Türkiye’de Susurluk eylemlerinin yaşandığı süreç, devletin çekirdeğinde “emniyet sübabı” rolü oynayan özel örgütlenmelerin, kontrgerilla kurumsallaşmalarının hedefe konulduğu bir dönemdi. Son dönemlerinde mahalle aralarına kadar yayılma eğilimi gösteren bu eylemler, devletin çatısında bu konuda yaşanan çatışma ile de kesişiyor; ve İtalya’da Gladio ile yaşanan hesaplaşma sürecinin, “Türk Gladiosu” açısından, Susurluk ile birlikte yaşanmaya başlandığına dair yorumlar yapılıyordu. Daha sonra gelinen yer, bu türden yorumların içinde aşırı beklentici olanların abartılı noktalara vardıklarını göstermiş olsa da, o sürecin, Türkiye’de halihazırda faaliyet gösteren Özel Harp Dairesi’ni bağrında barındıran Genelkurmay açısından ciddi bir sorgulamayı davet etmiş olduğu da yadsınamaz. Mehmet Ali Ağca’nın, verili burjuva hukuk kuralları açısından bile tartışmalı bir biçimde serbest bırakılmasının ardından, kendini açığa vuran tepki sırasında da bu görülmüştür. Ağca’nın Abdi İpekçi’nin katili olmasının sağladığı “meşruiyet” zeminiyle, İpekçi’nin bir dönem yayın yönetmeni olarak görev yaptığı basın grubu başta olmak üzere, Susurluk sürecinde, “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” yazılı tam sayfa ilanlar vererek tavır almış olan gazeteler, tekrar “derin devleti” sorgulamaya dönük yayınlar yaptılar. Bu yayınlar içinde, Özel Harp Dairesi, yeniden, kontrgerilla örgütlenmesinin çekirdek örgütü olarak, bir ucundan tartışılmaya başlanmıştı.
Genelkurmay Başkanlığı tarafından, Özel Harp Dairesi’nin Genelkurmay bünyesinde yasal bir örgütlenme olduğu, “derin devlet” ya da “kontrgerilla” ile ilişkilendirilmesinin doğru olmadığı, bu kurumun hiçbir karanlık olaya katılmadığı öne sürüldü. Genelkurmay açıklamasında bu tür yayınlar yapan yayın organları da, “kastı aşmak” ile suçlandı. Genelkurmay’ın bu tavrı, Özel Harp Dairesi’nin Genelkurmay tarafından açıktan ilk sahiplenilişi değildi. Özel Harp Dairesi’nin, NATO’ya üyelik süreci ile birlikte, “Komünizmle mücadele” stratejisinin temel bir unsuru olarak örgütlendiği biliniyordu ve yer yer bu kurum, 6-7 Eylül olaylarının düzenleyicisi olmak gibi haberlerle gündeme gelirdi. Türkiye’de Kontrgerilla örgütlenmesinin çekirdek kurumu olarak bilinen bu kurumun varlığı ve Genelkurmay bünyesindeki pozisyonuna dair bilgiye rağmen, bu konudaki tavır, o anki toplumsal ve siyasal mücadelenin güç dengelerine bağlı olarak kendisini gösterirdi. Bu kuruma açıktan yönelinmediği sürece, gizli ve gayri-meşru yapısı ile anılan bu kuruma dair Genelkurmay tarafından da sık sık açıklama yapılmaz, güçler dengesi nedeniyle bu konudaki hesaplaşmanın adeta ertelendiği varsayılır; açık bir hesaplaşmaya girişilmediği sürece de, kontrgerillanın çekirdeği sayılan bir kurumu kamuoyu önünde açıktan savunmak durumunda olmak Genelkurmay açısından pek tercih edilecek bir durum olmazdı.
Peki, varlığı “komünizme mücadele” üzerinde şekillenen bu kurum, NATO tarafından “tehdit” olarak görülecek düzeyde bir komünizm varlığı ile karşı karşıya olunmadığı bir dönemde niye hâlâ vardı? Bugün bu soruya yanıt içeren gelişmeler yaşanıyor; ancak ona gelmeden önce, yine bu soruya yanıt oluşturacak bir gelişme için, bundan 16 yıl öncesine gidelim.
3 Aralık 1990 günü, Özel Harp Dairesi’nin bağlı olduğu Genelkurmay Başkanlığı Harekat Başkanı Korgeneral Doğan Bayazıt ve Ö.H.D’nin Başkanı Tuğgeneral Kemal Yılmaz, Ankara’da basına bir brifing veriyorlar. Doğan Bayazıt, birifingde, Ö.H.D’nin sivil uzantısı konusundaki soruları açıklıkla yanıtlamıyor, ancak Ö.H.D’nin bir süreden beri Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kullanıldığını söylüyordu.
