Fransa, tüm Avrupa’yı etkileyen hemen bütün büyük emekçi hareketlerinin kalkış ve odak noktasında bulunuyor.
Son iki ayda gündeme gelen gençlik hareketi ile birlikte yaşananlar, bu durumu bir kez daha doğruladı. İşçilerin ve diğer emekçi kesimlerin desteğini alan gençlik, tüm Avrupa gençliğinin özlemlerine tercüman oldu. Sorunlarını dile getirdi ve daha iyi bir gelecek için nasıl bir toplum arzuladığını aradı, taleplerini haykırdı.
Fransa ve Fransız gençliği, kendisinden bekleneni yaptı, ama aslında bu durum, sadece Fransa’ya özgü birşey olarak da görünmüyor. Avrupa’nın değişik ülkelerinde, ayrı zamanlarda, ayrı ayrı gündeme gelen veya bazen birçok ülkeyi içine alan hareketlere bakıldığında, belirli bir değişim yönünde kıpırdanmaların olduğu görülmektedir.
Durum şöyle özetlense yanlış olmaz:
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1970’li yılların sonuna kadar olan dönem, bir yeniden canlanma, nispi refah koşullarıydı ve Batı Avrupalı emekçiler, çalışma yaşamı ve sosyal-siyasal yaşamla ilgili temel haklarını bu dönemde kazandılar. Toplusözleşme düzeni, işgüvencesi, sosyal sigorta, emeklilik, haftalık ve senelik dinlenme hakkı, işyerlerinde sendikal ve nispeten siyasal örgütlenme vb. gibi temel önemdeki hakların hemen hepsi, ya bu dönemde kazanıldı veya pekiştirildi.
1970’lerin sonlarından başlayarak, ’90’larda zirvesine ulaşan ve bugünlere kadar uzanan süreç ise, sermayenin, yitirdiklerini adım adım geri alma dönemidir. Önce emekçi cephesini, kendi idealleri, kapasitesi, rolü hakkında şüpheye düşürmeyi hedefleyen ideolojik saldırı ile başladı iş. Bunu takip eden süreçler biliniyor, tekrarlamaya gerek yok.
Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun yıkılması ile zirvesine ulaşan ve ekonomik krizle de atbaşı giden bu saldırı döneminde, tüm ülkelere yaklaşık aynı reçeteler dayatıldı. Bu reçeteler, bazı ülkelerde nispeten kolayca ve sendikal ve siyasal alanda emekçileri temsil etme iddiasındaki güçlerin de işbirliğiyle hayata geçti. Beyni, bir önceki dönemde yaşanan kuvvetli saldırıyla bulandırılmış olan emekçi kitleler, pek ciddi bir direnme eğilimine girmeden, bir nevi kendi ölüm fermanlarının imzalanmasına sessiz kalmayı kabul ettiler.
REFORM YUTTURMACASI HER YERDE AYNI KOLAYLIKLA UYGULANAMADI
Fransa gibi başka bazı ülkelerde ise (ki bunların sayısı çok sınırlıdır), “reform” diye sunulan bu geriletici yasalar, o kadar kolayca gerçekleştirilemedi. Tüm süreç itibarıyla bakıldığında, tabii ki, sermayedarlar, burjuvazi esas amaçlarına ulaşmıştır. Ama her bir hak uğruna, kazanıldığı dönemde olduğu gibi, kaybedilirken de mücadele verilmiştir. Fransa’da, gaspedilen veya geriye itilen haklardan hiçbiri, rahatça ve kavgasız teslim edilmemiştir.
Burada detaylarına girmeye gerek yoktur, ama bunun, hem tarihsel ve hem de güncel pratik nedenleri vardır. Fransızların “genetik yapısındaki itirazcılık”la alakalı değildir, ama, önceki kuşakların kanları pahasına elde ettiklerini korumak ve geliştirmek, en azından kendine ve geçmişine saygı gereğidir. Ve böyle bir gelenek, emekçi sınıflar içinde oluşmuş, kök salmıştır. Tüm günahlarına ve işin bu şekle dönüşmesindeki küçümsenemez sorumluluğuna rağmen, sınıf içerisinde güçlü köklere sahip bir Komünist Partisi’nin varlığı, bu bakımdan son tahlilde olumlu bir rol oynamıştır. Ve mücadeleye atılan her yeni kuşağın, kendisine, eski kuşakların mücadele deneyimlerinden ilham kaynağı ve tarihsel, siyasal, örgütsel dayanak bulması, tesadüfi ve yabana atılacak bir durum değildir.
