Anti-emperyalist mücadelenin temelleri

Geçtiğimiz ay, birbiri üstüne yığılan gelişmelere tanık olduk.

Ulusal ve uluslararası ölçekte bir dizi gelişme, yaygın kitlesel etkileriyle gündemi işgal etti. Hemen birkaçını sıralamak gerekirse:

Bolivya’da başkanlığı resmen devralan E. Morales hükümetini açıkladı, su ve gaz ile ilgili bakanlıklara Bolivarcı hareketten gelen bakanlar atadı; başta Chavez Veneezüellası ve Castro Kübası olmak üzere L. Amerika’da Bolivarcı güçlerle birlikte davranacağını ilan etti.

Venezüella halkının özlemlerine yanıt vererek, Amerikan emperyalizmine karşı mücadele bayrağı açmış ve uluslararası tekellere kısıtlamalar getirmekte olan Chavez, C. Rice’ın tehditleri üzerine, ABD’ye akan petrol musluklarını kapatabileceğini açıkladı.

Ekvador’da ülkenin en büyük petrol üretim merkezi Napo’daki Petroecuador şirketinin tesisleri işçiler ve halk tarafından bir hafta işgal altında tutuldu, işgal, hükümetin hak taleplerini kabul etmesi üzerine son buldu.

Avrupa’da Liman işçilerinin başarılı grevlerinin ardından, Almanya’da kamu emekçileri, çalışma saatlerinin uzatılması girişimi karşısında birçok eyalette greve çıktılar. Aynı zamanda, işletmeleri kapatılarak Polonya’ya tışınmak istenen AEG-Elektrolux işçileri grevdeler.

Yunanistan’da liman işçilerinin bir haftalık grevinin büyük yaptırımcı gücü, Hükümet tarafından OHAL ilan edilerek kırılmak istendi. Yunan “demokrasisi”nin sınırlarını da gösteren OHAL ilanı, hemen bütün işkollarını kapsayan genel grevle yanıtlandı.

İran’la başta Amerikan emperyalistleri olmak üzere Batılı büyük devletler arasında nükleer enerji konulu gerginlik büyüdü; İran, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun mühürlerini sökerek nükleer araştırmalarını yeniden başlattı ve Rusya ile ortak uranyum zenginleştirme anlaşması imzaladı. Batılı emperyalistler, İran’a, “mühürleri tanımak ve riayet etmek” üzere 6 Mart’a kadar süre verdi.

İsrail barbarlığı koşullarında ve bir dizi yasaklama altında yapılan Filistin seçimlerini HAMAS kazandı. Arafat’ı Filistin halkının temsilcisi olarak tanımayan ve yıllar süren Ramallah kuşatmasının ardından ölüme göndermeyi başaran İsrail Siyonizmi, “terörizm”, “İsrail’i tanımama”, “Barış sürecini kabul etmeme” gerekçeleriyle HAMAS Hükümeti’ni tanımayı reddederek, Filistin’e yönelik sıkı bir ambargo başlattı.

AKP’nin HAMAS lideri Halid Meşal’i Türkiye’ye davet edip ağırlaması olay oldu, özellikle İsrail’in yüksek perdeden tepkisini çekti.

Bir başka “olay” gelişme ise, yabancı basında “iç savaş çıkarsa Türkmenleri gözeterek Irak’a müdahale edebileceği” yolunda haberler çıkan Türkiye’nin, Irak Anayasası’nın kabulü ertesinde “Bölgesel Kürdistan Hükümeti”ni tanıyacağını açıklaması oldu.

İlk kez 2005 Eylül sonunda bir Danimarka gazetesinde yayınlanan, ama umulan tepkilere yolaçmayan Müslümanların kutsallıklarını aşağılayan karikatürler, sonunda, kaşınarak dört başı mamur sorun haline getirildi. Hemen tüm İslam ülkelerinde olaylar çıktı, Danimarka başta olmak üzere, bir dizi Batı ülkesinin elçiliklerine saldırılar düzenlenerek yakıldı, tahrip edildi. Nijerya’da kiliselere saldırılar oldu ve Müslümanlarla Hırıstiyanlar arasında çatışmalar çıktı.

“Karikatür krizi” Türkiye’yi de etkisi altına aldı. “Kurtlar Vadisi Irak” şarlatanlığının da en cafcaflı günlerine denk gelerek, “kriz”in hemen birkaç gün sonrasında, 16 yaşında bir çocuk-genç, Trabzon’da, Vatikan’a bağlı bir kilisenin papazını tabancayla öldürdü. Saadet Partisi’nin İstanbul-Çağlayan’daki “telin ve saygı” mitingine yüz binin üzerinde bir katılım oldu.

“Anti-Amerikan” Kurtlar Vadisi Irak filmi, Türkiye’de tüm seyirci rekorlarını alt-üst etti.

Henüz “karikatür krizi” yatışmadan, Irak, mezhep çatışmasına sürüklenerek, iç savaşın eşiğine geldi. Şiilerin yeniden dünyaya dönüp onu kurtarmasını bekledikileri 12. İmam Mehdi’nin babası ve dedesi olan 10. ve 11. İmamların mezarlarının bulunduğu Askeriye Türbesi’nin bombalanması, ortalığın kan gölüne dönmesinin işaret fişeği oldu. Daha ilk birkaç günde ardında yüzlerce ölü bırakarak, Şii ve Sünniler arasında yaygın çatışma ve boğazlaşma sürüyor.

Türkiye’de en büyük ve en karlı devlet işletmelerini de kapsayarak özelleştirmeler hızlandırılır ve sıra Telekom ve THY gibi yenilerine gelirken, iki “aykırı” gelişme de yaşandı. Danıştay, Koç’a satılan TÜPRAŞ ihalesini bozdu. Bozma kararının bir ay olan zorunlu uygulanma süresinin sonuna gelinirken, kararı uygulamama olasılığı küçük değil, ancak bu kolmay da değil ve sorunlara yolaçacak. Ve Adana işçilerinin başını çektiği, Malatya işçilerinin de katıldığı kapatılan TEKEL işletmelerinin işgali sonrasında, AKP Hükümeti, kapatma kararını geri aldı.

Özelleştirmeler bağlantılı yolsuzluklar, Bakan Unakıtan gensorusuyla TBMM gündemine geldi, ancak reddedildi. Yolsuzluklara “damardan girenler”, kendi damarlarını sahiplendiler.

Sağlık sorununun sözde çözümü adına SSK hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na devrinin 1. yıldönümünde, hastaneler tam bir çöküntü halinde. İlaç depoları ve eczanelere olan ödemeleriyle, elektrik, su vb. giderlerini karşılayamayan, ama özel hastanelerden “hizmet satın alan” hastaneler iflas halinde. Sağlıkta yüz yüze kalınan fiyasko, AKP’nin vitrini durumunda. Yine de ısrarla çıkarılması zorlanan ve Şubat ayı içinde Emek Platformu’nun eylemli tepkilerine neden olan GSS, önümüzdeki günlerde TBMM’ye gelecek.

