Kürt sorununda “çözüm” tartışmaları ve Türk emekçilerinin tutumu

Kürt sorunu artık tüm toplum kesimlerinin gündemine girmiş bulunuyor. Kürt uluslaşmasının kaydettiği gelişme ve ulusal hak eşitliği için mücadelenin kazandığı boyutlar, Türkiye’nin son on yıllarının başlıca en önemli toplumsal-siyasal gerçekliklerinden birinin; Kürt sorununun, Türkiye’de devlet sınırları içinde yaşayan ya da Türkiyeli olup çeşitli nedenlerle ülke dışında bulunan hemen herkesin yaşamına, farklı düzey(ler)de, ama mutlaka bir biçimde girmesine yol açtı. Politika ve politik gelişmeler ile doğrudan ilişkili olanlar, konu üzerine fikirlerinin farklılığına göre aktif taraflar olarak mevzilenir ve kümelenirlerken; politikanın “uzağında duran”; politikaya ilgisiz olduğunu düşünen veya “ilgisiz davranan”ların “sakin suküneti”(!) de sarsılmaya başlandı. Resmi okulun, ilk ve orta eğitim kurumlarıyla üniversitelerin, egemen kültür-sanatın on yıllar boyunca yok saydığı Kürtler, Türklerden ayrı ve farklı ulusal özellikleriyle, farklı dilleriyle var olduklarını, kitlesel mücadeleyle, on binlerce ölü ve daha fazlası olan yaralı ve sakat kalışlarla, yerleri yurtlarından, toprakları ve ‘işlikleri’nden koparılmış olma pahasına kabul ettirdiler. Artık “yoklukları” değil, hakları; ne tür bir “statüde yaşayacakları” tartışılıyor. Sorunun “nasıl çözüleceği?” tartışması, kahvehane ve cafelerde oturup çay içen-oyun oynayan ‘kendi halindeki vatandaş’ların, gazete ve televizyonların, siyasi partilerin, siyaset-tarih-hukuk çevreleri ve meslek gruplarının alışageldikleri üzere, “terörle mücadele” ezberiyle geçiştirecekleri kadar dar, yavan ve etkisiz bir tartışma olma sınırlarını aşmış bulunuyor. Çoğunluk açısından, Kürt sorununa dair fikirler eski katılığını yitirdi. Sosyal-iktisadi ve politik gelişmeler, sorunu, gerçek “kimliği” ve kapsamıyla daha açık ve anlaşılır hale getirdi. İnkar ve asimilasyon politikasının etkisinde kalarak Kürt düşmanlığı yapan çevreler, eski etkinliklerini, tümüyle olmamakla birlikte önemli oranda yitirdiler. Kürt kökenli mevsimlik işçiler gittikleri bazı yerlerde hala ayrımcılığa tabi tutulmalarına ve yer yer saldırılara uğramalarına; askeri-siyasi şiddet ve baskının topraklarından koparıp Batı kentlerine sürdüğü Kürtler gittikleri yerlerde dışlanmaya çalışılmasına; Muğla, Adapazarı, Aydın, Rize ve Trabzon gibi bazı yerlerde, polis ve faşist-şoven karması çetelerin saldırılarına uğramalarına rağmen, Kürtlere ilişkin “Türk ruh hali” ciddi bir değişim geçirmektedir. Kürtlere karşı savaşarak ölme eğilimi zayıfladı, “Vatan sağolsun!” ezberi bozuldu. “Neden generallerin ve ülkeyi yöneten politikacılarla ülkenin en büyük zenginlerinin çocukları değil de bizim çocuklarımız gidip dağlarda ölüyor?” sorusunu soranların sayısı artmaya devam ediyor. “Teröre karşı savaşta 300 milyar doların harcandığı” açıklamaları, “bu para neden eğitim, sağlık, konut ihtiyaçlarının karşılanması ve sosyal güvenlik alanındaki iyileştirmeler için değil de, insanların katledilmesi, köylerin-ormanların bombalanması için kullanılıyor?” sorusunun daha fazla insan tarafından sorulmasına yol açıyor. İstikrarsızlık ve çatışmalar, ‘sıradan insanlar’ın çıkarlarına aykırılık gösteriyor. Göreli de olsa bir “güvenli olma” durumu söz konusu değil. Sosyal-iktisadi sorunlar ağırlaşıyor. Silahlı çatışmalardan ve istikrarsızlıktan rahatsızlık duyan çok sayıda kapitalist bulunuyor.

KOŞULLARIN DEĞİŞİMİ VE KİTLE MANİPÜLASYONUNU DARBELEYEN KÜRT DİRENİŞİ
Devletin ve hükümetlerin Kürt politikası, Kürt direnişini ezme, Kürt ulus hareketini baskı ve terörle suskunluğa itme, Kürtlerin ulusal hak eşitliği talebini; dil ve kültürü üzerindeki baskı ve yasakların kaldırılması istemini “terör” söyleminin karanlık amaçlarında boğmayı esas alıyordu. Aşiret ve sermaye ilişkilerinin yedeklenerek kullanılması buna eşlik etti. Bu politikanın “bölücülük” söylemi eşliğinde uygulanmasının asıl hedefi ise, Türk ulusundan kitlelerin yedeklenmesiydi.
Öncesi saklı tutulsa bile, son otuz yılın neredeyse her günü ve saatinde, ülkeyi yöneten egemen sınıfın her türden temsilcisinin, “bölücü terör” ve “bölücülüğe karşı mücadele” söylemiyle sürdürdüğü propaganda, ortada kargaşaya, şiddete, çatışmalara ve savaşa yol açan çok daha kapsamlı bir toplumsal sorunun bulunduğu fikrinin güç kazanmasını engelleyemedi. Devlet ve hükümet sözcüleri, generaller ve polis şefleri, sermaye partilerinin yöneticileri ve bunların tümünden daha atak davranan sermaye basın-yayın organlarındaki psikolojik savaş yürütücüleri, “bölücülük” propagandasını, PKK’nın 1984 Ağustos’unda giriştiği silahlı eylemlere ve silahlı eylem biçimlerinin süreç içinde güç ve yaygınlık kazanarak on yıllara yayılmasına dayandırmalarına rağmen, bu propaganda, Kürt emekçi kitlelerinin ulusal hak eşitliği-ulusal özgürlük talebiyle mücadelenin asıl gücü olmaya yol almalarından duyulan korku ve kaygının ürünüydü. Türk burjuvazisinin çeşitli kesimleriyle devlet ve hükümet(ler) açısından, “bölücülük tehdidi” üzerinden kitlelerin yedeklenmesi ihtiyacı, Kürt mücadelesinin boyutlanmasıyla birlikte artmasına rağmen, sorunun gerçekte ne olduğuyla ilgilenmeyenler ya da devlet-hükümet sözcülerinin söyledikleriyle yetinip, sorunu yalnızca “terör eylemleri” bağlantısında ve yüzeysel olarak görüp algılayanlar da dahil olmak üzere, Türk ve Türkleşmiş halk kitlelerinin büyük çoğunluğu, “güçlü devletimiz” ve “üç-beş çapulcu!”  düşüncesini sarsan gelişmelerle giderek daha fazla yüz yüze geldiler.
