Dünü ve Bugünüyle Evrim Kuramı

Geçtiğimiz Aralık ayının 20’sinde ABD’nin Pennsylvania eyaletindeki Dover kasabasında görülen bir davada, okulların biyoloji derslerinde evrim kuramının yanı sıra yaratılışçılığın yeni biçimi olan “Akıllı Tasarım” (Intelligent Design – ID) tezlerinin de okutulması reddedildi. Yargıç John E. Jones, 139 sayfalık gerekçeli kararında, doğa yasaları sonucu kendi başına oluşamayacak denli kompleks ve karmaşık olan dünyanın bu yüzden mutlaka bir güç tarafından tasarlanmış olması gerektiğini iddia eden ve “Akıllı Tasarım” denilen tezlerin bilim değil, dini bir teori olan yaratılışçılığın bir versiyonu olduğuna hükmettiğini açıkladı. Yargıç Jones kararında, bu yüzden, Akıllı Tasarımcı tezlerin ve bu tezleri yansıtan “Of Pandas and People” adlı kitabın, devlet okullarının bilim – fen bilgisi derslerinde, evrim kuramının yanı sıra okutulmasının anayasaya aykırı olduğuna karar verdiğini belirtti. Bu karar, pek çok ülkede olduğu gibi, bizdeki medya kuruluşlarının bazılarınca da, “Evrim Kuramının Zaferi” olarak yansıtıldı. Oysa bu karar, ne evrim kuramının zaferi, ne de yaratılışçı kuramın yenilgisiydi. Çünkü sonuçta “zafer” olarak duyurulan şey, çocuklarının kafalarının bilimdışı akıllı tasarımcı tezlerle karıştırılmasını istemeyen 11 ebeveynin açtığı bir davanın kazanılması; mahkemenin, daha önce alınmış bir anayasa mahkemesi kararına dayanarak, anne babaları haklı bulmasıydı. Karar, her yönüyle, bilimsel değil, hukuki bir karardı. Zira daha önce böyle karar olmamış ve anne babaların avukatları iyi savunma yapamayıp, söz konusu kitabın daha önceki yaratılışçı kitapların sadece birkaç yeri değiştirilmiş kopyası olduğunun belgelerini gösterememiş olsaydı, gayet doğal ki, konunun uzmanı olmayan ortalama insanlardan oluşmuş jüri, birçok şeyden etkilenerek aksi yönde bir karar verip, akıllı tasarımın bilim olduğuna da hükmedebilirdi. Bu durumda, elbette ki, evrim kuramı yenilmiş, yanlışlığı kanıtlanmış olmayacaktı. Nitekim, ABD’de, son 80 yıl içinde böyle pek çok dava görüldü ve bu davaların büyük kısmında, evrim kuramını savunan taraflar kaybettiler. Davalar kaybedilmesine rağmen, evrim kuramı gücünden bir şey yitirmedi. Çünkü, evrim kuramını yasaklayan kararlar açıklandığı anda da, evrimin yasaları işlemeye, yaşam biraz daha değişip çeşitlenmeye devam ediyordu. Kuşkusuz davanın kazanılmasıyla, evrim kuramını savunanlar ve bu anlamda da evrim kuramı politik olarak güçlendi, hukuki-politik bir mevzi kazandı. Ancak, evrim kuramını bilimsel olarak güçlendiren şey, birkaç ay sonra geldi. Ünlü Nature dergisinde yayınlanan bir bilimsel makale, kuramı biraz daha pekiştirdi.

Bilim dünyasının en prestijli akademik bilim dergilerinden Nature’ın 6 Nisan 2006 tarihli sayısında yayınlanan bir makalede, canlı türlerin daha az gelişkin biçimlerden çok daha kompleks biçimlere evrilerek geçtiklerini gösteren ve bu yüzden de, evrim kuramını bir kez daha doğrulayan bir fosil bulunduğu, bilim dünyasına duyuruldu. Makalede, canlıların sudan karaya geçtiklerini gösteren “Tiktaalik roseae adlı fosilin bulguları açıklanıyordu. Kanada’nın kuzey bölgelerinde buzullar arasında bulunan ve makalede ayrıntıları açıklanan Tiktaalik roseae fosili, bundan yaklaşık 375 milyon yıl önce yaşamış, balıkla dört ayaklı ilk kara sürüngenleri arasında yer alan, balık-sürüngen karışımı bir geçiş türünün günümüze ulaşmayı başarmış bir kalıntısıydı. Sürekli, evrim kuramını doğrulayacak “geçiş fosilleri, ara formlar nerede” diye, evrim kuramı ve savunucularını köşeye sıkıştırdıklarını sanan yaratılışçılar ve onların, yeni kılığa girerek söylemlerine bilim çeşnisi katmış müritleri olan akıllı tasarımcılar, böylece bir yara daha aldılar.

Tiktaalik roseae”, ara geçiş fosillerinin ilk örneği değil. Daha önce de, buna benzer, hiç de az olmayan sayıda ara fosil bulunmuştu. Ancak, “Tiktaalik roseae”, bu fosillerin en yeni ve en güçlülerinden biri.

Yaratılışçılar, yüzyıllardır sürdürdükleri tipik davranışlarını, bu kez de yinelediler. En katıksız idealist metafizikçilerden olan yaratılışçılar, uzun yıllar boyunca, kendilerini yanlışlayan her yeni bilimsel gelişme ve bulguyu, önce inkar edip reddettiler. Ancak, bilimdeki söz konusu gelişme ve bulgular artık inkar edilemez denli aşikar hale gelince, –o gelişmenin içini boşaltmayı ihmal etmeden– sessiz bir dönüş yapıp, kabul ettiler ya da etmiş göründüler. O konudaki itirazlarını bir süreliğine geri çekip, başka bir noktaya yöneldiler. Aradan, konu unutulacak kadar zaman geçince, aynı noktaya yeni bir söylemle bir kez daha geri döndüler. Yine böyle oldu. Yaratılışçı ve akıllı tasarımcılar, “Tiktaalik roseae” fosilini de şimdilik reddediyorlar.

Yeni yaratılışçı akıllı tasarımcılar, günümüzde dağlar kadar birikmiş bilimsel kanıt ve yeni bulguları görmezden gelerek, takılmış plak gibi, aynı sözleri bezginlik verecek biçimde sürekli tekrarlayıp duruyorlar: “Bilim evrim kuramını reddetti”; “bilim adamları artık yanlışlığı kanıtlanan evrim kuramını kabul etmiyor”; “evrim kuramı çöktü” vb vb.  Oysa gerçek bunun tam tersi. Özellikle son yıllarda, moleküler biyoloji’den antropoloji’ye, paleontoloji’den jeoloji’ye, doğa bilimlerinin değişik alanlarında elde edilen yeni bulgular, evrim kuramını çökmek bir yana daha da güçlendirdi, daha yıkılmaz hale getirdi. Öte yandan, akıllı tasarımcıların iddialarının aksine, değişik sahalardan, aktif araştırma yapan bilim insanlarının neredeyse tamamına yakını denilebilecek ölçüde ezici çoğunluğu, evrimi kabul edip araştırmalarını buna göre yapıyor. Bir avuç akıllı tasarımcıyı ciddiye bile almıyorlar. Bunun verdiği çaresizlikle, akıllı tasarımcı ve klasik yaratılışçılar, daha da saldırganlaşıp daha fazla demagoji ve yalana başvuruyorlar; daha usta, daha ince, daha Göbelsvari yöntemler kullanıyor; “evrim kuramı çöktü” diye daha bir yüksek perdeden bağırıyorlar.

Son yıllarda şiddetlenmesine rağmen, evrim-yaratılış tartışması yeni değil, çok uzun yıllardır sürüyor. Neredeyse 150 yıldır, iki kuramı savunanlar arasında kıyasıya bir mücadele ve tartışma var. Özüne baktığımızda, bu tartışma, aslında 150 yıldan da eski. Yüzlerce, hatta binlerce yıldır, insan ve doğanın açıklanması sürecinde, idealizmle diyalektik materyalizm arasında süre gelen bir tartışma.

Sözünü ettiğimiz bu tartışma, bugün, birkaç istisna dışında, esas olarak bilimin içinde ya da bilim insanları arasında süren bir tartışma değil. Çünkü, bugünkü biçimiyle, 150 yıldan beri süren tartışmanın evrim tarafında hemen sadece bilim insanları bulunurken, karşı tarafında, neredeyse sadece din adamları, idealist felsefeciler ve politik iktidarlara ideologluk yapan politikacı ve stratejistler; ve ek olarak, günümüzde, ABD’deki neo-muhafazakar iktidar ve tekel yöneticilerince büyük paralar eşliğinde desteklenen düşünce kuruluşları (think tank) ve bu kuruluşlarca para yağdırılan birkaç idealist akademisyen yer alıyor.

Kökleri çok eskilere dayanan bu büyük tartışmanın, bugün için, bilimin kendisi ve bilimin içindeki tartışmalar açısından fazla bir önemi yok. Yukarıda belirtildiği gibi, bizzat araştırma içindeki bilim insanlarının çok büyük çoğunluğu, tartışmayı ciddiye almadan kenardan gülümseyerek izlemesine rağmen, konu, bilimsel değilse de, ideolojik olarak oldukça önemli. Bu yüzden, burada birçok yönüyle ele alınmayı hak ediyor. Bu önemi nedeniyle, bu yazıda, evrim kuramını doğrulayan bilimdeki yeni bazı bulguları ele almaya çalışacağız. Ancak, doğadaki değişiklik ve çeşitliliği açıklayan evrimi doğrulayan yeni bilimsel bulgulara geçmeden ve klasikleşmiş yaratılışçı belli başlı birkaç iddiayı yanıtlamaya girişmeden önce, geriye gidip, kuramın ve sözünü ettiğimiz tartışmanın ortaya çıkışını, bunları yaratan koşulları ve tartışmanın son 150 yıllık tarihsel gelişim sürecini mümkün olduğunca kısa biçimde ele alalım.

