Cumhurbaşkanlığı seçimine bir yıl ve olağan bir genel seçim için bile bir buçuk yıldan az bir zaman kalması, egemen sınıfların güç odakları arasındaki iktidarda daha büyük pay sahibi olma mücadelesini iyice sertleştirdi. Bu yüzden de; Kürt sorunundan eğitim sorununa, Kıbrıs sorunu ve AB’ye girişten emek mücadelesinin sorunlarına, IMF ile ilişiklerden savcıların hazırladığı iddianamelere kadar her konu, egemen klikler arasındaki mücadelenin bir alanı olmaktan da öte, bir “hesaplaşama” vesilesi olarak değerlendirilmektedir.
Irak’ta Kürtler, Şiiler ve Sünniler arasındaki mücadele hız kaybetmemekte; bir anayasa “kabul edilmiş”, “başarılı” olduğu ilan edilen bir seçim yapılmış ve aradan dört ay geçmiş olmasına karşın bir hükümet kurulamamış olması bir yana, ülkeyi iç savaşa doğru sürükleyen çatışmaların “uzlaşma”yla sonuçlanma ihtimali giderek daha da azalmaktadır. Bu durum, her şeyin daha da kötüye gittiğine, bir iç savaş ihtimalinin her gün daha büyüdüğüne işaret etmektedir. Nisan başında Bağdat’a ani bir ziyaret yapan İngiltere Dışişleri Bakanı Straw ve ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın taraflarla görüşmeleri de, işbirlikçi klikler arasında bir uzlaşmaya varılmasına yetmedi.
Irak’ta güçlükler arttıkça ve işgalci hükümetlerin ülkelerindeki muhalefet büyüdükçe, hükümetler, bölgedeki “başka tehditleri” de öne çıkarak, Irak işgalinin nedeninin sadece Irak rejimi olmadığını; başka ve daha büyük tehditler için bölgeye geldiklerini göstermeye çalışıyorlar. Bu da, ABD ve İngiltere’nin (İsrail’in de katkısıyla) İran’a yönelik diplomatik zorlamalarının yanı sıra, askeri operasyonlar da gündeme getirilerek, bölgedeki gerginliğin artmasına katkıda bulunmaktadır. ABD ve İngiltere yönetimleri, böylece hem kendi ülkelerinin halklarını hem de diğer ülkeleri ve halklarını kendi stratejilerine yedeklemeyi amaçlıyorlar. Bu amaçla, ABD-İngiltere-İsrail bloğu; yalan istihbarat ve medyayı kullanarak; İran’ın nükleer silah üretecek bir aşamada bulunduğunu (burada, İran Cumhurbaşkanı başta olmak üzere, İran yönetiminin de ABD ve onun yönlendirdiği BM yetkililerine hayli yardımcı oldukları bir gerçektir), İran yapımı silahların (füzelerin) Türkiye başta olmak üzere tüm bölge ülkelerini tehdit edecek niteliklere sahip olduğunu ve İran’ın Batı ülkelerinde de El Kaide tipi terörist saldırılar yapamaya hazırlandığı propagandasıyla bir kampanya başlatmış bulunmaktadır.
Bölgedeki gerilimler büyüdükçe, bu gerilim, Türkiye’nin iç politikasına yansımakta; iç politikada yeni mevziler kazanmak isteyen güç odaklarının birbirine karşı giriştikleri mücadeleler, ABD’nin iç politikaya da müdahale edip onu yönlendirmesini kolaylaştırmaktadır.
ABD, bu müdahalesini gizli kapaklı yapmamaktadır. Nitekim ABD yönetimi, Türkiye’yi, İran üstünden yeni bir sınava soktuğunu açıklamaktan da çekinmiyor. Tersine; Irak’ın işgali öncesinde olduğu gibi, “Yeni 1 Mart Kararnameleri sürpriziyle karşılaşmamak için işleri sıkı tuttuklarını” söylemekten çekinmeyen ABD yönetiminin temsilci ve sözcüleri, işbirlikçileri ve uşaklarını her bakımdan yeniden mevzilendirmek için etkinliğini artırmış bulunmaktadır. ABD’nin baskısı; bir yandan diplomatik kanallardan Türkiye’nin İran’a yönelik suçlamalarını artırır ve onu İran yönetimine karşı Batılı ülkelerin sözcüsü olarak davranmaya iterken, öte yandan da, ABD’nin, Irak’ın işgali sırasında ortaya attığı, Karadeniz ve İskenderun’da, GOP kapsamında yeni üsler kurması da gündeme yeniden gelmiş bulunuyor.