***

Olayların bu hızlı akışı artık şaşırtıcı olmaktan çıkmaktadır ve herkes tarafından içinde bulunduğumuz dönemin karakteristik bir özelliği olarak kabul görmeye başlamıştır. Olağan zamanlarda birkaç yıla, hatta belki birkaç on yıla sığacak, tarihi akışın az-çok hızlanmasıyla birkaç aylık zaman dilimlerinde görülebilecek gelişme ve değişmeler, yeni olayların patlak vermesi vb., şimdi, birkaç güne sıkışmakta, aylık periyodlar çok sayıda olay ve yenilenmeyle dolmaktadır.

Bunun kuşkusuz bir anlamı vardır, ama konumuzun dışındadır. Bu hızlı akışın, kışkırtıp kapsamaktan kaçınamayacağı düzen karşıtı mayalanma ve birikimleri henüz kapitalist sistem tarafından hala önemli ölçüde emilebilen işçi ve sömürülen yığınların eylem ve bilincinde şimdilik ciddi dalgalanma ve sıçramalara yolaçmadan gerçekleşmekte oluşu ise, yine dönemin bir özelliği durumundadır. Bu yönden de hızlanmakta olan gelişmeleriyle Latin Amerika, elbette gelişmenin yönünü işaret etmektedir, ancak bugün ayrıksı bir durum oluşturmaktadır. Yine de, son birkaç yıl içinde Fransa’dan İspanya’ya, Yunanistan’a kadar birkaç kez yaşanan ülke ölçeğinde genel grevler, öğrenci boykotları, ciddi katılımlarla gerçekleşen işçi gösteri ve yürüyüşlerinin yanında liman işçilerinin kazanımla biten Avrupa çapındaki grevi, Almanya’da devam etmekte olanlar (çok sayıda eyaleti kapsayan Ver.di’nin kamu emekçileri grevi, AEG-Elektrolux grevi..) türünden grevler, Yunanistan’da aniden hükümetin OHAL ilanına varan karşı saldırılarına da tanık olunan liman işçilerinin grevi ve hemen bütün işkollarından örgütlü destek bulması…, sözü edilen mayalanma ve birikimlerden başkaları değildir. Henüz “büyük adımlar”ın atılmadığı, kötürümleştirici örgütsüzlük ve dağınıklığın üstesinden gelinemediği, hareketin moral açıdan da pek çok eksik ve zaafa sahip olduğu ve bunların, mayalanma da içinde olmak üzere, her türlü “aşağıdan” gelişmeyi olumsuz etkilediği kuşkusuzdur. Ancak bir dizi adımlar da atılmaktadır ve bu yönden de birkaç yıl öncesinden farklı bir durum vardır.

Söylenenler Türkiye için de geçerlidir. İşçi ve emek hareketi henüz bünyesel zaafını aşamamıştır, az-çok farklı taleplere sahip farklı kanallardan akan yerel grev, direniş ve mücadeleler birleşik mücadele içinde birleşememekte, yıllardır büyük ve etkili grevler yaşanmamakta, “ulusal güvenlik” vb. nedenlerle yasaklanan lastik, cam ve belediye grevleri önemli bir tepkiye yolaçmadan sönmekte, sendikal bürokrasinin otoritesi zayıflasa bile kırılamamakta ve başlıca bu olumsuz etki ve aynı madolyonun diğer yüzü olan ve yanı sıra rolünü oynayan örgüt eksiği ve hareketin siyasal alana genişlemede yetenek gösterememesi, sözü edilen zaafları koşullamaktadır. Ancak bu olumsuzluklara rağmen ve birleşik bir mücadelenin bileşenleri olmaktan henüz uzak olsalar da, ülkede grev ve direnişsiz gün geçmemekte, ve en azından bir bölümü, kendi şahsında birleşik mücadeleyi zorlamakta, sınıfın birliği ve birleşik hareketinin unsurlarını biriktirmektedir. TEKEL işçileriyle ve hatta üretici köylülük ve mücadeleleriyle birleşme eğilimi gösteren, bu yönde ciddi belirtiler ortaya koyan SEKA direnişi böyledir, ancak sönmüştür. SEKA’nın izi, ardından Adana TEKEL işçileri tarafından sürülmüştür. Ankara Sendika Şubeler Platformu, bu temelde yeşermiş ve işlev üstlenmiştir. Öte yandan işçi basınının sayfalarını şöyle bir karıştırmak bile, merak edenleri, başarıyla ya da başarısızlıkla sonuçlanmış ya da halen devam eden yüzlerce grev ve direnişle yüz yüze kılacaktır. Tümü, sınıfın ve hareketinin “birikimler” hanesini pekiştiren ve sağladığı deneylerle hareketi zenginleştiren bu mücadelelerin, örgüt ve bilinç unsuru da içinde olmak üzere, birleşik mücadele ve bağımsız işçi hareketini mayalandırmakta olduğundan kuşku duyulamaz. Ancak güncel nesnel koşulların kantarına vurulduğunda, daha ileri ve gelişkin bir mayalanmanın olanaklı olduğu, siyasal alana da genişleyen talepler için mücadelenin (ülke ölçeğinde ya da bölgesel ölçekte) birleşik bir mücadele olarak şekillenmesinin, ülke ölçüsünde etkili büyük grev ve direnişlerin asıl mayalandırıcı işleve sahip olduğu ve olacağı, buradan başlayarak, tarihin de, bugünküyle farklılaşan bir yazımının gündeme geleceği ise, bütün kuşkuların ötesindedir.

Anlaşılacağı gibi, günümüzde sorun, ileri devrimci, sınıf bilinçli işçilerin, sınıfın devrimci partilerinin sorunu; şüphesiz, geleceğe ilişkin hayallere dalmak ya da sınıfın dışına düşmüş ve bu durumundan hoşnutsuzluk da duymayan, sınıf-dışılığı tartışma götürmez, liberal ve ayağı yerden kesik solcuların, burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi yandaşlarının kendi düşkünlüklerini telafi edecek, üzerine söylevler çekerek “sosyalizm” gevezeliği edecekleri nesnel ve moral dayanağı kendisinde buldukları ve bu nedenle “yeni gelin gibi” sarıldıkları Latin Amerika’daki gelişmeler üzerinde tepinmek olamaz. Sorun, uluslararası birlik ve dayanışmanın önemini bilerek, ama onun da dayanağını oluşturan tek tek ülkelerdeki işçilerin birliği ve birleşik mücadelelerin geliştirilmesi açısından sorumluluk üstlenmek ve katkıda bulunmaktır: Öyleyse, bir planın parçası olarak, öncelikle belirlenmiş belli başlı fabrika ve işletmelerde “gömülü” çalışmak ve çalışmasını, sınıfın birleştirilmesine, sınıf hareketinin, talepler üzerinden mücadele hareket noktasından, ortak taleplerle bağımsız birleşik bir hareket olarak yükselmesine, ve kuşkusuz bunun temel bir ihtiyacı olan, sürekli kılınmış gündelik politika yaparak, “kürsülerini sokağa kurarak” ve ajtasyonu yükseltip yayarak, hareketin politik bir hareket olarak gelişmesini garanti edecek sınıf partisinin örgütlerinin kurulması ve güçlendirilip kitleselleştirilerek ülke ölçeğinde yaygınlaştırılmasına hasretmek – işte günümüzün sorunu ve sınıf bilinçli işçi ve partisinin görevi budur.

