Gelecek Biziz!

Konferansımız, tüm gençliği, talepleri ve geleceği için örgütlenmeye çağırıyor!

Bizlere siyasetten, politikadan uzak durun diyorlar. Eğer siyaset bir avuç işadamını daha zengin yapmak, Türkiye’yi ABD’nin üssü haline getirmek, özelleştirmelerle işsizler ordusu yaratmak ise, siyasetin bu çürümüş yanını onlara bırakabiliriz. Bizim uğraşacak daha önemli işlerimiz var. Okulumuzda, işyerimizde, mahallemizde kendi yaşamımızı kurmaya çalışıyor olacağız. Ama bu yaşamı kurmaya çalışırken, görüyoruz ki, yaşantımıza ve geleceğimize dair her planımız, hükümetlerin ve diğer siyaset aktörlerinin egemenlikleri ve bu çürümüş politikalarının altında. İyi bir eğitim almak, iş bulmak ve geleceğimiz kurmak için her gün büyük bir yarışın içine itiliyoruz. Kuralları bizim dışımızda, siyasi iktidarlar tarafından konulmuş bir yarış. Bugün en çok ihtiyacımız olan dostluk, paylaşım, yardımlaşma bu kuralların öyle dışına itilmiş durumda ki, para her şeyin üstünde bir değer olarak sunuluyor.

VAAT EDİLEN GELECEK!

Karşımıza yalan perdesi ile gölgelenmiş bir gelecek tasarımı sunuluyor. Ve bu, medya aracılığı ile her gün yeniden üretiliyor. Gelecek tasarımına dair her yeni buluşlarının sonu ise, bireysel kurtuluşa açılıyor.

Ülkemizde ‘herkesin’ üniversite okuma hakkı var. Ancak ÖSS barajını geçebilen ‘herkesin’. Dershane ile birleşen bir lise eğitimi ve üç saatlik bir sınav bütün geleceğimize yön veriyor. Bir buçuk milyon üniversite adayının 250-300 bini üniversiteye girebiliyor. Ve üniversite okumak için verilen mücadele, okumak ve kendimizi toplumsal olarak geliştirmekten çıkarak, en yakın arkadaşımızı geçme yarışına dönüşüyor. Hem lise hem de üniversite eğitiminin paralı hale getirilmesi, ailelerimizin maddi geliri ile birleşince, bu yarışa hiç başlamadan bırakanlarımızın sayısı bundan daha fazla. Sanayi siteleri, fabrikalar, tekstil atölyeleri, tarım işçiliğinin yolu, bu nedenle, diğer bir seçeneğimiz. İşten atılma korkusu, çalışma saatimiz ve tempomuza göre yapılan ücret farklılığı, bir araya gelmemiz önünde duvarlar örüyor. Ve bugün daha rahat söyleyebiliriz ki, AKP Hükümeti, TÜSİAD (İşadamları derneği), ordu ve diğer iç siyaset aktörleri, politik tercihlerinde tamamen dışa bağımlı bir oyun oynuyorlar. Bunu yaparken, bizlerin geleceğini, Avrupa ve ABD’ye ‘kaçmak’ olarak göstermekten de geri durmuyorlar. Herkes için olmasa da, küçük bir azınlık için, yurtdışında yaşama devam etmenin yolları her zaman açık. Seçeneksiz değiliz; ama her üç seçenek de, bizlerin iradesinin dışında konulmuş kuralla göre işliyor. Diğer bir yandan, Türkiye’de iyi bir eğitim, iş ve gelecek vaatlerinin bittiğini görüyoruz. Abbas Güçlü’nün sunduğu Genç Bakış programının İzmir’deki durağında, üniversite öğrencilerinin “AB’ye hayır” demesi üzerinden yaşanan tartışmalar, bunun güzel bir örneği oldu. Programın ardından, medya, gençliği ‘cahillik’ ve ‘bilgisizlik’ ile suçlarken, nerede hata yaptıklarını da tartışmaya açtı. Sermaye kesimleri ve onların sözcüleri için; AB’ye girdiğimizde ekonomimizin gelişeceği, iş olanaklarının artacağı, daha güzel bir geleceğe sahip olacağımız üzerinden yapılan bütün haberlerin boşa çıkması kadar korkunç bir şey olamazdı. Ve Genç Bakış programında olan buydu. İyi bir gelecek için verilen savaş ve kaygılar üniversite salonunda öfkeye dönüştü.

