Fındık Mitingi ve Köylü Hareketinin Potansiyeli

Ordu’da düzenlenen yüz bin kişilik fındık mitingi, miting sonrası 20 bin çiftçinin sahil yolunu saatlerce trafiğe kapatmasıyla birlikte ülke gündemine, popüler söyleyişle “bomba” gibi düştü. Türkiye’nin herhangi bir yerinde dile getirilen üretici tepkileri içinde Ordu mitingi, atıfta bulunulan örnek bir eylem olarak öne çıktı. Fındık mitingi, üreticinin bir anlık, gelip geçici bir öfkesi miydi? Bulutsuz havada çakan bir şimşek miydi?

Sorulara doğru cevap verilebilmesi ve ön açıcı doğru bir deneyim elde edilmesi için, eylem öncesi gelişmelerin ve ülke üreticisinin içinde bulunduğu durumun iyi değerlendirilmesi gerekir. Bunun yapılması halinde, bundan sonra olabilecekleri kestirebilmek, köylü öfkesini örgütlülüğe dönüştürme çabalarında öngörüyle hareket etmek kolaylaşacaktır. Siyasi iktidarlar tarafından 6.5 yıldır taviz verilmeksizin uygulanan IMF/Dünya Bankası programının tarımdaki sonuçları; çiftçilerin yoksullaşması, gelir bölüşümündeki eşitsizliğin artması ve istihdamdaki hızlı azalma olarak ortaya çıkıyor. Uygulanan programın bu sonuçları ortaya çıkaracağını öngörmek için kahin olmaya gerek yoktu. Söz konusu sonuçların doğacağına Özgürlük Dünyası’nın eski sayılarında defalarca dikkat çekilmişti. Bugün de geleceğin okunması zor değil!

 

TAHAMMÜL EDİLEMEYEN ÖZERKLİK
1 Haziran 2000’de çıkarılan Tarım Satış Kooperatif ve Birlikleri Yasası’yla, birlikler sözde ‘özerk’ hale getirildi. Ama ‘özerklik’ olmadığı, hükümetin Fiskobirlik’e yönelik müdahalesinin hiç eksik olmamasıyla defalarca kanıtlandı. Hükümet, hükümet olur olmaz, stoklarındaki fındığı, verdiği talimatla, Fiskobirlik’e, aldığı fiyattan sattırdı. Birkaç tüccarın önünü açarken, birliğin zararına hareket etti. Birlik yönetiminin, “özerk bir kuruluş” olduğunu söyleyerek, fiyat ve pazar politikasını kendisinin belirleyeceğini açıklaması, hükümet ile Fiskobirlik yönetimi arasındaki gerginliği artırdı.
ÖNCE TARİŞ SONRA DİĞER BİRLİKLER
GELİŞMELERİN GİTTİĞİ YÖN!
SONUÇ NİYETİNE

Fiskobirlik, 2003-2005 yılları arasında, fındık fiyatlarını yüksek açıkladı. Bu durum, ihracatçıların, AKP içinde etkisi olan fındık lobisi ve Fiskobirlik’e söz geçirememekten şikayetçi AKP üyelerinin öfkesini kabarttı. 2002 yılında fındığın tonunun ortalama ihraç fiyatı 2 bin 290 dolar iken, 2003 yılında 3 bin 750 dolar, 2004 yılında 10 bin 490 dolar oldu. 2005 ürünü fındıkların 6 bin dolardan alıcı bulması ve ülkeye büyük döviz girişi sağlaması da öfkeyi dindirmedi. Kontrol edemediği birliği ele geçirmek isteyen AKP hükümeti, bu yılın başında yapılan Fiskobirlik Genel Kurul seçimlerinde, birlik yönetimine karşı alternatif bir liste hazırladı. Hazırlanan karşı listenin AKP’ye ait olduğu, Başbakan Danışmanı Cüneyd Zapsu’nun “söz konusu girişimin hata” olduğu yönündeki söylemleriyle teyit edildi. Seçimde 420 genel kurul üyesinin sadece 103’ünün oyunu alabilen AKP’nin hazırladığı liste, seçimi kaybetti. Sonuç, hükümet ve birlik arasındaki iplerin iyice gerilmesine yol açtı.