Üstelik, “aşağıdaki”, “alt tabakalar”a ve duygu, bilinç, tutum ve eylemlerine ilişkin değişme ve gelişmeler, yalnızca işçi sınıfına özgü değildir. Önemli ve tayin edici olan budur ve geleceği koparıp alacak olan mücadelelere işçi sınıfı damgasını vuracaktır. Ancak işçi sınıfına yandaşlık edecek diğer sömürülen yığınlar da bu “alt tabakalar”dandır. Ve çoğu kez emek-sermaye karşıtlığı, bir dizi etnik, dini vb. kategorilerinin varlığının yanında, tekeller ve emperyalizmin, herbiri kendi işçi sınıflarına da sahip ezilen halklara yönelik yağma ve baskı koşullarında, sınıf mücadelesinin serpilip gelişmesi, öne çıkan ve çözümü acil ihtiyaç oluşturan emperyalizm (ve işbirlikçileriyle) ezilen halklar arasındaki karşıtlık tarafından örtülmektedir. Bu durum, kuşku yok ki emekle sermayenin karşı karşıya gelişi ve sınıf mücadelesinin gelişmesini güncel olarak zora sokmakta; ancak, büyük zorluklarla boğuşmayı dayatsa bile, ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesinin kesintisiz devrim kavrayışıyla uygun biçimde birleştirilmesi perspektifine sahip olduğu ve eylemine bu perspektif yön verdiğinde, bütün halkın emperyalizme (ve işbirlikçilerine) karşı mücadelesi içinde güçlü mevziler tutacak işçi sınıfına, anti-emperyalist demokratik devrimde önderlik de dahil olmak üzere, kurtuluşu davasında küçümsenemez olanaklar da sunmaktadır.

İşçi sınıfı, sınıf mücadelesi ve sosyalizm adına, emperyalist yağma ve zorbalıktan hiç etkilenmeyen, diğer sömürülen sınıflarla bağlantılara sahip olmayan “pastörize sınıf”, bütün halkı hedef alan emperyalist saldırganlık ve etnik vb. çatışmalardan etkilenmeyen, kendi dışındaki tüm çatışmalarla ilişkisiz kalabilen “saf sınıf mücadelesi”, aynı saflıkla ve genel geçerlilikle, üstelik yalnızca gevezeliği edilecek, ama sınıftan kopuk ve tüm sömürülen yığınlarla talepleri ve mücadelelerini kapsamayabilecek, örneğin Kürtler haksızlığa uğramaya devam ederken ve onları sahiplenmeden gerçekleşebilecek “özgürlükçü” ya da başka tür mantıksızlıkla “idealleştirilmiş sosyalizm” aranıp öngörülecek değildir. Ne “ölümsüz hakikatler” ne de projelendirilmekten başka şeye ihtiyaç duymayan kurgu “sosyalizm”ler olabilir. Kuşku yok ki herşey somuttur, somut koşulları içinde oluşmaktadır ve karşıtlıkların tüm taraflarının, doğal ki işçi sınıfının da, somut nesnel koşullar üzerinden mücadeleye atılmak ve mücadelesini ilerletmekten başka yapabileceği şey yoktur. Yağma ve zulmünün yanı sıra emperyalist işgallerin de birbirini takip etmekte olduğu ve peşinin geleceği anlaşılan bugünün dünyasında, sınıf bilinçli işçi, kurgusal saflıklar peşinde koşmayacak, ama “seçme hakkı” ve “özgürlüğü”nün, “zorunluluğun bilincine varmak”ta olduğunu bilerek davranacaktır. İşçi sınıfının kurtuluşu davasının bilinçli ve kararlı savunucusu ve mücadelecisi olmak, “saflık” ve “lekesiz” sosyalist mücadele arayışıyla mücadelesinin nesnel koşullarına gözlerini kapamak değildir, hiçbir zaman olmamıştır. Bir militanı olduğu ve yürüttüğü sınıf mücadelesinin zemini olan ülke, işçi sınıfı ve mücadelesiyle birlikte bütün sınıfları ve mücadelelerini etkileyen emperyalist yağma ve zorbalığın da konusuysa, örneğin söz konusu ülke, Türkiye gibi, Amerikan emperyalizminin işgale giriştiği Ortadoğu’ya yönelik saldırganlığına üs olarak sunulmuş ve emperyalist savaşa katılmanın kayılarında dolaşıyorsa, ve yanı sıra, IMF’si ve DB’siyle emperyalist kuruluşların, AB ve ABD’nin iktisadi, siyasi, kültürel vb. dayatmalarının konusuysa, yeraltı ve yerüstü kaynakları uluslararası mali sermayeye peşkeş çekilmekteyse, üstelik az-çok demokratikleşmesinin önüne emperyalist tekelci tahakkümün yanı sıra ezen ulusun ulusal zorbalık ve şovenizmi dikilmişse, ezilen ulusun kendi siyasal yönetimini kararlaştırma da dahil tam hak eşitliği ve hatta varlığı tanınmıyorsa…, sınıf bilinçli işçi, sosyalist eyleminde, tümünü mücadelesinin dayanakları kılmadan, ulusal alanı da kapsayan siyasal ve sosyal kurtuluş mücadelesini birleştirmeye yönelmeden edemez. Ezilen halkların emperyalizm ve işbirlikçilerine karşı mücadelesini, ya uzlaşmaz kararlı anti-emperyalist tutumuyla, işçi sınıfı önderliğini gerçekleştirmek üzere bilinçli işçi sahiplenecek ve sosyalizme bağlamaya girişeceği anti-emperyalist mücadele içinde öne düşürek tüm halkı birleştirecek ya da bilinçliliğine de, işçiliğine de halel getiren liberal yaltakçılık veya “saf sosyalist” gevezelikle bu mücadeleyi burjuva katmanların eline terk ederek, önünde sonunda pek çok geri ve gerici özellikleriyle üst tabakaların, dini ve etnik unsurların vb. önüne düşeceği, kuşkusuz kapitalist emperyalizm çağında sosyal kurtuluş mücadelesiyle birleşmediğinde bozuşmaktan kaçınamayacak, demokratik içeriği en çok yalnızca tekelci emperyalist dayatmaları hedef alışıyla sınırlanmaya gerileyecek, emperyalist oyunlara, satın almalara, kararsızlıklara açık hale gelecek ve çoğu kez emperyalizmi de değil, yalnızca işgali ve işgalciyi hedefleyen geri bir platformda yürüyecek (Irak’ta tanık olunduğu gibi, çoğu durumda, halkın etnik ve dinsel/mezhepsel bölünme ve çatışmalardan kurtulamayacağı) bir ulusal mücadelenin seyircisi olacaktır.