İyi bir iş, iyi bir eğitim için girdiğimiz yarışta binlercemizin payına düşen işsizlik oluyor. Düşük ücrete, kötü çalışma koşullarına razı dev bir işsizler ordusu. Öyle bir ordu ki, ‘cephe’de birlikte hareket edebilme yeteneği elinden alınmış ‘silah’sız bir ordu. Taleplerimiz ise, bir o kadar acil.

Vaat edilen geleceğin karşısında:

* İşsizlik kapitalizmin bizlere sunduğu geleceğin aynası ise, işsizliğe karşı sokak ve mahallemizden başlayarak, sosyal yardımın bizleri de kapsayacak şekilde genişletilmesi için mücadele etmeliyiz. Muhtarlıklar, belediyeler ve hükümetlerden; işsizlik yardımından, iş ve meslek edindirme kurslarının yaygınlaştırılmasına kadar birçok talebimizi istemeliyiz. Yerel yönetimlerin, yöre derneklerinin, sendikaların olanaklarını bu mücadele için seferber etmeliyiz.

* İşsizlik ve kültürel-sosyal alanların darlığı, bizleri, uyuşturucu alışkanlığından çeteleşmeye kadar mahallemize ve okullarımıza kadar inen yoz kültürün kollarına itiyor. İşsizliğe karşı mücadelemiz kültürel ve sosyal alanların genişletilmesi, bizlerin sağlıklı gelişiminin imkanlarını sağlayacak tarzda geliştirilmesi için bir araya gelmeliyiz.

* Birçok ilde kurulan fakat darlaşarak kapanan gençlik evleri bu mücadelenin bir parçasına dönüştüğünde, hem bizlerin gelişimi için bir mekan hem de mücadele platformu olacaktır.

Bugün yaptığımız her şey geleceğimizi belirleyecek. O zaman bugün ne yapıyoruz sorusuna, evimizden, sokağımızdan, okulumuzdan, işyerimizden başlayarak cevap vermeliyiz. Çünkü bu soruya vereceğimiz cevap, Türkiye ve dünyanın geleceği demek. Bizleri nasıl bir gelecek, nasıl bir yaşam bekliyor sorusunun cevabını ise, bugün yaşadıklarımıza bakarak görebiliriz. İşte o zaman, bizler adına yapılan siyasetin geleceğimizi belirlediğini görebiliriz. Bireysel kurtuluşun yerine birlikte mücadelenin olanaklarını yaratabiliriz. Ve bunun için bugün dünden çok daha fazla nedenimiz var.

REKABETİN BİZLERİ BÖLMESİNE İZİN VERMEYELİM!

Yaşamımızın her alanında bir mücadele sürüyor. Çalışma koşullarının ağırlığı, okumanın önündeki engeller, iş olanaklarının azlığı bu mücadelenin belki de en önemli nedenleri. Bizlerin hayata bakışını ve değer yargılarımızı da bu koşullar belirliyor. Doktor olmak isterken, ÖSS puanı yetmediği için fizikçi olanlarımızın sayısı hiç de az değil. Ya da okumak isterken işçi olanlarımız sayısı bundan çok daha fazla. Bu durum ufak tesadüfler olmaktan çıkıp da genel bir durum halini alıyor ve hayatımızın önemli dönemeçleri bunun gibi bir çok engele takılıyor. İstediği yerde çalışan ya da okuyanlarımız için ise, istek ve hayallerimiz, bir süre sonra gerçekler karşısında dayanabildiği kadar sürüyor. Öğretmen olmak bir süre öncesine kadar, devlet memuru olmak, sigorta ve sendika sahibi olmak anlamına gelirdi; bugün ise, sözleşmeli, yarın ne olacağı belli olmayan yaşam koşullarını getiriyor. Fen-edebiyat fakültesi mezunları için kendi alanında iş bulmak büyük tesadüflere bağlı. Diğer birçok bölümden mezun olanlarımızı da bundan farklı bir gelecek beklemiyor. Bir tekstil atölyesinde çalışıyorsak, fazla mesai olmadan, insanca yaşama koşullarında ücret almak imkansız. Sigorta ve sendikadan bahsetmek ise, birçoğumuz açısından lüks. İşte yaşamımız bu koşullarda sürüyor. İş ve daha iyi bir yaşam için verdiğimiz mücadelenin bu koşullardaki anlamı ise rekabet oluyor.