AKP’nin bu yenilginin faturasını birlikten bu yıl çıkardığına kanıt olabilecek gelişmeler yaşandı. Bu yıl, Fiskobirlik, üreticiden 7 milyon taahhüdüyle aldığı fındığın parasının çoğunu ödeyemedi. Birliğin üreticiye borç ödeyebilmek için 13 bankaya yaptığı kredi başvurusu ise sonuçsuz kaldı. Bankaların kapılarını kapatma kararının, Fiskobirlik’in bilançolarına bakılarak verildiği açıklanmasına rağmen, ortada çelişkili bir durum söz konusu… Fiskobirlik’in deposunda 50 bin ton fındık var. Bu, 300 trilyon eder. Birliğin 630 bin dekar arazisi, 323 deposu, 3 anonim şirketi, alışveriş merkezleri var; tüm bunlar 1 katrilyon lira eder. Söz konusu mal varlığına karşılık bankaların tüketici kredisi verebilmek için birbiriyle yarıştığı bir ortamda, birliğe kredi verilmiyor. Bu durum, ancak hükümeti etkisi altına alan fındık lobisinin gücünün Fiskobirlik’e kredi verilmesini engellemesiyle açıklanabilir.

 

TÜRKİYE’NİN PETROLÜ OLABİLECEKKEN!

Hükümet, gelinen noktada, Fiskobirlik’i devre dışı bırakan bir karar aldı. Uzmanlık alanı olmamasına, hiçbir deneyim taşımamasına rağmen, Toprak Mahsulleri Ofisi’ni (TMO) fındık alımıyla görevlendirdi. Fındığa, fındık üreticisine düşmanca tutum sergilemeyi sürdürdü. Oysa fındık, Türkiye’nin petrolü sayılabilecek bir ürün. 1970 yılından bugüne 14 milyon ton fındık üretilmiş, bunun 13 milyon tonu ihraç edilmiş. Fındıkta dünya fiyatı yoktur. Türkiye fiyatı vardır. Çünkü dünyadaki fındık üretiminin yüzde 75’i Türkiye’de üretilmekte ve dünya fındık ticaretinin de yüzde 85’i Türkiye’nin elinde. 2004 fındık rekoltesinin düşük olması, Türkiye’nin fındığını 10 dolara ihraç edebileceği, 2 milyar dolarlık döviz girdisi sağlanabileceğini gösterdi. Henüz  Fiskobirlik’in elindeki 50 bin ton fındık satılmadığı halde, geçen yılki fındıktan 1 milyar 800 milyon dolarlık gelir elde edildi. Doğru politikalarla yıllık 2 milyar dolar gelir her zaman elde edilebilir. Aksi iddialar yersizdir.

İddialardan biri, “Fındık rekoltemiz fazla, fiyat yüksek olursa, fındık ihracatımız düşer. Ülkemizden başka ülkelerde fındık ekimi teşvik edilmiş olur” şeklindedir. Bu ve benzeri propagandalarla, fındık fiyatları sürekli düşük tutulmaya çalışılıyor. Oysa ne fındık rekoltesinin yoğunluğu ne de fındık fiyatlarının yüksek oluşu ihracat miktarını azaltmaz. Fındık ihracatı, tamamen çikolata tüketimine paralel bir seyir izler. Ne üretimle ne de fiyatla doğrudan bir ilgisi vardır. Çikolata sanayiinin talebini diğer fındık üreticisi ülkelerin, şu anki üretim miktarıyla, karşılayabilmesi mümkün değil. Başka ülkelerin fındık üretimine yönelmesi de söz konusu olamaz. Fındık üretimi en erken 5 ila 7 yıl sonra verim verir. Bu uzun sürenin dışında, ABD ve AB ülkelerinde fındık üretiminin pahalı olması, diğer üretici ülkelerin üretim miktarlarını artırmalarının önünde engel oluşturuyor. Ayrıca istatistikler, bir üretim artışının değil, başlıca fındık üreticisi ABD ve AB ülkelerinde fındık üretimin teşvik edilmemesi nedeniyle üretim düşüklüğünün yaşandığına işaret ediyor. Hemen belirtmek gerekir ki, çikolata sanayii açısından, diğer ülkelerin ürettiği fındığın, kalite bakımından, Türkiye’de üretileni yakalayabilmesi mümkün değil.