Bu gelişmeler ışığında bakıldığında, ABD-Türkiye ilişkilerinde 2006’nın başlarından itibaren, Türkiye’nin iç ve dış politikasını etkileyecek yeni bazı unsurların öne çıktığını görüyoruz. Bunların en başında da; AKP’nin iktidar olmasından beri; “Ilımlı İslam” ve AKP’nin iktidar olma mücadelesindeki zaaflarından da yararlanarak, ABD-Türkiye ilişkilerini doğrudan hükümetle sürdüren ABD yönetimi; yılın başından beri, hükümetle ilişki ve görüşmelerini rutine bağlarken, Genelkurmay’la ve özellikle “askerden askere” olan ilişkilerini ise olağan sayılamayacak bir biçimde de sıkılaştırmış; bu ilişkileri, FBI ve CİA başkanlarının Türkiye’ye gelip “meslektaşlarıyla” doğrudan ilişki kurmalarına kadar ilerletmiştir. ABD’nin Genelkurmay Başkanı ve üst düzey askerlerinin ziyaretleri ise, neredeyse “günlük” hale gelmiştir. Bu arada, gelen “sivil heyetler” de, çeşitli vesileler yaratarak, asker ziyaretlerini ihmal etmemişlerdir. Ancak bütün bu ziyaretler içinde en belirleyici olanı, bugünün Kara Kuvvetleri Komutanı ve 4 ay sonrasının Genelkurmay Başkanı olacak olan Orgeneral Büyükanıt’ın ABD’ye yaptığı ziyarettir.
2006’nın başında ABD’ye uzun bir ziyarete yapan Büyükanıt’ın, geleneksel kamplaşma içinde, AKP ile çatışan güç odaklarının en sivrilmiş ismi olduğu göz önüne alındığında, sonraki gelişmelerde bu ziyaretin etkilerini görmek önemlidir. Aslına bakılırsa; Büyükanıt’ın ziyareti, ABD’nin askerlerle ilişkilerde; “1 Mart Kararnamesi” ve Irak’ın işgali sırasında Genelkurmay’a olan “güvenlerinin sarsılması”ndan sonra*, “Sorun yok, biz 50 yıllık silah arkadaşıyız” türünden bazı açıklamalar yapılsa da, karşılıklı bir “güvensizlik” hali, ilişkilerin asıl yönünü oluşturmuştur. Ancak son bir yıldır, Genelkurmay merkezli açıklamalarda ABD’ye yönelik eleştirilerin dozu iyice azalmış; hatta sivillerden, hükümet ve Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen “ABD’nin PKK’ye karşı bir askeri operasyona yönelmekte gönülsüz davranması” suçlamalarına karşı, askerler, “ABD’nin üstüne düşeni yaptığı, PKK’ye askeri bir harekatın zaman alacağını” öne sürerek, ABD’yi savunan bir tutum almışlardır.
Büyükanıt’ın ziyareti ve sonrası gelişmelere bakıldığında; “ABD’nin askerlerle arasını düzelttiği” anlaşılmaktadır. Dahası, son aylarda, ABD’de, AKP Hükümeti ve Erdoğan’ın Beyaz Saray’a yakın basın organlarında, “İslamo faşist”, “Takiyyeci”, “Sözü başka yaptıkları başka, güvenilmez” gibi aşağılayıcı nitelemeler kullanılarak eleştirilmesi bir rastlantı değildir.
Son günlerdeki gelişmelerden anlaşılmaktadır ki, AKP de, olup bitenin, ABD’nin artık kendisine eski önemi vermediği ve kendisinden başka güç odaklarıyla “işleri pişirmeye” başladığının farkında olduğu için, ABD’ye en yakın olan önemli adamlarından Cüneyt Zapsu ve Şaban Dişli’yi ABD’ye göndermiştir. Zapsu’nun; malum gerekçeler öne sürerek, ABD yönetimine; Tayyip Erdoğan’ı kastederek, “Delikten aşağı süpürmek yerine bu adamı kullanın” demesi, AKP’nin ABD karşısında nasıl “irtifa” ve “itibar” yitimine uğradığını göstermektedir.
Askeri cenahın ABD ile arasını düzeltmesi ve AKP ile girdiği güç mücadelesinde ABD’nin desteğini alması, askerleri, kuşkusuz ki, iç politikada güçlendirmiştir. Bu, bir bakıma; askerlerin, AKP’nin iktidara geldiğinde yaptığı, ABD’yi geleneksel iktidar güçleriyle (askerler, sivil kimi siyasi odaklar, YÖK, Anayasa Mahkemesi, Danıştay, kendisine Kemalist diyen çeşitli güç odakları…) girdiği iç hesaplaşmada arkasına alma hamlesini boşa çıkarması anlamına da gelmektedir. Bu sürecin, AKP Hükümeti’nin, TÜSİAD ve kimi sermaye çevreleriyle çelişmeye düşmesi ve İsrail-Türkiye ilişkilerinde, İsrail’in istemediği Hamas’la görüşme gibi kimi diplomatik girişimlere yönelmesiyle birleşmesi, kuşkusuz ki, son derece uyumluluk göstermektedir.
