Yakın tarihe kısaca bir gözatalım.
Franko’nun faşist darbe girişimi, sosyalistlerin ağırlıkta olduğu, seçimle işbaşına gelmiş ve uluslararası meşruiyete sahip Cumhuriyetçi Hükümet’e yönelmişti. Avrupa’nın burjuva hükümetleri, bu darbe girişimi karşısında seyirci kalmakla yetinmediler, Cumhuriyetçi Hükümet’e karşı anlaşmalardan doğan görevlerini bile yerine getirmeyerek, Mussolini ve Hitler’in vahşi saldırılarını cesaretlendirdiler. Ülke olarak, sadece SSCB Cumhuriyetçileri destekledi ve sadece komünistlerin değil, dünyanın tanınmış yazar, bilim adamı ve sanatçılarının, namuslu demokrat insanlarının saygı ve desteğini de kazanarak, faşist darbeye karşı sonuna kadar direnişi sürdürenler ise, İspanyol komünistleridir.
Ve Reichstag yangını provokasyonuyla Alman faşizminin yargılamaya kalkıştığı Dimitrov’un duruşmaları, dünya çapında sadec komünistlerin değil, bütün ilerici ve demokratik güçlerin yaygın tepkileri eşliğinde Hitler faşizminin lanetlenmesine dönüştü.
Ve burjuva hükümetler, Münih Paktıyla faşist saldırganlığı dizginsiz bir şekilde cesaretlendirirken, bu ihanet paktını bozmak üzere imzalanan Sovyet-Alman saldırmazlık anlaşmasıyla faşizmin gerçek yüzünü ortaya koymasını sağlayan SSCB, faşist saldırganlığa karşı İngiltere ve ABD’yi, ittifaka mecbur etti. Yani dünyanın bütün demokratik güçleri, savaş öncesinde olduğu gibi, savaş sırasında da SSCB ve komünist partilerle ittifak halinde oldu. Bütün Avrupa’da faşist işgale karşı direnişin en ön cephesinde komünist partiler yer aldı. Direnişçilerin en büyük destekçisi, faşist işgal ve yıkımın ve bunun yolaçtığı insan kaybının tek başına yarısına maruz kalan ve buna rağmen Stalingrad’da başlayan karşı saldırıyla, faşizmin yenilgisinde baş rolü oynayan SSCB idi.
Ve savaş bitmeden, ABD ve İngiltere tarafından, SSCB ve komünist partilere karşı soğuk savaş ilan edildi ve elli yıldır bu tarihsel gerçekler çarpıtılmak üzere, çok yönlü bir karşı devrimci propoganda sürdürüldü.
Ama, tarih, kendine özgü bir şekilde, er veya geç, gerçeğin kendi hükmünü icra ettiği nesnel bir süreçtir. Bu nedenle de, tarihsel gerçekler her türlü yalan ve çarpıtmaya karşı olağanüstü bir direnme gücüne sahiptir.
İşte, Fransa’nın yakın tarihinden bir örnek:
Tarih: 1940
Yer: Paris
Yargılananlar: Komünist parti milletvekilleri
Yargılama nedeni: Münih Paktı’nı bir ihanet olarak görme
Yargılananlardan Florimond BONTE’nin (Le Chemin de l’honneur –Onurun Yolu– adlı kitabından) kendilerine tanıklık yapmaya gelenlerle ilgili duygu ve düşünceleri:
“Tanıkların varlığı, kendi başına medeni cesaret açısından hayran olunacak bir tutumdu. Her tanıklık, gerçekte, hemen devamında, her tanığa kovuşturmaya, mahkumiyete, bir toplama kampında veya cezaevinde tutuklanmaya malolabilirdi. Askeri bir mahkeme önüne gelmeye cesaret etmek, 1940 Mart ayında, komünistlerin namusluluğuna, dürüstlüğüne, sadakatine, içtenliğine saygı belirtmek; şüpheliler listesine kaydolmak demekti; hükümet, hakimleri, polisi tarafından en ciddi cezalara çarptırılması gereken bir cürüm ve bir suç olarak değerlendiriliyordu
“Buna rağmen çok sayıda erkek ve kadın bu cesarete sahip olduğunu gösterdi. Adalet sarayına gelirken, onlar, belki de hiç evlerine dönemeyebileceklerini biliyorlardı. Onlar, oradaydılar, karşımızda ve sarfedecekleri her söz, onların manevi büyüklüklerini ifade ederek, kalbimizin en derin köşesine kadar yayılan minnet duygusuyla bizleri coşturuyordu. Her şart altında onlar oradaydılar, bilim adamı, profesör, yazar, sanatçı, öğretmen, papaz, doktor, avukat, sosyal asistan, ev kadını, butik sahibi, zanaatkar, işçi ve küylü.”