İhracatçılar Birliği verileri de, ihracatın fiyatla ilgili olmadığını gösteriyor. Fındıkta, 1992 yılında ihraç fiyatı 232 dolarken, ihraç edilen fındık 173 bin tonla sınırlı kalmış. Fakat 1993 yılında ihracat fiyatı 396 dolara çıkmasına rağmen, ihracat, bir önceki yıla göre 60 bin ton artmış. 1996/1997 yılında ise fiyat 453 dolara çıkarken, ihracat miktarı da 200 bin tonu aşmış. Yani, hem fiyat, hem de ihracat artıyor. En fazla ihracat 2002-2003 sezonunda yapılmasına rağmen, son 10 sezonda en az döviz kazanılan (594 milyon dolarla) yıl, bu dönem oldu. Çünkü 2002-2003 sezonunda fındık fiyatları düşük tutuldu.

Ülke fındığına yatırım yapan, Giresun’da tesis kuran, alan, işleyen, satan ve Almanya Hamburg Borsası sert kabuklu yemişler başkanı olan Mr. Thomas Haas Rıckertsen şöyle diyor: “Avrupa fındık sanayicisi, eğer fındıktan çıkmak veya kaçmak isterse, bu 15 yıl alır. Bu çok zor ve 15 yılda tarımda neler yaşanacağını kimse tahmin edemez. Bizim için fındığın bedelinin 7-8-9 milyon olmasının çok kıymeti yok. Bizim Türkiye’den beklediğimiz üç şey var. Birincisi kaliteli fındık, ikincisi paramızı verdiğimiz anda fındık bulmak, üçüncüsü ise bizimle iş yapan Türkiyeli  ihracatçıların kontratlarına sahip çıkmaları.” Fındık, Avrupalı çikolatacıların vazgeçilmezi. Bu şartlarda fındık Türkiye’nin petrolü olabilir. Ama bu kaynak değerlendirilmediği gibi, devletten darbe yiyor. Neden acaba?

Cevap AKP hükümetinin sarsılmaz savunucusu olduğu programda yatıyor. 2000’lerin başlarından bu yana tarımda –tüm destek sistemlerini kaldırmaya ve çiftçi örgütlerini adım adım tahrip etmeye dayanan– liberalleştirme politikası ağırlık kazandı. Uluslararası tarım şirketlerinin çıkarına olan bu politikaları teşvik etmede IMF/Dünya Bankası odaklı programlar kritik bir rol oynadı. TEKEL, TİGEM, gübre ve şeker fabrikaları gibi kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi, birliklerin devre dışı bırakılması, bu gündemin ayrılmaz bir parçasıdır.

 

Tüccar ve ihracatçı karşısında üretici örgütü olarak Fiskobirlik, fındık fiyatını yüksek tutmaya çalışıyor. Ancak bunu gerçekleştirebilmesi için piyasada olması, başka bir ifade ile fındık alabilmesi gerekiyor. Fiskobirlik dengeleyici unsur olarak fındık alımı yapamadığı zaman, tüccar-ihracatçı karşısında örgütsüz kalan üretici, ürününü bu kesime ucuza satmak durumunda kalıyor. Tüccar ve ihracatçı, fiyatı sürekli aşağıya çekme çabasında. Yaşananlar bunun en güzel örneği. Fiskobirlik son üç yıldır piyasadan fındık alımı yapınca, fiyatlar yükseldi. Geçtiğimiz sezon piyasaya girip fındık alımı yaptığında, fındık fiyatı 7 YTL civarındaydı; fakat kaynak sıkıntısına düşüp borcunu ödeyemez hale geldiğinde, fiyatlar 2 YTL civarına geriledi. Fiskobirlik olmayınca üretici eziliyor. Çünkü üreticiyle alıcılar arasında bilgi ve finansman eşitsizliği var. Örgütsüz yüz binlerce üretici karşısında bir avuç alıcı, aralarında kolaylıkla anlaşarak, finansman gücü zayıf çiftçinin malını ucuz fiyatla satın alıyorlar.