DARWİN ÖNCESİ EVRİM KURAMI

Evrim düşüncesi, kuşkusuz Darwin’le ortaya çıkmadı. Bugünkü anlamında modern evrim düşüncesi, günümüzden 150-200 yıl kadar önce, Erasmus Darwin, Jean-Baptiste Lamarck, William Charles Wells, Alfred Russel Wallace ve Charles Darwin gibi bilgin ve yazarlar tarafından geliştirildiyse de, genel olarak evrim fikrinin ilk adımları, Darwin’den binlerce yıl öncesinde, Antik Yunan’ın felsefecileri, atomcular, Demokritos ve Epikuros, hatta onlardan çok daha önce yaşamış olan ilk felsefecilerden Anaksimandros tarafından atılmıştı. Özellikle atomcular, doğanın, güneş, dünya, yaşam, insan, uygarlık ve toplumun, herhangi bir doğaüstü güç ya da kutsal müdahale olmaksızın, çok uzun bir zaman dilimi içinde, yavaş yavaş ortaya çıktığını söylüyorlardı. Hatta, Epiküroscu okulun izleyicilerinden, atomcu Lukretios, yazdığı “Nesnelerin Doğası Üzerine” adlı şiirinde, bitki ve insan dahil hayvanların, dünya üzerinde nasıl ortaya çıktıklarını anlatıyordu. Evrim fikri, Hintli, Çinli ve çok daha sonraları Arap felsefeciler tarafından da ele alındı. Örneğin, Arap doğa bilginlerinden, optiğin babası da sayılan El-Basri, yazdığı kitaplarında, ışık ve optik kurallarının yanı sıra canlıların nasıl evrimleştiklerini de açıklamaya çalıştı. El-Basri’den sonra İbni Haldun da, yaratılışla iç içe anlatsa da, yine de, canlıların evrimini açıklamaya çalışıp, insanın, bir çeşit maymun türünden evrildiğini yazdı.

Ortaçağın uzun karanlık yıllarında, birçok düşünce gibi, evrim fikri de unutturuldu. Rönesans’la başlayan süreç içinde, kilisenin etkisi kırılmaya, özgür düşüncenin ilk filizleri yeşermeye, başta antik Yunan ve Arap klasikleri olmak üzere, yüzyıllardır kilit altında tutulmuş kitaplar, batı dillerine çevrilmeye başladı. Rönesans ve reform dönemlerinin entelektüel heyecanı, olaylara ve doğaya, kutsal kitapların yazdıklarından farklı bakılabileceği fikrini geliştirdi. Teolojik–semavi açıklamaların yerini, giderek akılcı, dünyevi açıklamalar aldı. Evrim terimini, ilk kez, İngiliz Sir Matthew Hale, 1677’de, Demokritos ve Epiküros’un materyalist atomcu düşüncelerini eleştirirken kullandı. Evrim düşüncesi, bundan sonra, adım adım geliştirildi. İsveçli doğa bilimcisi Carolus Linnaeus, insanları, maymunların da aralarında bulunduğu primatlar sınıfı arasına koydu. Linnaeus’la aynı dönemde, ama Fransa’da yaşamış olan Georges-Louis Leclerc (Kont Buffon), 18. yüzyılın son çeyreğinde, 1778’de yayınladığı kitabında, güneş sisteminin oluşumunu inceliyor ve kilise tarafından 6 bin yıl (M.Ö. 23 Ekim 4004) olarak belirtilen dünyanın yaşını, 75 bin yıl olarak hesaplıyordu. Buffon, Nuh tufanını reddediyor, hayvanların bir anda yaratılmak yerine, zaman içinde evrildiklerini, bazı hayvanların kullanılmayan organlarının köreldiğini ve organların artık sadece izlerinin kaldığını söylüyordu. Buffon, aynı zamanda, insanla kuyruksuz maymunlar (ape) arasındaki benzerliklere de dikkat çekiyor ve bu ikisinin, muhtemelen ortak ataya sahip olduklarını öne sürüyordu. Buffon’un bu görüşleri, kendinden sonrakileri, özellikle de Lamarck ve Darwin’i derinden etkiledi.

Döneminin tanınmış şair, hekim ve doğa bilimcilerinden Darwin’in dedesi Erasmus Darwin, 1796’da yazdığı kitabında, bütün sıcak kanlı hayvanların yeni parçalar geliştirme gücünü edinerek, tek bir kökenden geliştikleri tezini ortaya attı. Erasmus Darwin’den hemen sonra gelen Fransız Jean-Baptiste Lamarck, 1809’da, evrimin, çevrenin etkisiyle kazanılmış karakterlerin sonraki kuşaklara aktarılması yoluyla ortaya çıktığı tezini geliştirdi. Lamarck’tan hemen önce, İngiliz James Burnett de, benzer tezler ileri sürmüştü. Daha da ilginci, Amerikali tıp doktoru ve gazeteci William Charles Wells, 1813 yılında, İngiltere Bilimler Akademisi olarak kabul edilen Kraliyet Topluluğu (Royal Society)’nda, evrimle ilgili bir makalesini okudu. Wells, makalesinde, neredeyse Darwin’le aynı tezleri savunuyordu. Wells, makalesinde, insanların evrimini ve Doğal Seçilim ilkelerini anlatıyordu. Ancak, 1818’de yayınladığı makalesini yaygın biçimde dağıtamadı ve bu yüzden, büyük olasılıkla, Darwin’in bu görüşlerden haberi olmadı. Darwin’in son noktayı koyması için koşullar iyice olgunlaşmıştı.

DARWİN’İN EVRİM KURAMINA ETKİ EDEN SOSYAL KOŞULLAR

Darwin’in kuramına etkide bulunan koşullar, elbette ki, sadece bunlar değildi, ya da esas olarak bunlar değildi. Darwin’in düşüncelerinde, o dönemin sosyal atmosferinin, içinde bulunulan ruh hali ve düşünce sisteminin, dünyayı ve olayları açıklama biçiminin, kısacası, Hegel’in deyimiyle, “çağın ruhu”nun çok büyük rolü oldu.

İnsanın binlerce yıldır sorduğu, “kimiz, neyiz, nereden gelip nereye gidiyoruz?” gibi, insanın özüne ilişkin soruların yanıtları ve doğanın ve olayların açıklanması, bin yıldan fazla süredir, dinle,  teolojik–semavi sistemlerle yapılıyordu. Bu teolojik yaklaşım ve açıklama sistemi, güneş sisteminden canlıların oluşumuna, tarihten sosyolojik olaylara her alanı kapsıyor, bütün düşünce dünyasını yönlendiriyordu.

Rönesans’la başlayıp, Aydınlanmayla hızlanan süreç, bu düşünce sistemini sarstı. Doğaya, dünyaya ve olaylara bakış ve onları yorumlama biçimi değişti. Daha önce teolojinin kapsam alanı içinde bulunan disiplinler, yavaş yavaş ondan ayrılarak, bağımsızlıklarını kazandılar. Özellikle doğa bilimlerinde çok önemli gelişmeler oldu. 1800’lerin ilk yarısında, özellikle de Darwin’in ortaya çıktığı 1859’un hemen öncesinde, doğa bilimlerinde yeni bilgiler bulunup, yepyeni teoriler ortaya atıldı; tek tek bilim dalları ve disiplinler belirmeye başladı. Jeolojide önemli bulgular elde edildi, hücre keşfedildi, enerjinin korunumu ve dönüşümü yasası bulundu, kimyanın yasa ve elementleri belirdi. Sonuçta, daha önce teolojik–semavi yollarla açıklanan olgular, artık dünyevi, rasyonel-akılcı yollarla açıklanır oldular ya da .yeni olgular yeni açıklama tarzını dayattılar.

18. ve 19. yüzyılın görkemli devrimleri, Fransız devrimi, sanayi devrimi, 1848 devrimleri, yalnızca düşünce sistemlerini ve olaylara yaklaşım biçimlerini değil, hayatın istisnasız her alanını değiştirdi, her şeyi alt üst etti. Yaşam biçimleri değişti, eski statüler bozuldu. İlerleme ve gelişme fikri; sıçramalar, patlamalar, evrim, devrim kavramları öne çıktı. Egemen paradigmalar yıkıldı. Hiçbir şey artık eskisi gibi açıklanamaz oldu. Özellikle 1789 Fransız devrimin ardından gündeme gelen laisizm, sadece din ve devlet işlerinin ayrılması gibi bir sonuç doğurmadı, aynı zamanda, daha önceleri her şeyin nedeni olarak tanrıyı gören anlayışın yerine, neden–sonuç ilişkilerini, doğanın kendi içindeki ilişkilerden çıkarma anlayışını da geliştirdi. Her şeyi deney ve gözlemle açıklama; olgulara dayanmayan ve deneyle kanıtlanmayan hiçbir iddiaya inanmama eğilimi, çağın insanının genel ruh hali oldu. Doğa, böylece, düşüncenin referansı haline geldi.

Değişim, sadece düşünce sistemlerinde olmadı. Çok büyük sosyal patlamalar da ortaya çıktı. Sanayi devrimi, kapitalist gelişmeyi hızlandırmıştı. Ancak gelişen kapitalizm ve burjuvazi, beraberinde işçi sınıfını da hızla geliştirmişti. Özellikle sanayi devrimi sırasındaki çok yoğun sömürü altında yaşayabilmek için çırpınan işçi sınıfı, artık dayanamayacak hale gelmişti. Sonunda hareketlendi ve bunun sonucunda hızla sınıf mücadelesi ve savaşları gelişmeye başladı. İngiltere’de önce Ludistler ve daha sonra da Çartist Hareket, Fransa’da Lyon ayaklanması ve ardından bütün Kıta Avrupası’nda patlak veren 1848 devrimleri, yepyeni fikirlerin yayılmasını getirdi. Sınıf mücadelesi, yalnızca siyasi arenada değil, ideolojik–düşünsel alanlarda da sürüyordu. Bu devrimlerin içinden Marksizm doğdu. Darwin, ünlü Türlerin Kökeni kitabını yazarken, Karl Marx ve Friedrich Engels Komünist Manifesto’yu çoktan yayınlamış; Marx, en önemli tezlerinin büyük bir kısmını geliştirmiş; ünlü Kapital’ini yazma işinde önemli yol kat etmişti. Kısacası, doğa bilimleri hızla gelişir, ayrı dal ve disiplinler olarak belirirken, buna bağlı olarak, gücünü esas olarak sınıf mücadelelerinden, doğadan ve doğa bilimlerinden, doğadaki değişme ve çelişkilerden alan diyalektik materyalist felsefe de ortaya çıktı.