Bu brifing, basında şu başlıkla yer almıştı: “Özel Harp Dairesi Doğu’da kullanılıyor.” (4 Aralık 1990, Hürriyet)
Ve yine 2006 yılının, verili hukuk kuralları bile alt-üst edilerek, Mehmet Ali Ağca ve Turan Çevik gibi gladio, hayali ihracatçı, uyuşturucu kaçakçısı olarak bilinen kişilere, çetelere özgürlük getiren bir yıl olarak başlatılması, tek tek kendinden menkul olaylar olarak görülemez. Özel Harp Dairesi’nin Başkanlığı’nı yapmış olan Eski Kara Kuvvetleri Komutanı emekli Orgeneral Kemal Yamak’ın Doğan Kitap’tan yayımlanan, “Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler” kitabı, hem zamanlama hem de içeriği bakımından, içinden geçilen süreci de açıklar niteliktedir. Yamak kitabında, Özel Harp’in parlamentodaki bütün partilerde varolan, hatta köylere kadar uzanan bir örgütlünme olduğunu öne sürüyor ve yer yer bu kurumla karşı karşıya gelmiş bulunan eski başbakanlardan Bülent Ecevit ile de hesaplaşıyor. Kemal Yamak bu çıkışında yalnız bırakılmadı. “Sağ kolu” olarak kabul edilen ve Özel Harp Dairesi’nin de 2 yıl başkanlığını yapmış olan emekli orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, Özel Harp Dairesi’nde her meslek ve siyasi gruptan insan olduğunu söyledi. Teşkilatta çok sayıda Kürt, Laz ve Çerkez’in görev yaptığını belirten Yirmibeşoğlu, “Doğu ve Güneydoğuluların buraya alınmalarında asla tereddüt edilmemiştir. Onlarla iftihar ediyoruz” dedi. ( 4 Ocak 2006, Hürriyet)
BİR ÖZEL HARPÇİ’NİN YÜKSELİŞİ
Yirmibeşoğlu’nun “kariyeri” onun sözlerinin nereye oturduğuna da ışık tuttuğu için, bu konuda kısa bir hatırlatma da yapılabilir. 50’lerin başında, Çankırı Gerilla Okulu’nda, “Turancılık davası”ndan beraat ettikten sonra gönderildiği ABD’den yeni dönen “gerilla öğretmeni” Yüzbaşı Alparslan Türkeş’in “çok sevdiği öğrencisi” oldu. 1955’te, 6-7 Eylül olayları sırasında, Özel Harp Dairesi’nin atası sayılan Seferberlik Tetkik Kurulu’nda görevliydi. Gazeteci Fatih Güllapoğlu’na (“Tanksız Topsuz Harekat”, Tekin Y., 1991) söylediği şu sözler hiç unutulmadı: “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı.” Yirmibeşoğlu, bir başka görüşmede (Aksiyon, 31.03.2001), “Ben orada garip bir üsteğmendim” derken, sözlerini şöyle “düzeltti”: “Savaşta, düşmanın işgal ettiği bölgelerde bazı olaylar yaratılır ve düşman yaratmış gibi gösterilir. (…) Halkı düşmana karşı galeyana getirmek(tir amaç)… Belki Güneydoğu’da da oluyor bunlar, yanlış olarak…”
NATO’nun, CIA desteğiyle, İtalya’dan başlayarak, tüm Avrupa’da komünizme karşı kontrgerilla faaliyeti yürütecek birimleri, yani Gladio’yu kurduğu Soğuk Savaş yıllarında, Yirmibeşoğlu, NATO eğitimi için Napoli’ye gitti. Dönüşte, “Türk kontrgerillasının doğum yeri” olarak bilinen Kıbrıs’a tayin oldu. 63 olaylarını orada yaşadı. “Oradaki Türkleri teşkilatlandırdı”. 1964’te Belçika’daki NATO karargahında Nükleer Silahlar Şubesi’ndeydi. Herkesin iki yıl görev yaptığı bu gizli birimde beş yıl çalıştı. Dönüşte Özel Harp Dairesi Kurmay Başkanlığı’na atandı. Üç sene sonra da, Daire’nin başına geçti. İşte, Başbakan Ecevit, Özel Harp Dairesi’nden o aşamada “tesadüfen” haberdar oldu. 1974’te, “Daire” için örtülü ödenekten para istenince, daha önce adını bile duymadığı bu resmi kurum hakkında derhal brifing istedi. Başbakanlık konutundaki brifingi veren, Özel Harp Dairesi’nin Başkanı Sabri Yirmibeşoğlu idi. Ecevit, o günden sonra, Özel Harp’i denetim altına almaya çalışırken, Yirmibeşoğlu daha önemli bir göreve, NATO İstihbarat Başkanlığı’na tayin edildi. 1978’e kadar burada kaldı. Dönüşte tümen komutanı olarak Sarıkamış’a atandı. Ecevit’le yolları orada bir kez daha kesişti. 1978’de, Ecevit, başbakan olarak Sarıkamış’a gittiğinde, Tümgeneral Yirmibeşoğlu, Orduevi’nde kendisine ve eşine yemek verdi. Ecevit, Komutan’dan Özel Harp’le ilgili bilgi almaya çalıştı. (B. Ecevit, “Karşı Anılar”, DSP, 1991, s. 43) “Daire”ye bağlı sivil örgütte görev alanlardan bazılarının olaylarda yer aldığından kuşkuluydu.