İş bulabilmek için itildiğimiz rekabet işten atılmamak için verdiğimiz çaba ile birleşince, işçi olmak ve işsiz kalmak arasındaki çizginin de daraldığını görüyoruz. Hükümet tarafından yapılan bütün değişiklikler ve yasal düzenlemeler, bu koşulları her geçen gün daha da artırıyor. Sendikalı, sigortalı çalışmanın yerine sözleşmeli çalışmanın geçirilmesi bunun en çarpıcı örneklerini veriyor. Sanayi sitelerinde, tekstil atölyelerinde aynı çalışma koşulları altında ezilen, dayak yiyen, küfre ve baskıya maruz kalan binlercemiz arasında güvensizlik yaratan, birlikte hareket etmemizi engelleyen koşullar da, yine bu nedenlerden kaynaklanıyor. Mahallemize döndüğümüzde bize kalan ise, bir sonraki güne hazırlanmak için dinlenmek oluyor. Tiyatro, edebiyat, resim, müzik ve sanatın diğer dallarında kendimizi geliştirmemiz, bu çalışma koşulları ile ne kadar mümkünse o kadar gerçekleşiyor. Hükümetlerin, sermaye çevrelerinin bizler için hazırladıkları yaşam koşulları ve gelecek bundan daha fazlası değil. Haklarımızı örgütlenerek ve mücadele ederek almaktan, sosyal-kültürel çalışmalara imkanlarımız doğrultusunda katılmaya kadar, bu yaşam koşullarını değiştirmek için attığımız her adımın uzun soluklu olmaması ise, bizlerin parçalı duruşundan kaynaklanıyor.

Birlikte mücadele etmemizin nedenleri çok fazla, olanakları ise hiç de az değil. Bizleri rekabete iten koşullar aynı zamanda mücadelemizin de kaynağında duruyor:

* LGS, ÖSS, KPSS… gibi birçok sınav, bu rekabetin en görünen yüzleri. Ve bu sınavlardaki adaletsizlik, eşitsizlikler kaldırılmalı. Herkese eşit eğitim hakkı sağlanmalı.

* Her gün dayağa ve küfüre maruz kaldığımız atölyelerimizde sendikasız, sigorasız ve 13-14 saat çalıştırılıyoruz. Ve bu koşullarda her gün yüzlercemiz aynı işyerlerinde bir araya geliyoruz. Bu yaşam koşullarının değişmesi için mücadele edeceğimiz her türlü araca ihtiyacımız var. İşçi derneklerinde, sendikalarda örgütlenmek, haklarımızı alabileceğimiz mücadele platformları olarak bizlere önemli olanaklar sunacaktır.

* Her çıkan iş yasası, bizlerin emeğinden çalıp zenginlerin kasasını doldurmanın yasal kılıfı oluyor. Kamu Yönetimi Temel Kanunu, esnek çalışma adıyla çıkan yasalar ve benzeri uygulamalara karşı birlikte mücadelenin imkanları bugünden var. Emeğimizi, işimizi ve geleceğimizi bir avuç sermayedarın eline bırakamayız.

Konferansımız rekabet koşullarında bu parçalanmışlığa son vermek, haklarımızı kazanmak için atölyelerde, sanayi sitelerinde, okulumuzda, mahallemizde birlikte mücadele etmenin olanaklarını tartışmaya çağırıyor.

BİLİM VE DÜŞÜNCE ALANINDAKİ GERİCİLİĞE İZİN VERMEYELİM

AKP üç yıllık iktidarı boyunca, kendiden önceki bütün iktidarların yapmak isteyip de yapamadığı birçok şeye imza attı. Böylece kendi siyasi çıkarlarını hayata geçirmenin de olanaklarını yakalamış oldu. Ve bu üç yıl içerisinde yaptıklarıyla ve yapmak istedikleriyle, önümüze daha kapsamlı bir gelecek projesi de koymuş oldu.

AKP’nin bilim ve düşünce hayatına olan etkisinin genel karakterini veren, en çok tartışmanın yaşandığı alan olan üniversitelerdi. Üzerine çokça yazılıp çizilen AKP ve YÖK arasındaki çatışmanın ideolojik zemini; laiklik ve şeriatçılık arasındaki bir çatışma olarak şekillendi. YÖK, CHP ve orduya kadar uzanan cephe ile AKP arasındaki mücadelede belirleyici olan da bu zemindi. Yirmi küsur yıldır üniversiteleri baskı altında tutan, ilerici demokrat çevreleri hedefi olarak seçen ve üniversite ile sermaye arasındaki bağlantı noktası olan YÖK, bu karakteri nedeni ile, zaten uzun zamandır istenmeyen bir kurumdu. Piyasacılıkta YÖK’ten çok daha fazlasını sunan AKP’nin elini güçlendiren de, YÖK’ün bu yıpranmış çehresiydi. Rektörlerin; AKP’nin gerici üniversite isteği karşısında yaptığı bütün mücadele çağrılarına geniş öğrenci ve akademisyen çevrelerinden cevap gelmemesi de, aynı nedenlerden kaynaklandı. AKP, nihayetinde kendi YÖK’ünü istiyordu ve üniversitelerden gelen her değişim çağrısını bu planının bir parçasına dönüştürmekten de geri durmadı. AKP’nin 15 yeni üniversite kurma isteği dahi, üniversitelerdeki kadrolaşma isteğinin bir parçası olarak anlamını buldu.