Söz konusu durum tüm birlikler için geçerli, bu yolla birlikler tasfiye edilmek isteniyor. Ve bu sürece yeni gelinmedi. Tarım Satış Kooperatif ve Birlikleri Yasası sürecin ilk adımıydı. Yasa 2000 yılında yürürlüğe girdi. Yasanın amacı, “birlikleri özerk hale getirmek, birliklere yönelik devlet müdahalesini ortadan kaldırmak” olarak açıklandı. Tarım kooperatiflerine olan devlet müdahalelerinin kaldırılması, ilk başta kulağa çok hoş geliyordu. Çıkarılan yasa metni ve ana sözleşme hükümleri incelendiğinde, bu yasayı hoş karşılamak mümkün değildi. Çünkü yeni yasa, tarımsal kooperatifçilerin yıllardır özlemle bekledikleri türden bir düzenleme değildi. Niyeti ele veren düzenlemeler, henüz birinci maddeden başlıyordu. Bu maddeye göre, birlikler özerk hale gelecek ve mali yönden bağımsız olacaklardı. Mali yönden özerklik değil, bağımsızlık! Neden acaba? Birliklerin mali bakımdan bağımsız kılınmasını amaçlamak, bunların kendi kaderleriyle baş başa bırakılacaklarını peşinen ilan etmekti.

Sonraki maddelerde, kooperatif ve birliklerin fabrikalarının anonim şirket statüsünde kurulması ve işletilmesi zorunlu hale getiriliyordu. Faaliyetlerinin kooperatifçilik alanına doğru daraltılması, birlikleri işlevsizleştirmeye yönelik tasarımın bir parçası olmanın dışında bir anlam ifade etmiyordu.

Kooperatif ve birliklerin ne sanayi işletmeleri ne de ilk işleme tesisleri rehin ve hacze karşı korunmamıştı. Eski düzenlemede var olan koruma mekanizmaları kaldırılmış durumdaydı. Böylece, birliklerin sadece fabrikalarını değil ilk işleme tesislerini dahi ellerinden çıkarmalarının yolu açılmış olmakta; salt sanayi faaliyetlerini değil, ticari faaliyetlerini de sürdürememe riskiyle karşı karşıya bırakılmaktaydılar. Amacın bu olduğu belliydi. İstenen; sadece aracılık eden, depo işlevi gören bir birlikti. Anlayış buydu!.. Piyasayı dengelemeyen (dengeleyebilme gücü olmayan) bir kooperatif ve birlik sistemi… Amaç buydu!..

Zeytinde de birliğin devre dışı bırakılması için tüccarların lobi faaliyetleri başladı. 2 Ağustos günü, Ege İhracatçılar Birliği’nde, “2006/2007 zeytin ve zeytinyağı ihraç politikalarının belirlenmesi” gündemi ile olağanüstü bir toplantı yapıldı. Ege İhracatçılar Birliği, benzer bir “olağanüstü” toplantıyı, 2005/2006 kampanya dönemi öncesinde, “Zeytin ithalatının serbest bırakılması” gündemi ile geçen yıl Eylül ayında yapmıştı. Bu toplantı, ithalatın serbest bırakılmasını isteyen bir kısım zeytin tacirinin isteği ile yapılmış, ancak ithalat serbestisi isteği, üreticilerin, kooperatifleri TARİŞ’in ve diğer bir kısım zeytincilerin tepkileri nedeni ile reddedilmişti.

Mart ayından bu yana, çeşitli yayınlar ve toplantılarda, bir kısım zeytin taciri tarafından, bu sezon Türkiye zeytinyağı üretiminin 250 bin ton olacağı, zeytin ekim alanlarının genişlediği, bu nedenle üretimin artacağı, ürünün elde kalacağı, bu nedenle uluslararası pazarda rekabet edebilmek için tedbirler alınması, her türlü ithalat ve ihracatın serbest bırakılması vb. gerektiği yolunda söylemler yayılmaktaydı. Peki, şimdi Ege Zeytin ve Zeytinyağı İhracatçı Birlikleri olağanüstü genel kurulunun yapılma nedenleri nelerdir? Eylül 2005 toplantısı ile reddedilen zeytin ve zeytinyağı ithalatının serbest bırakılması ve rafinajlık yağın da dökme olarak ihracatının serbest bırakılması isteği tekrar neden gündeme getirildi?