ABD’nin, Irak’ta sürüklendiği açmaz ve Suriye ile İran’ı baskılayarak manevra yapmaya girişmesi, Ortadoğu’da Kürtlerin rolü ve nihayet GOP’ta Türkiye’ye biçtiği rolü oynaması için giriştiği baskılar, Türkiye’nin iç politikasına da, egemen güç odakları arasındaki hesaplaşmanın sertleşmesi olarak yansımaktadır. Gelişmeler ise, özellikle de Amerika’nın desteğini yeniden arkasına aldığını düşünen asker ve sivil güç odaklarının, yeni hamlelerini, Kürt sorunu üstünden yapacaklarını göstermektedir. 2005 Newroz’undaki “bayrak provokasyonu” ve arkasından gelişen olaylardan sonra Şemdinli’de olanlar; JİTEM ve öteki karanlık güçlerin giriştiği saldırılar, Newroz’da bekledikleri fırsatın çıkmamasından sonra, ortamın karıştırılması için, Diyarbakır’da cenazeler bahane edilerek ve cenaze törenine katılanlar provoke edilerek, “güç gösterisi” ve ezmek için “erken bir patlama”ya yolaçmak üzere gösterilerin yaygınlaşmasının kışkırtılması ve nihayet Diyarbakır ve bölge illerinde 4’ü çocuk 14 kişin ölmesi, yüzlerce kişin göz altına alınması ve tutuklanması; yurt sathında Kürtler ve Türkler arasında gerginliklerin kışkırtılması için, basın ve öteki propaganda merkezleri ile emniyet ve sivil yetkililerin, bütün olanları Kürt hareketi, siyasi çevreleri ve Kürt gençlerinin üstüne yıkan bir kampanya başlatmaları; şoven milliyetçi odakların karanlık odaklarla bağlantılı olarak yeniden sahneye çıkmaları, Terörle Mücadele Yasası’nın sertleştirilmesi için girişimlerin başlatılması, Türkiye siyasi ortamını yeniden 1990’lı yıllara götürecek yolları açmayı isteyenlerin hamleleri olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Eğer Diyarbakır’da olanlar ve arkasından diğer illere yayılan gelişmeler; sadece Kürt gençlerinin bir protestosu ve protestonun provoke edilmesinden ibaret olsaydı; bölgede olup bitenlerle kıyaslandığında basit bir vaka olarak kalırdı. Ancak gerçek çok farklıdır. Çünkü; olup bitenler, kendi başına bir olay değil; yukarıda ifade edilmeye çalışıldığı gibi; ABD’nin bölgedeki amaçlarıyla da birleşen egemen güç odakları arasındaki hesaplaşma üzerinden, Kürt sorununun çözümünde, en gerici güçlerin bir hamlesi olarak ortaya çıkmıştır. Dahası, bugün olanlar, 2005 Newrozu öncesinden biriken ve 2005 Newrozu’ndaki “bayrak provokasyonu”yla açıkça sahnelenmeye başlanan ve bir Kürt-Türk çatışması sınırına kadar getirilen saldırıların, şoven milliyetçi azgınlıkların yıl içinde geri püskürtülmesiyle duraksar gibi görünen saldırganlığın yeniden hortlatılmasıdır.
Gelişmelere bir bütün olarak bakıldığında; Diyarbakır’da olanlar; 2005 Newrozu’nda başlatılan süreci, “Bahar harekatı”nı, Şemdinli’de, Yüksekova’da olanları dayatanların, bölgedeki karanlık güçleri yeniden harekete geçirme gayretlerinin; “Kürt sorunu vardır” diyenleri püskürtüp; “Kürt sorunu değil, terör sorunu vardır” diyenlerin, çözümsüzlüğünü çözüm olarak dayatan güçlerin politikasıdır. Daha da önemlisi, bu sefer, bu süreç, –kuşkusuz hala ayrı çıkar ve hesapları olan, ancak bugün konjenktürel olarak belirli bir tutum izlemekte olan– ABD’nin Kürt sorununa yaklaşımıyla birleşmekte; arkasına Amerika’yı da alan ırkçı şoven güç odakları tarafından, kendilerine karşı tüm güçlerle hesaplaşmanın bir vesilesi olarak değerlendirilmektedir.
Çünkü, bugünkü durum, ABD için; bu aşamaya kadar, Irak’ta Kürtlere geniş bir özerklik tanıyarak, bütün bölge ülkelerindeki Kürtlere bir “ufuk açmış” olan ABD’nin stratejisine, öteki ülkelerdeki Kürtlere göre, en mesafeli konumda bulunan Türkiye Kürtlerini kazanması bakımından bulunmaz bir fırsattır. Çünkü, ABD’ye en çok karşı görünen Kızılelmacı, milliyetçi, ırkçı, şoven kesimlerin Kürt politikası, “tersine” dönüp; demokratik bir çözümden umudunu kesen Kürt yığınlarının, Barzanicilik üstünden Amerikan stratejisine bağlanmalarının yolun açmaktadır.
Bugün ırkçı şoven güç odakları, özellikle de askeri kanat, onlarla ortak hedeflere sahip sivil güçler ve siyasi çevrelerin Kürt sorununun çözülmesi doğrultusundaki girişimleri “bölücülük”,”teröristlerle işbirliği”, “teröristlere yardımcı olmak” olarak göstermesi ve bu doğrultuda yoğunlaştırılan propaganda, ırkçı şoven güçlerin “ezerek çözme” “çözümü”nden ayrılan bütün yönelişleri “lanetli” hale getirmek için yoğunlaştırılmaktadır. Bu ise, Kürtleri de, ABD’nin (Barzaniciliğin güçlenmesi üstünden) kucağına iten bir politikaya dönüşmüştür. Çünkü açıktır ki; “inkarcılık” ve “asimilasyonculuk” yolu olan bu yöneliş; sorunun demokratik çözümünden umut kestirilerek, Kürt halk yığınlarının, ABD’nin çağrılarına daha çok kulak asacakları bir pozisyona itilmeleri demektir. Gerçekte de, özellikle 2005 Newrozu sonrası gelişmeler içinde, Kürt yığınlarının, “demokratik çözüm”den umut kesmeye başladığını; bu yığınlar içinde “nereden incelirse oradan kopsun” eğiliminin güç kazandığını söylemek bir kehanet değildir. Diyarbakır olayları ve sonrası gelişmelerin ise; bu eğilimi daha da kışkırtan bir etki yaratacağı pek açıktır. Devlete verilen raporlarda da bu saptamaların belirtildiği bilinmektedir. Nitekim bölgede, uzun yıllar hiçbir etki yaratamamış olan Barzaniciliğin güç kazandığı yönündeki tespitler artık sıkça gündeme gelmektedir.