Darwin’in kuramını oluşturması için artık bütün koşullar hazırdı. Böylesine düşünce gelişimi, böyle bir sosyal ve politik atmosfer, canlı türlerinin varoluşunu, gelişim ve değişim kavramları ekseninde açıklama girişiminde bulunan Darwin’in düşüncesini de doğurdu. Daha da ötesi, Darwin’in kuramının kolaylıkla benimsenmesinin zeminini yarattı. Artık Darwin’e, sadece, yıllarca süren gezisinden edindiği gözlem ve bulgularını derli toplu bir teoriye dönüştürmek kalmıştı.

DARWIN VE EVRİM KURAMI

1809-1882 yılları arasında yaşamış olan Charles Robert Darwin, İngiltere’de, tıp ve bilimle iç içe, üst-orta sınıf bir ailede doğdu. Dedesi Erasmus Darwin, zamanının oldukça tanınan hekim ve doğa bilginlerinden biriydi. Babası da, yine öyle, tanınmış bir doktordu. Babasının ısrarı üzerine, önce Edinburgh üniversitesinde tıp, daha sonra da, Cambridge Üniversitesinde teoloji okudu. Ancak ikisini de bitirmedi, çünkü gönlü hep doğa bilimlerinde; evrim, zooloji ve jeolojideydi. Dışarıdan bunlarla ilgili dersler aldı; Buffon, Lamarck ve dedesi Erasmus Darwin’in kitaplarını derinlemesine inceledi.

1931’de, 22 yaşındayken, üniversiteyi bırakıp, iki yıllık bir Güney Amerika gezisine çıkacak olan Beagle adlı araştırma gemisine doğa bilimcisi olarak katıldı. Darwin, iki yıl planlanmasına rağmen beş yıl süren gezisi sırasında karış karış dolaştığı Güney Amerika’nın yanı sıra, Pasifik adalarından Galapagos’ta, Yeni Zelanda ve Avustralya’da, çoğu bilim dünyası için yepyeni olan büyük sayıda fosil, canlı organizma ve numune topladı; jeolojik oluşumları yerinde inceledi; karşılaştığı yerli kabileleri yakından gözledi. 1936’da İngiltere’ye döner dönmez, çalışmalarına başladı. Gözlemlerini, dönemin önde gelen bilim insanlarıyla, özellikle de jeoloji ve biyolojinin en önemli temsilcileriyle tartıştı. 1938’e gelindiğinde, kuramı artık kafasında oluşmuştu, ama, kitabını yayınlaması yine de 20 yılını aldı.

Daha İngiltere’ye dönmeden, babası ve arkadaşlarının çabaları ve maceralı gezisi nedeniyle bilim çevrelerinde tanınır olmuştu. Getirdikleri ve döndükten sonraki çalışmaları, bu tanınmışlığını daha da pekiştirdi. Gezi boyunca topladığı değişik fosil, organizma ve numuneleri, üniversite, müze ve değişik bilim topluluklarıyla cömertçe paylaştı. Bilim dünyası için paha biçilmez önemdeki yepyeni fosil ve numuneler, beş yıllık olağanüstü gözlemleri sonucu yazdıkları, yayınladığı bilimsel dergi ve makaleler, dedesinin prestiji ve elbette ki, kendi, babası ve arkadaşlarının ilişkileri, onu, kısa zamanda bilim dünyasında oldukça önemli bir yere oturttu. Başka bilim topluluklarının yanı sıra 1939 Ocağında, İngiltere Bilimler Akademisi – Kraliyet Topluluğu’na üye seçildi.

Her ne kadar dinin ve kilisenin etkisi kırılmış; teolojik düşünce sistemi büyük darbe almışsa da, yine de, dönemindeki bilim adamlarının büyük çoğunluğu, hala kutsal kitaplarda bahsedilen yaratılış olayını bir biçimde kabul ediyordu. Gözlemleri ve geliştirdiği tezlerini tartıştığı pek çok kişi, öne sürdüğü tezleri hayranlıkla dinledikten sonra, “yine de burada ilahi bir şeyler eksik” diyordu. Dini eğitim almıştı. Yaratılış olayına uzun süre inanmıştı, ama gezi sırasında gördükleri ve gözlemleri, inandıklarına kuşku düşürmüştü. Dinle ve az çok dinin etkisindeki bilim insanlarıyla çatışmaya girmekten korkuyordu. Ayrıca, öteki evrimcilerin, özellikle de Lamarck’ın başına gelenlerin kendi başına gelmesinden de çekiniyordu. Canlıların evriminde çevre etkisine büyük önem veren Lamarck, İngiliz bilim çevrelerinden gereken ilgi ve kabulü görmemiş, politik radikal kategori içine sokularak, adeta dışlanmıştı. Bu yüzden, tezlerini yayınlayıp yayınlamama konusunda uzun yıllar tereddüt geçirdi. Bu tereddüt yüzünden, kuramını oluşturma yerine, gezisini, tek tek gözlemlerini anlatan kitap ve makaleler yayınlamayı yeğledi.

1958 yılı yaz başında, İngiliz doğa bilimcisi Alfred Russel Wallace’dan bir mektup aldı. Wallace, yayınlanması için hazırladığı makalesini gözden geçirmesini istiyordu. Darwin makaleyi okuduğunda, şaşkınlığa düştü. Wallace, canlıların nasıl evrildiklerini anlatıyor, evrim mekanizmalarını gösteriyordu. Kendi vardığı sonuçlara, o da varmıştı. Alelacele bir makale yazdı. Wallace’ın vardığı sonuçlara kendisinin çok uzun yıllar öncesinden ulaştığını kanıtlayan değişik kişilerle yaptığı eski yazışmalarını, Wallace’ın makalesiyle birlikte, bilim camiasına sundu. Wallace ve Darwin’in makalesi birlikte okundu. Ama Darwin’in daha fazla oyalanacak zamanı kalmamıştı. Oturup, hızla kitabını yazdı ve ertesi yıl, 1959’da yayınladı.

TÜRLERİN KÖKENİ

Darwin, kısaca “Türlerin Kökeni” olarak bilinen, “Doğal Seçilim ve Yaşam Mücadelesi İçinde Lehte Özelliklerin Korunması Anlamında Türlerin Kökeni Üzerine” adındaki kitabında, çok sayıda örnek göstererek, öz olarak, doğadaki ve canlılar dünyasındaki değişim ve çeşitliliğin nedenlerini ve bunların oluş mekanizmalarını açıklıyordu. Darwin’e göre, doğadaki canlıların tümü, ortak bir atadan evrimleşerek gelmişlerdi ve bu değişim ve çeşitlilikte, en fazla uyum sağlayanın hayatta kalması ilkesinin ifadesi olan doğal seçilim yasası ve hayatta kalma, yani varolma mücadelesi rol oynamıştı.

Kitap çok büyük ilgi gördü. İki hafta içinde ikinci baskısını yaptı. Darwin’in korktukları olmadı. Yazımızın daha önceki bölümlerinde, Darwin ve kuramını ortaya çıkaran koşulları anlatırken sözünü ettiğimiz atmosfer ve düşünce tarzı, Darwin’in kuramının esas olarak kolay benimsenmesinde büyük rol oynadı. Ancak tek etken bu değildi.

İngiliz kapitalizmi sanayi devrimini henüz yapmış, büyük işçi hareketi Çartist hareketten önemli bir yara almadan kurtulmuş, güçlü dönemini yaşıyordu. Serbest rekabetçi kapitalizm, dört bir yanda sömürgelerini artırmaya, egemenlik sahalarını genişletmeye çalışıyordu. Egemen burjuvazi, henüz az çok devrimci dönemlerini yaşıyordu. Bu yüzden de, kilise ile o kadar da içli dışlı değildi. Politik uygulamalarına ideolojik dayanaklar da bulması gerekiyordu. Serbest rekabetçi kapitalizm, pratikte, alabildiğinde rekabet, bu rekabet içinde en güçlü olanın ayakta kalıp diğerlerini yok olması, yani “altta kalanın canının çıkması” vb. demekti. Benzer ilkeler, Darwin’in bitki ve hayvanlar dünyasında da vardı. Bu yüzden, Darwin’in tezlerini değiştirerek, kendi yararına kullanabileceğini gördü. Bu nedenle, kurama karşı çıkmak bir yana sahip çıktı.

Herbert Spencer, bu doğrultuda, Darwin’in, daha çok bitki ve hayvanlar dünyası için ortaya attığı tezleri, insan toplulukları ve toplumsal sorunlarına uyarlamaya; insana ait bütün sosyal kategorileri, Darwin’in tezleriyle açıklamaya çalıştı. Bu çabası içinde Spencer, kötü ünlü, bilinen “Sosyal Darwinizm” akımını geliştirdi. Benzer tezler, 20. yüzyıl başlarında “biyolojicilik”, 1970’lerde “sosyobiyoloji” ve günümüzde de “evrimci psikoloji” gibi değişik ad ve biçimler alarak sürdürüldü, hala da sürdürülüyor.

Darwin’in kuramına tepki, esas olarak kiliseden geldi. Ama saydığımız nedenlerle, bu tepki o kadar da güçlü olmadı. Kilise temsilcileriyle Thomas Huxley gibi Darwin yanlısı bilim insanları, üniversitelerde, bilim topluluklarında, halk toplantılarında, gazetelerde karşılıklı tartışmalara girdiler. Bu tartışmalardan, özellikle Huxley ile Oxford piskoposu arasında uzun süre devam eden tartışma, oldukça ün kazandı. O günlerde başlayan evrim mi-yaratılış mı tartışması bugün de sürüyor.

Darwin, yukarıda sözünü ettiğimiz kaygıları ve Lamarck gibi dışlanma korkusundan, Türlerin Kökeni’nde, insanın evrimi konusunu özellikle dışarıda tutmuştu. Geliştirdiği kuramını, bu yüzden, sadece bitki ve hayvan dünyasıyla sınırladı. İnsanın evrimi konusunu, çok daha sonraları, başka bir kitapta ele aldı.