AB üyeliği, üretimin arttığı, pazar kaybedildiği vb. gerekçelerinin tümü, yalnızca, bu ülkede yerle bir edilen tarımın son kalesi zeytin sektörü bakımından da, uluslararası tekellerin tedarikçisi bir ülke ve üreticileri haline getirilme isteğinin ağızda dolaştırılan baklalarıdır. Amaç; sektörü denetim altına almak, üreticiyi köleleştirmek, kooperatiflerini ortadan kaldırmak, yaygın üretimi gerçekleştiren küçük çaplı sanayiini yok etmek, yatırımlarını işlevsiz kılarak devre dışı bırakmaktır. Azim ve kararlılık ve fındıkta Zapsu olur da zeytinde olmaz mı “hayıflanması” ile yerine getirilmeye çalışılan; boşluk oluşmuş bir dönemde boşluğu doldurarak, “efendiler”in stratejisine uygun olarak verilen bu görevlerdir…

Ülkemiz zeytinyağının en büyük dökme ihracatçı firmasının sahipleri, basından da izlendiği üzere, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nda yürütülen yolsuzluk operasyonu kapsamında tutuklanma kararı ile aranmaktadır. Ve şirket, borçluları tarafında haczedilmiş durumdadır. Kötü ünlü şirket hazır batmışken, yerine yeni vurguncu adayların olmaması düşünülemez. İşte bu “heyecan” içindeki iki firma, sektörün Zapsusu olmaya soyunmuş durumdalar. Peki bunlar kimdir? Gasparini, zeytinyağında dünyada tedarikçi en büyük firmalardan biridir. İtalyan firmasıdır. Yıllardan bu yana ülkeyi tedarikçi tutmak, kilosu bir dolara üreticinin elinden zeytinyağlarının alınmasını gerçekleştirmek, komisyon ve tatlı kârlarla kasalarını doldurmak için oyunun yeni bir versiyonu piyasaya sürülüyor.

Hedefte tüm birlikleri işlevsizleştirmek var.

 

Türkiye’nin, 2000’lerin başlarından bu yana, IMF ve Dünya Bankası’nın direktifleri doğrultusunda uyguladığı “Tarımsal Reform Programı”nın, Türkiye tarımsal yapısı üzerinde yarattığı sonuçlar, üreticilerin bugünkü öfkesini anlaşılır kılıyor. Ortaya çıkan sonuçların anlaşılabilmesi için, Dünya Bankası tarafından 9 Mart 2004 tarihinde yayımlanan “Türkiye’de Tarım Sektörü Destekleme Reformunun Etkilerine Bir Bakış” başlıklı raporun belli başlı başlıklarına bakmak bile yeterli.

Rapora göre:

* 2002-2003 “reform” döneminde gübre ve ilaç kullanımı yüzde 25-30 azalmıştır.

* Tarım kredisi faiz oranları negatiften pozitife dönmüştür.

* Kredi alan çiftçiler, borçlarını, tarımsal gelirdeki azalmalar ve yüksek reel faiz oranları nedeniyle ödeyememişlerdir.

* Doğrudan Gelir Desteği (DGD) programı, çiftçilerin uğradığı net gelir kaybının ancak yüzde 35-45’ini karşılayabilmiştir. DGD programından fiilen yararlanamayanlar için, bu durum dahi söz konusu değildir.

* Çiftçi, 450 bin hektar alanı ekmekten vazgeçmiştir. Bu alanın 300 bin hektarı, Orta Anadolu Bölgesi’nde bulunmaktadır.

* Türkiye, OECD ülkeleri arasında en düşük destekleme oranlarına sahip olan ülke haline gelmiştir.