Günümüzün emperyalizm karşıtı en halkçı hareketini temsil eden Chavez’in Venezüellası ve genel olarak Latin Amerika’daki anti-emperyalist hareketlenme karşısında kendinden geçen, Türkiye’nin işçi sınıfı ve halktan en uzak ve kopuk, emperyalizm karşısında yaltakçılık ya da “yüksek” politika yapan liberal solcu ve “saf sosyalist” sınıf-dışı burjuva, küçük burjuva sosyalist kesimleri örneğinde olduğu gibi, seyircilik, kuşkusuz tahlikelidir. Seyircilik, bir yanıyla, arasında çalışma ve içinden politika yapmaya burun kıvrılan ve “dinci”, “milliyetçi”, “gerici”, “emperyalizm işbirlikçisi” vb. sıfatlarla nitelemekten üzüntü duyulmayan sömürülen milyonları (hatta darcı “saf sosyalistçilik” oynayanlar, işçi ve emekçilerin sendikalar türü kendiliğinden örgütlerini de böyle niteliyerek “gerici sendikalar” içinde çalışmayı reddediyorlar), gönüllü olarak, çeşitli akımlarıyla, burjuvaziye ve etkisine teslim ve terk etme içeriğiyle beliriyor. Diğer yanıyla ise, daha vahim bir durum oluşmakta; sömürülen ve ezilen kitleler, Türkiye somutundan örnekle konuşulacak olursa, Fethullahçı vb. türleriyle şeriatçı, ırkçı, şoven milliyetçi, Türk-İslam sentezcisi, derin devletçi vb. gerici akımlarıyla, yüzde 90’lık anti-Amerikancılık üzerinde tepinmeden edemeyecek egemen sınıfların kollarına atılmakta, korunmasız bırakılarak onların manevralarının alanına terkedilmektedir. Bunun, kitlelerin, yanı başımızdaki hunhar emperyalist saldırganlık ve işgale tepki ve öfkesini ifade eden, belirli bir anti-emperyalist içeriğe sahip, ancak kuşkusuz kapitalizm karşıtlığına genişlemeyen, kendiliğinden, ve dolayısıyla, geleneksel inanç, fikir ve önyargıların etkisiyle sakatlı anti-Amerikan duygu ve eğilimini, örneğin Kürt ve dolayısıyla eşitlik, özgürlük, halkların kardeşliği ve demokrasi düşmanlığına dönüştürmeye ve gerici amaçlarının hizmetine koşmaya çalışmasında şaşılacak şey olmayan Türkiye gericiliğini güçlendirmekten başka bir anlama gelmediği ve gelmeyeceği ortadadır. Kendilerine mevcut düzen içinde bir yer arayan, AB vb. üzerinden düşünüp davranan ve emperyalizm (kuşkusuz işbirlikçilerinin de) yaltakçısı liberal solcuların pozisyonu bakımından, burada anlaşılmayacak şey yoktur. Tuhaf gibi görünen; –geri ve gerilikleri, cahillik ve basitlikleriyle, gericiliğin etkisi altındaki emek yığınlarına yakıştırılamayarak– sınıftan ve halktan koparılıp, adlarına hareket etme düzeyine “yüceltilmiş” sosyalizm ideali ve yine yığınlar yerine kendileri tarafından yürütülecek “anti-emperyalist” mücadeleye ilişkin söylevlerle ortalıkta dolanan anti-emperyalistlik ve sosyalistliği kendilerinden menkul olanların durumudur. Ayaklarının yerden kesikliği ve burunlarından kıl aldırmazlıklarıyla maksatları tam tersinden hasıl olmakta; sendika ve benzeri örgütleriyle birlikte “gerici”, “yobaz”, “milliyetçi”, “Avrupacı” vb. sıfatlarıyla niteledikleri, safları arasında “içeriden” ve “aşağıdan” çalışılıp ciddi bir aydınlatma faaliyetinin konusu edilmedikçe, geleneksellik ve önyargılardan da beslenen milliyetçi, dinci vb. türden burjuva gerici fikirlerin –hatta genellikle yönelim ve tutumlarını belirler hal alan– ciddi etkilerinden kurtulmaları/kurtarılmaları olanaksız olan sömürülen yığınları, seçkinci keskinlik ve darlıklarıyla, gericiliğin etkisine tamamen açık ve kendi hallerine bırakarak, bir dizi ucube akımıyla Türkiye gericiliğinin, aldatıcılıktan provokasyonlara varan yollarla yedekleyip birbirlerine düşürerek, üzerlerinden oyunlar tezgahlayarak dayanaklarını güçlendirmesine “kendi cürümlerince” katkıda bulunmaktadırlar. Bu tutum, kuşku yok ki, yalnızca gericiliğin kendisini güçlendirmesine hizmet etmekle sınırlı değildir; ama yığınları dışlayan dayanaksız anti-emperyalist söylemlerin nasıl emperyalizmi beslediğinin de örneğidir. Gericiliğin eline ve insafına terk edilen sömürülen yığınların –anti-emperyalizm ve kapitalizm karşıtlığına ilerletilmek için çaba harcanmadıkça– yüzde 90’lardaki anti-Amerikancılığının, çeşitli gerici akımlarca içi boşaltılıp bozuşturulması ve örneğin Kürt düşmanlığına dönüştürülmesini kolaylaştıran bu bigane kalış, sessizlik ve müdahalesizlik, kuşkusuz buralardan, dayanaklarını güçlendiren emperyalizme sunulmuş hizmettir.

Bilinçli işçinin, bugünkü bütün karmaşık karşıtlık ve çatışmalar içinde yolunu doğrultma ve devrimci eylemini yürütme yeteneği göstermeden sıfatına ve adına layık olamayacağı kuşkusuzdur. Yine kuşku duyulamayacak olan temel bir gerçek ise, emperyalist saldırganlığın gemi azıya aldığı bugünkü kapitalist emperyalist dünyada, uluslararası işçi sınıfının, ezilen halklar ve anti-emperyalist demokratik içerikli mücadelesini desteklemek ve ezilen halkları kendi düzeyine yükseltmeyi hedefleyerek, onunla ve mücadelesiyle birleşmek zorunda oluşudur. Dünya işçi sınıfının yanı sıra ezilen halklar dünya devriminin temel dinamiklerindendir ve bilinçli işçi dünya işçi sınıfıyla ezilen halkların ittifakını öngörmezlik edemez. Bu ittifak; ulusal sorunların esas olarak çözümlendiği, emekle sermayenin az-çok açıklık ve netlikle karşı karşıya geldiği gelişmiş kapitalist ülkeler işçi sınıfları açısından hemen tamamen uluslararası bir ittifak özelliği taşırken, kendi içinde ulusal sorunlarını çözememiş, demokrasiyi kazanmak durumunda olan, emperyalist yağma ve zorbalığın alanı durumundaki –istisnalar dışında kuşkusuz kapitalist– ülkelerde, uluslararası bir özellik de taşımasının yanında ülke içindeki mücadelesinin de gereği ve dayanağı olmak durumundadır. Örneğin Türkiye işçi sınıfı, dünyanın tüm ezilen halklarını ve mücadelelerini desteklemek durumunda olduğu kadar, kendi mücadele alanını oluşturan ülkesinde, ezilen Kürt halkını ve eşitlik ve özgürlük mücadelesini sahiplenip desteklemek ve emperyalizm ve işbirlikçilerinin sömürü, yağma ve zulmüne karşı bütün sömürülen yığınları ve mücadelelerini sahiplenip desteklemek, yine gündelik politika yapmayı sürekli kılıp “kürsülerini sokaklara kurarak” geliştirip yaygınlaştıracağı ajitasyonla bütün Türkiye halkını ve mücadelesini birleştirmek, üstelik, emperyalizmle çatışabilecek tekel-dışı burjuva katmanları da kendi yanına çekmek, en azından tarafsızlaştırmak ve emperyalistler ve işbirlikçileriyle birleşmeye itmemek zorundadır ve ancak bunları başararak geleceğini kazanabilir.