Türlerin kökenine ilgi gösterenler, yalnızca egemen burjuva sınıfı ve kilise değildi. Marksizm de, Darwin’in evrim kuramına büyük ilgi ve yakınlık gösterdi. Hem Marx, hem de Engels, Darwin’in kitabı çıkarmaz okudular ve okur okumaz da, kuramın, Marksizm ve diyalektik materyalizm açısından önemini hemen fark ettiler. Marx, Engels’e yazdığı mektubunda, Darwin’in kuramının bazı yönlerini eleştirdikten sonra, “benim tarihte yaptığımı Darwin doğa tarihinde yapmış” derken, Engels de, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu’nda, “Ama doğal süreçlerin art arda zincirlenişine değin bilgimizi dev adımlarla ileri götürmüş olan, özellikle üç büyük buluştur” dedikten sonra, bu üç büyük buluşu, “hücrenin bulunuşu, hücrenin dönüşümü ve Darwin’in evrim kuramı” olarak sıraladı. Marx evrim kuramından öylesine etkilendi ki, neredeyse ömrünü verdiği ünlü kitabı Kapital’i Darwin’e adamak istedi.

BÜYÜK TARTIŞMA: EVRİM–YARATILIŞ TARTIŞMASI

Evrim ve yaratılış yanlıları arasında Darwin’in kitabının yayınlanmasıyla başlayan tartışma, yer yer alevlenip sönerek, varlığını, 1800’lü yılların sonlarına dek İngiltere’de sürdürdü,. Sonra ABD’ye geçti ve o günden beri de, esas olarak hep orada kaldı.

20 yüzyılla birlikte kapitalizm serbestçi rekabetçi döneminden tekelci–emperyalist dönemine geçti ve devrimci yanlarını kaybetti. Gerici eğilimleri öne çıkmaya başladı. Buna ek olarak, ABD özelinde, 20 yüzyılın başları, hızlı bir toplumsal ve teknolojik değişime sahne oluyordu. Özellikle 19 yüzyılın ikinci yarısında aldığı hızlı göçlerle, ABD nüfusu oldukça değişmişti. Yeni göçmenleri Amerikan fikirleri ve değerlerine adapte etmek gerekiyordu. Amerikalılık ve Amerikan değerleri yüceltiliyor, bu yönde radyo ve sinemada, medyada sürekli propaganda yapılarak, Amerikan geleneğine vurgu yapılıyordu. Amerikan geleneğinin temel önemdeki parçası Protestan diniydi ve Amerikalılık ve Amerikan değerlerini yüceltmek adına dini duygular güçlendiriliyordu. Bu bağlamda, 1920’lerde, yirmi eyalette birden, evrim kuramının devlet okullarda okutulmasını yasaklayan 36 yasa kabul edildi. Evrim kuramı, Amerikalılık ve Amerikan değerlerini yüceltme adına yasaklanmıştı. Yasaklar, yalnızca kağıt üzerinde kalmadılar. Giderek etkinleştirilip, tüm ülke çapında yaygınlaştırıldılar. 1925 yılında, evrim kuramını öğrettiği gerektiği gerekçesiyle, John Scopes adındaki öğretmen, yargılandı. “Scopes Maymun Davası” da denilen, ABD tarihinin bu ünlü davası, bir hukuk mahkemesinden çok, evrim yanlılarıyla yaratılış yanlılarının günler süren tartışmasına sahne oldu. Mahkeme ve dolayısıyla tartışma, radyo aracılığıyla tüm ülkeye naklen yayınlandı. Sonunda, John Scopes ve evrim tarafı davayı kaybetti, ama tartışma da daha da şiddetlenip, tüm ülkeye yayıldı. Ondan sonra, evrim ve yaratılışçıları karşı karşıya getirecek mahkemeler, deyim yerindeyse, bir gelenek haline geldi ve 1925 Scopes davasına benzer daha birçok mahkeme görüldü. Son mahkeme, yazımıza başlarken anlattığımız, geçen Aralık ayında Pennsylvania eyaletinin Dover kasabasında sonlanan davaydı.

1960 yıllarda, ABD’de kısmi bir muhalif hareket gelişmeye başladı. Bireysel özgürlük ve daha fazla hak talepleri, savaş karşıtı eylemler giderek artıyor, hareket radikalleşme eğilimi gösteriyordu. Bu muhalif hareketin yönünü başka yönlere kanalize etmek için, uzun süredir sessiz kalmış olan yaratılışçı hareket, yeni bir giysi giydirilip makyaj yapılarak, yeniden piyasaya sürüldü. Radikalleşme eğilimi göstererek gelişen hareket karşında, eski klasik yaratılışçı biçimler etkili olamazdı. Bu yüzden, o güne dek hep bilimi karşılarına almış olan yaratılışçılar, bundan sonra argümanlarında bilimin kavramlarını kullanacaklardı. Bu amaçla, Henry M. Morris adında bir mühendis görevlendirildi. Morris’in, bir incil uzmanıyla birlikte 1961’de yazdığı “Yaratılış Tufanı” adlı kitap öne çıkarıldı. Morris, 1963 yılında “Yaratılış Araştırma Topluluğu”nu, 1970’te de “Yaratılış Araştırma Enstitüsü” (ICR) adlı enstitüyü kurdu. Enstitüye pek çok yerden para yağmaya, güçlü kampanyalar sonucu büyük paralar toplanmaya başladı. Evrim kuramını bilimsel yollardan çürütecek, tanrının varlığını bilimin kavramlarıyla kanıtlayacak yazarlara büyük paralar verileceği duyuruldu. Paralar gelince, kitaplar, makaleler de geldi. Sonunda, kendisini, “yaratılış bilimi” diye adlandıran hareket doğdu.

Tek ilgi alanları ve uğraşları Darwin ve evrim kuramı oldu. Darwin’in evrim kuramı aleyhine ders kitapları yazıyor, popüler kitaplar yayınlıyor, TV programları ve video kasetleri hazırlıyor, yeni yeni araştırma enstitü ve kurumları kurup işletiyor, evrimi savunan bilim adamlarıyla bıkkınlık veren sert tartışmalara giriyor, evrim yanlılarını soru yağmuruna tutuyorlardı.

ABD’deki muhafazakar hareket tarafından yakından desteklenip, üstelik de büyük paralar aktarılınca, çok sayıda kitap, makale, propaganda materyali hazırladılar. Kendilerine “yaratılış bilimi” deyip bilimi kendilerinden ibaret ve ayrıca evrim kuramını kendilerince mahkum ettiklerini sanınca, bunu, “bilim evrim kuramını reddetti” olarak lanse ettiler. Aslında, burada söz ettikleri, kendi “yaratılış bilim”leriydi. Ama bu propaganda yönteminin iyi bir Göbels yöntemi olduğunu fark edip, sürdürmeye karar verdiler. O günden beri de, sürekli “bilim evrim kuramını reddetti”, “evrim kuramı çöktü” deyip duruyorlar.

AKILLI TASARIM

Yaratılışçılar her ne kadar bilimin kavramlarını kullanıyorlardıysa da, yine de, doğrudan kutsal kitaplarda anlatılan yaratılış olayını savunuyor, dünya ve canlıların tanrı tarafından yaratıldığını söylüyorlardı. Sonuçta, ne kadar saklamaya çalışırlarsa çalışsınlar, dini görüntülerini gizleyemiyorlardı.

Bunun üzerine, 1988’den itibaren, yaratılış terimini akıllı tasarımla değiştirdiler. 1990 yılında, Washington eyaletinin Seattle kentinde, Discovery Institute (Keşif Enstitüsü) adlı bir düşünce kuruluşu (think tank) kurdular. O günden bu yana, bu düşünce kuruluşu, daha önceleri “yaratılış bilimi” adı altında yapılan her şeyi, bu kez bilinçli, akıllı ya da zeki tasarım anlamına gelen Intelligent Design adı altında gerçekleştirmeye başladı. Tanrı ve yaratılış kavramlarını kullanmamaya özellikle dikkat ediyorlar. Bu terimlerin yerine, zeki ya da akıllı bir tasarımcı ve akıllı tasarım terimlerini kullanıyorlar.

Akıllı tasarım hareketinin ana tezine göre, doğadaki her şey çok mükemmeldir, çok düzenli, olağanüstü bir yapıdadır. Böylesine mükemmellikte olan bir yapı, evrim gibi, doğal seçilim gibi ya da tesadüfi mutasyonlar gibi yöntemlerle oluşturulmuş olamaz. Bu mükemmel yapı, ancak üstün bir zeka, olağanüstü bir akıl tarafından tasarımlanmış olmalıdır!

Akıllı tasarımcılar sürekli soru soruyorlar. Ama bu soruların yöneldiği tek yer, evrim kuramı ve Darwin’dir. Bunun dışında, bilimin hiçbir alanındaki sorularla ilgilenmiyorlar. Aslında evrim konusunda da gerçeği araştırmak, insan doğasının bilgisine erişmek diye de bir amaçları yoktur. Çünkü bütün çabaları, evrim kuramı ve savunucularını mat etmek, kuramı çökertmiş gibi görünmek üzerinedir. Bu nedenle, akıllı tasarımcıların tez ve sorularının bilimle ilgileri yoktur, bugünkü tartışma, bu yüzden, bilimsel bir tartışma değildir. Akıllı tasarımcı hareket, tümüyle politik bir hareket, tartışma da ideolojik bir tartışmadır. Çünkü akıllı tasarım hareketinin arkasında, ABD’nin neo-muhafazakar, Evangelist Hıristiyan güçleri vardır.

HIRİSTİYAN MÜSLÜMAN YARATILIŞÇILAR KOLKOLA: HARUN YAHYA

ABD’deki yaratılışçı hareketi izleyerek 1990 yılında Türkiye’de de Bilim Araştırma Vakfı (BAV) adında bir vakıf kuruldu. ABD’de, daha önce Yaratılış Araştırma Enstitüsü – ICR bünyesi altında “yaratılış bilimi” adıyla, son 16 yıldır da, Keşif Enstitüsü bünyesinde Akıllı Tasarım adı altında yapılan çalışmalar Türkiye’de de BAV bunyesınde ve Harun Yahya imzası altında yürütüldü. 1970’den bu yana ABD’de uygulanan yöntemlerin neredeyse aynısı Türkiye’de uygulanıyor. Amerikan Hırıstiyan misyonerleri ve neo-muhafazakar ideologların yazdıkları herşey anında Türkçeye çevrilip Harun Yahya imzası atılarak yayınlanıyor. Bedava kitaplar basılıp dağıtılıyor, sergiler açılıyor, video kasetleri yapılıyor.