Raporda yer alan bilgiler dışında, 2000-04 döneminde, tarımsal ürün alım fiyatları sürekli olarak enflasyonun altında tutulmuştur. 2000-04 ortalaması olarak TEFE’deki değişmenin yüzde 40’ı bulmasına karşın; aynı dönemde tarımsal ürün ortalama alım fiyatları artışı yüzde 28 düzeyinde tutulmuştur. Destekleme alımları karşılığında üreticilere yapılan ödemelerin tarımsal katma değer içindeki payı sürekli olarak geriletilmiştir. Şekerpancarı üretimi, 18.8 milyon tondan 13.5 milyon tona düşürülmüştür. Tütün üretimi yüzde 36, ekici sayısı yüzde 53 azalmıştır. Hayvancılıktaki erime devam etmektedir. Hayvan varlığındaki erime de devam etmiş; 1990-2005 yılları arasında, koyun sayısı 40.6 milyon baştan 25.3 milyon başa, sığır sayısı 11.4 milyon baştan 10.5 milyon başa gerilemiştir. Uygulanan politikalar, bölüşüm ilişkilerinin çiftçi/köylü aleyhine, yerli ya da yabancı mali sermaye lehine dönüşmesine yol açmıştır. Çiftçi hızlı bir şekilde yoksullaşıyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) yaptığı Yoksulluk Çalışması’na göre; Türkiye’de en yüksek yoksulluk kırsal kesimde yaşayanlar arasında gözleniyor. Kırsal kesimde tarımla uğraşanların 2002 yılında yüzde 36.8’i yoksul iken, bu sayı, 2004 yılında yüzde 42.3’e yükseldi. Tüm bunların neticesinde, 2000-2005 yılları arasında tarımdan kopanların sayısı 1.3 milyona ulaştı. Kısacası tarımda ekim alanları daralıyor, üretim ve istihdam düşüyor, ihracat geriliyor, ithalat artıyor, çiftçi yoksullaşıyor ve gelir dağılımı bozuluyor.

 

Bütün ürünlerde sorun yaşanıyor. Fındık üreticisi ise ürününü maliyetinin üzerinde satabilen şanslı çiftçilerden iken, artık onlar için de, bu şans ortadan kalkmış durumda. Öfke patlaması bundandır. Diğer üreticilerde de öfke birikmiş ve ara ara küçük eylemlerle olsa da patlamaktadır. Narenciye üreticilerinin Hatay Dörtyol’da yaptıkları son basın açıklaması şöyle bitmektedir: “Fındık üreticileri Ordu’da kapatacak bir yol bulduysa, biz de Çukurova’nın bir bölgesinde kapatacak bir yol bulabiliriz. Taleplerimize kulak verilmemesi halinde de kapatacağımızdan kimsenin şüphesi olmasın!

Bu öfkeyi bir potada toplayıp, doğru yola kanalize edebilmenin bir aracı olarak Tüm Üretici Köylüler Sendikası (Tüm Köy-Sen) ortada durmaktadır. Ordu’da, doğru zamanda, doğru şekilde yapılan küçük bir çalışmayla, binlerce kişi sendika pankartının arkasında alana gelmiştir. Bu durum, şimdilik bir öfke patlaması olarak duran köylü hareketinin, demokratik bir halk hareketinin parçası haline getirilebileceğinin de göstergesidir.

Tıkanan ve tasfiye edilen eski ilişki ve kurumların yerine halkın demokratik ilişkilerle ördüğü, üreticinin önceliklerini ve iradesini yansıtan kurumlar geçirilmelidir. Söz ve kararın çiftçilerde olduğu yapılar, sendikalar, kooperatifler, demokratik yollarla oluşmalıdır.

Türkiye tarımının girdiği sarmaldan kurtulabilmesi, çokuluslu tarım-gıda şirketlerinin çıkarlarını esas alan, onların ihtiyaç ve yönelimlerine göre hazırlanan sözde reform programlarının terk edilmesine bağlıdır. Tabii ki, tek başına terk etmek yeterli değildir, aynı zamanda, kendi çiftçisi ve insanının ihtiyaçlarına ve ülkenin özgül iklim ve toprak koşullarına göre oluşturulacak üretim odaklı bir tarım programının hayata geçirilmesi de gereklidir. Hedefi olan mücadele böylesi bir programa sahip olmalı ki, köylü hareketinin taşıdığı potansiyel doğru yola, protestoculuğun ötesinde doğru yola kanalize edilebilsin.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