Kolay değildir; ancak bütün eski güçlü geleneksel fikir ve önyargılarla dinsel, milliyetçi çit ve yaklaşımların etkisini gidererek halkı birleştirmenin başka yolu yoktur. Başka türlü ne halkın ne de işçi sınıfının kurtuluşu olanaklıdır.

***

Tek tek ülkelerde ve uluslararası ölçekte işçi sınıfı ve ezilen halklar.. İşçi ve emek hareketi ile –düşman ve hedeflerinin ortaklığıyla– demokrasi mücadelesiyle iç içe giren ulusal kurtuluş hareketleri.. Sosyalizm ve anti-emperyalizm. Öte yanda, kazanılmış hakların gaspı, çalışma yaşamının esnekleştirilmesi, taşeronlaştırma gibi neoliberal uygulamalar ve finansal serbestlik, –borsa, faiz, döviz üzerinden ve mortgage ile konut alanına da kapsayan– spekülasyon ve “sıcak para” dolaşımına dayalı para ticareti vb. ile ileri ölçekte derinleşmekte olan işsizlik ve yoksulluk, açlık, savaş ve işgaller gibi yıkıcı sonuçları ve kendi iç çatışmalarıyla emperyalist kapitalizm.

Bugün çatışma; yoğunlaştırılmış sömürü ve dizginlerinden boşanmış tekelci yağma ve zorbalıktan başka bir şey olmayan kapitalist emperyalizmin, dünya egemenliğini pekiştirme ve yayma peşindeki koçbaşı Amerikan emperyalizminin dünya işçi sınıfı ve halklarıyla tüm ilerici insanlığa ve birikimlerine karşı açmış olduğu savaş ekseninde gelişmekte, çatışmanın güçleri, bu eksende pozisyon almakta, mevziye girmektedirler. Bu, hem dünya işçi sınıfı ve ezilen halkları hem de kendi iç çatışmaları dolayısıyla emperyalist ve gerici ülkeler (sosyal temeli bakımından: farklı gruplara bölünmüş ve bölünmekte olan –geri ülkelerdeki işbirlikçileri ile birlikte– uluslararası tekelci burjuvazi) bakımından geçerlidir.

Son yılların özelliği, Amerikan emperyalizminin dünya egemenliği peşinde koşmaya hız vermesi; 1) “cephe gerisi”ni yeniden düzenleyip pekiştirmeye, 2) enerji ve geçiş yolları başta olmak üzere –halkların zenginliği olan– dünyanın yeraltı ve yerüstü kaynaklarına el koymaya, bu doğrultuda, en başta halklarını gaddarlıkla katletmeye girişerek, önüne dikilen ya da zorluk çıkaran ülkelerin rejimlerini devirmeye ve 3) bugün için kendinden zayıf oldukları ve çatışmadan kaçındıkları, ama aynı zamanda palazlandıklarında kuşku olmayan rakiplerini, kendi çıkarlarını kabule ya da iktisadi ve mali, başta enerji olmak üzere kaynaklar bakımından ve siyasal stratejik olarak kuşatmaya ve zamansız çatışmaya zorlamaya yönelmesidir.

Son yılların buradan türeyen bir diğer özelliği ise, sosyalizmin geçici yenilgisiyle de kolaylaşıp hızlanan dünya ölçüsünde gericileşmedir. Dünyanın gidişatı, yeniden, Hitler’in üreyip yükselişe geçtiği koşulları hatırlatan, yalnızca neo-faşist hareketlerin yükselişiyle değil, ama en başta Bush ve “neocon”lar şahsında, herhalde yakında terminolojide kendi tanımını da bulacak olan “yeni faşist” yükselişle karakterize olmaktadır; ama gericileşme, ne Bush ve neoconlar ne de Amerika ile sınırlıdır, bütün ülkeleri ve sosyal demokrasiye kadar tüm burjuva akımları kapsamaktadır, geneldir.

Amerikan emperyalistlerinden başlayarak, tekellerin bugünkü çıkarlarını ifade etmek ve saldırgan emperyalist amaç ve planların ihtiyaçlarını karşılamak üzere, emperyalizm, bütün gerici dayanaklarını harekete geçirmiş, bununla yetinmeyerek, Ortaçağ kalıntısı karanlık güçleri, ırksal, dinsel vb. tüm Ortaçağ gericiliğini yardımına çağırmıştır. Bu “yardıma çağırış”, şüphesiz, genel bir gericileşmenin işareti olduğu gibi, rakiplerininkini de etkileyen Amerikan emperyalizminin bugünkü somut hedefleriyle de ilgilidir.

Bugünkü hedefinin –kuşatmaya giriştiği Rusya’nınkiler dışındaki– başlıca enerji deposu durumundaki Ortadoğu, Hazar Bölgesi ve Ortaasya olduğu ve ABD’nin, “Avrasya” olarak da tanımlanan bu bölgeyi, batı ve doğusundan çekiştirerek, Kuzey Afrika’dan Güneydoğu Asya’ya kadar GOP adıyla tanımladığı ortadadır.

Tanımlanan bölgenin halkları, ezici çoğunlukla Müslümandır. Ve Ortaçağ gericiliğinin katkısının, özel olarak, bu yönüyle de istendiği bellidir ki, bu; ABD’nin, bugünkü dünya egemenliği stratejisini, gerçek içeriğini gözlerden gizlemek ve Amerikan halkı başta olmak üzere, Batılı halkları ardında yedeği olarak safa sokmak üzere dayandırdığını ilan ettiği “Medeniyetler Çatışması” konsepti, “seçilmişlik” iddiası ve zaman zaman Bush’un ağzından kaçırır gibi yaptığı “Haçlı Seferi” türü açıklamalar, açıktan İncil’e atıflar, kitabı İncil’e uygun olarak yeniden yazılacak “Ilımlı İslam”a dair fikirlerle vb. açık olarak ortaya konulmaktadır. “Hıristiyan-Yahudi Medeniyeti”nin karşısında “düşman” “Müslüman Medeniyeti” ya da “uluslararası terörizm” olarak da tanımlanan “Cihad” halindeki “radikal İslam”!

Bu konsept; gelişmiş kapitalizmin ürünü olan ve dünya açlık ve bombalarla vb. kırılırken (kuşkusuz ABD’de de, örneğin barınaksız 30 milyondan çok kişiyle, yoksulluk içinde kıvranan bir “alt tabaka” vardır) az-çok refah içinde bir yaşama sahip orta sınıf Amerikalı’ya seslenen, modernite kaynaklı “Amerikan yaşam tarzı” yüceltisi yanında, Amerikan emperyalizminin, özellikle “cephe gerisi”ni kapitalist tekeller ve dünya egemenliği kavgası ardında derleyip toplamanın temel bir dayanağı olarak hizmet görmektedir.