Burjuva propagandasının bilinçli şekilde kararttığı sorun, ne küçük çaplı silahlı eylemler ve karşı askeri-polisiye saldırılar çerçevesine sığıyordu, ne 1984 Ağustos eylemleriyle başlayan sürecin ortaya çıkardığı tümüyle yeni bir sorundu. Küçük çaplı değildi; giderek artan şekilde Kürt gençlerini ve emekçilerini saflarına çekerek genişliyor ve Kürdistan’ın hemen her tarafında halkın günlük yaşamının en etkili “olay”ına dönüşüyordu. Kürtleri yok sayıp yok etmek için asimilasyon ve baskıyı eksik etmeyen Türk burjuva hakim sınıf propagandasının aksine, esasen yeni de değildi.
Kendi özgünlüğü içinde ve ortaya çıktığı toplumsal-siyasal ve iktisadi koşullar açısından, elbette yeniliği vardı. Kürt topraklarında kapitalist üretim ilişkilerinin kaydettiği gelişmeye bağlı olarak, Kürt uluslaşmasının daha ileriden şekillenmesiyle ve güçlenen ulusal uyanışı dayanak alarak ortaya çıkmasıyla daha modern, daha emekçi ve daha demokratik karakterde bir Kürt başkaldırısı söz konusuydu. Ama diğer yandan, bu gelişme, içten içe yanan bir ateşin yeni yanıcı maddelerle buluşarak, patlayıcı ve yakıcı etkisini artırmasına benziyordu. Türk Kurtuluş Savaşı öncesinde, daha Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşanan ve çoğu büyük aşiretlerin feodal-dini liderleri tarafından yönetilen, “kendi topraklarımız bize ait, topraklarımızda kendimizi kendimiz yöneteceğiz” politikasında ifadesini bulan çok sayıda isyanın gerçekleştiğini, süreç içinde, ve bu “son isyan”ın sarsıcı etkileri sonucu, yalnızca ulusal uyanış içindeki Kürt kuşakları değil, Türklerin ve Türkleşmiş olanların küçümsenemez bir bölümü de öğrenmiş oldular. Kürtler de, tıpkı Türk, Arap, Arnavut ve Bulgarların; ya da öteki Avrupalı halkların ulus olarak şekillenme süreçlerinde yaşananlara benzer çeşitli girişimlerde bulunmuşlar, ancak bulundukları topraklarda kapitalizmin geç gelişmesinin de sonucu olarak, daha gelişkin durumdaki Türk, Fars ve Arap burjuvazisinin kurdukları ulusal devletlerde, ezilen ulus durumuna düşmüşler/düşürülmüşlerdi. Son yüzyılın çok sayıdaki Kürt isyanı, Kürtlerin bu durumlarını gönüllüce kabullenmediklerini ortaya koydu. Son on yılların “bölücü terör” tartışmalarına konu olan gelişme, bu kabullenmemenin yeni bir başkaldırıya dönüşmesini ifade ediyordu. Ulusal inkarı ve askeri-politik baskıyı onlarca yıl boyunca dolaysız olarak yaşayan Kürtler, bunu protesto ettiklerinde, şiddet dozu ve kapsamı artan saldırılarla köylerinden, topraklarından zorla çıkarıldılar. 3400 civarında köy ve mezranın boşaltıldığı Meclis Araştırma Komisyonu tutanaklarına yansıdı. Yüz binlerce Kürt emekçisi Batı’nın kentlerine; açlığın ve yoksulluğun, işsizliğin ve yoksunluğun girdabına sürüldüler. Küçük üretimleriyle geçinenleri topraklarından, büyük toprak sahiplerinin yanında çalışanları barınaklarından ve sosyal ilişkilerinden koparıldılar. Son otuz yılın tüm genç Kürt kuşakları “savaş çocukları” olarak büyüdü; önemli bir kesimi direnişin gücü oldular. Yalnızca yoksul ve topraksız köylüler değil, küçük üreticiler; hayvancılık yapanlar, küçük işletme sahipleri, ortaboy Kürt sermaye sahiplerinin önemlice bir kesimi  bu politika sonucu işlerini kaybedip, işşizlerin yanına itildiler. Ucuz işgücü olarak kapitalistlerin sömürü nesnesine dönüşmüşlerdi. Bazıları büyük çiftliklerde geçici tarım işçileri oldular; önemlice bir kesimi ise kentlerin kıyı semtlerinde sığınacak bir barınak, çocuklarına yedirecek ekmek derdiyle açmaza sürüklendiler. Kapitalist piyasada satabilecekleri emek güçlerinden başka bir şeyleri  olmamasına rağmen, bunun olanaklarını da bulamıyorlardı. Evlerinden kovulmuşlar, mülksüzleştirilmişler, yeni sosyal-ekonomik sorunların girdabına sürüklenmişlerdi. Gittikleri yerlerin yabancılarıydılar. Yıllarca bunun ruhsal sıkıntısını yaşadılar. Kürt kır ekonomisi tahrip edilirken, Kürt kentlerinde kapitalizmin “olağan gelişme koşulları”, devlet zoru ve askeri şiddetle parçalanıp rayından çıkarıldı. Emek-sermaye ilişkilerinin üzerine, bürokratik askeri aygıtın şiddeti karabasan gibi oturdu. Üretim ve ticaret darbe yedi; sınıf ilişkileri karartıldı/karardı.
Buna rağmen, Kürt direnişi giderek büyüdü ve kent ve kırın ezilenleri başta olmak üzere, yüz binlerce-milyonlarca Kürt, ulusal hak eşitliği ve özgürlük talebiyle mücadeleyi genişlettiler. Kürt direnişinin güçlenerek sürmesiyle, Kürt ulusal varlığının reddi üzerinden geliştirilen propagandanın inandırıcılığı sarsılmaya başladı. Daha önceleri, sorunun varlığından habersiz olanların sayıları giderek artan bir kesimi, Kürt başkaldırılarının tarihe yeni gelmediğini öğrendiler; Koçgiri, Ağrı-Zilan, Seyh Sait isyanlarının bilgisine ulaştı. AKP Hükümeti sözcülerinin ve Başbakanının, CHP ile politik düello mantığıyla ve dönemin Genelkurmay belgelerinden alıntılayarak on binlerin kırılıp-göçertildiğini Meclis’te açıklamasıyla, Dersim isyanı ve katliamı daha çok kişi tarafından bilinir hale geldi. Böylece,sadece çatışmaların, ölüm ve yaralanmaların, nüfus göçünün doğrudan tarafı olanlar değil; Türk emekçilerinin daha geniş kesimleri de, Kürt sorununun kaynaklık ettiği ve devletin kimi yöneticileri tarafından 29. Kürt isyanı olarak adlandırılan bu “son isyan”ın sarsıcı dalgalarının etkisi altında, gerçeklerin neler olduğunu merak ve öğrenme ihtiyacıyla birlikte, sorunla daha fazla ilgilenir oldular. Kürt gerçeğinin örtbas edilmesini esas alan hakim politikayı kuşkuyla karşılama egilimi gelişip güç kazandı; manipülasyonun kara perdesi yırtılmaya başladı.