Dolayısıyla Fransa, mesela 1980’li yılların başında ABD ve Ingiltere’de, şimdiki saldırgan dalganın habercileri ve zemin hazırlayıcıları olan Reagan ve Thatcher gerici, intikamcı, savaşçı rüzgarları eserken; Mitterrand’ı işbaşına getirerek ve otuz sene aradan sonra ‘sol’u iktidara taşıyarak, farklı bir mesaj vermişti.
1990’larda zirvesine ulaşan “global karşı devrim dalgası”na, emperyalist küreselleşmeye karşı, ilk büyük çaplı kitlesel yanıt Fransa’dan gelmiş, 1995 sonbaharındaki işçi hareketi, öteki Avrupa halklarına ve hatta dünya emekçilerine örnek teşkil etmişti.
“Neoliberal Avrupa artık kuruldu, ona her bakımdan entegre olmak haricinde başka bir çare yoktur”denirken, ve bu fikrin genel bir kabul gördüğü iddia ediliyorken, Fransa bir başka yol izledi. “Biz neoliberal Avrupanızı istemiyoruz”diyerek, Avrupa Anayasası’nı reddeden ve sermayenin planlarına fren koyan, yine Fransa oldu.
Şimdi birçok karşı reformun en son gerçekleştirilebildiği ülke, yine Fransa oluyor. Fransa’da büyük sosyal, hatta siyasal çalkalanmalara yolaçan, sosyal sigorta, emeklilik, işsizlik, çalışma süresi vb. konulardaki “reformlar”, başka birçok ülkede “sessizce” gerçekleştirilebilmişti.
Sadece Fransız burjuvazisinin değil, Avrupa burjuvazisinin nefretini Fransa’ya yönelten şey, Fransız emekçilerinin bu çetin mücadeleci geleneğidir. Şimdi yine, Berlusconi’den Blair’e ve Merkel’e kadar, tekelci burjuvazinin tüm temsilcileri, Fransa’daki gençlik hareketine kin kusuyorlar. Alman sermayesinin has temsilcisi Angela Merkel, sadece emekçilere nefret kusmakla yetinmeyip, beceriksizliklerinden dolayı, yakında Almanya’da gündeme gelecek aynı içerikli uygulamaları riske sokan Fransız hükümetini de “kafasızlık”la suçladı. Berlusconi, Fransız hükümetini, sokağa teslim olup, korumacı, devletçi uygulamalara geri dönüşle ve dolayısıyla AB politikalarını çiğnemekle suçladı. (Bunları söylerken tabii, İtalyan enerji tekeli Enel’in, Fransız enerji tekeli Suez’i yutma planının, Fransız devletinin müdahalesi ile suya düşmesine öfkesini ifade ediyordu.)
Burjuvazi, son yirmi sene içerisinde, hedeflerinin birçoğuna kuşkusuz ulaşmış, kendince başarılı olmuştur. Ama işin renginin yavaş yavaş değişmekte olduğu da bir başka yadsınamaz gerçektir. Reagan’ın, Thatcher’in ve devamcılarının yalanlarına kanarak ayaklanmış olan Doğu Avrupalı emekçiler, şimdi, “biz ne yapmışız?” diye düşünmektedirler. Eski kuşaklar kandırıldıkları için pişmanlık içinde sefaletle boğuşurken, yeni kuşaklar mücadeleye atılıyorlar. Yarın, bunun çok daha ileri düzeyde gerçekleşmesi, en beklenen şeydir.
Batılılar da öyle. Bütün Avrupa ülkelerinde ve özellikle de Almanya, İtalya, Yunanistan gibi ülkelerde son yıllarda yaşananlar buna örnektir. Son aylarda bazı Avrupa ülkelerinde yaşanan bir dizi gelişme yakından incelendiğinde, genel bir hoşnutsuzluk ve yeni bir yönelim belirtisi oldukları görülecektir. Bunlara birkaç örnek verelim:
BİRKAÇ ÖNEMLİ VE ETKİ YARATAN ÖRNEK
· Anayasa referendumu:
Avrupa anayasasının, AB oluşumunun bugünü ve geleceği bakımından taşıdığı merkezi önem biliniyor. 1950’li yıllarda Kömür ve Çelik Birliği ve Roma Anlaşması ile temelleri atılan Avrupa Birliği projesinin, onca süreçten geçtikten sonra, bügün atması öngörülen adım; ortak bir anayasanın kabulü idi. Anayasa, sadece bağlayıcı ortak bir metnin ortaya çıkması bakımından değil, pratik güncel ihtiyaçlar bakımından da gerekli idi. Ortak bir başkan, bir dışişleri bakanı, ortak bir savunma ve dışişleri politikası, bu anayasa ile birlikte dereceli olarak mümkün hale gelecek, federal bir oluşumun ön adımları atılacaktı. Emperyalist bloklar arası çelişki ve sürtüşmelerin keskinleştiği ve herkesin karşılıklı olarak daha büyük çaplı çatışmalarda üstün taraf olmak için hazırlık yaptığı koşullarda, bu, tekeller (ve özellikle en büyükleri) için hayati önemde bir sorundu.