İşte bir tanık:
Adı ve soyadı: Paul Langevin
Mesleği: Çağımızın en büyük fizik bilginlerinden biri. Solvey Dünya Fizik Kongresi Başkanı, henüz komünist partisi üyesi değil*. Komünist milletvekilleri konusunda askeri mahkeme önündeki tanıklığı:
“Tümü, kişisel değerleriyle, ülkemizin önemli bir bölümünün temsilcisi olan bu insanların çoğunluğunu tanıyorum. Birçok kez onlarla karşılaşma ve eylem planında olduğu gibi yönlendirici düşünce planında da onların niteliğini anlama fırsatım oldu: İnsan Hakları Ligi’nin veya Aydınlar Komitesi’nin temsilcisi sıfatıyla katıldığım halk toplantılarındaki politik etkinliklerde; İşçi Üniversitesi’nin halk eğitimi etkinliklerinde; milletvekilliği veya belediye çalışmalarına bağlı günlük etkinliklerde.
“Hepsinde, en yüksek moral değerler, fedakarlık, çıkar gözetmeme ve en katıksız dürüstlük gibi özellikler tesbit ettim ve burada onlara saygımı ifade edebilmekten sevinç duyuyorum. Bu insanlar, kendi geçimleri için zorunlu olan oldukça az bir bölümü dışında milletvekili maaşlarını kendilerine bırakmak istemiyorlardı. Ben onların her zaman, halkın çıkarlarına karşı, en temel eğitimden en yüksek kültür düzeyine kadar eğitimin geliştirilmesine karşı, halk sağlığına karşı, çocuklukla ilgili birçok problemin çözümüne karşı çok dikkatli olduklarını gördüm.
“Onların sosyal adalet idealini ve bu ideali, dünyanın maddi ve moral dönüşümünü hedefleyen insani bir çabayla gerçekleştirme istek ve iradelerini paylaşarak, onlarla düşünce planında da karşılaştım. Bu amaca ulaşmak için, onlar, bilimin ve insan bilincinin sınırsız bir şekilde geliştirilmesi olanağına güveniyorlar: doğa biliminin uygulamaları, aynı şekilde, kendi evriminin yasalarını anlamasını sağlayan, içerdiği çalışma ve sosyal örgütlenme koşullarının üstün rolünü gözler önüne seren insan toplumlarının gelişme bilimi, gerçek anlamda toplumun hizmetine koyulduğunda, o andan itibaren onların özgürleşmesine, yoksulluğu, içine sürüklendikleri cehalet ve acıları altetmesine olanak sağlayacaktı. Bilim yoluyla adalete yönelmek, bana onların doktrinlerini daha iyi özetleyen bir formül olarak görünüyor.
“Bilim yoluyla adalete yönelmek fikri; çağımızın trajik görünüşünün, bilimin bize sağladığı eylem araçlarının gücüyle, sosyal adaletin ulusal vaya uluslararası ölçekteki gelişmesinin yetersizliği arasındaki dengesizlikten ileri geldiğini, dolayısıyla bilim konusunda adaletin geciktiğini düşünenlere –ben de böyle düşünüyorum– derin bir şekilde sempatik olmaktan başka bir anlama gelemez.
“Güncel sosyal örgütlenme, herkesin ihtiyaçlarını gözeterek iyileştirmek yerine, çoğunluk için işsizlik ve yoksulluk yaratarak, birilerinin gücünü ve zenginliğini sınırsız bir şekilde artırarak eşitsizlik uçurumunu büyütmekten başka bir şeye yolaçmayan yeni üretim araçları üretiyor. Uluslararası adaletin yokluğu, şiddetin zincirlerinden boşanması anlamına gelen yıkım araçlarının sınırsız artmasına yolaçıyor, bu da, bütün insanlığın ve uygarlığımızın geleceğini tehlikeye atıyor.
“Bilim konusunda adaletin gecikmesinden ortaya çıkan bu kötülüklere tek çare: bilimi adaletin hizmetine sokmaktır. Ve biz bu noktada komünist düşünceyle birleşiriz.