***
Bir yıl öncesinden başlayan, ama son birkaç ayda açıkça görülür hale gelen gelişmelere bir bütün olarak bakıldığında, şu tespitleri yapabiliriz:
1-) Bugün Türkiye’nin iç ve dış politikası iki etken tarafından biçimlendirilmektedir. Bunlardan birincisi, ABD’nin İran’a yönelik kuşatması ve GOP’taki amaçları için Türkiye’ye biçtiği rolün ve Türkiye’den isteklerinin belirginleşmesidir. İkincisi ise; 2007 İlkbaharı’nda yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimi ve 2007 Sonbaharı’nda yapılacak bir olağan genel seçimde kimin mevzi kazanacağıdır. Çünkü bu “iki seçim”, yıllardır iktidar mücadelesi içinde olan ve karşılıklı hamleler yapan geleneksel iktidar odaklarıyla AKP ve onun arkasındaki güçlerin hesaplaşmasında bir “eşik” olma mahiyeti taşımaktadır. Bu iki etkeni yönlendiren güçlerin, amaçlarına varmak üzere giriştikleri hamleler ve ellerindeki her silahı kullanmaya yönelmeleri, Türkiye’nin politik ortamını sertleştirmekte ve her tür provokasyona açık hale getirmektedir. Türkiye’nin egemen sınıfları; “teröristlere karşı mücadele ediyoruz” paravanası arkasında, bütün Kürtleri, hatta Türk ve bütün öteki millyetlerden halkı hedef alan bir baskı ve şiddeti yeniden organize etmek üzere harekete geçmişlerdir. Terörle Mücadele Yasası’nda yapılmak istenen değişikliklerden de anlaşılmaktadır ki; egemenler, Türkiye’yi “terörle mücadele yasasıyla yönetmek” istemektedir ve Kürtler baştadır, ama hiçbir milliyet, hiçbir mezhep ve hiçbir emekçi kesim, bu baskının hedefinin dışında değildir.
2-) İktidara geldiği andan itibaren AKP ile yakın ilişki kurarak, Türkiye’deki hegemonyasını yenilemek isteyen ABD’nin, son bir yıl içinde “at değiştirdiği”ni, AKP’yi dışlarken, askerlerin öne çıktığı güç odaklarının arkasında yer aldığını görüyoruz. Bu değişim, Türkiye’nin iç politikasında, egemen güç odakları arasındaki çatışma ve hesaplaşmayı da sertleştirmiştir. İç politikadaki son gelişmelerin, ABD’nin pozisyon değiştirmesinin belirginleşmesiyle de ilgili olduğu bir gerçektir. Elbette, ABD’nin AKP’nin arkasından çekilmesi, onu bütünüyle “sildiği” anlamına gelmemektedir. Sözü edilen öyle bir “arkadan çekilme” değildir. Tersine ABD, her zaman, bir zaman kullandığını hep yedekte tutar ve tutarken de yeniden biçimlendirir. Hele kullandığı güç, “bir ucundan” da olsa iktidardaysa, onu tutmaya, kullanmaya devam eder. Bu yüzden de, AKP’nin, bundan sonra daha ABD’ci olmasına, giderek ABD’nin gözüne girmek için, ABD’den gelecek isteklere daha duyarlı davranmasına tanık olacağımız bilinmelidir. Hele de, Amerkancılıkta kendisiyle yarışan başka güç odakları varsa. Ve dahası, ABD’nin, yarın yeniden AKP’yi “gözde dostu” olarak görmesi hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
3-) AKP “iktidara geldiği”nde ya da daha doğrusu hükümet olduğunda; Türkiye’nin başlıca sorunlarıyla ilgili olarak, bu sorunları, kendince çözümler getirerek, çözmeye yöneleceği izlenimi uyandırmıştır. Kıbrıs, AB-Türkiye ilişkileri, Kürt sorunu, IMF dayatmaları gibi konularda adımlar atacağı iddiasını öne çıkaran AKP’nin, bazı hamlelerden sonra, her üç konuda da eski geleneksel hatta geri döndüğüne ve IMF’nin Türkiye’yi sokmak istediği yolda da gelmiş geçmiş en hevesli hükümet olduğuna tanık olundu. Kıbrıs konusunda Denktaş-Ecevit-Demirel çizgisine, AB ile ilişkilerde ayak sürüme politikasına gerilemiş; Kürt sorununda da, bir iki ileri çıkıştan sonra, şimdi, DTP’yi bile terörist ve DTP’nin önde gelen kadrolarını PKK’nin önde gelen kadroları sayacak ölçüde geriye düşmüştür. Ve nihayet, bir yıl önce, asker ve sivil inkarcı, asimilasyoncu