ABD’nin “terörizm ile savaş” adı altında Ortadoğu’ya ilan ettiği ‘Haçlı Seferi’, AKP’nin Türkiye’de hayata geçirdiği gerici, bilim düşmanı politikalarının alanını genişleten bir rol oynadı. Tüm dünya, gerici Bush iktidarının yarattığı bu dalgadan etkilenmeden, kendini bu ‘yeni’ platforma uydurmadan edemezdi ve son tahlilde böyle de oldu. Avrupa’da Ortadoğu kökenliler üzerindeki baskılar artarken, Avrupa Hıristiyan dünyasındaki kendi konumunu da yeniden belirlemiş oldu.

Dünya ölçeğindeki bu değişim genel ifadesini Türkiye’de YÖK ve AKP arasındaki çatışmada bulurken, Türkiye’nin üniversite içinde ya da dışındaki her kurumu şu veya bu şekilde bu süreçten etkilendiler. Bu gelişmeler, özelinde üniversitelerde gençlik ve akademik çevrelerin büyük bir kısmını bu tartışmalar içine çekerken, yaşamın her ufak birimine kadar bir mücadele ortamı da yaratmış oldu. Sonuçta bölümler, fakülteler, enstitüler bütün bu değişimlerin birimiydiler ve AKP’nin, üniversitelerin kaynak sorunundan, kadrolaşmaya kadar her müdahalesi asıl etkisini bu alanlarda hissettirdi. Böylece ülkemizin aydın ve entelektüel geleceği için verilecek mücadelenin alanı da bu hücrelere kadar inmiş oldu. Bu nedenlerle, konferansımız; sınıflardan, bölümlerden başlayarak, gençliği, ülkemizin aydın geleceğine dair, bugün AKP’de simgeleşen piyasacı, gerici ve şeriatçı müdahalelere karşı mücadeleye çağırıyor. 40 yıldır verilen parasız, bilimsel ve demokratik üniversite mücadelesini ileriye götürmek için bu koşulların yarattığı çelişkilerden yararlanmaya çağırıyor. Olanaklarımızı ve mücadele alanlarımızı bugünden görebiliriz:

* Üniversitelerde gerçekleştirilen öğrenci kongreleri, bilim şenlikleri, kulüp faaliyetleri, söyleşi ve forumlar, üniversitelerin sosyal ve fikri hayatına kattığı zenginlikler ve önemli tartışma platformları olduğu kadar, mücadelemizin de önemli ayaklarıdır. Bilimsel ve toplumsal gerçeklerin altüst edilmesine, hurafelere karşı üniversitelerin bu zenginliklerini kullanmalıyız.

* Adana’da Çukurova Üniversitesi’nde geçtiğimiz yıl akademisyen, ÖTK, kol-kulüp, Eğitim Sen ve diğer demokratik kitle örgütlerinin oluşturdukları AKP gericiliğine karşı platform, bugün olanakların genişliğini de gösteriyor. Bu mücadelenin bugün sınıflara ve bölümlere kadar inmesinin çatısını da bu örnekte görebiliriz.

* Her birimizin doğal üyesi olduğu Öğrenci Temsilcileri Konseyi (ÖTK), demokratik üniversite mücadelesinde, sınıflardan bütün bir üniversite yaşamına müdahalede önemli olanakları açarken, bizlerin doğal örgütü olma yapısından uzak. Konferansımız, ÖTK’ların kullanılmasındaki zaafları tartışmaya ve fen-edebiyat fakültelerindeki formasyon deneyimlerinden savaş karşıtı oluşturulan birliklerde ÖTK’nın kullanılmasındaki örneklere kadar, tüm deneyimler üzerinden, mücadele örgütü olarak yeniden örgütlemeye çağırıyor.