MANİPÜLASYONUNUN İFLASI VE ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜN DAYATTIĞI ÇÖZÜM İHTİYACI
Türkiye’de yaşayan herkesin “Türk olduğu”nun kabul edilmesi için onlarca yıl boyunca sürdürülen inkar ve asimilasyon politikasının verdiği ürünün, MHP-İP’in; Sözcü gazetesi ve Cumhuriyet’in kimi gelenekçi kalemleriyle CHP’nin devletçi üst bürokrasisinin politikalarında sürekli yeniden filiz vermesi şaşırtıcı değildi. 88 yıl boyunca “Kürt yok” anlayışını işleyen bir ideoloji ve politikanın, ne denli dayanaksız olursa olsun, toplumsal ölçekte etkisiz kalması düşünülemezdi. Türk burjuvazi, bütün bu dönem boyunca, “Kürtler ve Kürtçe diye bir şey yok” propagandasıyla, Kürtlerin ulusal kaderlerini tayin için mücadeleye atılmalarının önünü karartmaya çalışırken, diğer yandan, Kürt ulusal varlığının, denebilir ki, en fazla farkında olan  güç olarak, ulusal özgürlük isteminin bir daha gündeme gelmemesini sağlamak için şiddet politikalarını eksik etmedi. Kapitalizmin Kürt toprağındaki gelişmesine bağlı olarak, Kürtlerin ulus olarak şekillenmeleri hız kazanıp ulusal istemlerle mücadeleye yöneldikleri her durumda, “ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü”nün tehdit altında olduğu propagandasıyla Türk emekçilerini, sermaye çıkarlarına yedeklemeye çalıştı. Çağrı, “Türk milletinin bekası için” herkesin devletin ve hükümetlerinin ardı sıra saf tutmasınaydı ve “Kimseye verilecek bir tek çakıl taşı bile yok”tu! Kürt pazarını “başkasına kaptırmayacak”tı; güç, imha ve tehdit; slogan etkiliydi. “Ne mutlu Türküm!” demeyen herkes “hain!” olarak damgalanmalıydı. Böylece, bu politikanın “kurbanları” arasına Türk işçi ve emekçileri de alınmış oldular. Çocukları, Kürtlere karşı haksız savaşta ölür ya da yaralanırlarken, kendileri de askeri-siyasal politikanın doğrudan ya da dolaylı hedefine girdiler. “Bölünme” korkuluğu en çok onlara doğru sallandı; sosyal durumları ve ruh halleri bozuldu; eski konumları ve ilişkileri sarsıldı. “Bölücülüğe karşı mücadele” adına çağrıldıkları fedakarlık, daha fazla yoksullaşmalarına, işsiz kalmalarına ve sosyal-siyasal haklardan mahrumiyetlerine neden oldu, vb. vb..
On yıllar boyu tahkim ve techiz edilen Türk burjuva ulus görüşü, bütün toplum kesimlerini, Türk olma temelinde “birleştirme”yi esas alıyordu. “Bölücü terörün kökünü kazıma”; “bölücü hainleri son ferdine dek yok etme” söylemi, Türk kökenli emekçileri sermaye çıkarlarına yedeklemeyi, Kürtleri de, “Kürt dahi olmayan, dışarıdan gelen bölücü teröristler” olarak tanımlanan Kürt direnişçilerinden uzak tutmayı  hedefliyordu.  Ne var ki bu politika ve propagandası, hem rasyonel burjuva çıkarları ve aklıyla çatışma halindeydi, hem de başlıca Kürt gerçeği ve Kürt ulusal direnişi karşısında, dayanaksızlığa mahkumdu.
Türk milliyetçiliği ve şovenizmini temel alan bu politika, Türk çıkarlarını –ki burjuva çıkarları olarak ifadesini buluyor– koruma-savunma görünümü vermesine, bu görünümü, sermaye dışı emekçi kesimlerin yedeklenmesinde işlevli olmasına rağmen, bitmek bilmez istikrarsızlık, kaynakların ekonomi dışı alana akışı, bürokratik-asalak askeri-siyasal güçlerin tüm halk üzerindeki zorbalığının güç kazanması, pazar ilişkilerinin; üretim ve ticaretin zarar görmesi gibi nedenlerle, Türk burjuvazisinin çıkarları açısından da ciddi bir sorun oluşturuyordu. Çatışma ortamı tarımsal, ticari ve sınai işletmeciliği darbeleyip, “serbest girişim”e askeri barikat örme gibi bir işlev görüyordu. Sabancı’nın “yatırım yapmak istiyorum, ama istikrarlı ortam bulamadığım için yapamıyorum” sözlerinde ifadesini bulan kapitalist istek, kâr için kapitalist üretimin ihtiyacına işaret ediyordu. Burjuvazi adına büyük sermaye sözcülerinin bir kesimi, “sorunun çözümü” için hükümetlerin daha fazla çaba göstermelerini, askeri politikalarla yetinilemeyeceğini, ekonomik ve sosyal-siyasal çeşitli diğer önlemlerin geliştirilmesi gerektiğini, direnişin boyutlanması ve kitleselleşmesine paralel olarak, daha aktif şekilde seslendirmeye başlarlarken, bölünme tehlikesini ve pazar ve etki kaybını hareket noktası alıyorlardı. Bu kaygı, milyonlarcası mücadeleye atılmış bulunan bir ulusun hareketini askeri zor yoluyla “yok etme” olanaksızlığının görülmesi derecesinde, somut-pragmatik politikalara dönüştü. TÜSİAD yöneticilerini, “sorunun çözümünü ve barışın sağlanmasını” istemeye yönelten, dolaysız kapitalist çıkarlarıydı. MGK’da, “Türkiye Kürtlerle büyüyecek” sözlerinin, topluma duyurulacak şekilde edilmiş olması, hakim ulus burjuvazisinin, sisteminin “istikrarı”, ve bölgesel gelişmeleri kendi lehine etkilemek üzere güçlerini “derleme” ihtiyacıyla bağlıdır. Ülkeyi yönetenler, hala “Kürt sorunu yoktur”, ya da başbakanın