çevreler tarafından gündeme getirilen ve hükümetin reddettiği Terörle Mücadele Yasası’nın sertleştirilmesi ve Başbakanlık’a bağlı bir “özel birim” kurulmasını, bugün kabul ederek, Kürt sorununda da inkarcı politikalara rücu etmiştir. Başka bir söyleyişle, AKP, üç yıl önce uyandırdığı “özgün bir parti”, “Türkiye’nin sorunlarına özgün çözümlere sahip bir parti” iddiasını yitirmiştir. Tersine, iktidar geldiğinden üç buçuk yıl sonra, AKP; takiyyeci, din üstünden politika yapan, her vesileyle Şeriatçı odaklara göz kırpan, halkın acılarını hissetmeyen, ama zenginlerin her isteğine koşan, IMF’ci, özelleştirmeci, piyasacı, “özgünlük” beklenen konularda bile ve geleneksel güç odaklarına teslim olmuş bir partidir. Üstelik AKP; AB ve ABD’nin gözünde de itibarını yitirmiş bir parti durumuna gelmiştir. Öte yandan AKP, emeğe ve emeğin kazınılmış haklarına saldırmada bütün düzen partilerinin önüne geçen bir parti olarak, sınıfın ileri kesimleriyle olduğu kadar, işçi ve emekçi sınıfların ana kitlesiyle de karşı karşıya gelmiştir, ve geniş yığınların, AKP’den uzaklaşmasının yolunun taşlarını hızla döşemektedir. Bu süreç, aynı zamanda, AKP’nin geniş işçi ve emekçi yığınlar indinde de itibar yitiminin hızla arttığı bir döneme işaret ektmektedir. CHP’nin, ana muhalefet olarak, AKP’yle sermaye yanlılığında ve IMF’cilikte yarışması, sınıf partisinin bu büyük boşluğu doldurmaya “yetmemesi” gibi etkenler, AKP’ye, hala en büyük parti olarak kalma imkanını tanımaktadır. Ama artık süreç, AKP’nin halk yığınları nezdindeki itibarının hızla aşağı düştüğü bir süreçtir.
4-) Askerlerin merkezinde bulunduğu ve genellikle kendilerine Kemalist denmesinden hoşlanan milliyetçi, ırkçı, Kızılelmacı güç odakları ise, birkaç yıl öncesine kadar Kuzey Irak ve bölgeye yönelik belirledikleri “kırmızı çizgileri”, ABD’nin Irak’a girmesiyle oluşan yeni durumla bağlantılı olarak terk edip, Amerika’nın bölge stratejisine uygun bir pozisyona çekilerek, önce kendilerini ve ardından Amerika’yı, “ABD ile en uyumlu çalışacak güç” olduklarına ikna etmeyi hedeflemişlerdir. Öyle anlaşılmaktadır ki, son dönemde bu hedeflerine ulaşmışlar; ABD’nin Türkiye-ABD ilişkilerinde kendilerini tercih eder bir tutum almasını sağlamayı başarmışlardır. Böylece AKP ile girişikleri hesaplaşmada, yeni ve önemli bir dayanak kazanmışlardır. Kürt sorununda inkarcılığı yeniden öne çıkarmaları ve bu alanda bir Türk-Kürt çatışmasını bile göze alan bir gözü karalıkla davranmalarının bir nedeni de, kuşkusuz ABD ile ulaştıkları bu yeni “uyum”la bağlantı olarak görülmelidir. Bu odak; Kürt sorunu üstünden hesaplaşarak, kaybettiklerini yeniden kazanmak üzere; ırkçı milliyetçiliği kışkırtarak hükümeti kuşatırken, aynı zamanda, bütün diğer başlıca ülke sorunlarında da (Kıbrıs, AB ve ABD ile ilişkiler, Irak, İran politikaları, GOP ve iç ve dış politikaya dair diğer önemli sorunlar) ipleri ele almayı hesaplamaktadır.
5-) Son bir yılı kapsayan gelişmeler içinde diğer önemli bir yan da, inkarcı, milliyetçi-şoven güçlerin, Kürtlerle birlikte olmayı, düne göre daha çok “zora”, “ezerek çözme”ye bağlamış olmalarıdır. Bu yüzden de, bir Kürt-Türk bölünmüşlüğünü ve herkesin, Türklerin ayrıcalığının, bilincinde olunacak bir gerçeklik olduğunu kabul etmesini dayatmaktadırlar. Bu güçler, aynı zamanda Kürtleri de, “PKK’den yana olanlar ve olmayanlar” olarak bölerek; PKK’den yana olmayanlarla anlaşabilecekleri imajını vermektedirler. Nitekim başbakan; bir yandan DTP’yi PKK’nin uzantısı, legal yüzü olarak suçlarken, öte yandan, “PKK’yi terörist ilan edin gelin konuşalım” demektedir.