Avrupa’nın çeşitli ülkelerindeki işçi ve halk hareketinin mevcut seviyesine bakıldığında, herhangi bir engelin çıkması da beklenmiyordu. Hem, Avrupa fikri o kadar tek yönlü olarak işlenmiş ve beyinlere kazınmıştı ki, buna muhalefet etmek düşünülemezdi. Hem de, Avrupa’yı “modernleştirmek”, “reformdan geçirmek” adına, neoliberal politikalar o kadar dayatılmıştı ki, bunları birer doğa kanunu gibi çaresiz kabullenmek haricinde bir seçenek görünmemekteydi.
Fransız işçi ve emekçileri, işte Avrupa tekellerinin bu planlarını bozma başarısını gösterdiler. Onun coşkusuyla, Hollandalılar da aynı şeyi yapınca, anayasa kadük oldu. Tekeller planlarını yenilemek ve bazılarını ertelemek zorunda kaldılar.
Bu, Avrupa çapında az birşey değildi. Bu başarıyı elde etmiş olan Fransız işçi ve emekçilerine ise, yeni bir güç ve kendine güven geldi.
· Bolkestein Kararnamesi:
Avrupa anayasası içine de sindirilmiş olan bu kararnamenin içeriği ve hedefleri biliniyor. Hizmetlerin liberalizasyonu kararnamesi, iş piyasasının kuralsızlığa açılması, tekellerin tüm Avrupa çapında istedikleri gibi at koşturabilmelerinin yolunu açan öneridir. Buna göre, tekeller, işgücü fiyatının ucuz olduğu ülkelerden işçileri, işçilerin belirli hakları mücadeleyle kazandıkları öteki ülkelere serbestçe götürebilecek ve sınırsız bir sömürüye tabi tutabileceklerdir. İki hedef var: 1-) Milyonlarca ucuz, kalifiye ve genç işgücünü, yasal sınırlamalara takılmadan, kene gibi sömürme imkanı elde etmek. 2-) İleri kapitalist ülkelerde mücadeleyle kazanılmış hakları ortadan kaldırmak. İşçiler arasına rekabet sokmak, sınıf bilincini bulandırmak.
Uygulandığı takdirde, bundan faydalanacak tek kesimin, büyük tekeller ve burjuvazi olduğu biliniyor. İşçi haklarına bir saldırı, çalışma yasalarının çiğnenmesi, sendikal örgütlenmenin dağıtılması, kuralsızlığın kural olarak dayatılması anlamına geldiği, herkesçe biliniyor. AB Komisyonu’nun böylesine açık ve pervasız işçi düşmanlığı, tüm Avrupa ülkelerinde büyük tepki gördü. Referendumda “Hayır” oyu çıkması ile birlikte gündemden çekildiği zannedilirken, burjuvazi, birkaç ay sonra, yeniden işçilerin karşısına bu yasayla çıktı.
Avrupa çapında tek tek ve ortak gösteriler, eylemler düzenlendi. Strasbourg’da, kararnamenin Avrupa Parlamentosu’nda oylanacağı günlerde yapılan iki büyük gösteriye 70 bin kişi katıldı. Bunlardan birisi demokratik kitle örgütleri tarafından tertiplenirken, diğerinin çağrısı da Avrupa Sendikalar Konfederasyonu tarafından yapılmıştı.