ifade ettiği üzere “Kimse bana Kürt sorunu var dedirtemez” modunda olmalarına; Kürt sorununu, adını koyarak kabullenmemekte ayak diremelerine, “barış” söylemini “terörü sona erdirme” bağlamında sürdürmelerine ve en şoven sermaye güçleri-partileri-çevreleriyle şovenizmin etkisi altındaki kesimleri hoşnut edecek ‘argümanlar’ı öne çıkarmalarına karşın, bir çözüm zorunluluğunun farkındadırlar. Kürt ulusal direnişi, Kürtlerin eskisi gibi yönetilemeyeceği koşulların oluşmasını sağlamıştır. İçinde, Kürtlerin de yaşamakta oldukları bölge ülkelerindeki gelişmeler ve bunların dünyadaki daha kapsamlı ilişkiler ve gelişmelerle bağı, Türkiye Kürtlerinin bugüne dek olduğu türden, salt siyasal-askeri zor ve inkarcı baskıyla “idare edilmesi” olanaklarını ciddi oranda daraltmış, hatta denebilir ki ortadan kaldırmıştır. Ülke ve toprak bütünlüğü Kürtlerin yaşadıkları bölge ülkelerinin hemen hepsi yönünden bölünme ya da Kürtlerin ulusal hak eşitliklerinin tanınmasını ertelenemez şekilde aktüelleştirmiş, Irak fiili olarak bölünmüş, Suriye, dıştan koordineli saldırıların da etkisi altında bölünme tehdidiyle karşı karşıya gelmiştir. Türk burjuvazisi, bölgedeki güç mücadelelerinin tümüyle dışında kalmamak, dışına atılmamak açısından da içerde nispi bir istikrara ihtiyaç duymaktadır. Amerikan emperyalizminin stratejik çıkarları, bölünmemiş ve güçlü bir Türkiye’yi hala gereksinir durumdadır. O, özellikle İran ve Rusya’ya karşı yürüttüğü politikanın ihtiyaçları yönünden Kürt sorununun bir tür burjuva çözümünü yararlı görmektedir. Türkiye gericiliği ile Irak Kürdistanı yönetimi arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlenmesinin yanı sıra, Türkiye’nin kendi içindeki Kürtlerle ilişkilerini, “nesnel gerçeklerin farkında olarak” yeniden düzenlenmesini de, Türk burjuvazisi ve devletinin altmış yıllık “sadakati”nden güç alarak, yararlı görmekte ve istemektedir. Özal’dan bugüne Türk devlet ve hükümet yöneticilerinin “arayışında oldukları” çözüm, bu iç ve dış gelişme ve etkenlerin ürünü olarak şekillenecektir. “Çözüm”ün, Kürt direnişi ve tüm milliyetlerden Türkiye işçi ve emekçileriyle ileri kesimlerinin engeli aşıldığı oranda, sermayenin çıkarlarına uygun şekilde, ve şoven gerici kesimlerin hırlamaları da hesaba katılarak, mümkün en geri düzeydeki “hak tanıma”yla sınırlı tutulması, hakim burjuvazi ve hükümetinin asıl tutumudur. Başbakan‘ın, “silahlarını bırakıp ülkenin dışına çıksınlar” diye çağrıda bulunduğu Kürt silahlı güçlerinin “dışarıdaki mekanları”nın savaş uçaklarınca bombalanmaya devam ediliyor olması, içeride askeri operasyonların sürdürülmesi, “ne kadar geriletebilirsek, o kadar az taviz veririz” mantığının ürünüdür.

KÜRTLERİN İSTEMLERİ; HÜKÜMETİN “ÇÖZÜMÜ” VE BURJUVA SİYASAL “KAMP”IN DURUMU
Kürtler, Türk ulusuyla anayasal-yasal hak eşitliğinin sağlandığı, Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskı ve yasakların son bulduğu bir sosyal-siyasal ve kültürel ortamda, Türkiye’deki tüm ulus ve ulusal topluluklardan halk kitleleriyle birlikte yaşama isteklerini politik partileri ve toplumun her kademesindeki sözcüleri aracıyla, birçok kez, ve son olarak da “barış görüşmeleri” bağlantısında ilan ettiler. En acil gereklilikler, anayasal eşitlik, anadilin tüm kamusal alanda serbestçe kullanılımı ve eğitimi, “Avrupa Yerel Yönetimler Şartnamesi”nin kabulü şeklinde dile getirilmiştir. Kürt sorununun çözümünün –özellikle de demokratik şekilde çözümünün gerekliliklerini karşılayıp karşılayamamasından bağımsız olarak bu istemlerin karşılanmasıyla silahların “gömülmesi”–”susturulması”, Kürt-Türk çok geniş halk kesimlerinin istemi ve beklentisidir. Sözü edilen “barış”a konu ve sebep savaşın Kürt sorunu kaynaklı olduğu ve bu sorunun çözülürek çatışmaların sona erdirilmesinin ülke nüfusunun %70 civarındaki kesimi tarafından istendiği, “toplumsal algı ve beklenti” araştırmalarının ortaya koyduğu sonuçlar arasındadır. Burjuva partileri ve hükümet sözcülerinin “ülke bütünlüğü” üzerine sürdürdükleri propagandanın, “ülke bütünlüğü içinde tam demokrasi”/“demokratik bir Türkiye” istemi tarafından boşa çıkarılması karşısında, sermayenin kurnaz temsilcilerinin yeni manevralara baş vurmaları beklenmekle birlikte, “tam demokrasi ve bölünmezlik”; “özgür iradesiyle kendisini ülkeye bağlı hisseden herkesin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” olarak tanımı, “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”ndaki çekincelerin kaldırılması; “çatışmasızlık, silah bırakma, yeni anayasa ve normalleşme…” şeklinde formüle edilen istemler, Türk halkı arasında da herhangi infiale yol açmamış, aksine halkın küçümsenemez bir kesimi tarafından olumlu karşılanmıştır.