ODTU profesörlerinden Aykut Kence’nin mart 2002’de Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan makalesinde belirtildiğine göre, ABD ve Türkiye’deki yaratılışçı hareket 1985’lerde o zamanki milli eğitim bakanı Vehbi Dinçerler’in doğrudan devreye girmesi, ve ICR’den resmen yardım istemesiyle kuruldu. ICR’deki hiristiyan misyonerler bu çağrıyı kabul edip Türkiye’de BAV ve yaratılışçı harekete yardım ettiler. ABD tarafının kendilerinin itiraf ettiklerine göre bu doğrudan destek 1998’den bu yana sürüyor.

Yüzlerce kitabına rağmen, bugün öyle görünüyor ki, Harun Yahya hareketi, kendi başına bağımsız bir hareket değildir. Harun Yahya hareketi, ABD’nin neo-muhafazakarlarınca desteklenip yönlendirilen akıllı tasarım hareketinin Türkiye acentası, taşeronudur.

GÖBELS YÖNTEMLERİ

Yaratılışçı ve onların günümüzdeki modern versiyonları olan akıllı tasarımcılar Göbels vari bir çok taktik ve yöntem uyguluyorlar. Bu yöntemlerinin başta gelenlerinden biri, Göbels tipi yalan propaganda, kuşku yaratma ve olmayan bir şeyi defalarca tekrarlayarak inandırma tekniği. Yaratılışçı ve akıllı tasarımcıların istisnasız bütün kitap ve yazılarının neredeyse her sayfasında işlenen, bıktırırcasına tekrar tekrar yinelenen bir iddia var: “Evrim kuramı çöktü”, “bilim evrim kuramını reddetti”, “Bilim adamları artık Darwin’in evrim kuramını savunmuyor” … Bu iddia o kadar tekrar ediliyor ki, konudan haberdar olmayan, bilimdeki gelişmeleri izlemeyen işçi ve emekçi, sokaktaki insan bu yalana bir biçimde de olsa inanmaya ya da en azından “acaba mı” demeye başlar oldu. Oysa bu iddia tümüyle yalan. Evrim kuramının bilim çevrelerinde taraftar yitirdiğine ilişkin tek bir kanıt yoktur. “Evrim kuramının çökmesi”, ya da “bilimin evrimi reddetmesi” veya “yanlışlığını ortaya koyması” bir yana, özellikle son 40-50 yıldır jeoloji ve paleontolojiden zooloji ve antropolojiye, moleküler biyolojiden genetiğe bilimin değişik alanlarında ortaya çıkan yeni bulgu ve bilgiler, kuramı artık hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde doğruladı. Bugün evrim kuramına gönderme yapmayan tek bir biyoloji kitabı ya da dergisi yoktur. Bir biçimde evrimi işleyen onbinlerce akademik bilim makalesi varken, yaratılış ya da akıllı tasarımı konu alan hemen hiç bilimsel makale bulamazsınız. Biyoloji ve tıp alanında bilimsel makalelerin yayınladığı PubMed’de, kısa bir araştırma yapıldığında, evrimle ilgili 177 bin 871 makale çıkıyor. Oysa evrimi karalayan makale hemen hiç yok. ABD Washington Üniversitesinden George W. Gilchrist 2002 yılında binlerce makaleyi tarayarak akıllı tasarım ya da yaratılış kuramına gönderme yapan makaleleri saptamaya çalıştı. Ancak, tek bir makale bile bulamadı. Kısacası, evrim kuramı bugün değil çökmek, tam tersine çok daha güçlenmiştir. Bu güçlenmeyi de kuramı reddettiği iddia edilen bilim sağlamıştır.

Bilim insanlarının Darwini ve evrim kuramını reddetmesi konusuna gelince: İddiaların tam aksine, bilim insanları bugün tarihte hiç olmadığı ölçüde evrim kuramından yana tavır koyuyorlar. Bunu bir kaç rakamla somutlayalım. ABD’de yayınlanan Newsweek dergisi, bundan yirmi yıl önce, 29 Haziran 1987 tarihli sayısında, ABD’de, yer bilimleri ve yaşam – biyolojik bilimleri alanında çalışan bilim insanları içinden 480 bini evrim kuramını savunurken, yaratılışçı teoriyi savunanların sayısı sadece 700 olarak belirtiyordu. Oran yaklaşık 700 kişiye 1 idi. Bugün rakamlar milyonlarla ifade ediliyor.

Geçtiğimiz ekim ayında Avustralya’da sürdürülen bir imza kampanyasının sonuçları açıklandı. Evrim kuramının yanısıra akıllı tasarımcı tezlerin de okullarda okutulma çabalarına karşı açılan kampanyada, akıllı tasarımın bilim olmadığı ve bu yüzden de okullarda bilim derslerinde okutulamayacağını ifade eden imza metnini 70 bin bilim insanı ve bilim, biyoloji, fen bilgisi öğretmeni imzaladı.

ABD’de durum bundan geri değil. Geçtiğimiz eylül ayında, nöbel ödülü sahibi 38 bilim insanı evrim kuramından yana olduklarını açıklayan bir deklerasyon yayınladılar. Tek tek çok sayıda üniversitenin yanısıra, 2006 şubat ayında, bünyesinde 10 milyondan fazla, bilim, teknoloji ve eğitim alanında çalışan bilim insanı, akademisyen, öğretim üyesi, öğretmen, mühendis, doktor, araştırmacı ve teknisyeni barından 70’den fazla kurum, sendika, birlik, bilim topluluğu, oda vb. evrim kuramını savunan bildiri yayınladılar. Burada bunların isimlerini tek tek veremiyoruz. İsteyen bu listeye internetten erişebilir.

Buna karşılık, akıllı tasarımcıların merkezi durumunda olan ABD Seattle’daki “Discovery Enstitüsü”nün, 2001’de dünya çapında imzaya açtığı ve kampanyası hala devam eden “Darwin’e Muhalefet” başlık ve konulu metne, aradan 5 yıl geçmesine rağmen bugüne dek -kendi açıklamalarına göre- sadece 500 akademisyen imza verdi. Buna rağmen, yaratılışçılar hala “bilim evrimi reddetti” demeyi sürdürüyorlar.

SORULAR SORULAR SORULAR

Yaratılışçı ve akıllı tasarımcıların bir diğer yöntemi de soru sormak. Yaratılışçı ve akıllı tasarımcılar akıllarınca evrim kuramı ve savunucularını köşeye sıkıştırmak, ya da sıkıştırmış gibi görünmek için sürekli Sokrates vari sorular soruyorlar. Kitaplarının bazılarının isimleri bile soru üzerine: “50 Soruda Evrim Teorisinin Çöküşü”, “20 Soruda Evrim Teorisinin Çöküşü”, ya da şu kadar soru şu kadar cevap; falan kişiye sorular, filan kişiye cevaplar.

Böyle yapmalarının kuşkusuz bir nedeni var. Bir kere, sorularla, sokaktaki ortalama insanın gözünde, sorgulayıcı oldukları için üstünlüğü ele geçirmiş taraf, gündemi elinde tutan taraf olarak görünüyorlar. Diğer yandan da, bu sorularla gerçekten de gündemi kendileri belirlemiş ve daha da ötesi, kendilerine soru sorulmasını önlemiş oluyorlar. Bu yüzden sorularının ardı arkası gelmiyor. Sormaktaki amaçları yanıt almak, ya da gerçeği aramak ve bulmak değil, soru soran taraf olmuş olmak, kayıkçı dövüşüne dönüştürdükleri münazarada karşı tarafı mat etmek, ya da etmiş görünmektir. Kısacası üzüm yemek değil bağcıyı dövmeye çalışıyorlar.

Kimileri binlerce yıl önce sorulmuş olan bugünkü soruların yanıtlarını bilim bugüne dek defalarca verdi; doğrudan kanıtı olanların kanıt ve bulgularını gösterdi; henüz doğrudan kanıtı olmayanlarıysa ya açıkladı ya da o gün bilindiği kadarıyla açıklamaya çalıştı. Eksik kalan yanıtları da bilimin elde ettiği bulgular kendiliğinden yanıtlamış oldular. Bu yüzden aynı yanıtları bug]n bir kez daha vermenin bilim ve tartışmanın yararı açısından bir anlam ve önemi yoktur. Ancak, yaratılışçı ve akıllı tasarımcılar bilim dünyasında hiç bir güç ve etkiye sahip değillerken, konudan ve bilimdeki gelişmelerden habersiz emekçi yığınlar arasında belli bir etki ve inandırıcılığa sahipler. Bu yüzden, bu evrim karşıtlarının amaç ve taktikleri böylesine belirgin ve sorularının yanıtlanması bilim açısından anlamsız olmasına karşın, biz burada yine de, onların sığ sularına girme pahasına, en azından, bilimde bu konudaki yeni gelişmelerden okuru haberdar etmek ve emekçi yığınların içine düşürülmeye çalışıldıkları yanılsamadan kurtarılmalarına yardım etmek için en ısrarlı sorulardan bir kaçını yanıtlayacağız.

YENİ TÜRLER

Yaratılışçı ve akıllı tasarımcıların en ısrarlı sorularından birisi günümüzde yeni türlerin olup olmadığı sorusudur. Hiç kimsenin yeni oluşan bir tür göremediğini söylerler. Evrim karşıtları, eğer kuram doğruysa evrim hala sürüyor ve bu yüzden de, günümüzde de yeni türler ortaya çıkıyor olmalı dedikten sonra, öyleyse bu yeni türler nerede diye sorarlar. Soru dışarıdan bakıldığında oldukça masum ve mantıklı bir soru gibi görünüyor. Oysa öyle değil. Çünkü evrim kuramı, ve bu kuramı savunanlar hiç bir zaman evrimin çok kısa zaman aralıklarında ortaya çıktığını söylemediler. Kurama göre, bir türün başka türlere evrilmesi, yeni türlerin ortaya çıkması için çok uzun yıllar geçmesi, çok fazla sayıda kuşak yetişmesi gerekir. Yeni türler, bir anda ya da üç beş veya onlarca, yüzlerce yılda değil, binlerce ve hatta bazı türlerde yüzbinlerce yıllık bir süreçte; çoğu türde binlerce, yüzbinlerce kuşaktan sonra  ortaya çıkarlar. Böylesine uzun zaman dilimleri söz konusu olduğundan yeni tür oluşumunu biyolojik evrim açısından çok kısa bir an sayılabilecek günümüzde gözlerimizle görmemiz neredeyse olanaksızdır. Çünkü yaşam süremiz uzun bir zaman dilimi gerektiren canlıların evrimini ayrıntılı göremeyecek kadar kısadır. Buna rağmen evrimleşme hızları yine de türden türe değişkenlik gösterir.