Sonuçta, Avrupa Parlamentosu, tahmin edildiği gibi, halkın, işçilerin sesine kulak asmadı, ama Bolkestein Kararnamesi’nin özünü oluşturan bazı düzenlemeleri işlevsiz kılacak değişikliklere gitmek zorunda kaldı. Burjuvazi, tabii ki hedefinden vazgeçmiş değildir, başka bir biçim ve ad altında, başka ince taktiklerle yine aynı şeyi yapmaya çalışacak ve belki de başarılı olacaktır. Ama, Yunanistan’dan Portekiz’e kadar, tüm Avrupa ülkelerindeki işçilerin ortak ve benzer bir tutum etrafında birleşmiş olmaları ve hatta delegasyonlarını göndererek, tek bir merkezde (Strasbourg’da) ortak tepki göstermeleri önemlidir. Şimdi kararnameyi işlevsizleştirip nispeten püskürtmüş olan bu ortak tutum, yarın daha ileri başarılara imza atabilir.
Dokerler:
“Liman direktifi” adını taşıyan önergenin içeriği şu idi: Limanlardaki yük boşaltma ve taşıma işlerinin gemideki personel tarafından da yapılabilmesine olanak tanımak.
Burada iki amaç var: 1-) Gemilerde zaten kölelik koşullarında çalışan ve ezici çoğunluğu işsizlik salgını ile boğuşan geri yoksul ülkelerden gelen emekçilere dayatılan çalışma koşullarını daha da kötüleştirmek, tam köle haline getirmek. 2-) Avrupa’nın belli başlı limanlarında çalışan, uzun bir geçmişe ve güçlü mücadeleci bir geleneğe sahip liman işçilerinden kesin olarak kurtulmak. Son yirmi yılda dalga dalga gelen saldırılarla sayısı iyice düşürülerek 55 bin’e inen dokerlerin ruhuna, adeta fatiha okunmak isteniyordu.
Avrupalı dokerlerin neden oldukları “yüksek maliyet yükü”nden şikayetçi olan armatörler ve onların hizmetindeki hükümetlerin arzu ettikleri bu değişiklik, daha önce de gündeme gelmiş ve yine mücadele sayesinde, Avrupa Parlamentosu tarafından, Kasım 2003’de reddedilmişti. Ama burjuvazi inatçı. Komisyon, işin peşini bırakmayıp, 2005 sonlarında yeniden gündeme getirdi.
Avrupa’nın birçok ülkesinde (Almanya, Belçika, İspanya, Yunanistan vb.) değişik eylemler yaparak muhalefetlerini dile getiren dokerler, 16 Ocak’ta Strasbourg’da bir araya geldiler. Avrupa’daki tüm dokerlerin %20’sinden fazlası Strasbourg’da toplandı. Polis ve çevik kuvvetlerle Strasbourg’da gün boyu çatıştılar ve tek bir talepleri vardı: “Direktif geri alınsın!” Avrupa Parlamentosu’nun, 2003’te aldığı kararı yinelemekten başka bir seçeneği yoktu, öyle yaptı.
Liman işçilerinin başarıyla sonuçlanan bu ortak eyleminin anlamı büyüktür ve uzun süreden beri, ilk defa, bu türden bir eylem başarıyla sonuçlanıyor. Yarın başka sektörlerde benzer saldırıyla yüzyüze kalan emekçilerin dönüp yararlanabilecekleri çok değerli bir mücadele tecrübesidir ve sınıfın kollektif hafızasına kaydedilmiştir artık.
Fransa’da CPE yasasına karşı eylemler:
CPE (İlk İş Sözleşmesi), “fırsat eşitliği yasası” adı altında hazırlanan genel bir projenin, gençlikle ilgili parçasıdır. “Fırsat eşitliği yasası” ise, bir süre önce Fransa’nın gettolarını saran isyan ateşine, sözde bir yanıt olarak gündeme getirilmişti. Burjuvazi ve hükümet, getto gençliğinin isyanından, bilinçli olarak yanlış sonuçlar çıkarmış ve fırsatçı “çözüm önerileri” ileri sürmekteydi. Gençlerin “iş istiyoruz” çığlığından hareketle ve fırsatı değerlendirerek, gençleri, ucuz ve istendiğinde gerekçesiz bir şekilde sokağa atılabilir işgücü olarak patronların insafına terkedecek bir düzenleme yapıldı. Bunun adına da CPE dendi.
CPE ne “yenilik” getiriyor?
* Okulda başarısız olan gençlerin 14 yaşından itibaren çalıştırılmaları mümkün olacak. (Halen yürürlükte olan mevcut yasal uygulamaya göre, 16 yaşından küçüklerin çalıştırılmaları yasaktır: Her çocuk, 16 yaşına kadar zorunlu eğitim görmelidir.)
* 16-25 yaş arası gençlerin, “serbest bölge” olarak adlandırılan yerlerde çalıştırılmaları.
