanayileşme” stratejisi altında Türkiye ekonomisi sanayi sektöründe son dönem üretim artışlarına paralel bir istihdam artışı yaratabilmiş değildir.

TÜİK verileri 2001 krizi döneminde sanayi sektörünün üretim açısından hızlı bir gelişme içinde olmasına karşın, istihdam yaratamadığını ortaya koymaktadır. 2002, 2003, 2004 ve 2005 yılları için sırasıyla yüzde 11.0, yüzde 9.3, yüzde 10.4 ve yüzde 4.8 oranlarında gerçekleşen yılık üretim artışları ilk üç yıl için sırası ile ancak yüzde 0.5, yüzde 1.9 ve yüzde 1.9 oranlarında istihdam artışı yaratabilmiştir. 2005 yılı için toplam sanayi sektöründe istihdam yüzde 0.4 oranında azalmıştır.

DALGALANMADAN ÖNCEKİ SERMAYE HAREKETLERİ

2005 yılında Türkiye ekonomisine dış kaynak girişi yüksek oranlı bir artış göstermiş ve ödemeler dengesinin yapısında önemli değişikliklere neden olmuştur.

Önceki yıllarla ve özellikle 2004 ile karşılaştırıldığında, 2005’te sermaye hareketlerinin ana öğelerinde ve yabancı kökenli sermaye girişlerinin bileşiminde şu değişiklikler gözleniyor:

·     Son iki yılda yabancı sermayenin cari işlem açığı (başka bir ifadeyle ekonominin büyümeden kaynaklanan dış kaynak gereksinimi) için tahsis edilen oranı yüzde 67’den yüzde 57’ye düşmüştür. Aradaki farkın büyük bir bölümü rezerv birikimindeki dramatik yükselişe bağlıdır. Merkez Bankası’nın aksi doğrultudaki resmi söylemine rağmen, döviz kurlarının daha da fazla düşmesi böylece önlenmiştir.

·     2003’ten bu yana gözlenen büyük boyutlu kayıt dışı net sermaye girişleri (pozitif değerli net hata/noksan kalemi) 2005’te de biraz azalarak süregelmiştir. 1984-2000 döneminde birikimli değeri negatif olan kayıt dışı sermaye hareketlerinin, tekrar ‘net çıkışa’ dönüşme olasılığı gündemdedir ve bu durumun ekonominin dış dengelerine önemli bir istikrarsızlık öğesi getirebileceği dikkate alınmalıdır. Öte yandan hata/noksan kalemindeki ılımlı aşınma, yerleşik kökenli sermaye çıkışlarındaki büyük boyutlu (-9.2’den -1.5 milyar dolara) düşme nedeniyle fazlasıyla telafi edilmiştir. Bu olgunun ardında, yurt dışına açılan ticarî kredilerin net geri ödemeye (eksiden, pozitif değerlere dönüşmesi) ve bankaların dış dünyadaki döviz varlıklarındaki artışın yavaşlaması vardır.

·     2002-2004 yıllarında Türkiye’ye giren yabancı kökenli sermayenin ortalama yüzde 82’si dış borç yaratan öğelerden oluşmaktaydı. 2005’te bu oranın yüzde 62’ye düşmesi, dış açığın finansmanında niteliksel bir düzelmenin gerçekleşmesi olarak yorumlanmıştır. Bu değerlendirmeyi mercek altına almak gerekmektedir. Bir kere, toplam içindeki oranının düşmüş olmasıyla birlikte, dış borç yaratan sermaye girişlerinin 2004’te 19.1 milyar dolar iken 5.8 milyar dolarlık bir artışla 2005’te 25 milyar dolar eşiğine ulaşmış olması çok ciddî bir tehlike işareti olarak görülmelidir. Bu rakam, geri ödemeler ve yeni borçlanmalar toplamından oluşan ‘net’ bir büyüklüktür ve dolayısıyla, dış borç stokunu oluşturan yabancı paraların 2004 sonu pariteleriyle hesaplandığında 2005 sonunda dış borçların 25 milyar dolar artmış olması sonucunu doğurmalıdır. Bu tarihler arasında  avro, dolar karşısında yüzde 13,3 oranında değer yitirdiği için,  avro cinsinden borçlardaki artışların bir bölümü dolarlı toplamlarda izlenememektedir. Nitekim, 2004 sonunda 161.9 milyar dolarlık dış borç stokunun avro’lu bölümünü, 2005 sonu pariteleri üzerinden hesapladığımızda  toplam borçlar 151.2 milyar dolara inmektedir. Dış borç stoku, 2005 sonunda 170.1 milyar dolara yükseldiğine göre, dış borç artışı 18.9 milyar dolarla sınırlı kalmaktadır. Oysa 2005 ödemeler dengesi verilerine göre beklenen dış borç artışı Tablo V.1’de 24.9 milyar dolar olarak hesaplanmıştır. Buna göre, dış borç stokuna katılmamış görünen 6 milyar dolarlık bir belirsizlik söz konusudur. Hesaplanma sorunları bir yana, Türkiye’nin dış borçları fünyesi ateşlenmiş bir dinamit fitili gibidir ve önümüzdeki yıllarda potansiyel bir kriz öğesi olarak görülmelidir .