* Evrensel gazetemiz, yenilenen formuyla gençlik ekimiz, Bilim ve Düşünce, Evrensel Kültür dergimiz, Tiroj ve diğer yayın organlarımız, bu mücadelenin önemli bir iskeleti olarak, bizlerin eline her gün ve her dönem önemli zenginlikler sunuyor. Üniversite içinde ya da dışında çıkan birçok yayın bu mücadele içinde anlamını bulacaktır.

AKP’nin etkisi sadece üniversiteler üzerinde değil, bütün bir kültür ve edebiyat alanında da kendisini hissettirdi. Atatürk Kültür Merkezi’nin (AKM) yıkılarak yerine otellerin kurulmak istenmesi, bu müdahalenin en çok tartışılan yanı oldu. AKP’nin fikirsel anlamdaki en kapsamlı diğer saldırısı ise, lise ve ilköğretim müfredatlarının değiştirilmesi olarak karşımıza çıktı. Bu, uygulanmaya başladığı andan itibaren teknik aksaklıkların gündeme gelmesinden öte, eğitim alanındaki felsefenin değişimini beraberinde getiriyordu. Yaradılış ve evrim teorisi üzerinden yürüyen müfredat değişikliği, değişimin nasıl bir yönde olduğunu da gösteriyor. Newton’cu eğitim sistemi yerine Kuantum’cu eğitim modeli ile sunulan müfredat değişikliği, kesinliği olmayan bilinemezci bir eğitim anlayışının hayata geçirilmek istenmesinin dayanağı olarak gösterilmeye çalışıldı. Özel okullara yapılan teşvik ve yardımlar ise, gerici fikirlerin kimlerin hizmetinde hayata geçirilmeye çalışıldığının somut örnekleri olarak karşımızda duruyor. Böylesi bir anlayış üzerine kurulan fikir ve düşünce hayatımız, bilinemezci bilim anlayışının ve kaderciliğin gelişmesinin de ortamını kendi doğallığında yaratıyor. Bilim ve kültür alanında insanlığın bütün birikimlerine sahip çıkmak bugün bizlerin omuzlarında. Ve aydınlık bir gelecek için konferanslarımızı bu mücadelenin olanaklarını tartıştığımız, geleceğimiz için kararlar aldığımız platformlara dönüştüreceğiz.

HANGİ ÇAĞDA YAŞIYORUZ!

Teknoloji yaşamımıza hiç olmadığı kadar çok girdi. İnternet, dün ulaşamadığımız birçok bilgiye ulaşmamızın imkanlarını sağlıyor. Bir ülkenin gelişmişliği, bilim ve teknik alanındaki gelişmelere paralel olarak tarif ediliyor. Başta ABD ve Avrupa ülkeleri, bilim ve teknikteki ilerlemelerin merkezi olarak kabul ediliyor.

Bilgi çağı ya da iletişim çağı söylemi, bugünün gerçeklerini ne kadar karşılıyor? İş, eğitim, temiz bir çevrede yaşama hakkımızı ne kadar sağlıyor? ABD’nin Irak’ı işgali ve Ortadoğu üzerindeki planları, bilgi ve teknoloji çağı ile açıklanabilir mi? Elbette hayır! Bugünün gerçeklerine bakarak, çağımızı daha iyi anlayabiliriz. 11 Eylül’de ABD’nin İkiz Kuleler’inin vurulması, ABD’nin dünya üzerindeki iktidarını sağlamlaştırmak için büyük fırsatların kapısını açtı. Yeni Dünya Düzeni söylemi yerini ABD’nin bugünkü planları ile daha uyumlu olan “terörizme karşı mücadele”ye bıraktı. Ve sadece ABD değil, başta Avrupa olmak üzere, bütün emperyalist güçler, bu yeni platforma uygun politikalarını hayata geçirmeye başladılar. Terörizme karşı mücadele, ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgali ile Hıristiyan dünyası ve İslam dünyası arasında bir savaş karakterini kazanmadan ilerleyemezdi. Başta Bush ve iktidarı olmak üzere, ABD’nin gerici ve muhafazakar güç odakları, böylesi bir savaşta Ortaçağ’ın en karanlık güçlerini yardıma çağırdılar. Bilim, sanat, kültür ve insanlığın biriktirdiği bütün değerler, ABD’nin çıkarları üzerinden yeniden tarif edildi. Irak ve bütün Ortadoğu’nun, demokrasiden nasibini almamış, geri kalmış, terörün kaynağı olarak ilanı, Ortadoğu üzerindeki planların ilk adımı oldu. İktidarlar Türkiye’nin komşu ülkeleriyle ilişkilerinde ABD’nin çıkarlarına uygun ilişkiler geliştirdiği sürece, geleceğimizi ABD askerliği dışında tarif etmek zor. ABD üssü rolünü üstlenen bir Türkiye, komşu ülkeleriyle barış içinde yaşamayı başaramayacaktır. Tüm bu gelişmelerin karşısında, Türkiye ve dünyada ABD’nin politikalarına duyulan öfke, antiemperyalist mücadelenin önemli bir dayanağı haline geliyor. Çağımız böyle bir çağ ve yarınımızı, yaşamın her alanında bizleri geleceksizliğe iten koşullara karşı duruşumuz belirleyecek.