Canlı türlerinin yaşam süreleri biribirlerinden çok farklıdır. Bu süreye bağlı olarak çoğalma hızları, yani bir kuşaktan yeni bir kuşağın oluşması için geçmesi gereken zaman dilimi de değişkenlik gösterir. Örneğin farenin ömrü yaklaşık 2 yıl kadarken kedinin 14-15 yıl, maymunun 40, insanın 70-80, kaplumbağanın 150, bazı balina türlerininse 200 yıl kadardır. Bu değişik yaşam süreleri onlardan yeni kuşaklar oluşma sürelerini de etkiler. Yine örneğin yeni doğan bir farenin erişkin hale gelip yavru doğurması için 4-5 aylık bir süre yeterken, yani fareler her 4-5 ayda bir çoğalabilirken, bu süre meyve sineğinde bir kaç hafta, insanda ortalama 20 yıl, bakterideyse sadece yirmi dakikadır. Bu nedenle, değişik canlılarda yeni türlerin ortaya çıkma hızları da değişir. Memelilerle kıyaslandığında oldukça basit yaşam formları sayılabilecek bakteri ve virüs gibi türlerde aynı süre içinde çok daha fazla sayıda yeni kuşak oluştuğundan evrim geçirme hızı da fazla olur. Buradan yola çıkarak, yeni türlerin oluşumu, günümüzde, gelişkin canlılarda olmasa da, böyle basit organizmalarda gözlenebilir. Nitekim gözlendi de.

Son 15-20 yılda, AIDS hastalığına yol açan HIV virüsü üzerinde çok sayıda araştırma yapıldı. Moleküler biyoloji’deki gelişmeler ve son yıllarda geliştirilen yeni teknikler bu virüsün adeta herşeyini öğrenmemizi sağladı. Bugün, virüsün ilk doğuşundan şu andaki durumuna, akrabalarından geçtiği yol ve yaptığı bütün yolculuklara dek hemen her şeyi biliniyor. Bu çalışmalar artık çok aleni ve bir o kadar da şaşırtıcı biçimde gösterdi ki, HIV virüsü son 60-70 yıllık dönem içinde evrim geçirdi ve bir türden iki ayrı tür oluştu. Önce bir tane olan HIV virüsünün bugün artık iki ayrı tür haline geldiği kanıtlanmış durumda.

HIV virüsü ilk olarak 1981 yılında, bir zatürre çeşidinde görülen artışla dikkat çekti. Virüs ve yol açtığı hastalık kısa zamanda tesbit edilip, virusa karşı değişik ilaçlar geliştirildi. Her yeni ilaç ve yaşam biçimi değişikliğinde virüs biraz daha değişti ve sonunda bugün iki farklı tür olup çıktı. HIV virüs çeşitlerinden bugün toplanan örnekler 10 ve 20 yıl önceki örneklerle karşılaştırılınca çok büyük farklılıklar bulundu. Genlerinin incelenmesi sonucunda bugün HIV-1 ve HIV-2 diye iki farklı çeşit olduğu görülüyor. Bu her iki çeşidin farklı alt grupları bulunuyor. Batıda görülen ve ilk yıllarda eşcinseller arasında hızlı artışla dikkat çeken çeşit HIV-1 iken, Afrika’da bugün milyonlarca kişiyi etkilemiş durumda olanı HIV-2. HIV-1 iki ana gruba ayrılır. Birinci grup artık hemen her yerde görülür, oysa ikinci grup sadece Kamerun, Gabon ve Ekvador Ginesi’nde etkinlik gösterir. İlk grubun da (HIV-1) 10 alt grubu vardır ve HIV-1A, HIV-1B … diye adlandırılır. HIV-2’nin de böyle alt grupları vardır. Yapılan epidemiyolojik çalışmalar HIV-1’in yayılmaya başlamasının 1940’lara gittiğini gösteriyor. HIV-2’nin yayılması da aynı dönemlere denk geliyor.

Biyoloji türleri biribirlerinden ayırmak için oldukça etkili bir kıstas kullanır. İki canlı eğer birleşip döllenebiliyor ve bu birleşmeden yeni yavru ya da canlılar üreyebiliyorsa o iki canlı ne kadar farklı görünürlerse görünsünler aynı türdürler. Biribirleriyle birleşip üreyemeyenlerse, ne kadar benzerlik taşırlarsa taşısınlan ayrı türlerdir. Çünkü döllenme sırasında anneyle babanın genetik yapıları birleşir ve karışıp harmanlanır. Farklı türlerde bu harmanlanma olmaz.

Konu teknik olduğundan ayrıntıya girmeyeceğiz. Bugün HIV-1 ve HIV-2 kendi alt gruplarıyla birleşebilirlerken, biribirleriyle birleşemiyorlar. Ayrıca her iki HIV çeşidi ve bunların tek tek alt grupları üzerinde yapılan genetik çalışmalar, HIV-1 ve HIV-2’nin genetik yapılarının biribirlerinden çok farklı olduğunu gösteriyor. Bu iki türün alt gruplarıyla aralarındaki genetik farklılık ise az.

Sonuç olarak, yapılan çalışmalar, HIV-1 ve HIV-2’nin son elli 60-70 yılda aynı ortak atadan ortaya çıktıkarak evrimleştiklerini ve bugün artık 2 ayrı tür haline geldiklerini kesin biçimde kanıtlıyor. Virüs veya fare, balina ya da insan, sonuçta biyoloji açısından hepsi de canlıdır. Ne kadar küçük ve farklı olursa olsun HIV virüsu de canlıdır. Eğer virüs evrim geçirebiliyor ve bir türden iki ayrı tür ortaya çıkıyorsa, gayet açık ki, öteki canlılar da evrim geçirebilirler. Üstelik tek örnek virüsler de değil. Yüz yıl önce ilk kez Amerika kıtasına götürülüp ABD topraklarında doğaya salıverilen serçelerin yeni doğa koşullarında, sadece yüz yıl içinde nasıl değiştikleri görülmeye değerdir. Kuzeydeki soğuk bölgelere yerleşen serçeler kısa bacaklı hantal tipler olurken, güneyin sıcak bölgelerindekiler daha uzun bacaklı, zarif çeşitler olup çıktılar. Yine, hepimizin gözleri önünde değişip duran evcil hayvanlar, Kaniş’inden Kangal’ına adeta binlerce çeşidi bulunan apayrı köpekler, çok farklı renk ve biçimde güvercinler yapay da olsa canlıların farklı koşullar altında nasıl da hızla geliştiklerini gösteriyor. Küçücük süs köpeği kanişin atalarının o vahşi kurt olduğunu bugün kim söyleyebilir. Ama genetik kanıtlar bunun böyle olduğunu söylüyor.

ARA YAŞAM FORMLARI – GEÇİŞ FOSİLLERİ

Hem klasik yaratılışçıların hem de daha farklı söylemler kullanan akıllı yaratılışçıların bir diğer ısrarlı sorularından birisi de ara geçiş formlarıdır. Eğer bir tür başka bir türe evrildiyse, bu iki tür arasında bir geçiş olmalı dedikten sonra ısrarla bu geçiş formlarının kanıtlarının gösterilmesini istiyorlar. Ara geçiş formları nerede diye ısrarla soruyorlar.

Yüzbinler ya da milyonlarca yıl önce yaşadıktan sonra soyları tükenip yaşamdan çekilmiş canlıların  kanıtlarını bugün bulup göstermek zordur. Çünkü canlılar öldükten kısa zaman sonra doğa tarafından “yok edilirler”. Bu yüzden böyle canlıların yaşadıkları ancak fosil denilen günümüze dek ulaşabilmiş kemik kalıntılarıyla belirlenebilir. Vücudun diğer parçalarına göre biraz geç de olsa, yine de, diğer parçalar gibi bu kemik kalıntıları da kısa zamanda yok olurlar. Ancak çok uygun koşullar olursa söz konusu kalıntılar günümüze ulaşabilir.

Erişkin bir insan vücudu, uygun koşullarda, sıcak ve nemli bir ortamda üç hafta içinde tümüyle çürüyüp sadece kemiklerinden ibaret kalır. Kemiklerin çürüyüp yitmesi biraz daha zaman alır. Koşullar uygunsa, birkaç yıl sonra, geride kemiklerden de fazla şey kalmaz. Bu durum insan ya da başka herhangi bir canlı türü, bütün organik varlıklar için geçerlidir. Kuşkusuz, bu “yok oluş” sürecinin ayrıntıları ve süresi iklim koşullarına ve cesedin nerede saklanmış olduğuna göre değişir. Bu nedenle, milyonlarca yıl öncesinde yaşamış canlıların kalıntılarının günümüze dek ulaşması çok zordur. Ancak yine de, yer yer, buzullar, kayalar, derin tabakalar arasında sıkışıp kalmış ve bu yüzden de bozulup çürümeye uğramadan günümüze dek korunabilmış, ya da kısmen korunabilmiş bazı fosiller bulunabiliyor.

Ayrıca, geçiş aşamaları her zaman kısa sürerler. Bu durum toplumda da böyledir doğada da. Bir durumdan başka bir duruma geçiş kısa süre içinde gerçekleşir, sonra yine denge sağlanır. Dengenin yeniden bozulmasını gerektiren yeni bir durum ortaya çıkana kadar bu kararlı denge durumu fazla bozulmadan varlığını uzun süre sürdürür. Türlerin evriminde de aynı durum söz konusudur. Zaten az bulunan fosiller içinde ara yaşam ya da geçiş formlarının fosil kayıtlarını bulmak bu yüzden daha da zordur.