·     Öte yandan ‘borç yaratmayan’ sermaye hareketlerinde gözlenen artışın, 4.2 milyar dolarlık bölümü hisse senetlerine dönük sıcak para yatırımlarından oluşmaktadır ve bu öğenin ödemeler dengesi finansmanına istikrar getirmesi söz konusu olamaz. 6.8 milyar dolarlık bir artışla 9.7 milyar dolara ulaşan doğrudan yabancı yatırımların (DYY’nin) ise, göreli olarak istikrarlı bir dış kaynak öğesi olduğu açıktır. Ancak, bu özellik, sözü geçen sermaye hareketinin etkileri üzerinde eleştirel bir değerlendirme yapılmasına engel olmamalıdır. Adındaki “yatırım” sözcüğüne rağmen, DYY’nin büyük bölümü, ekonominin sabit sermaye stokunun genişlemesi anlamında “yatırım” değildir; “edinimler ve birleşmeler” kalemi altında sınıflanan ve ulusal mülkiyetin yabancılara aktarılması anlamına gelen bir el değiştirmeden ibarettir. Gayrimenkul (bina, arsa, arazi) satışları (Anayasa Mahkemesi’nin geçici durdurma kararına rağmen) 1.8 milyar dolara ulaşmıştır. Türkiye’yi yöneten siyasî kadroların ve burjuvazinin kendi kontrollarındaki mal ve varlıkları yönetme beceri, niyet ve güçlerinin zaafa uğradığı anlamına gelen özelleştirmeler ve banka/şirket satışları, giderek artan boyutlarda ticarete konu olmayan (dolayısıyla döviz kazancı sağlamayacak) sektörlerde yoğunlaşmaktadır.

Gelecek yıllarda döviz kazandırmayan dolaysız yatırımların kâr transferlerinin ödemeler dengesi üzerinde ciddî baskılar oluşturabileceği vurgulanmalıdır. Nitekim 2005’te kâr transferleri, 1.1 milyar dolara ulaşmıştır. 2001’e kadar gerçekleşen DYY girişleri hiçbir yıl bu düzeyin üstüne çıkmamıştı. Latin Amerika’da gözlendiği gibi, yıllık kâr transferlerinin DYY girişlerini aşabileceği koşullar Türkiye’de de hızla gündeme gelebilecektir.

2004-2005 arasında DYY girişlerindeki 6.8 milyar dolarlık artış, yabancı kökenli sermaye hareketleri içinde sıcak para payını yüzde 51’den yüzde 40’a indirmiştir. Ancak, son iki yılda yerli ve kayıt dışı öğeleri de içeren sıcak para hareketlerinin net dengesinin sermaye hareketlerinin net bilançosu içindeki payına bakıldığında bu durum değişmektedir: Sıcak para hareketlerinin net bilançosu 2004-2005 arasında 6.9 milyar dolardan 16.7 milyar dolara çıkmakta ve sermaye hareketlerinin net bilançosu içindeki payı yüzde 42’den sadece yüzde 41’e gerilemektedir.

Sıcak para girişlerindeki süregelen artış Türkiye ekonomisi içindeki sıcak para stokunun da çarpıcı boyutlara ulaşması sonucunu doğurmuştur. Türkiye ekonomisinin büyüme/gelişme dinamikleri, artık, artan ölçülerde dış kaynak hareketlerine bağımlı hale gelmiştir. Türkiye ekonomisinin kaderi, böylece, uluslararası sermaye hareketlerini belirleyen ortamdaki eğilim ve dalgalanmalara sıkı sıkıya bağlanmıştır. Bugün piyabsalarda yaşananlar bu durumun göstergisidir.

2005 yılında Türkiye ekonomisine dış kaynak girişi yüksek oranlı bir artış göstermiş ve ödemeler dengesinin yapısında önemli değişikliklere neden olmuştur.