“Esas olarak benim için bir başka açıdan, diyalektik bir felsefe üzerine temellenen bu doktrin, Greklerden başlayarak ve oradan Descartes’a, XVIII. Yüzyıl filozoflarımıza, Kant ve Hegel’den Marks, Engels ve Lenin’e uzanan insanlık düşüncesinin büyük çizgisine bağlanır. Ben bilgimin bedelini bu felsefeye borçluyum, çünkü; bu felsefe, bana, hem kendi uğraştığım bilim dalını ve hem de özel olarak bu bilim dalının gelişme tarihini daha iyi anlama olanağı sağladı; bütün maddi, entellektüel, moral veya sosyal hayatın gerçeği; anlayış veya eylemin giderek daha çok gelişmiş biçimlerine doğru sentezle, biyolojistlerin dediği gibi, sıçramalarla aşılan bir dizi diyalektik çelişki arasında ortaya çıkar.
“Bu insanların eylemlerini izlediğimden beri; onlara yukarıda sözettiğim fikirlerin egemen olduğunu, yüksek hedeflere ve toplumun çıkarını ilgilendiren amaçlara yönelmiş olduklarını gördüm. Ben onları, her zaman yoksulluğa ve adaletsizliğe karşı mücadele halinde, düşünce ve inançlarını anlatma çabası içinde gördüm.
“Kuşkusuz, sadece ülkemize has olmayan bu ortaya konulan sorunlar, bu eylem; amaçları ve kullandığı araçlar tamamen açık ve aydınlık olan bir örgütlenmeye dayanarak, yurt dışında da benzer eylem girişimlerine bağlanıyordu. Onlar da, uluslararası örgütlerinin direktiflerine, bilimin uluslararası karakteri nedeniyle, benim yurt dışında yapılan buluşları Fransa’da öğretmeye ve yaymaya ve uluslararası bilimsel örgütlenmelere katılmaya verdiğim anlamdan daha fazla bir anlam vermiyorlardı.
“Adalet ve bilim Enternasyonal’i yanında, maddi ve manevi çıkarlarını savunmak üzere kurulmuş ve yön verici ilkeleri az veya çok gizli olan başka birçok uluslararası örgütlenmeler de var. Özellikle, ekonomik ve mali örgütlenmeler planında, bunların bazıları, ulusal çıkarlara sahipmiş gibi değerlendirebilmemize her zaman uygun düşmez.
“Dolaşım, üretim ve yıkım araçlarımızın durmaksızın hızlanmış olduğu dünyanın bugünkü durumunda, hepimiz şunu söylemek için aynı fikirde miyiz: ulusal bakış açısını aşmak ve savaş zamanından başlayarak, uluslar arasında özel dayanışma bağlarını sıklaştıracak uluslararası ekonomik ve hukuki bir örgütlenme hazırlamak gerekli midir?
“Burada, güdümlü soruşturmaların yararsızlığını size gösterme görevini savunuculara bırakıyorum ve gerçek olan şu ki; suç sayılan eylemler, tamamen halkın temsilcilerinin görev ve sorumluluklarına uygun düşmektedir; fakat ben, onları işleri başında gördüğüm için, şunu iddia edebilirim: bu insanların eylemi, onların mantığında her zaman, ulusun çıkarına doğru yönelmiştir ve asla, buna karşı yönelmemiştir.
“Ben kendi payıma, yaşamın her alanında, savaş zamanında da; sürekli çeşitli düşüncelerin karşı karşıya gelmesi anlamına gelen bir demokraside, hele de bir parlamenterin, çoğunluğunkinden farklı bir ulusal çıkar anlayışına sahip olması, bunu savunması, yayması olgusunu soruşturmaya uğratabilmenin, savunma olanağı olmaksızın parlamenterlikten çıkarabilmenin veya görevden alabilmenin nasıl mümkün olduğunu anlamadığımı itiraf ediyorum.
“Kollektif yaşamı derinlemesine bulandırmadan ve adaletsizliğe yolaçmadan, bu mümkün değildir; yani, bu, bireyler arasındaki veya bireylerle kolektif arasındaki ilişkilerde, fikirlere fikirden başka birşeyle, gerekçelere gerekçelerden başka birşeyle karşı çıkmak anlamına gelir. Diğer bir şekilde hareket etmek, fikirlere şiddetle karşı çıkmak, düşünceye suskunluğu dayatmak, isyan ettirici totaliter yöntemler kullanmak; bunlar, zayıflığın, kendine güvensizliğin ve savunulan şeyden rahatsız olmanın kanıtıdır; hele de, bu savunulan şey, özgürlüğü ve insani ilerlemeyi savunuyor olma iddiasına sahip olduğu zaman, durum daha da vahimdir.