Buna rağmen, sözü edilen bu geçiş formlarının fosil kalıntıları hiç az olmayan sayıda bulunabilmiştir. Evrim karşıtları her ne kadar yok deseler de böyle pek çok fosil kanıtı var. En son ve en etkili olanı, geçtiğimiz nisan ayında Kanada’nın kuzeyindeki buzullar arasında bulundu. Canlıların sudan karaya geçtiklerini gösteren, balıkla dört ayaklı sürüngenler arasında yer alan, balık – sürüngen karışımı bir tür olan Tiktaalik roseae yapılan ölçümlere göre günümüzden 375 milyon yıl önce yaşamış. Fosilin ayrıntıları 6 nisan 2006 tarihli Nature dergisinde uzun uzun anlatılıyor.

Ama, Tiktaalik roseae ara geçiş fosillerinin ilk örneği değil. Buna benzer daha hiç de az olmayan sayıda ara fosil elde edildi. Bu ara geçiş formlarının bazılarını sıralayalım. Balıktan hem su hem karada yaşayan amfibyenlere geçişi gösteren ara formlar, Tiktaalik roseae, Osteolepis, Eusthenopteron, Panderichthys, Elginerpeton, Obruchevichthys, Hynerpeton, Tulerpeton, Acanthostega, Ichthyostega, Pederpes finneyae ve Eryops; amfibyenlerden ilk sürüngenlere geçiş aşamasını gösteren Proterogyrinus, Limnoscelis, Tseajaia, Solenodonsaurus, Hylonomus ve Paleothyris; dört ayaklı sürüngenlerden memelilere geçişi gösteren, Protoclepsydrops, Clepsydrops, Dimetrodon ve Procynosuchus; iki ayaklı sürüngenlerden kuşlara geçildiğini gösteren Compsognathus, Protoavis, Pedopenna, Archeopteryx, Changchengornis, Confuciusornis ve Ichthyornis …  “Yürüyen balina” da denilen Ambulocetusu, ilk at türlerini, insan-maymun ortak atadan insana geçişi gösteren çok sayıda ara geçiş türlerinin fosillerini, Ardipithecus, Australopithecus, Homo habilis, Homo erectus’u ve daha diğer pek çok ara form fosillerini saymayı gereksiz görüyoruz.

Evrim karşıtları, kendilerine ne kadar ara form gösterilirse gösterilsin kabul etmiyorlar. Tüysüz kuşlar, tüylü, gagalı sürüngenler, dört ayaklı balıklar, insan maymun karışımı canlıların kalıntıları onlara göre kanıt değildir. “Onlar ara geçiş formu değil, öylece yaratılmış, farklı türlerdir” deyip çıkıyorlar. Aynı tavrı bugün Tiktaalik roseae için de gösteriyorlar, onu da ara form olarak kabul etmiyorlar.

KAMBRİYEN PATLAMASI

Bir diğer konu da kambriyen patlaması. Bütün fosil kayıtları, canlı türlerinin, çok uzun bir sessizlik döneminden sonra, kambriyen dönemi denilen ve jeolojik zaman açısından fazla uzun sayılmayan 542-488 milyon yıl öncesi arası dönemi kapsayan 60 milyon yıllık bir zaman diliminin, özellikle de günümüzden 542 ile 530 milyon yıl öncesine denk gelen dönemde, ani bir sıçrama ya da patlama yaparak çeşitlendiklerini; daha önceleri çok uzun süre boyunca dünyada tek hücreliler hakimken tam da bu sırada birden çok sayıda çok hücreli farklı türün ortaya çıktığını gösteriyor. Buradan yola çıkarak, evrim karşıtı yaratılışıçı ve akıllı tasarımcılar, eğer evrim doğruysa değişik canlı türleri Kambriyen döneminden önce de olmalıydı diyerek, kambriyen döneminin evrimi kuramını değil, canlıların tümünün bir kerede yaratıldıklarını anlatan yaratılışı doğruladığını dile getiriyorlar. Buradan da canlıların kambriyen dönemi denilen dönemde yaratılmış olduğunu ima ediyorlar. Ama kendi hazırladıkları tuzağa kendileri düşüyorlar. Evrimi yanlışlamak için kullandıkları kambriyen patlaması evrim kuramını değil asıl onların tezlerini çürütüyor. Çünkü yaşam, ima ettikleri gibi, kambriyen döneminde başlamış olsaydı o dönemden önce hiç bir canlının olmaması gerekirdi. Oysa kambriyen döneminin 3 milyar yıl öncesinde bile yaşamış, çok basit de olsa bazı canlı türlerinin fosil kanıtları bulunuyor. Yaşam daha oncesinde başlamış -ki kanıtlar bunu gösteriyor- ve onların iddia ettikleri gibi bütün canlılar bugünkü halleriyle ayrı ayrı ve bir anda yaratılmışlarsa kambriyen dönemi gibi bir dönemin olmaması gerekir. Dahası, canlıların ani patlama yaparak kısa süre içinde büyük çeşitlilik gösterdikleri böyle bir değil, üç ayrı dönem bulunuyor.

Türlerin Kökeni’nin yayınlanmasından bir yıl sonra, 1960’da İngiliz jeolog John Phillips, bulduğu fosil kayıtlarını inceleyerek, her biri ani yok oluş ve aşamalı tırmanışlarla izlenen üç doruk noktası belirlemişti. Phillips’in kendi isimlendirmesine göre bunlar, paleozoik (eski yaşam ya da balık çağı), mezozoik (orta yaşam ya da sürüngenler çağı) ve kaneokoik dönem (yeni yaşam ya da memeliler çağı) idi. Bugünkü modern jeoloji bilimi de, buna benzer üç önemli dönem tesbit ediyor. Bunlar, yaklaşık 500 milyon yıl öncesine denk gelen kambriyen dönemi, 400 ile 200 milyon yıl önce arası orta ve geç paleozik dönem ve türlerin daha önce hiç olmadığı ölçüde zengin bir çeşitlilik gösterdikleri yakın dönemdir.

Canlıların uzun süre bir bekleme ya da evrimsel değişiklikleri biriktirme evresinden sonra belli dönemlerde ani sıçramalar göstererek nasıl olup da adeta bir anda çeşitlendikleri sorusunun yanıtını evrim kuramını savunanlar değil, tam tersine buna karşı çıkanlar vermelidir. Eğer canlıları ilahi bir kudret yarattı ya da onların deyimiyle üstün bir zeka tasarladı ise, nasıl oldu da belli dönemlerde böyle sapmalara izin verdi ?

Sorunun yanıtı aslında açıktır. Doğanın her durumunda böyle ani sıçramalar olur. Değişiklikler düz bir çizgi izlemek yerine uzun bekleyiş ya da denge sonrası birden beliren ani sıçramalarla gerçekleşirler. Bu diyalektik yasa, fizikten kimyaya, biyoloji’den tarihe, insan toplumlarından epidemiyolojik salgınlara dek doğadaki her durumda kendini gösterir. Başta biyolojik yaşam olmak üzere doğadaki bütün gelişme ve değişmeler bu diyalektik yasalar doğrultusunda işlerler. Kambriyen patlaması, diyalektiğin bu yasasının canlıların evrimini de yönlendirdiğini gösteriyor.

Bu durum üstelik yeni bir şey değil. Canlıların evrimi açıklayan yalnızca Darwin’in evrim kuramı değildir. Darwin’in kuramının açıklamakta zorlandığı bazı yanları açıklamaya çalışan başka kuramlar da vardır. Bunlardan biri de, aslında tam da burada anlattığımız diyalektik yasayı ifade eden maya çalışan ABD’li bilim insanları Harvard’lı ünlü evrim savunucusu Prof. Stephen Jay Gould ile Niles Eldredgein 1972’de ortaya attıkları “Punctuated Equilibrium” (Kesintili Denge) kuramıdır. Bu kurama göre, canlıların evrimi düz lineer bir çizgi izlemez. Evrimsel değişikliklerin hiç ya da çok az olduğu uzun denge dönemleri vardır. Evrimdeki değişiklikler, bu uzun denge dönemlerini kesen ani sıçramalarla gerçekleşir, ve yine yeni bir denge durumu oluşur. Bu denge, yeni bir kesinti ya da sıçramaya dek sürer. Yukarıda örneklerini verdiğimiz gibi, jeoloji ve paleontolojideki kanıtlar, biyolojik evrimde gerçekten de böyle uzun denge dönemleri ve bu dönemleri kesintiye uğratan ani sıçrayışlar olduğunu gösteriyor.

Dünyanın jeolojik evrimi ve fosil kayıtlarına bakıldığında canlıların kambriyen döneminde patlama yapmasının hiç de tesadüfi olmadığı gözlüyoruz.

Yapılan ölçümlere göre dünya günümüzden yaklaşık 4.6 milyar yıl (4 milyar 570 milyon yıl) önce oluştu. Süreç içinde soğuyarak zaman içinde yavaş yavaş bugünkü halini aldı. Başlarda uzun süre yaşam olmadı. İlk canlılar günümüzden 3.5 – 3.9 milyar yıl önceki bir dönemde ortaya çıktılar. İlk canlı türleri, tek hücreli çekirdeksiz prokaryotlar, muhtemelen de bakterilerdi. Bulunan en eski prokaryot fosili, bu anlamda da en yaşlı canlı 3.5 milyar yaşındadır. Tek hücreli canlı türleri hızla çeşitlense de yine de kambriyen dönemine dek dünyaya egemen olan bu tek hücrelilerdi.