Önceki yıllarla ve özellikle 2004 ile karşılaştırıldığında, 2005’te sermaye hareketlerinin ana öğelerinde ve yabancı kökenli sermaye girişlerinin bileşiminde şu değişiklikler gözleniyor:

·     Son iki yılda yabancı sermayenin cari işlem açığı (başka bir ifadeyle ekonominin büyümeden kaynaklanan dış kaynak gereksinimi) için tahsis edilen oranı yüzde 67’den yüzde 57’ye düşmüştür. Aradaki farkın büyük bir bölümü rezerv birikimindeki dramatik yükselişe bağlıdır. Merkez Bankası’nın aksi doğrultudaki resmi söylemine rağmen, döviz kurlarının daha da fazla düşmesi böylece önlenmiştir.

·     2003’ten bu yana gözlenen büyük boyutlu kayıt dışı net sermaye girişleri (pozitif değerli net hata/noksan kalemi) 2005’te de biraz azalarak süregelmiştir. 1984-2000 döneminde birikimli değeri negatif olan kayıt dışı sermaye hareketlerinin, tekrar ‘net çıkışa’ dönüşme olasılığı gündemdedir ve bu durumun ekonominin dış dengelerine önemli bir istikrarsızlık öğesi getirebileceği dikkate alınmalıdır. Öte yandan hata/noksan kalemindeki ılımlı aşınma, yerleşik kökenli sermaye çıkışlarındaki büyük boyutlu (-9.2’den -1.5 milyar dolara) düşme nedeniyle fazlasıyla telafi edilmiştir. Bu olgunun ardında, yurt dışına açılan ticarî kredilerin net geri ödemeye (eksiden, pozitif değerlere dönüşmesi) ve bankaların dış dünyadaki döviz varlıklarındaki artışın yavaşlaması vardır.

·     2002-2004 yıllarında Türkiye’ye giren yabancı kökenli sermayenin ortalama yüzde 82’si dış borç yaratan öğelerden oluşmaktaydı. 2005’te bu oranın yüzde 62’ye düşmesi, dış açığın finansmanında niteliksel bir düzelmenin gerçekleşmesi olarak yorumlanmıştır. Bu değerlendirmeyi mercek altına almak gerekmektedir. Bir kere, toplam içindeki oranının düşmüş olmasıyla birlikte, dış borç yaratan sermaye girişlerinin 2004’te 19.1 milyar dolar iken 5.8 milyar dolarlık bir artışla 2005’te 25 milyar dolar eşiğine ulaşmış olması çok ciddî bir tehlike işareti olarak görülmelidir. Bu rakam, geri ödemeler ve yeni borçlanmalar toplamından oluşan ‘net’ bir büyüklüktür ve dolayısıyla, dış borç stokunu oluşturan yabancı paraların 2004 sonu pariteleriyle hesaplandığında 2005 sonunda dış borçların 25 milyar dolar artmış olması sonucunu doğurmalıdır. Bu tarihler arasında  avro, dolar karşısında yüzde 13,3 oranında değer yitirdiği için,  avro cinsinden borçlardaki artışların bir bölümü dolarlı toplamlarda izlenememektedir. Nitekim, 2004 sonunda 161.9 milyar dolarlık dış borç stokunun avro’lu bölümünü, 2005 sonu pariteleri üzerinden hesapladığımızda  toplam borçlar 151.2 milyar dolara inmektedir. Dış borç stoku, 2005 sonunda 170.1 milyar dolara yükseldiğine göre, dış borç artışı 18.9 milyar dolarla sınırlı kalmaktadır. Oysa 2005 ödemeler dengesi verilerine göre beklenen dış borç artışı Tablo V.1’de 24.9 milyar dolar olarak hesaplanmıştır. Buna göre, dış borç stokuna katılmamış görünen 6 milyar dolarlık bir belirsizlik söz konusudur. Hesaplanma sorunları bir yana, Türkiye’nin dış borçları fünyesi ateşlenmiş bir dinamit fitili gibidir ve önümüzdeki yıllarda potansiyel bir kriz öğesi olarak görülmelidir .