Son bir yıldaki gelişmeler göz önüne alındığında;
a-) Bölge halkının, sorunun barışçı, demokratik çözümü konusunda düne göre daha umutsuz olduğunu ve “Ne olacaksa olsun” fikrinin giderek daha çok yayıldığını gösteren belirtiler giderek daha çok belirginleşmektedir. Bu eğilimin güçlenmesinin nedeni, her şeyden önce, Özal’dan beri (İnönü, Demirel, Mesut Yılmaz, Tayyip Erdoğan) hükümet olan ya da buna aday olan tüm sermaye partisi liderlerinin Kürtlere “barış ve demokrasi” vaadinde bulundukları halde, bu konuda inkarcı, asimilasyoncu çizgiden bir adım ileri gitmemeleridir. Dahası, bölgeden uzatılan kardeşlik elinin her defasında çeşitli nedenlere geri itilmesidir. Bu durum, bölgede Barzaniciliğin yayılması için de önemli bir dayanak oluşturmuştur. Bu tutum, daha önceki yıllarda bölgede hiçbir etkisi olmayan Barzaniciliğin güç kazanması için de bir dayanak oluşturmaktadır. Bu yüzden, ilerleyen günlerde, bölgede Barzaniciliğin gözle görülecek biçimde güçlenmesi bir sürpriz olmayacaktır.
b-) Baskılar ve baskılara karşı gösterilen tepkiler, bir yandan bölgede eylemlerin radikalleşmesini getirirken, öte yandan da, orta vadede eylemlerin geniş kitlelerden tecridine, giderek marjinalleşmesine götürecek belirtiler de ortaya çıkmıştır. Özellikle Kürt orta sınıflarının hem Barzaniciliğe yakın, hem de hükümet ve sermaye partileriyle uzlaşmaya hazır olmaları; mücadeleden ve demokrasinin ilerletilmesinden yana olan kesimlerle, Kürt işçi ve emekçileriyle, onların talepleri üzerinden çatışmaya düşmeleri ihtimalini de giderek güçlendirecektir. Kısacası, olup bitenlerin, bölgede bundan sonraki gelişmeler açısından sınıfsal eğilimlerin daha belirleyici olacağı bir sürece de işaret ettiğini söylemek, gerçeğin bir başka boyutu olacaktır. En son ortaya çıkan Şemdinli ve Diyarbakır olayları ile öteki kentlerdeki yansımaları karşısındaki güvelik güçleri ve hükümetin tutumu; Kürt ulusal hareketinin önderlerine yönelik bir tasfiye hareketi olarak geliştirilmek istenmektedir. Seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınması için başlatılan soruşturmalar, kitle önderi olarak ortaya çıkan gençlerin, legal parti önderlerinin tutuklanması ya da onları legal mücadele alanından çekilmeye ve bulundukları alanları terk etmeye zorlayan baskılar, mücadeleci Kürt kesimlerinin bölünmesi ve sindirilmesine yöneliktir. OHAL ilan etmeden, “terör artıyor” gerekçesi arkasında bölgede OHAL koşulları yaratma, Terörle Mücadele Yasası sertleştirilerek baskı ve şiddetin artırılması, bu amaca hizmet etmek üzere de kullanılmak istenmektedir. Ancak şu da bir gereçektir ki; bölgede her “sertleşme”, Türkiye’nin genelinde de sertleşmeyi ve egemenlerin genel olarak baskı ve şiddet araçlarına başvurmalarını artıracaktır. Çünkü Kürt sorununun çözümü, aynı zamanda, Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunudur da. Bu gerçek, her gün daha çok kendisini hissettrmektedir, hissettirecektir de.
Egemen güçlerin bölge politikasında, giderek en gerici, en baskıcı güçlerin egemen hale geldiği bir gerçektir. Bu durum ise, kırlarda ve kentlerde baskı ve şiddetin yoğunlaşması, karanlık güç odakların yeniden sahneyi çıkması biçiminde kendisini göstermektedir. Ve şiddetin giderek bölgeyi pençesine almasına paralel olarak; Batı illerinde de demokrasi ve emek talepleriyle mücadele eden güçlere, halka karşı da baskı artırılmakta; ırkçı şoven saldırganlık, illerin nüfus ve siyasi şekillenmesiyle de birleşerek, ilden ile değişse de, genelde de yaygınlaşmaktadır.
Terörle Mücadele Yasası’nın sertleştirilmesi, bu genel anti demokratik yönelişle bağlantılıdır. Ve bu nedenle, dün Terörle Mücadele Yasası’nın sertleştirilmesine karşı çıkanlar, hatta bu yasaya tümden karşı olan çevreler bile, şimdi Terörle Mücadele Yasası’nın sertleştirilmesini “bölücülüğe ve teröre karşı bir seçenek” olarak görmektedirler.
Ancak; gelişmeler elbette bundan ibaret değildir. Giderek daha da kararan bu tablo, aynı zamanda, çeşitli yanlardan gelen “ışık huzmeleri”yle aydınlanmaktadır.
– Kulp kırsalında iki yıl kadar önce ortaya çıkan “toplu mezar”da bulanan 11 cesedin, 12 yıl önce “kaybedilen” köylülere ait olduğu kanıtlanmıştır. Olayı saptırma çabalarına karşın, gerçek önemli ölçüde ortaya çıkmış; sorumluları hakkında soruşturma yapılması için savcılık girişimleri başlatılmıştır. Bu, aynı zamanda bölgedeki faili meçhullerin faillerin bulunması için atılan ilk adım olacak, bölgede görev yapan yüksek rütbeli kişilerin sorgulanmasının da yolunun açacak gelişmeleri tetikleyecek mahiyette bir gelişmedir.