Türk burjuva siyaset “kampı” ise, denebilir ki, politik bir kargaşa içindedir. Burjuva çıkarlarının, Türkiye gericiliğinin bölge politikalarının ve Türkiye’nin “bölünmesi olasılığı”na karşı “önlemler”in ihtiyaç haline getirdiği bir burjuva çözümünü dahi reddeden ırkçı-şoven burjuva siyasetinin en ateşli temsilcisi MHP’nin, şovenist İP’nin ve CHP’nin geleneksel devletçi ve şovenist-ırkçı kesiminin, AKP’nin temsil ettiği ve esas olarak büyük sermayenin  desteğinde olan “çözüm”cü güçlerle arasındaki söylemsel düello giderek sertleşmektedir. Sermaye basınındaki psikolojik savaş unsurlarıyla MHP ve İP ve CHP’nin şovenist politikacıları : “çözüm süreci”, “barış süreci”, “silahların susması”-“terörün bitirilmesi(!)” söyleminin eşlik ettiği tartışmayı, “görüşmelerde dile getirilen talepler”e değil, “görüşme”nin kendisinin “kabul edilemezliği”(!)ne yoğunlaştırarak, Kürtlerin ulusal varlıklarını inkar politikasındaki ısrarlarını yeniden ortaya koydular.  AKP’yi ve hükümetini, A. Öcalan ile yapılan görüşmeler üzerinden “vatana ihanet” ile suçlayan MHP, devletin Kürt politikasının herhangi taviz verilmeksizin gaddarca sürdürülmesini savunurken, CHP’nin Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, “bin yıllık devlet aklının devreye girmesi”ni isteyerek, ve Kürt mücadelesinin kaçınılmaz kıldığı değişiklikleri dahi “kabul edilemez” saydıklarını ilan ederek, ırkçı-şoven barikatın çürümüş temellerini yeniden takviyede, en şoven kesimleri yalnız bırakmayacaklarını gösterdi. CHP yönetimi, “hiçbir etnik kimlik diğerinin önünde değil” söylemiyle “etnik kimliklerin eşitliği”ni savunur görünmekle birlikte, “devlet teröristle görüşmez” döngüsünde tutunmaya çalışmakta, geleneksel şovenist ulus politikalarının belirlediği yerleşik anlayışlarla, sözüm ona değişime ayak uydurmaya çalışmaktadır. AKP ise, hükümet partisi olması ve devletin ana kurumlarının yönetimini elinde tutmasının “sorumluluğu”nu taşımasıyla da bağlı bulunan, ancak esas olarak ülkede ve bölgedeki gelişmelerin Kürt sorununun eskisi gibi götürülemeyeceğini ortaya koymasından hareketle bazı değişiklikleri zorunlu görmektedir. Buna rağmen, “barış savaştan daha zordur. Biz zor olanı yapmaya aday bir iktidarız… Terör sorununu çözmek için, baldıran zehiri bile olsa içmeye hazırım” diyen başbakan dahil, devlet ve hükümetin resmi politikasında, Kürt sorunu hala “terör” ya da “bölücü terör” başlığıyla yer alıyor. AKP ve birkaç yıl önce, “Kürt sorunu benim de sorunumdur” diye ahkam kesen Başbakan Erdoğan, sorunu sürekli olarak “terörün sona erdirilmesi”-“silahların bırakılması” çerçevesinde ele almaktadır. Başbakan, “Kürt sorunu diye bir sorun tanımıyorum, Kürt sorunu yoktur, Kürt vatandaşlarımın sorunu vardır”; “millet tektir” kestirimleriyle sorunun ulusal karakterinin reddine geri dönmüştür ve tartışması yapılan “çözüm”ü, “asla taviz verilemeyecek” “terörün bitirilmesi” projesi olarak tanımlamaktadır.
Burjuva siyasal “kamp” ya da “cephe”nin, burjuva partiler “koalisyonu”nun kapitalist çıkar çatışması ve rant kavgalarına bağlanan bu bölünmüşlüğü, Kürt sorunu karşısında ve Kürtlerin ulusal kimliğinin kaçınılmazlaştırdığı ulusal hak eşitliğinin tanınmaması paydasında “birliği” engellememektedir. Kürtlerin Türk ulusuyla ulusal tam hak eşitliğinin reddi tümünün ortak paydasıdır. Kapitalist parti fraksiyonları halinde bölünmüş olmasına rağmen, burjuva politikası, yüz yıla yakın süredir ülkede yaşanan ulusal-etnik eşitsizlikler kaynaklı sosyal-siyasal sorunların, çatışma, isyan ve bunalımların sürdürülmesini esas olarak dışlamayan bir karaktere sahiptir.
Ancak, bu politik-ideolojik saldırı ve manevralar, uzun on yıllar boyunca Kürtlerin varolmadığı üzerinden yürütülen propagandayla etkilenmiş Türk halk kitlelerinin bir kesimi üzerinde tereddüte sürükleyici etkisine rağmen, eski işlevini artık göremektedir. “Akan kan”ın ve bağlı olarak ortaya çıkan sosyal-ekonomik, psikolojik ve kültürel tahribatın yorduğu ve önemli oranda umutsuzluğa sürüklediği kesimler de dahil olmak üzere, toplumun çok geniş kesimleri, A. Öcalan ile “çözüm görüşmeleri”ni “doğal” ve “gerekli” görmekte; bu görüşmelerde ortaya çıkan sonuçların, bizzatihi başbakan ve çeşitli devlet kurumları sözcülerince “terör örgütünün siyasi uzantıları” olarak suçlanarak Türk halk kitlelerine, “muhatap kabul edilemez” gösterilen BDP milletvekilleri eliyle “Kandil’deki PKK lider kadrosu”na iletilmesini ve cevabının da Türkiye’ye taşınmasını yadırgamamaktadırlar. Irkçı-şoven politik çevrelerin sürdürdükleri inkar ve imha politikasının sürdürülemezliği, artık daha fazla anlaşılır hale gelmiştir. On yıllardır bir arada yaşayan, aynı işyerinde birlikte çalışıp sermaye ve kendi kapitalist patronlarına karşı mücadelede birlikte yer alan Türk işçileriyle Kürt ve diğer milliyetlerden işçi ve emekçiler, “çözüm”ün, kendi birliklerinin sağlamlaşması ve devamı açısından da yararlı olacağı üzerinde birleşmekte; Kürtlerin taleplerinin “bölücü” olmayıp, “birlikte yaşama”nın nasıl mümkün hale getirilebileceğine odaklandığını düşünenler giderek artmaktadır. 88 yıl önce belirlenmiş ve zorla kabul ettirilmiş “birlik” kuralları temelinde “birlik”in sürdürülmesi olanağı esas olarak ortadan kalkmışken, bu tür engelleyici çabaların ömrünün uzun sürmesi beklenemez. Tarihsel gelişme ve toplumsal değişimi arkasından çekerek geriye götürme girişimlerinin, bizzatihi bu gelişmelerin kendisi tarafından boşa çıkarılması kaçınılmazdır.
Kürt siyasal-askeri hareketinin, “çözüm önerileri”nin “TBMM’nin onayıyla yürürlüğe girmesi” isteğinin, “halk iradesi ve parlamenter temsil” üzerine burjuva söylemini ne denli zora sokacağı ise, süreç içinde açıklık kazanacaktır.

TÜRK İŞÇİ VE EMEKÇİ(LER) KÜRT SORUNUNUN NERESİNDE?