·     Öte yandan ‘borç yaratmayan’ sermaye hareketlerinde gözlenen artışın, 4.2 milyar dolarlık bölümü hisse senetlerine dönük sıcak para yatırımlarından oluşmaktadır ve bu öğenin ödemeler dengesi finansmanına istikrar getirmesi söz konusu olamaz. 6.8 milyar dolarlık bir artışla 9.7 milyar dolara ulaşan doğrudan yabancı yatırımların (DYY’nin) ise, göreli olarak istikrarlı bir dış kaynak öğesi olduğu açıktır. Ancak, bu özellik, sözü geçen sermaye hareketinin etkileri üzerinde eleştirel bir değerlendirme yapılmasına engel olmamalıdır. Adındaki “yatırım” sözcüğüne rağmen, DYY’nin büyük bölümü, ekonominin sabit sermaye stokunun genişlemesi anlamında “yatırım” değildir; “edinimler ve birleşmeler” kalemi altında sınıflanan ve ulusal mülkiyetin yabancılara aktarılması anlamına gelen bir el değiştirmeden ibarettir. Gayrimenkul (bina, arsa, arazi) satışları (Anayasa Mahkemesi’nin geçici durdurma kararına rağmen) 1.8 milyar dolara ulaşmıştır. Türkiye’yi yöneten siyasî kadroların ve burjuvazinin kendi kontrollerindeki mal ve varlıkları yönetme beceri, niyet ve güçlerinin zaafa uğradığı anlamına gelen özelleştirmeler ve banka/şirket satışları, giderek artan boyutlarda ticarete konu olmayan (dolayısıyla döviz kazancı sağlamayacak) sektörlerde yoğunlaşmaktadır.

Gelecek yıllarda döviz kazandırmayan dolaysız yatırımların kâr transferlerinin ödemeler dengesi üzerinde ciddî baskılar oluşturabileceği vurgulanmalıdır. Nitekim 2005’te kâr transferleri, 1.1 milyar dolara ulaşmıştır. 2001’e kadar gerçekleşen DYY girişleri hiçbir yıl bu düzeyin üstüne çıkmamıştı. Latin Amerika’da gözlendiği gibi, yıllık kâr transferlerinin DYY girişlerini aşabileceği koşullar Türkiye’de de hızla gündeme gelebilecektir.

2004-2005 arasında DYY girişlerindeki 6.8 milyar dolarlık artış, yabancı kökenli sermaye hareketleri içinde sıcak para payını yüzde 51’den yüzde 40’a indirmiştir. Ancak, son iki yılda yerli ve kayıt dışı öğeleri de içeren sıcak para hareketlerinin net dengesinin sermaye hareketlerinin net bilançosu içindeki payına bakıldığında bu durum değişmektedir: Sıcak para hareketlerinin net bilançosu 2004-2005 arasında 6.9 milyar dolardan 16.7 milyar dolara çıkmakta ve sermaye hareketlerinin net bilançosu içindeki payı yüzde 42’den sadece yüzde 41’e gerilemektedir.

Sıcak para girişlerindeki süregelen artış Türkiye ekonomisi içindeki sıcak para stokunun da çarpıcı boyutlara ulaşması sonucunu doğurmuştur. Türkiye ekonomisinin büyüme/gelişme dinamikleri, artık, artan ölçülerde dış kaynak hareketlerine bağımlı hale gelmiştir. Türkiye ekonomisinin kaderi, böylece, uluslararası sermaye hareketlerini belirleyen ortamdaki eğilim ve dalgalanmalara sıkı sıkıya bağlanmıştır. Bugün piyasalarda yaşananlar bu durumun göstergesidir.

SONUÇ YERİNE

Tüm bunların yanı sıra Türkiye imalat sanayinin ihracata dönük sektörlerinin giderek artan oranlarda ithal girdilere bağımlı hale geldiği gözlenmektedir.

Türkiye, bu çarpık, ithalata bağımlı ve büyümeye , istihdama katkısı olmayan politikanın yerine konacak bir iktisat politikası ile bir kopuşu yaşamalıdır ve öncelikle, Türkiye’de ücret maliyetlerini, Asya ihracatçıları düzeyine indirme saplantısından  uzaklaşmalıdır. Türkiye, Çin’i, Hindistan’ı taklit etmemelidir.

Türkiye 70 milyon nüfusu ve azımsanmayacak bir harcama gücünün, dolayısıyla iç pazarının farkında olarak yeni bir sanayileşme, büyüme yönelimine girmeli, kur, faiz, gelir, dış ticaret, sermaye hareketleri politikalarını da bu eksen üzerinden inşa etmeli, dolayısıyla, dışa dönük ekonomik bağlantılarını da tümüyle yeni baştan oluşturmalı, yeni bir paradigma yaratmalıdır.

Fiyatları düşen sektörlerde uzmanlaşarak ihracata yönelen ekonomiler, bir yoksullaştırıcı büyüme tuzağına mahkûm olmuşlardır. Türkiye, girdilerde artan dış bağımlılık nedeniyle, daha fazla ihracatın yoksullaşmaya yol açtığı farklı bir batağa daha fazla saplanmadan yolunu değiştirmelidir.

*Bu yazı Bağımsız Sosyal Bilimciler (BSB) İktisat Grubu’nun, IMF ile 1998’de başlatılan Yakın İzleme Anlaşması sonrası Türkiye ekonomisinin gelişim dinamiklerinin ve sorunlarını irdeleyen raporun özetidir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