– Silopi’de kaymakamlığa bomba koymaktan yakalanan itirafçılar ve korucuların, “JİTEM elemanı”, yani “askeri kişiler” oldukları gerekçesiyle savcılık tarafından askeri mahkemeye sevk edilmesi; “yoktur” denilen JİTEM’in savcılık belgelerine geçmesi, yine önemli bir gelişmedir.
– Bölgede, 1990’lı yıllarda gerçekleştirilen 25 kadar “faili meçhul’ün failleri olarak yakalanan 27 kişinin hakkında dava açılması, yine faili meçhullerin açığa çıkması için bir adım olma niteliğindedir ve “faili meçhul”lerle düzenleyicisi odakların açığa çıkarılması imkanını sunmaktadır.
– Şemdinli’de yapılan “suçüstü” ve Van Ağır Ceza Mahkemesi Başsavcılığı’nın hazırladığı iddianamede kontra eylemlerin ucunun en üst düzeyde yetkililere kadar gittiğinin açıklanması, bugüne kadar dokunulmazlığı olan mevki ve makamlardaki kişiler hakkında ilk kez suç duyurusunda bulunulmuş olması, karanlık tabloya tutulan güçlü bir ışık huzmesi gibi etki uyandırmıştır. İddianamenin “Yüksek rütbeli komutanlara bir komplo” olduğu iddiasıyla, bölgedeki olumlu gelişmelere karşı bir saldırıya dönüştürülmüş olması bile, bu gerçeği karatmaya yetmeyecektir. Çünkü gerçekler gizlenemeyecek kadar büyümüştür.
– Bütün bu gelişmler, sorunun gündeme getirilmesini ve gerçeklerin işçiler ve emekçi yığınlar arasında tartışılmasını kolaylaştırmıştır. “Kürt sorunu” demenin “bölücülük” olarak damgalandığı günler geride kalmıştır. Şimdi başbakanından valisine, savcısından emniyet görevlisine, yetkililer, “Kürt sorunu” demek zorunda kalarak, emekçi yığınlar arasında tartışmanın meşrulaştırılmasına, istemeden de olsa, katkı yapmışlardır. Burada sorun; ortam böylesi elverişliyken, sınıf içindeki çalışmada, önyargıların yıkılması açısından, sorunu bütün boyutlarıyla her ortam ve her platformda açma tutumu izlenerek, şoven milliyetçi kesimlerin işçileri, emekçileri zehirleme alanlarının daraltılmasında gösterilen cesaretsizliktir. Oysa; sorunun, üstünün örtülerek aşılamayacağı gerçeği göz önüne alındığında, sendikalar ve işçi yığınlarının, Kürt sorununun kardeşlik temelinde çözümüne ikna edilmesi ve sınıfın birliğinin bu temelde de gerçekleştirilmesinin önemi apaçıktır. İşçilerin bilincinin bu temel üstünde ilerletilmesi ve sınıfın sorunun çözümünde taraf olması için adım atıldığı ölçüde, sınıfın ve sendikalarının çoğunluğunun bulunduğu şoven milliyetçi çizgiyi terk etmek zorunda kalacağı da ortadadır. Bugün, onca zorluk içinde, sorunun en geniş yığınlar arasında tartışmaya açılması ve bu tartışmanın doğru bir biçimde yönlendirilmesi için imkanların son derece genişlediği de bir gerçektir.
***
Kürt sorununun çözümünü dayatmış olması, daha önce kolayca üstü örtülen gerçekleri artık saklanamaz duruma getirmiştir. Bu nedenle de, “her şeyin üstü örtülmüştür” denildiği bir noktada, yeni bir gerçek patlak vermekte, adeta komplocuların, karanlık güçlerin elleri ayakları birbirine dolanmaktadır. Onun içindir ki, baskı ve şiddet bir türlü kılıfına uydurulamamaktadır.
Bölgede baskı ve şiddetin artması, ırkçılığın, şovenizmin tırmandırılması, elbette ki; hem bölgede hem de Batı illerinde yığınların aydınlatılması ve mücadelenin ilerletilmesi için yapılan öteki faaliyetleri zorlaştırmıştır, daha da zorlaştıracaktır. Bu zorluklar; idare ve güvenlik güçlerinin baskılarının artırmasının yanı sıra, özellikle dün soruna daha liberal bir açıdan yaklaşan aydın çevrelerin önemli bir kesiminin, “devletin bekası” kaygısıyla, hükümet ve ırkçı-milliyetçi odaklarla uzlaşma çizgisine yönelmesi, halk yığınlarının milliyetçi propagandaya karşı “duyarlılaşması” olarak kendisini ortaya koymaktadır. Ama aynı zamanda bu gelişmeler, çalışmanın imkanlarını da artırmıştır. Özellikle de Kürt sorununun çözümünün nasıl olması gerektiği ve çözümsüzlüğün neye mal olacağının, ırkçılığın, şovenizmin Türkiye’yi nereye sürüklediğinin tartışılmasını kolaylaştırdığı gibi; olup bitenlerin açıklanması için imkanları sınırsız bir biçimde artırmaktadır.