“Cihad” halinde, “terörizm”le sağa-sola saldıran, 11 Eylül’le kendi içine kadar sokulup doğrudan zarar verme yeteneğini kanıtlayan (oysa asıl fail, ya doğrudan ya da “taşeron kullanarak, Amerikan gizli servislerinden başkasıysa şaşmak gerektir!) Müslüman – işte Amerikan ve Batı halklarına gösterilen “düşman”!

ABD emperyalizminin –bir yanıyla çıkarlarını az-çok tanıyarak, bir yanıyla kendi çıkarlarını dayatarak, Batılı emperyalistlere de benimsetme doğrultusunda mesafe katettiği–, “uluslararası terörizme karşı savaş” olarak formüle edip “Medeniyetler Çatışması” konseptine dayandırdığı dünya egemenliği hesapları ve bu yöndeki uygulamalarının; dünya halklarının yanında, bizzat Batı halklarını, işçi ve emekçilerini de, giderek yoğunlaştırılmış sömürü, yağma ve zorbalığın konusu ederek hedef aldığı kuşkusuzdur. Ve aslında, “İslami terörizm”le korkutularak, kendilerine yönelik tekelci saldırganlığı görüp kavramaları, karşısında tutum geliştirmeleri önlenmek ve gerçek düşmanları olan tekellerin çikarları doğrultusunda yedeklenmek istenenler, emperyalizmin “cephe gerisi”ni oluşturan Batılı işçi ve emekçilerdir.

Ancak Ortaçağ gericiliğinin de tekeller lehine harekete geçirilmesini öngören “Medeniyetler Çatışması” ve “uluslararası terörizme karşı mücadele” tezleri, şüphesiz yalnızca, ürkütüp korkutmayı ve “iyi Hıristiyanlar” ve “Amerikan yaşam tarzı” meftunları olarak emperyalist yedek haline getirmeyi hedeflediği Batılı işçi ve emekçileri ve kazanılmalarını amaçlamakla kalmamaktadır. Aynı zamanda bu konsept ve yön verici formülasyonlar; tersinden, GOP ile hedefe konan bölgenin Müslüman halklarını, 1) Fethullahçı tarikat örneğinde olduğu gibi, –tarafları ile birlikte, sorunu, aynı şekilde, Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında göstermesi dolayısıyla– “Medeniyetler Çatışması” ile aynı içeriğe sahip, çizdiği çerçeveden çıkmayan, ama ona “ram olan”, görünüş olarak “iyi Müslümanlık” adına Hıristiyanlıkla uzlaşan, aslında İslami inançlı halkları emperyalizmle işbirliğine yönelten “Medeniyetler Barışı” ya da “dinler arası hoşgörü ve barış” yaklaşımlarıyla “Ilımlı İslam”ın etrafında toplanmaya ve 2) “Ilımlı İslam”a ikna edilip kontrol altına alınamayan, kendilerine yönelttiği saldırganlık, aşağılama ve katliamlar nedeniyle emperyalizmden, özellikle Amerikan emperyalizminden derin öfke duyup nefret eden halkları, İslami inançları üzerinden, başarıya ve emperyalizmden kurtuluşa götürmesi olanaksız ve kolaylıkla üstesinden gelinebilir türden olan bir radikalleşmeye tahrik ederek, buradan, hem Batılı halklara kendi gerçek düşmanları yerine gösterilecek kurgusal “düşman”ı olabildiğince derlemeye ve hem de emperyalizme karşı köklü ve ciddi bir mücadele yürütemez kılınacak İslami halkları, kafa karışıklığına, anti-emperyalizm adına kurtuluş yolu sayacağı ve zaten izini sürmeye yatkın olduğu İslama sarılmaya, ve sonuç olarak, anti-emperyalist mücadeleyi bozuşturup, içini boşaltarak zayıflatmaya yönelticidir.

Nitekim, başta Amerikan mihrağı olmak üzere, emperyalizm, hem Batılı halkların kafalarını karıştırıp yatıştırarak kendine bağlamak ve hem de bir bölümünü “Ilımlı İslam”la yatıştırdığı İslami halkların tırmanan emperyalist zorbalığa nefret ve düşmanlıkla dolmuş asıl yığınlarını, anti-emperyalist özlem ve yönelimlerine karşın, çerçevesine sıkışması ve labirentlerinde kendini kaybetmesini teşvik ettiği –zaten geleneksel olarak eğilimli olduğu– İslami formlar içinde hareketlenmesi ve dostu-düşmanı karıştırır hale gelmesi için yaptıklarından belirli sonuçlar derlemiştir.

“Karikatür krizi” olarak oluşan durum; hem emperyalistler tarafından, sözde “ifade ve basın özgürlüğü”nü ileri sürerek, İslami halkların, Batılı halklar bakımından çekiciliği olan özgürlükler adına, tahrik ediciliği kesin olan, Peygamberlerinin aşağılanması aracılığıyla aşağılanmaları ve İslami zeminde radikalleşmeye, görüldüğü gibi elçilik vb. yakıp yıkmaya zorlanmalarının örneği olmuş ve hem de İslami halkların, küçümsenemeyecek ölçekte, emperyalizm yerine “Hıristiyan Batı”yı ve Hıristiyanları hedef edinmeye yöneldiklerini/yöneltilebildiklerini göstermiştir. Başarıya götürmesinin olanaksızlığı bir yana, Şam’da ya da başka ülkelerin başka kentlerinde Batı elçiliklerini yakanlar ya da Nijerya’da olduğu türden kiliselere saldıranlar, emperyalist kafa karıştırıcılığın yanında, kendilerine dayatılan bu “kendi” eylemleriyle de oluşan ve nesnelliği de etkileyen öznellikleriyle, Hıristiyanlıkla mücadele “ihtiyacı”na ilişkin olarak daha çok ikna olmuş; dağıtıcı, Batılı halkları düşman saflarına itici ve dolayısıyla bölücü böyle bir “mücadele”yi, tekeller ve emperyalizmle mücadele yerine geçirmeye daha yatkın hale gelmişlerdir.

Irak’ta “mezhep çatışması” içeriğiyle bir “iç savaş”a ilerleyen süreç de, kuşkusuz emperyalizmle halklar arasındaki karşıtlık yerine, benzer şekilde, dinsel karşıtlıkların ikamesinin teşvik edilmesinin hem başarı sağlayacak gibi görünen bir örneği, hem de dinsel temel üzerinde gelişmelerin alabileceği seyrin bir göstergesidir. Ve kesinlikle, emperyalist merkezlerden dayatılmış “Medeniyetler Çatışması” konseptinin dinselliği öne çıkaran ve –sömürü, talan, işgaller vb. türü dayanakları ve tamamen nesnel çıkarlarıyla kapitalist tekellerle halklar arasındaki karşıtlıkça belirlenen– gerçek temellerinden kopararak anti-emperyalist mücadeleyi battallaştırmayı amaçlayan yaklaşım ve belirlemelerinin, aynı içerikli, doğrudan ya da tersten uzantısının ürünü olarak oluşmakta; işgale karşı direnen ve direnme potansiyeli taşıyan güçleri bölüp mezhepler halinde birbirine düşürmekte ve direnişi battallaştırmaktadır. Dinsel çatışma olarak “medeniyetler çatışması”, kuşku yok ki, aynı zemine sahip “mezhep çatışmaları”nı da kapsayacak; Hıristiyanlık ve Müslümanlık kadar, emperyalist planların baskın olduğu ve bu planlar çerçevesinde CIA ve MOSSAD türü gizli servislerin at oynattığı günümüz koşullarında, en başta, emperyalistler tarafından birbirine karşı kışkırtılması ve dinselliğin bunca yaygın zemininde ürünlerinin toplanmasında şaşılacak bir şey olmayan İslami mezheplerin arasındaki çatışmanın da önünü açacaktır. Nitekim, Irak’ta işaretlerini vermekle kalmayıp, birkaç gün içinde yüzlerce ölüye neden olarak güncelleşen mezhep çatışmaları, belirli bir boyut kazanmış ve daha başlangıcında işgale karşı mücadeleye nifak sokup onu geriye iterek, dinselliğin ve dini temelli yaklaşım ve mücadelenin çıkar yol olmadığını ve emperyalizmi güçlendirdiğini göstermiştir.