Burjuva siyasal parti ve güçlerin bu politikaları, –çıkarılabilir başkaca sonuçlarının yanı sıra– Kürt sorununun iki ulustan ve tüm ulusal topluluk ve milliyetlerden emekçilerin yararına bir çözümü için etkin ve tutarlı bir mücadelenin, esas olarak Türk emekçi kesimlerinin, ileri Türk işçi ve emekçileriyle aydınları ve devrimci genç kuşağının sorunu ve sorumluluğu olduğunu da açıklıkla ortaya koymaktadır.
Devlet ve hükümet çevreleri tarafından “terörü bitirme” politikası kapsamına daraltılmaya çalışılan Kürt sorunuyla bağlı sosyal-politik gelişmelerin, ülkenin ve tüm toplumun gündemine daha yoğun olarak girdiği bir dönemde, Türk kökenli işçi ve emekçiler ile sendikal-mesleki ve demokratik kitle örgütlerinin tutumu, demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilmesinin gerçekte ancak bu kesimlerin mücadelesiyle mümkün olabileceği gibi basit bir gerçek nedeniyle, bugün daha fazla önem kazanmıştır. Her seferinde büyük çaplı katliamlarla, binlerce, on binlerce insanın topraklarından zorla çıkarılıp sürgüne gönderilmesiyle bastırılmasına rağmen, Kürtleri ‘ikide bir’ isyana-kalkışmaya iten asıl nedenleri görmeksizin, Türk ya da Türkiye’de yaşayan işçi ve emekçilerin, ülke yöneticilerinin gerçekleştirileceğini vaaz ettikleri demokrasi, barış, huzur, güven ve refah konusunda, yalan ile gerçeği ayırt etmeleri zor olacaktır. Kürtlerin nasıl ve kiminle birlikte ya da ayrı mı yaşayacaklarına bizzat kendilerinin karar vermeleri önündeki her türden siyasal, askeri, hukuksal baskı ve engelin kaldırılması; sadece eşit, özgür ve gönüllü birlik için koşulların oluşturulması açısından değil, Kürt ve Türk emekçilerinin sermaye ve burjuva gericiliğine karşı sınıf birliğinin güç kazanması açısından da zorunluluk göstermektedir.
Türk işçi-emekçi hareketininin son on yıllardaki durumu bu bakımdan başlıca iki özelliğiyle belirginlik gösterdi. İlk olarak, hareketin şu önemli özelliğinin altı çizilmelidir: Tüm kışkırtıcı burjuva bölücü politikasına rağmen ve esasen “ayrıksı” görülmesi gereken kimi aykırı örneklerin dışında, Türk-Kürt ve diğer milliyetlerden işçi-emekçi kitleleri, Kürt-Türk ayrımı üzerinden birbirleriyle çatışmadan geri durdular, durabildiler. Onlar, yıllardır –on yıllardır– birçok mekanda bir arada yaşamakta ve işyeri, fabrika, atölye ve kurumda birlikte çalışmaktadırlar. Sermaye saldırıları karşısında ve kendi kapitalistleriyle mücadelelerinde doğal olarak birlikte oldular. Bu nesnel durum ve sınıfsal “içgüdü” ve birlikte hareket, Türk işçi ve emekçisinin, Kürtlerin ulusal tam hak eşitliği taleplerinin baskı ve inkarla bastırılması karşısındaki tutarlı mücadelesiyle daha da güçlenecektir.
Diğer yandan ve ikinci olarak, Kürt siyasal örgütlenmesinin yönetici kesimiyle devlet ve hükümet temsilcilerinin yürüttükleri “çözüm görüşmeleri”, çözüm beklentisini ve “nasıl çözülecek, neler yapılacak, Hükümet Kürtlerin taleplerini karşılayacak mı, ne kadarını karşılayacak?” sorularını siyaset gündeminin ön tarafına çekmişken, Türk işçi ve emekçileri henüz, sorunun aktif ve etkin tarafı olmayı, siyasal demokrasinin ülkemiz açısından en önemli maddelerinden biri olan ulusal hak eşitliğini en tam, en ileri boyutlarıyla savunarak, devrimci sınıf çıkarlarına uygun bir tutumu, belirgin biçimde ortaya koymuş değillerdir. Türk işçi-emekçi sınıflarının mevcut tutumu, devlet-hükümet politikasının ve ırkçı-şovenist partilerin ardı sıra yürüyüşe geçme şeklinde, halkın çıkarlarıyla tümüyle bağdaşmaz bir özellik göstermemekle birlikte, Kürt direnişi ve taleplerine yaklaşım yönünden yine de belirgin şekilde sorunlu ve zaaflıdır. Anımsanmalıdır: Kürt işçileri büyük kentlerin, bazı inşaat ve tekstil işletmeleriyle bazı semtlerinde veya fındık/tütün toplayıcılığına ucuz işgücü olarak katıldıkları bazı yörelerde  saldırıya uğradıklarında, ‘sol’ siyasi parti ve örgütlerin protestoları dışında, ileri kesimleri dahil olmak üzere Türk ve diğer milliyetlerden işçi ve emekçilerin ülke düzeyinde ya da bölgesel ölçekte olsun, bu saldırılara karşı sözü edilir bir tutumu; herhangi protesto eylemleri ortaya çıkmadı. Kürt öğrenciler, anadillerinde eğitim görmek istediklerini açıkladıkları ve bu yönde yazılı beyanda bulundukları için derdest edilip zindanlara doldurulduklarında, işçi ve emekçilerle sendikal kitle örgütlerinin protestoları görülmedi/örgütlenmedi. Türk işçiler ve diğer emekçiler, sendikal-mesleki  örgütlerini, Kürtlere karşı inkar, asimilasyon ve zorbaca bastırma politikalarının son bulması için tutum almaya, güçlü eylemlerle sınıf tutumunu ortaya koymaya zorlayıcı; sendika üst yönetimlerinin devlet ve hükümetler yanlısı politikalarını etkisizleştirici bir inisiyatif gösteremediler. Küçük siyasal grup örgütlenmelerinin –o da az sayıda olanlarının protestolarına katılanlar– dışındaki büyük işçi çoğunluğu, genellikle “sessizlik” içinde ve “bana dokunmasın!” tutumunda oldu. KESK gibi kamu emekçileri örgütlerinin kimi eylemleriyle, ülkenin ilerici aydınlarının zaman zaman bir araya gelerek yayımladıkları “demokratik çözüm” bildirgelerinde ifadesini bulan tutumları ve çeşitli diğer açıklamaları ve küçük çaplı bazı protestoları saklı tutulduğunda, “ekmek kavgası”yla siyasal demokrasinin talepleri ve onların en önemlilerinden biri olarak Kürt-Türk ulusal hak eşitliği arasındaki bağ, esas olarak görülemedi.