* Çocukları suça bulaşan anne babalar da, aile ve çocuk yardımlarının kesilmesi yoluyla maddi bakımdan cezalandırılacaklar.
* İşyerine bir çırak almayı kabul eden işletmeye, çırak başına 2.200 euro destek verilecek.
* Kısaca “ZUS – Hassas Yerleşim Bölgesi” adı verilen gettolardan bir genci işe alan patrona, ayda 400 euro destek verilecek.
* 250’den az işçi çalıştıran ve Serbest Bölgede bulunan tüm işletmelere, sürekli vergi muafiyeti sağlanacak.
* 6 aydan beri işsiz olan 26 yaşın altındaki bir genci CNE veya CPE kontratı ile işe alan patrona, üç yıl boyunca tüm sosyal giderlerden muafiyet hakkı tanınacak.
Daha önce de CNE diye bir yasa hazırlanmış ve geniş muhalefete rağmen yürürlüğe konmuştu. 6 aylık deneme sonunda, patronların bu tür sözleşmeleri, işgüvencesini ortadan kaldırabilmek için istismar ettikleri birçok örnekte görüldü.
CNE ve CPE aslında aynı şey. Ancak CNE, toplam olarak 20’nin altında işçi çalıştıran küçük işletmeler (Fransa’daki işletmelerin % 96’sı) için geçerli olduğundan, çok büyük bir tepkiye neden olmamıştı. Şimdi ise, hem büyük tekellere aynı imkan veriliyor, hem de özel olarak gençler hedefleniyor.
CPE meselesinde şimdi gelinen yere bakıldığında, bunun, bundan sonra yürütülecek dizginsiz saldırılar için dönüm noktası olacağı söylenebilir. J. Chirac, 2002 yılında, aşırı sağcı, ırkçı-faşizan lider Le Pen ile yarışıp, “sol”un da oylarını alarak, %82 oyla cumhurbaşkanı olduktan sonra, bu görev dönemindeki önceliklerini açık ve net olarak sıralamıştı: Emeklilik, sosyal sigorta, eğitim reformları ve iş kanununun çağdaşlaştırılması!!
2002’den bu yana, emekçiler, sahip oldukları şu hakları kaybettiler:
* Emekli olabilmek için, geçmişte 37.5 sene prim ödemiş olmak yetmekteydi. Yeni yasaya göre, bu süre 40’a çıkarıldı ve kademeli olarak 42’ye kadar çıkarılacak.
* Sosyal Sigorta açıklarının yükü, vergiler yoluyla emekçilere bindirildi. Tekellerin biriken prim borçları affedildi. Sosyal sigortanın yanısıra, özel sigorta şirketlerinin kurulmasının yolu açıldı. Sosyal sigorta açıkları bahane edilerek, yoğun ideolojik saldırıya girişildi.
* “Eğitim reformu”, emekçi çocuklarını gettolara hapsederek kaliteli eğitimden mahrum bırakmayı hedeflerken, üst gelir gruplarının çocuklarını yarınki devleti ve toplumu yönetecek kişiler olarak yetiştirmeyi planlamaktadır. Eğitim emekçilerinin ve öğrencilerin, mücadelesiyle bir miktar geriletilse ve değişikliğe uğratılsa da, “reform” yapılmış oldu.
* İş kanunu: İşe, öncelikle, çalışma süresi ile başlandı. Bir önceki hükümet zamanında çıkarılmış olan “35 saat yasası” işlevsiz kılındı. Bazı durumlarda, işyerlerini kapatma tehditlerine başvurularak, çalışma süresinin resmen arttırılması yoluna gidilirken, hükümet kararıyla senede 180 saat fazla mesai yapılabileceği karara bağlanarak, fiiliyatta çalışma süresi yeniden 38 saate çıkarılmış oldu.
Grev hakkına yönelik olarak, hükümet ve medya tarafından özel ideolojik bir saldırı yürütüldü. Özellikle demiryolları ve şehir içi ulaşımda “asgari zorunlu hizmet” düzenlemesine gidilerek, grevin içi boşaltıldı, etkisiz bir araca dönüştürülmesinin yolu açıldı.
CNE ve CPE yasaları ile de, şimdi, iş güvencesine ve belirli kurallar getiren iş sözleşmesine saldırılmış oluyor.
Bu konuların hiçbirinde sessizce ve mücadelesiz adımlar atılamadı. Ve kanunlar, burjuvazinin arzuladığı, hükümetin formüle ettiği gibi çıkmadı. Her seferinde, şu veya bu ölçüde püskürtülerek değişikliğe uğratıldı.