Trabzon’da 16 yaşında bir gencin papazı vurması da kuşkusuz aynı kapsamdadır. Hırıstiyanlığı ve papazlarını düşman bilip öldürmekle varılabilecek bir hedeften söz edilemez.

Türkçülükle beslenmiş İslamcılığın sinemaya aktarılması olan Kurtlar Vadisi Irak filmi ve etkisinin de, aynı şekilde değerlendirilmesi gerektir. Türk-İslam sentezcisi bu filmin asıl önde gelen ideolojik dayanağı ve mesajının ırkçılık ve Türkçülük, Türk milliyetçiliği olduğu bir gerçektir. Ve tıpkı dinsellik gibi, ırkçılık ve milliyetçilik de, emperyalizm ve işbirlikçilerinin yardıma çağırdığı unsurlardandır. Tek farkla ki, dinsellik Ortaçağ kaynaklıdır, milliyetçilik ise kapitalizme özgüdür. Dinsellik, kapitalist emperyalizm karşısında çıkarları ortak olan dünya işçi ve emekçilerini, dinlerine göre bölerken, milliyetçilik, milletlerine göre böler ve düşmanlaştırır.

Elbette iki tür bölünmenin de hiçbir temeli yok değildir. Ama kapitalist emperyalizm çağında, emperyalizmi hedeflemediğinde, bunlar, sahte bölünmeleri koşullayıcıdır. Yoksa kuşkusuz, hem dinsel hem de ulusal farklılıkların gözönünde bulundurulması ve farklı din ve uluslardan yığınlar arasında çalışırken özgünlüklerinin dikkate alınması gerektir. Yeter ki, bu farklılıklar, kapitalist emperyalizm çağında, işçi ve emekçileri dinsellik ve milliyetler temelinde bölerek emperyalizme karşı mücadeleyi zaafa uğratıp olanaksız kılacak, Ortaçağ “din savaşları” ya da kapitalizmin yükseliş dönemindeki burjuva pazar kavgaları türünden kavgalara yolaçan öncelik ve belirleyicilikte bölünmeleri koşullayan karşıtlıklar olarak anlaşılmasın! Şimdi, artık geçmişin kalıntısı olanlar da içinde, tüm karşıtlıklar, emperyalizmin başlıca karşıtlıklarına bağlanmıştır. Ama şu ama bu yönde. Sözü edilen dinselliğe ve milliyetçiliğe dayanaklık eden dini ve milli karşıtlıklar; ya uygun biçimleriyle emperyalizme karşı mücadeleye bağlanarak onun hizmetine girecek ya da emperyalizmin üzerinde tepindiği oyun alanlarının yaratılmasında işlevsel olacak; Fethullah türünde olduğu gibi dolaysız ve gönüllü işbirlikçilik aracılığıyla veya başta ABD’yi hedefliyor görünen bomba ve silahlar kuşanmış haliyle ve görünüşte bükülmez radikalizmiyle, tersten, ABD ve çıkarlarının hizmetinde olacak, onu güçlendirecektir.

Yurtseverlik kuşkusuz olacak, samimi dinsel inanç sahipleri de kuşkusuz başka şeylerin yanında inançlarına da yöneltilmiş aşağılama ve yoksaymaya tepkiyle başlıca talan ve zorbalık kaynağı emperyalizme karşı harekete geçebilecektir. Ne tekeller ve emperyalizmle çelişmelere sahip belirli burjuva katmanların –bir tizi tutarsızlık ve uzlaşmayı kapsamadan edemese de– ulusal neden ve taleplerle sınırlı mücadelesi olanaksız sayılabilir ve ne de dini zorbalığın belirli mücadelelerin kaynağı olabileceği tümüyle reddedilebilir. Önemli olan, şu veya bu talep üzerinden oluşan tepki ve öfkenin kapitalist emperyalizme karşı mücadeleye bağlanıp bağlanmadığıdır. Ötesi, tarihte çok kez kanıtlanmış ve günümüzde de durmadan kanıtlanan bir çıkmazdır.

Kapitalist emperyalizmi ve dayanaklarını hedef edinmeyen, dinsel ya da salt ulusal, dinselliği ve/veya şovenizmi, ırkçılığı vb. kapsamaktan kaçınamayan milliyetçiliği ideoloji düzeyine yükseltmiş yaklaşım ve tutumların emperyalizme bağlanması ve onu güçlendirmesi kaçınılmazdır. Örnek verilecek olursa, 16 yaşındaki gencin Trabzon’da yaptığı türden papazları hedefe koyarak ya da –kuşkusuz tüm direnişin bunlardan ibaret olmadığı– Irak’ta görüldüğü türden din savaşı ve mezhep çatışması üzerinden veya Kurtlar Vadisi Irak’ın propagandasını yaptığı Türk-İslam sentezinin Mafya artığı Kontrgerillacı ve tarikatçı dayanakları ve hele gericiliğin temel karakteri ve başlıca göstergesi olarak, harekete geçmesinden sonsuz korku duyulan halkı ve mücadelesini dışlayan “orduya bedel” kahramanlarıyla emperyalizme karşı mücadele yürütülemez.