Bu “ilgisizlik” ya da ilgi zayıflığın en önemli nedeni, hareketin dönemsel olarak içinde bulunduğu durumundan kaynaklanıyordu. Türk işçi-emekçi hareketinin 1980 sonrası dönemdeki en belirgin özelliği, arada yükselişe işaret eden kimi genel ve birçok lokal direnişe rağmen, esas olarak içine itildiği parçalılık, dağınklık ve istikrarsızlığı aşma gücü gösterememiş olmasıdır. Sermaye partileri hareketin bu durumundan fazlasıyla yararlandılar. Politikalarını ve politik manevralarını daha kolay pratiğe geçirme imkanı buldular. Yürüttükleri propaganda etkili olabildi. Bu etki en açık haliyle ve en fazla Kürt direnişi karşısındaki tutuma yansıdı. Burjuva parti ve kurumların “vatana ihanet” ve “bölücü terör” propagandası, sendikal bürokrasinin, “sol örgüt”lerin bir kesiminin ve “sol”-liberal ve “Kemalist” kesimlerin şoven gerici tutumlarından da güç alarak, hareket üzerindeki etkili olabildi.
Sendikal üst bürokrasi sermaye ve devlet yedeğindeki politikasını kimi zaman “politika ve partiler üstü” tutum olarak açıklamasına rağmen, devlet ve hükümetlerin, sağlı-sollu sermaye partilerinin çizgisinden ayrılmadı. Hükümetlerin yedeğinde yer alarak, askeri çuntaların ve “sivil hükümetler”in Kürtleri zorla boyunduruk altında tutma ve ulusal hak mücadelelerini terörizm olarak suçlama politikalarının destekçisi oldular. TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ konfederasyonlarının izledikleri çizgi ile, MHP-İşçi Partisi ve CHP’nin Türk şoveni yönetimlerinin açıkladıkları ve izledikleri politikalar birbirlerinden güç aldı, birbirini tamamlama işlevi gördü.
İşçi ve emekçilerin ekonomik, demokratik ve sosyal hak ve çıkarlarını savunma, üyelerini bu amaçlı olarak birlikte hareket için örgütleme iddiasındaki sendikalar, özellikle konfederasyon üst yönetimleri, 40 bini aşkın insanın yaşamını yitirmesine, tarım, hayvancılık ve sanayi üretiminin darbelenmesine, Kürt bölgesinde doğal yaşam alanlarının tahrip edilmesine neden olan devlet politikasını emekçilerin yaşamına ve sorunlarına dışsal sayarak, “sorun dışı kalma” ve  sürecin kendileri dışında ortaya çıkaracağı sonuçlar üzerinde herhangi sorumluluk üstlenmeden, hükümet ve sermaye politikalarına yedeklenme tutumunu sürdürdüler. Türk-İş, DİSK, Hak-İş yöneticileri, “Kürt sorunu”ndan söz etmiş olmalarına; “Sendikal Güç Birliği Platformu”nu oluşturan sendikaların (Belediye-İş, Basın-İş, Deri-İş, Hava-İş, Kristal-İş, Petrol-İş, Tek Gıda-İş, Tez Koop-İş, TÜMTİS ve TGS) Kürt sorununun “çözümsüz bırakılmasını” eleştiren açıklamalarına ve DİSK gibi bazılarının Kürt sorunu “rapor”ları yazarak, sorunun “barış, eşitlik ve demokrasi temelinde çözülmesi”ni isteyen açıklamalar yapmış olmalarına rağmen, sendika yönetimlerinin asıl tutumu, pasif izleyicilik şeklinde oldu. “Sınıfın örgütleri” olma iddiasında olan, etnik kimlik, dil ve kültür farklılıklarını sınıfın birliğinin önüne geçirmeme sorumluluğu bulunan sendikaların bu tutumu, sermaye ve devletinin politikalarına güç verdi. Sorunun çözülmemiş olması, sendikal örgütlenme ve mücadele alanında esaslı problemlerin nedeni olmasına; Kürt kökenli işçilerin büyük çoğunluğunu, ulusal baskıya karşı mücadele ufkunu aşamayacak bir tutuma sürüklemesine; Türk işçi ve emekçilerinin büyük çoğunluğunu, sermaye ve devlet politikalarına karşı mücadeleden geri tutmasına rağmen, sendika yönetimlerinin bu sorunun çözümü için tutarlı bir demokratik mücadeleden uzak durmaları, sermaye ve devlet politikalarına doğrudan ya da dolaylı destek olarak şekillendi.
DİSK’in, KESK’in ve “Sendikal Güçbirliği Platformu” sendikalarının soruna yaklaşımları ile TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ’in tutumları arasındaki farklılık pratikte esas olarak ortaya konmadı/konamadı ve bu sendikal örgütler ikircikli tutumlarını aşamadılar. DİSK, Genel Kurullarında (9., 10., 11 ve 12.ci ve izleyen diğer), Kürt sorunun “aslında bir Türkiye sorunu”; “Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunu” olduğu doğru olarak tespit edilip açıklanmış olmasına; “Herkesin dilini, kültürünü, inancını özgürce yaşayabileceği” ‘Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşlığı’nı yasalaştıran anayasa değişikliği savunulmasına; eğitim kurumlarında Kürt dilinin kullanılması ve öğrenilmesinin önündeki engellerin kaldırılması talep edilmesine rağmen, bunun mücadelesinden geri duruldu. Demokrasi sorunu liberal burjuva demokrasisi sınırları içinde tarif edilerek, halkın her düzeydeki görevlileri kendisinin seçip görevden alacağı demokratik siyasal yapıdan uzak bir politika bunun yerine ikame edildi. Petrol-İş, Hava-İş,  Birleşik Metal İş gibi TÜRK-İŞ’e bağlı sendikaların yöneticileriyle DİSK yönetimi, “Barışçıl demokratik çözüm” için sendikaların “daha aktif olmaları” ihtiyacına işaret eden açıklamalarla yetindiler. “Çözüm görüşmeleri”ni, “ülke ve ülke halkları için önemli bir aşama” saydığını açıklayan KESK ise, diğerlerinden ayrışan tutumlarına rağmen, emekçilerin geniş kesimlerinin demokratik talepler etrafında mücadeleye çekilmesi için üzerine düşen sorumluluğu yeirne getirmedi.
TKP gibi “sol” partilerin, genel olarak ulusal kurtuluş için direnişleri, özel olarak Kürt ulusal mücadelesini emperyalizmin stratejik-taktik politikaları bağlamında ele alması ve çözümün “sosyalist olmayan biçimleri”ni kabul edilemez sayması, kimi küçük sol grupların görünürde sol, gerçekte sağ-reformist anlayışlarla kuyrukçu tutumları, bazı küçük burjuva ortayol örgütlerinin “sosyalist arılık” adına Kürt hareketine mesafeli duruşu, aydınlanmış-ileri toplum kesimleri içinde tereddütlü yaklaşımları besleyen etkenler arasındaydı.