“Egemenliği altında yaşadığımız rejim, bu derece kötü bir bilince mi sahiptir ki; parlamentonun içinde veya kamuoyu önünde, hiçbirisi askeri operasyonların gizliliğine dokunmayan özgür tartışmalara tahammül edemesin? Bir ülkenin moralini desteklemenin en iyi biçimi, ona bir yetişkin gibi davranmak ve gerçekten korkacak hiçbir şeye sahip olunmadığı izlenimini vermek değil midir?
“En çok toksik mayalanma, ışıktan ve serbest hava girişinden yoksun olan yerde gelişir.
“Tembellik çözümlerini ve düşünceye karşı şiddet kullanmayı düşmanlarımıza bırakalım. Büyük Britanya’yı gözönüne alalım; belki de bizimkine göre daha eski liberalizm geleneğine sahip olduğu için; orada, şu anda bile, bizdeki gibi kovuştumalar mümkün değildir ve son yolculuğum boyunca kamuoyunun bizdekinden çok daha iyi bilgilendirildiğini anlayabildim. Suçları, sadece büyük çoğunluk gibi düşünmemek, uydumculuğa (konformizme) kapılmamak olanları, böyle kapalı kapılar ardında yargılamaktansa; içerde ve dışarda daha geniş bilgilendirme, radyo yayınlarının daha iyi organizasyonu, düşman propagandasına cevap olarak, bizim amaçlarımıza daha iyi hizmet ederdi.
“Bu arada, uydumculuğun, uygarlığın ölümcül düşmanı olduğunu ve her insani ilerlemenin ikna yoluyla hareket eden bir azınlığın veya bireylerin eseri olduğunu unutmamak gerekir.
“Şiddet, ne düşünceden yana, ne de düşünceye karşı birşey yapamaz: ya bu düşünce doğurgandır ve her türlü zulüm üzerinde zafer kazanır –onu boğmak için harcanan bütün çabalar, onun patlayıcı gücünü artırmaktan başka birşeye yaramaz– ya da, insani değerden yoksundur ve kendi kendine unutulmuşluğa gömülür.
“Bütün büyük dinî, bilimsel veya sosyal düşünce hareketlerinin, bu konulardaki bütün büyük yeniliklerin kökeninde, kurulu düzene karşı direniş vardır, bunların karşılaştığı sıkıntı ve zulmü, tarih bazan çok ciddi bir şekilde mahkum etmekte gecikmez. Ülkemizin bu kadar şanlı tarihine yarın yüzümüzü kızartabilecek sayfalar eklemeyelim.” (André Langevin’in, Paul Langevin Mon Pere –Babam Paul Langevin– adlı kitabından çevrildi)
Bütün Avrupa’da olduğu gibi, Fransa’da da, işgale karşı mücadelenin başında Komünist Partisi vardı. İşgal sonrası koalisyon hükümetinde komünistler de yer aldılar. Koalisyonun eğitim planı Paul Langevin ve Henri Wallon tarafından hazırlandı.
Ve Fransa’da faşist işgale karşı direniş kahramanlarının isimleri, Paul Langevin de dahil, halen sokak isimleri olarak durmaktadır. Sadece bu da değil, Fransız halkı, komünizme karşı duygularının kanıtı olarak, Paris’in en güzel meydanlarından birine Stalingrad adını vermiştir.
Bugün, komünizmle faşizmi aynı kefeye koymaya çalışan Avrupa Parlamentosu, Avrupa burjuvasının utanç sayfalarını örterek, tarihin hükmünden kurtulmaya çalışmaktadır.
Yapmaya çalıştığı şeyin tek anlamı, yüz elli yıldan beri defalarca yaptığı gibi, zayıflık ve korkusunu bir kez daha ilan etmektir.
(* 1941 de damadı Jack Solomon Naziler tarafından kuşuna dizilip, kızı toplama kampına götürülünce, onların yerini doldurmak üzere Komünist Parti’ye üye olur ve direnişin sembolü haline gelir. İki yıl Alman işgalcileri tarafından Troyes’de gözetim altında bulundurulur, daha sonra direnişçiler tarafından İsviçre’ye kaçırılır ve faşizmin yenilgisinden sonra Paris’e döner ve mücadelesine devam eder. Ç.N.)