Öte yandan jeolojik araştırmaların gösterdiğine göre, dünyadaki kara parçaları ile deniz ve okyanuslar bugünkü durumunda değillerdi. Yeryüzü tarihinde karalar uzun dönem bir arada, tek bir dev kıta olarak bulundular. Bu dev kıta bir kaç kere parçalandı ve kopan parçalar biribirinden uzaklaştı. Parçalar daha sonra başka biçimlerde yeniden birleşti ve daha başka kıtalar, ve dev bir tek kıta meydana geldi. Yer yüzünün bugünkü halini alması, yakın zamanlarda oluştu. Bu kıtaların kutuplara yakın bölgelerde bir araya geldiği dönemlerde çok uzun yıllar süren buzul çağları oluştu. Öyle ki, bu buzul dönemlerinden birinde buzullar ekvadorun 5 derece yakınına kadar yaklaştılar. Kısacası bütün yeryüzü çok uzun süre buzullarla kaplıydı. Dünya tarihinde böyle belli başlı dört ana buzul dönemi bulunuyor. Bu dönemlerden en uzunu olan kambriyen döneminin öncesine rastladı ve yaklaşık 1 milyar yıl sürdü. Kambriyen döneminin hemen öncesinde tek bir kıta halinde birleşmiş ve buzullarla kaplanmış olan karalar biribirlerinden ayrılıp değişik yanlara dağıldılar. Yeni kıta ve okyanuslar oluştu. Buzullar eridi. Bu dönemde çok büyük bir değişiklik daha oldu. Dünyada oksijen miktarı ve yoğunluğu arttı. Büyük olasılıkla, oksijen miktarı ve yoğunluğundaki artış ve uzun buzul dönemiminin sona erişi uzun zamandır birikmiş ve patlamak için fırsat kollayan evrimsel değişiklikleri tetikledi. Çok sayıda canlı türü, jeolojik açıdan bir an sayılabilecek 10-15 milyon gibi kısa bir zaman diliminde ortaya çıkıp hızla çeşitlendi. Benzer patlamalar daha sonra da oldu. O dönemlerin öncesinde de benzer koşullar vardı.

MÜKEMMELLİK

Yaratılışçı ve bugünkü akıllı tasarımcıların bugün aslında tek bir tezleri var. Bütün söylemleri bu temel teze dayanıyor. Bu tezlerine göre, canlılar, özellikle de insan akıl almaz bir mükemmellik ve olağanüstü bir karmaşık-kompleks yapı sergiler. Hücreden DNA’ya, savunma sisteminden beyne, atomun yapısından gözlere, doğadaki her yapıda, her yerde böyle olağanüstü bir ahenk, mükemmel bir işleyiş ve hiç bir biçimde, evrim dahil başka hiç bir güç tarafından oluşturulamayacak ölçüde karmaşık ama gelişkin bir düzen vardır. Böylesine karmaşık ama gelişkin bir yapı mutasyonlarla, evrimsel değişiklerle oluşturulamaz. Bu kadar mükemmel bir yapı ancak doğa üstü ilahi bir güç tarafından yaratılmış; şimdiki akıllı tasarımcılara göre de üstün bir zeka tarafından tasarımlanmış olmalıdır. Başka türlüsü mümkün değildir.

Bu temel noktayı somutlayan ana tezleri de akıllı tasarımcı teorisyenlerinden ABD’li biyokimyacı Michael Behe tarafından ortaya atılan ve adına “indirgenemez mükemmellik” ya da “indirgenemez karmaşıklık” denilen tezdir. Aslında bu tez Michael Behe tarafından değil, 250 yıl önce, 1750 yılında, Barbados’taki St. Lucy papazı Griffith Hughes tarafından, Barbados’un Doğal Tarihi adlı kitabında ortaya atıldı. Behe’nin yaptığı, bu eski tezi alıp yeni isim vererek piyasaya sürmek oldu. Bu teze göre, canlılardaki mükemmel düzen tam da olması gereken biçim ve ölçüdedir; ne bir fazla, ne bir eksiktir. Bu yapının bir parçası dahi eksik ya da bozuk olsa sözkonusu mükemmel yapı çalışamaz. Tezlerini kanıtlamak için en fazla verdiğikleri örnek gözler ve kamçılı bakteriler olduğu için biz de burada bu iki örnekten yola çıkalım.

Canlı doğası, özellikle de insan biyolojik yapısı ve süreçleri elbetteki gelişkin ve yetkindir. Bu yapı ve süreçlerde doğadaki sayısız etken ve koşul içiçe geçip biribirini etkilediğinden aynı zamanda, bir yerde olağanüstü denilebilecek ölçüde karmaşık ve komplekstir. Ama mükemmel midir? Hayır, değildir. Sadece olması gerektiği biçimdedir, o kadar. Gelişkin de olsa bir yapı ve sürecin işleyebilmesi için hiç de mükemmel olması gerekmez. Uzağa değil insana baktığımızda bunu rahatça görürüz.

Olağan üstü denilen gözler o kadar da mükemmel değillerdir. Mükemmel olmadıkları için bunca insan gözlükle dolaşıyor; bunca insan ölüyor; bunca insan ve yakını kanserden bir sürü kalıtsal hastalığa acı çekiyor. Bu yüzden, mükemmel denilen DNA’da hergün binlerce arıza, kodlama hatası oluşuyor.

Mükemmel denilen gözlerimizle, çiçekte biz yalnızca tek bir çeşit beyaz görürüz. Oysa örneğin arılar, ultraviyole ışınlarını da gördüklerinden bizden daha başka beyazlar da görürler. Bizim gördüklerimizi köpek ve kediler görebilmiş olsalardı muhtemelen, “dünya ne kadar da renkliymiş, ne güzellikler kaçırmışız” diye hayıflanırlardı. O kadar mükemmel olmasa bile, küçük boyuttaki bir göz de işini gayet iyi yapabilir. Farelerin gözleri, bedenlerinin boyutu göz önünde alındığında insanlarınkinden büyüktür. Örümceğin gözüyse fareyle kıyaslandığında hem çok basit, hem de çok küçük kalır. Ama, örümceğin gözü, düşmanının uzaklığını farenin gözünden otuz kat daha iyi tanımlar. Fare kadar ayrıntılı göremez ama uzaklığı ondan daha iyi tanımlar. Çünkü onun esas olarak bu uzaklığı hesap tanımlamasına ihtiyacı vardır. Karanlık mağara ve yer altındaki dehlizlerde yaşayan bir çok hayvanın gözleri görmez. Körelmiştir ama yine de gerektiği kadarıyla işini yapar. Bütün canlılar ışığa yönelirler. Tek hücrelilerde göz yapısı yoktur ama onları ışığa yönlendirecek, düşmanlarının saldırısını haber verecek sistemler geliştirilmiştir. Renk körü olan pek çok insan, görme işlevini çok rahat yerine getiriyor: Ehliyet alamama gibi bir durumu saymazsak, gözlerindeki bozukluk bir çok renk körünün hayatını etkilemez bile.

Kulaklarımızın durumu da böyledir. Bir çok hayvanın duyduğu sesleri bizler duyamayız. Ama bizden çok daha mükemmel kulak yapılarına sahip olan hayvanlar da yaşarlar bizler de yaşarız. O kadar da mükemmel göz ve kulaklara sahip olmadığımızın farkında bile değilizdir. Çok daha başka renkleri göremesek de, dünya ne kadar da renli ve güzel diye mutlu oluruz. Kısacası, akıllı tasarımcıların “indirgenemez karmaşıklık” tezinin aksine bizde ve birçok hayvandaki organlar o kadar mükemmel olmasalar da yine de bir sorun çıkarmadan, ya da önemli bir sorun çıkarmadan işlevlerini yerine getirirler. Evrim, en mükemmelini değil, elindeki malzemeye göre ancak yapabileceğinin en iyisini yapmaya çalışmıştır, daha fazlasını değil. Bu da o canlının yaşamını sürdürmesine yetmiştir. Yetmediği yerde, zorunlu olarak evrim devreye girip ya daha gelişkin bir yapı ortaya çıkarmış, ya da o türü yok etmiştir.

Michael Behe’nin iddiasına göre, bakterinin kamçısı o kadar mükemmeldir ki, bu yapının tek bir noktası dahi eksik ya da bozuk olsa çalışamaz. Oysa durum hiç de öyle değildir. Bakterinin kamçısı çok sayıda farklı proteinden oluşan moleküler bir motordur. Kamçı, denizaltı pervanesi gibi, bakterinin hareketini sağlayan bir pervane görevi görür. Bakterilerde, kamçı proteinlerini kodlayan genler üzerinde yapılan oynamalar, bu yapıda bozukluk olduğunda bile, kamçının çalıştığını ama dönüşlerini iyi ayarlayamadığını gösteriyor. Yani yapıda bozukluk ya da eksiklik olduğunda, o yapı sorunlu da olsa yine de işliyor. Üstelik daha başka canlı türlerinde daha farklı kamçılar bulunur. O kamçılar hiç de bakterinin kamçısına benzemezler. Ama onlar da işlevlerini düzgün biçimde yerine getiriler, ve onlarda da bir bozukluk olduğunda yapı yarım da olsa yine de çalışır. Görülüyor ki, canlılarda “indirgenemez” bir “mükemmel yapı” değil, aksine indirgenebilir ve o kadar da mükemmel olmayan bir düzen ve işleyiş vardır. Akıllı tasarımcıların kendi örnekleri kendilerini vuruyor.

SONUÇ

Bugün bilimdeki bütün bulgular canlı türlerin evrilerek geliştiklerini, doğada sürekli bir değişim ve dönüşüm olduğunu, evrim olgusunu kanıtlıyor. Biyolojik bilimlerde ortaya çıkan gelişmeler, evrimin moleküler boyutlarını da gösterdiler. Yeni moleküler moleküler bulgular evrimi daha bir doğruladı, gücünü daha bir pekiştirdi. Bugün evrimin doğruluğunu gösteren binlerce örnek, somut bulgu vardır. Biz burada sadece sınırlı bir örnek vermekle yetindik. Evrensel Basım Yayın tarafından bir kaç ay sonra yayınlanacak olan, genetik profesörü Steve Jones’un “Neredeyse Balina Gibi” adlı kitabı, evrim kuramını doğrulayan yüzlerce örnek barındırıyor. Yakında çıkacak olan bu kitaptan evrim, işleyişi ve günümüzde kuramı doğrulayan bilimsel gelişmeler ayrıntılı incelenebilir.

Bugün eldeki mevcut bilgilere, bilimin elde ettiği devasa bilgi ve bulgu birikimine bakıldığında, esas olarak 100 – 150 yıl önce başlamış olan tartışmaların aslında çoktan kapanmış olması gerekirdi. Oysa durum hiç de öyle değil. Tartışma bugün daha şiddetlenmiş durumda. Bunun nedeni kesinlikle bilimdeki yeni kanıtlar değil. Tek nedeni var: Bugün içinde bulunduğumuz toplumsal, politik ve ideolojik koşullar. ABD ve onun neo-muhafazakar iktidarının başını çektiği ve gözlerimizin önünde cereyan eden her alandaki pervasız gericilik ve saldırı.  Başka da nedeni yok.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