Türk işçi ve emekçileri, hareketin dağınıklığı ve istikrarsızlığı; bilinç ve örgütlenme düzeyinin geriliği ve bunun sonuçlarından biri olarak burjuva politikasının yarattığı etki nedeniyle, TÜRK-İŞ, HAK-İŞ gibi sermaye yanlısı konfederasyonlar ile sendika üst bürokrasisinin devletçi barikatını yıkmak için gereken örgütlü mücadeleyi gerçekleştiremediler. Kürt ulusunun varlığının inkarını içeren ve on yıllardır yürütülen propagandanın da etkisi altında, Kürtlere karşı izlenen ayrımcı politikanın geçersiz hale getirilmesi için gereken tutumu alamadılar.
Bu aynı neden, Türk işçi-emekçi hareketinin ideolojik-pratik zaaflarla belirgin durumuyla sermayeye karşı mücadelenin ihtiyaçları arasındaki çelişkinin aşılmasını, hareketin bugünkü en önemli ihtiyacı haline getirmiştir. Sorunun, baskı, şiddet ve inkarla toplumun yaşamından ve gündeminden çıkarılmasının olanaksızlığını gören burjuva yönetici sınıf ve kurumların, aralarındaki “hır-gür”e rağmen, Kürt politik güçleriyle “hak-taviz savaşı”nı açık alana çektikleri bir dönemde, sınıf bilincine ulaşmış kesimleri başta olmak üzere, Türk işçi ve emekçileri, ülkenin ve halkın bugünü ve geleceğini, burjuva çıkar hesapları ve politikasına terkedemezler. Kapitalizm, rekabete ve kâr için pazar kavgalarına mahkum bir sistem olarak, ulusal çıkar çatışmalarını ve milliyetçi-şoven duygu ve düşünceleri üretmesine rağmen, ulusların tam hak eşitliğini de garanti eden demokratikleşme, bütün sınıf ve kesimler içinde en fazla işçi sınıfının ve diğer sömürülen emekçi kesimlerin yararına olacaktır. Türk ulusundan emekçiler, Kürtlerin Türklerle “eşit” tutulamayacağını vaaz eden şovenist propagandaya kayıtsız kalarak ya da bu politikayı onaylayarak, ulusların kendi kimlikleriyle, kendi dilleriyle özgür bir şekilde yaşamasını bazı uluslar için hak, başka bazıları için ise yok ve tanınamaz sayan burjuva kesimlerle “aynı tarafta” olmadıklarını göstermekle yüz yüze bulunuyorlar. Hangi ulusal kökenden olurlarsa olsunlar, ezen-ezilen ulus ilişkisinin olmadığı, ulusal endişe ve engellerin esas olarak ortadan kalktığı; her sınıf ve kesimin kendi öz çıplak çıkarlarıyla karşı karşıya geldiği koşullarda, işçi sınıfı ve emekçilerin sermayeye karşı sınıf mücadelesinde bir araya gelmelerinin olanakları genişleyecek, sınıf birliği güç kazanacaktır. Türk işçi ve emekçileri, Kürtlerin ulusal taleplerinin karşılanmasını ne kadar tutarlı demokratik bir mevzide ısrarla savunurlar ve bunun için mücadelede tüm milliyetlerden emekçilerin birliğini sağlamak üzere ne kadar insiyatifli davranırlarsa, kendilerinin ve diğer ulus ve ulusal topluluklardan sömürülenlerin sermayeden kurtuluşu için sorumluluklarına o kadar uygun davranmış olurlar. İşçi sınıfı ve emekçiler, “sorunun çözümü”-çözüm yöntemleri konusunda atıl durarak ya da pasif bir destekçi tutum içinde olarak demakratik hak eşitliği mücadelesine güç veremezler. Ülkenin ve tüm milliyetlerden halkının, ulusal ezme/ayrıcalıklar politikasının neden olduğu güvensizlik ve “yabancılaşma”yı aşması, bugün Kürt sorununda Kürtlerin ulusal taleplerinin en ileriden savunulması; ulusal tam hak eşitliği, anadilde eğitim ve Kürtçenin kamusal yaşamın tüm alanlarında serbestçe kullanılması, yasal-anayasal, hukuksal, kültürel her alanda tüm ayrımcı ve şovenist kural, anlayış ve uygulamanın kaldırılması için mücadeleye bağlanmıştır. Demokratikleşmenin en önemli konu başlıklarından birinin Kürtlerin ulusal-kolektif haklarının tanınması ve yasal-anayasal güvenceye bağlanması, siyaset yasaklarının kaldırılması, dil, kültür alanında tam bir serbesti, örgütlenme, söz basın-yayın özgürlüğü olarak şekillendiği ülkemizde, halkların eşit hak ve gönüllü birlik temelinde kardeşçe yaşayabilecekleri bir Türkiye’nin var edilmesi, herkes ve her kesimden önce Türk işçi ve emekçileriyle ileri kitlesinin hem sorumluluğudur, hem de yararınadır. İşçi sınıfı, sorunun demokratik çözümü için, Türk burjuva şovenizminin ve ulusal baskı politikasının yarattığı güvensizliğin yok edilmesinin taşıdığı önemi bilerek, halk yığınları içinde inisiyatifi ele aldığında, sermayeye karşı sömürülen ve ezilenlerin birliği güçlenecek, anti demokratik baskı sisteminin tasfiyesi kolaylaşacak; hükümet ve burjuva partilerinin manevra alanı daralacak, demokrasi ve sosyalizm için mücadele mevzi kazanacaktır.

*  *  *
İşçi ve emekçilerin sermayeye karşı birliği, ekonomik, sosyal ve siyasal taleplerini elde etme mücadelesinin başarısı ve bu mücadelenin sömürü ilişkilerinin tasfiyesine genişlemesinin olanağı ya da aynı anlama gelmek üzere koşulu, –ülkede birden fazla ulus ve ulusal toplulukların yaşaması gibi  bir “özgün” nedenle–, “etnik temelli kuşku ve bölünme” üzerinden barikat oluşturan yaklaşımların etkisiz kılınmasıdır. İşçi sınıfı ve emekçilerin sermaye egemenliğinden kurtuluşu için, burjuva politikası ve ideolojik kuşatmasının şovenizm dahil her türüyle etkisiz kılınması başlıca koşullardan biridir. Ulusal baskı ve ayrıcalıkların reddi olmaksızın, tüm milliyetlerden emekçilerin sınıf birliğinin örülemeyeceğini, herkesten önce en ileri işçi kitlesinin anlaması ve buna uygun bir tutumla, aktüel olanları başta olmak üzere, gelişmelere müdahale etmesi  gerekir. Bağımsız sınıf tutumu için bu zorunludur.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