Hükümetin ve şoven-milliyetçi güç odaklarının, demokrasi mücadelesini ve demokrasi talebiyle, Kürt sorunun demokratik çözümünü savunan güçleri tecrit etme taktiğini boşa çıkarmak, bugün öteki demokratik imkanların ve emek mücadelesinin ilerleme imkanlarının genişlemesinin de ön koşulu olarak ortaya çıkmıştır. Her şey bir yana, Kürt ve Türk işçilerin işletmelerde, sendikalarda birliğinin sağlanması için bile, sendikalar, Kürt sorununun işçilerin birliği temelinde çözümüne özel bir önem vermek zorundadırlar. Bunun yolu da; işyerlerinde; üretim ve hizmet birimleri başta olmak üzere (semtler, mahalleler, kahveler, dernekler,…), kitlelerin bulunduğu her yerde, Kürt sorununun tartışmaya açılmasının, milliyetçi, gerici propagandayı etkisizleştirmenin ve Türk-Kürt kardeşliğini geliştirmenin tek yolu olduğunu görmek gerekir.
Burada; geri adım atmamak son derece önemlidir. Çünkü her ciddi sorunda olduğu gibi, Kürt sorununda da, sadece kimi tezler öne sürmek, ama onları, bu tezlerin gerektirdiği ciddiyet ve karlılıkla savunmamak, tezleri zayıflattığı gibi, karşı tarafa da kolayca saldırı yapma imkanı verir. Bugün Kürt sorununda ırkçı çevreleri şımartan ve onlara pespaye görüşlerini yayma cesareti veren de, emek ve demokrasi güçlerinin kendi tezlerini her platformda yeterince kararlılıkla savunmamalarıdır.
Elbette ki; Kürt sorununun demokratik çözümüne dair öne sürülen; “Genel ve ayrımsız bir siyasi af”tan “Seçim barajının kaldırılması”na, “Köye dönüşlerin teşvik edilmesi”nden “Bölgede yoksulluğun ve işsizliğin azaltılması”na dair taleplere kadar, çeşitli talepler etrafında mücadele, bugün de ısrarla sürdürülmek durumundadır. Ama son aylardaki gelişmeler; bu taleplere yenilerini eklerken, sorunu Kürt-Türk kardeşliği üstünden, demokratik bir biçimde çözmek isteyen güçlere de yeni yükümlülükler getirmiştir. Bunun en başında da; bölgeyi yeniden OHAL koşullarına sürüklemek isteyen güçlere karşı mücadele gelmektedir. Terörle Mücadele Yasası’nın sertleştirerek ve fiiliyatta alınacak önlemlerle bölgeyi yeniden OHAL dönemindeki uygulamaların alanı yapmak isteyenlerin önünü kesmek, bugün, hem bölgede, hem de Batı illerindeki çalışmada (Batı illerinde bu çalışma çok daha önemli) son derece önem kazanmıştır.
Bunun için;
– Terörle Mücadele Yasası’nın sertleştirilmesini önlemek için mücadele,
– Seçim barajının kaldırılması talebinin öne çıkarılması,
-Seçilmiş belediye başkanları ve yöneticilerin baskı altına alınması ve görevden alınmasına karşı mücadele edilmesi,
– Legal parti yöneticilerinin ve yerel önderlerin sindirilmesi ve onların illegal hale gelmesi için yapılan baskılara karşı mücadele,
– Bölge gençliğinin “vurucu kırıcı bir güruh”; hırsızlık, kap-kaç, çeteleşmelerin asli faili gibi gösterilmesine karşı propaganda, önümüzdeki dönem bakımından son derece önem kazanmıştır.
Bir yandan ABD’nin İran’a yönelik bir operasyon ve –operasyon olmasa bile– onun yaratacağı baskı üzerinden bölgedeki işbirlikçilerini yeniden biçimlendirmek istemesi, öte yandan da Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerde kendi mevzilerini güçlendirmeyi amaçlayan “iç güç odakları”nın baskısıyla biçimlenen politik ortam, giderek sertleşecek görünmektedir.
Ancak egemenlerin amaçları, ülkenin karanlık bir mecraya sürüklenmesi, bir kaçınılmazlık, bir kader değildir ve püskürtülerek, gidişatın yönü, halkın, ülkenin ve bölge halklarının çıkarları doğrultusuna çevrilebilir. Çünkü gelişen olaylar, bu olayları besleyen etkenler, doğru bir pozisyon alındığında; güçler doğru seferber edildiğinde, Türkiye işçi sınıfının kendi rolünü oynamak üzere adımlar atmasına, emek ve demokrasi güçlerine de halk yığınlarını aydınlatmak, ülkenin sorunlarının çözümünde etkin bir güç oluşturmak için sayısız fırsatlar sunacak özellikler de taşımaktadır. Burada önemli ve mücadelenin geleceğinde belirleyici olan da, bu güçlerin ve ortaya çıkan imkanların yeterince değerlendirilebilmesidir. Bunda en önemli sorumluluk, sınıfın ileri unsur ve devrimci güçlerine, en başta sınıf partisine düşmektedir.
* 1 Mart Kararnamesi’nin reddinden sonra, ABD’li yetkililer, Genelkurmayı, Meclis’e ve siyasetçilere “liderlik yapmamak”la suçlamışlardır. Buna, Kuzey Irak’ta askerin başına çuval geçirilmesi olayının doğrudan Genelkurmayı hedef aldığı da eklenmelidir.