Ama bu CPE meselesi, Chirac’ın görev döneminde önüne koyduğu ana hedeflerin sonuncusu oluyor. (Şamar oğlanı haline getirilen ve seçimlere kısa bir süre kala seçim malzemesi olarak gündeme getirilmesi beklenen yabancılar ve göç konusunu saymazsak..) Burada kazanılacak bir başarı, yarın, Chirac’ın yerine geçecek kişi, Villepin, Sarkozy veya Juppe’den hangisi olursa olsun; sermaye hükümetleri için avantajlı bir durumun doğması, emekçi cephesindeki direniş eğiliminin büyük bir darbe yemesi demektir.
Fransız emekçi cephesindeki direnişin böyle bir darbe yemesi, tüm Avrupa burjuvazilerinin ortak istek ve özlemidir. Bunun için ne gerekiyorsa yapmaktan geri durmayacakları açıktır.
“SINIF MÜCADELESİDİR BU”
Yukarıda verdiğimiz bu birkaç örneğe, Almanya’da son aylarda yaşanan önemli işçi ve gençlik eylemlerini, kamu sektöründeki grevleri, Yunanistan’da hayatı felce uğratan grevleri ve genel grevleri, İtalya, İngiltere, Portekiz gibi ülkelerdeki işçi eylemlerini eklersek, tablo daha iyi anlaşılır.
Almanya gibi bir ülkede, “Sol Parti” gibi bir partinin parlamentoya bilinen güçle girmesi ve ana muhalefet partisi konumuna gelmesi önemli bir gelişmedir. Bu partinin liderlerinden Oscar Lafontaine’nin “Marx doğrulandı, bugün yaşanan sınıf mücadelesidir ve ben de bu mücadelede kendi tarafımı tutuyorum” şeklindeki sözleri, ileride yaşanacaklara işaret etmesi bakımından uyarıcıdır.
Şimdi İtalya’da, gelecek sene de Fransa’da seçimler var. Bu ülkelerde de ibrenin “sol”a doğru döneceği şimdiden görülüyor.
Avrupa’da, bir süredir yaşanmakta olan nispi ekonomik istikrar ve küçük de olsa ekonomik büyüme eğiliminin, kime yaradığı sorgulanmaktadır bugün. Kriz zamanında veya kriz korkuluğunun daha çok sallandığı dönemde fedakarlığa zorlanıp tepesine vurulan işçi sınıfı ve emekçiler ve hepsinden de önemlisi emekçi gençlik; bugün büyümeden ve yaratılan zenginliklerden pay talep etmektedir.
Fransa’da gençlik eylemlerinin en alevlendiği günlerde, borsadaki en büyük şirketlerin (CAC 40 tekelleri) ciro ve kârlarıyla ilgili rakamlar yayınlandı. Tekellerin altın dönemlerinden birini yaşadıkları ve kârlarını katladıkları, resmi rakamlarla belgelendi. Listede yer alan 39 büyük tekelin, kârlarını bir önceki seneye göre %30 oranında arttırarak, 84 milyar euroya çıkardıkları açıklandı. İşçileri ve genç işçileri arzu ettikleri koşullarda sömürüp, istedikleri anda da sokağa atma hakkını talep edenler de bunlar.
Almanya’da Deutsche Bank (“yılın bankası”), geçen sene 6.4 milyar euro kâr elde etmiş. Net kâr, bir önceki seneye göre %50 daha fazla, yani 3.78 milyar. Ama birçok eyalette greve giden kamu sektörü emekçilerine verilen cevap ise, “para yok” olmuştu. İşçilere 38.5 saat yerine 40 saat çalıştırılma, ücretlerin dondurulması ve işten atılmayı dayatanlar da bunlar.
Mesele son derece açık ve net. Batı toplumları ve genel olarak dünya, her zamankinden daha fazla zenginlik üretiyor. Üretim araçlarının mülkiyetine ve devletin yönetimine sahip olanlar, emekçileri yeniden on yıllarca geriye götürmek, bir dönem elde ettiklerini burunlarından getirmek istiyorlar.
Bunun imkansız bir hülya olduğu bellidir. Avrupa’daki gelişme ve kıpırdanmalar da sadece buna işarettir. Durumun ne kadar normale dönebileceğini belirleyecek olan da, tabii ki, herşeyden önce, güç ilişkileridir.