Emperyalizm, ne papazdır ne de din (Hıristiyanlık) ve dinsel düşman. Emperyalizm ne Amerikalı ya da Avrupalıdır ne de Amerikan ve Alman, Fransız vb. milletleri. Üstelik, emperyalizmin ne dinle ve ne de millet ve millilikle ilgisi vardır. Tümünü, Ortaçağ kalıntısı Hıristiyanlığı olduğu gibi Müslümanlığı da, çoktan ilgisini kesip, milli çıkarların yerine tekelci emperyalist çıkarlarını geçirerek aştığı –kapitalizmin yükselişi dönemine özgü– millet ve milliliği de yalnızca kendi tekelci, emperyalist amaçlarının hizmetine almış, kullanmaktadır. Fethullahçı değildir kuşkusuz, ama onu barındırmakta, beslemekte ve tarikatını, okullarını vb. doğrudan fonlarıyla finanse etmektedir. Kuşkusuz Evangelist değildir, Hıristiyan da değildir; dini ve imanının para ya da mali sermayenin egemenliği olduğundan kuşku duyulamaz. En çok önem vererek kullandığı Hıristiyan ya da özel olarak Evangelist (Bush Evangelist’tir) değerleri bile, daha karlı başkasını bulduğunda, bir dakikada değiş-tokuş edebilir. Dinsel ve milli değerleri, emperyalist amaçlarla, yalnızca kullanmakta, istismar etmektedir. Dolayısıyla buradan karşısına dikilmek mümkün değildir. Hele buradan emperyalizm karşısında birleşik bir güç oluşturmak mümkün olmadığı için (mezhep çatışmaları hatırlansa yeterlidir), az-çok başarıyla gelişebilecek bir anti-emperyalist mücadele zemini oluşabileceği ileri sürülemez. Sadece Hıristiyan-Müslüman karşıtlığını değil, ama örneğin Türk-Amerikan ya da başka salt milli karşıtlıkları zemin edinmeye yönelmiş, Türkçülük, Arapçılık, Kürtçülük… esaslı yaklaşım ve tutumlarla da emperyalizmle savaşılamaz. Kesinlikle yenilgiye götürücü olması bir yana, önünde sonunda emperyalizme bağlanması kaçınılmaz olan bu yaklaşım ve tutumlar; zaten somut örneklerinde görülebileceği gibi, ortaya çıkışları, gelişmeleri ve hemen tüm yönelimleriyle birlikte, ya doğrudan emperyalizm kaynaklı (örnek: Bin Laden ya da Zarkavi,) ya da emperyalizm bağlantılıdır. Bu emperyalizm kaynaklılık ya da bağlantılılığa, 1. Dünya Savaşı öncesi Alman emperyalizminin yükselişi ve Pan-Türkçülük ve İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan emperyalizminin başında durduğu sosyalizm düşmanı “Hür Dünya” ve onun vurucu gücü olarak NATO’ya bağlı olarak, anti-komünizm, şöven milliyetçilik, Türkçü ırkçılık ve faşizmi zemin edinen “derin devlet” ya da kontrgerillanın yapılandırılması da örnek verilebilir.

Empenyalizmin işbirlikçilerinin de dinle ve millet ve millilikle bir ilgileri yoktur. Örnek olarak, dinci geçmişine ve liderinin dini eğitimine karşın, AKP’nin hali ortadadır: Dinsel argümanları, yalnızca tabanını elinde tutmaya dönük siyasal ve “işbitirici” amaçlarla kullanmaktadır; ve biliniyor ki, çoktan dini, imanı para olmuş, örneğin “Allah korkusu”nu çoktan geride bırakmıştır.

Burjuva gericiliğin durumu, millet ve millilik açısından da AKP’nin dinle ilişkisinden farklı değildir. Emperyalizmle birleşen burjuva gericilik çoktan milletle bağını koparmış, işbirlikçi tekelci çıkarların peşine düşerek millete ihanet etmiş, “millilik”i, tekelci sömürünün Türkiye topraklarındaki gerçekleştiriciliği ve aracılığına indirgemiştir. “Vatan”, işbirlikçiler için, emperyalizm karşısında sahip çıkılıp savunulacak değil, ama örneğin Kürtlerden kıskançlıkla sakınılacak, ama kilometrekarelerce bölümleri emperyalistlere üsler olarak sunulacak, koca koca fabrika ve işletmeleri, yeraltı ve yerüstü kaynakları yabancı sermayeye peşkeş çekilecek bir kategoridir.

Öyleyse çeşitli akımlarıyla burjuva gericiliğinden, ne dini ne de milli esaslara dayalı bir emperyalizmle mücadele beklenemez. Burjuva gericiliğin en fazla yapabileceği, belirli bir mali sermaye grubu ve emperyalist devletle işbirliği halinde –kendisi değil, efendisi tarafından belirlenecek– bir başka mali sermaye grubu ve emperyalist devletle mücadeledir; emperyalizme karşı mücadele değil, ama, emperyalistler arası gerici mücadeleye katılmaktır.

Emperyalizm, Hıristiyanlık ve papazlar ya da Amerikalılar ve Amerikan milleti vb. olmadığı gibi, Türkçü, şoven milliyetçi, Türk-İslam sentezci ya da ılımlı veya radikal İslamcı türden emperyalizmin hizmetinde ya da onu güçlendiren çeşitli gerici akımlarca çerçevesi belirlenen bir anti-emperyalist mücadele sürdürülemez ve bu, ezilen halkların enerjisini ve anti-emperyalist içerikli öfkesini heba ettirmekten başka sonuç vermez.

Emperyalizme karşı, ancak onun kapitalist dayanaklarını, halkların zenginliklerine yönelik sürdürdüğü talanı, dünya egemenliğini hedefleyen siyasal-stratejik hesaplarını karşısına alan ve dini, milliyetçiliği vb. araç olarak kullanarak halkları birbirine düşürme hesap ve oyunlarını boşa çıkararak yürütülecek bir mücadele mümkündür. Ancak böyle bir mücadelenin başarısı umulabilir.

Öyleyse anti-emperyalist mücadele, IMF ve Dünya Bankası başta olmak üzere, emperyalist mali ve iktisadi soygunculuk kuruluşlarını ve onların, serbest bölgeler, özelleştirmeler, taşeronlaştırma, mali liberalizasyon ve Merkez Bankası gibi kurumların “üst kurullar” türü özerk ama kendilerine bağımlı örgütlenmesi, borç çıkmazı dayatması, esnek çalışma, sendikasızlaştırma, GSS vb. türü mali, iktisadi ve sosyal; başta ABD ve AB türü birlik örgütlerinin gümrüklerin sıfırlanması, KYTK, “uluslararası teröre karşı savaş”, GOP vb. politikalarında “görev” verici, Türkiye’yi örneğin nükleer silah sorunu üzerinden İran’ın üzerine sürücü, Kürt sorununu koz olarak kullanıcı, halkların kardeşliğini, barışçı dış politikayı ve karşılıklı egemenlik ilişkilerini hiçe sayan tekelci dikte ve siyasal, sosyal ve iktisadi; başta NATO olmak üzere askeri kuruluşlar ve doğrudan ikili ilişkiler üzerinden büyük emperyalist devletlerin üs bulundurma ve kullanma, kontrgerilla faaliyetleri, Türkiye’yi emperyalist savaşlarda dayanak olarak kullanma türünden askeri; uluslararası tahkim kurulları ve MAI, MİGA, GATTS, TRİPS vb. türü hukuki dayatmalarıyla, emperyalist kültür dayatmasını, “Medeniyetler Çatışması” türü dayatmalarını, “Ilımlı İslam”ını vb. hedefe koyan, emperyalist ve işbirlikçi tekellerin, tekelci sömürü ve talanın tasfiyesini amaçlayan, IMF, AB ve NATO gibi tüm emperyalist kuruluşlardan çıkmayı ve ikili emperyalist antlaşmaların feshini öngören bir mücadele olarak yürütülmek durumundadır. Din savaşı ya da milliyetçi düşmanlıkların, hele Kurtlar Vadisi Irak gibi sanal maskaralıkların işe yaramazlığı ve böyle bir mücadelenin yerine konulamayacağı herhalde anlaşılacaktır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