ŞOVENİZM DEĞİL BARIŞ VE KARDEŞLİK İSTİYORUZ!

Türkiye’de her şey o kadar hızlı değişiyor ki, bugün çok tartışılan bir gündemin yerini yarın bir başkası alıyor. Ama 80 küsur yıllık Cumhuriyet tarihinde değişmeyen, her dönem bizlerin arasına ırkçı-şoven tohumlar eken kırmızı çizgiler var. Bu kırmızı çizgilerin bizlerin yaşamında en çekilmez ve katlanılmaz olanı, Kürt sorunu ve şovenizm olmuştur. ABD’nin Irak’ı işgali, Türkiye’nin bir iç sorunu olarak görünen Kürt sorununu uluslararası bir sorun haline getirmekten başka bir etki yapmamıştır.

Aynı mahallede komşu olan, aynı işyerinde çalışan, okuyan Kürt ve Türk gençleri arasında ırkçı-şoven fikirlerin tohumları daha ufak yaşlarda ekilmeye başlanıyor. İki çocuğun ellerine tutuşturulan Türk bayrağını yaktıkları iddiası ile başlayan gelişmeler, bütün bir Kürt halkının terörist ilan edilmesine kadar vardırıldı. Oysa ki, kültürünü, dilini yaşatmak için mücadele veren, ekonomik eşitsizliklerden en çok etkilenen, iş ve okuma imkanlarını en az bulan Kürt gençliğinin yaşam koşullarını düzeltmek için adım atmak yerine, hükümet ve devletin tüm yapıları, Kürt gençliğini terörist olarak ilan etti. Şovenizmin yükselişe geçtiği bu dönem, kardeşleşmeye, paylaşıma ve sorunlarımıza karşı ortak mücadele etmeye her zamankinden fazla ihtiyacımız var. Kürt ve Türk gençliği olarak, birbirimizden öğreneceğimiz ve paylaşacağımız çok şey var. Ve kardeşleşmenin adımlarını her dönem attık:

Üniversite gençliğinin ODTÜ-Dicle üniversitelerinin birleşmesi için attığı adım kardeşleşmenin pratik bir ifadesiydi. Ya da geçtiğimiz yıl Barış ve Kardeşlik için Dikili Kampı, Kürt ve Türk binlerce gencin ortak hedeflerde 10 gün boyunca bir araya gelmesinin imkanlarını yarattı. Bu adımlar okulumuzdan, mahallemize kadar aynı ruh ve heyecanla gerçekleştiği oranda, geleceğimiz için atacağımız adımlar daha sağlam olacaktır.

Geleceğimizi ırkçı, şoven çevrelerin eline bırakmamak, aynı coğrafyada kardeşçe yaşamak için ilk adıma buradan başlayabiliriz. Konferansımız Türk ve Kürt gençliğinin kardeşlik platformu olarak barış için mücadeleye çağrımızıdır.

TALEPLERİMİZ GELECEĞİMİZDİR!

Yaşamımızın her alanında ve aşamasında ortaya çıkan sorunlar taleplerimizi belirliyor. Emek Gençliği konferanslarımız bütün bu taleplerimiz için mücadele platformları olarak örgütleyeceğimiz bir süreç olacak. Evimizden sokağımıza, işyerimize ve okulumuza kadar, iyi bir gelecek kurma mücadelemiz, taleplerimiz için örgütlenmekle olacaktır. İşte bizlerin siyasetinin başladığı yer de burasıdır.

Şubat’ta birimlerde başlıyacak Emek Gençliği Konferanslarımız; ilçe, il ve 1-2 Nisan’da Ankara’da merkezi konferans ile sonlanacak.

Sınıfsız, sömürüsüz insanca bir yaşam için mücadeleye!..

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