Yirmibeşoğlu “Kuşkularınız yersiz” deyince, Ecevit şunu sordu: “Farz-ı muhal, buradaki MHP il başkanı, aynı zamanda Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantısındaki gizli elemanlardan biri olamaz mı?” Yirmibeşoğlu samimiyetle doğruladı bunu: “Evet, öyledir ama kendisi çok güvenilir, vatansever bir arkadaşımızdır.” 12 Eylül döneminde, Yirmibeşoğlu Kara Kuvvetleri Lojistik Başkanı’dır. 1982-83 arası Milli Savunma Bakanlığı’nda Müsteşar Yardımcısı… 1983’te Ankara Sıkıyönetim Komutanı… 1984-86 arası Genelkurmay Harekat Dairesi Başkanı… 1986-88 arası yine Sarıkamış’ta, 2. Ordu Komutanı.1988-90 arası Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri. Özal, Öztorun’un yerine Torumtay’ı getirerek, Üruğ’un “2000 planları”nın önünü keserken, Yirmibeşoğlu “Üruğcu” olarak tanınıyordu. (Bkz: “Bay Pipo”, Soner Yalçın-Doğan Yurdakul, Doğan K., 1999. s. 431)
Belki de bu şöhreti, onun tırmanışını durdurdu. 1990’da, kadrosuzluktan emekliye sevk edildi. Nasıl Ecevit, kendisine karşı düzenlenen Çiğli suikastının ardında kontrgerillayı aramışsa, Özal da, kendi suikastçısının ardındaki “örgüt”ü aramıştı. Afyonlu işadamı Kemal Horzum’dan kuşkulanıyordu. Horzum, Emlakbank’ı dolandırmakla suçlanıyordu. Banka bünyesinde Horzum’u soruşturan komisyona, suikast işiyle de ilgilenmelerini söyledi. Komisyon üyeleri, hem suikastçı Kartal Demirağ’ın, hem Horzum’un memleketi olan Afyon’a gitti. Orada ne bulduklarını, komisyon üyesi Uğur Tönük, daha sonra TBMM’de kurulan Horzum Araştırma Komisyonu’na şöyle anlattı: “Afyon Dazkırı’da, 1974-77 seneleri arasında, Ege’de meydana gelen sol hareketleri önlemek için bir kontrgerilla teşkilatı kurulduğunu, Kartal Demirağ’ın da bu teşkilatın yetişmiş bir elemanı olduğunu tespit ettik.” Demirağ özel kamplarda emekli askerlerce eğitilmişti. “Her şeyi vatanımız için yaptık” diyor, MİT’le ilişkisi olduğunu söylüyordu. Komisyon, soruşturmayı derinleştirince, Özal’ı vuran silahın Demirağ’a Kongre salonunda polisler tarafından verildiği yönünde duyumlar aldı. Afyon’daki teşkilatın üzerine gitmeye karar verdiler. İşte tam o aşamada, Tönük, Ortaköy’de bir villaya davet edildi. MİT görevlisi olduklarını sandığı üç görevli kendisine “Bu tahkikatı kesin” dedi. Bir generalin adını verdiler ve “Paşa kararınızı bekliyor” dediler. Tönük soruşturmadan çekildi. Tönük, kendisini tehdit edenlerin adını verdiği generali açıklayacağı anda, Özal odadaki büyük ekran televizyonun uzaktan kumandasına uzanmış ve sesi sonuna kadar açmış. Sonra da Tönük, Paşa’nın ismini Özal’ın kulağına fısıldamış: “Sabri Yirmibeşoğlu!”
“Olacak iş mi?” Yirmibeşoğlu, o dönem MGK Genel Sekreteri idi. Görev süresi 1 yıl uzatılsa, Kara Kuvvetleri Komutanı olabilecek, oradan Genelkurmay Başkanlığı’na tırmanabilecekti. Ama Özal’a adı fısıldandıktan 1 yıl sonra emekliye sevk edildi.
Bugün aynı Yirmibeşoğlu, Kemal Yamak’ın kitabı üzerine başlayan tartışmalarda, Özel Harp Dairesi elemanlarını “vatansever gençler” olarak meşrulaştırmak için yeniden sahne aldı.
Yirmibeşoğlu’nun kariyerinin bu özet öyküsü bile, Türkiye’de, gladio örgtülenmesinin ne kadar etkin olduğunu çıplak bir biçimde gözler önüne seriyor.
Özal Başbakandı, yani egemen sınıfların iktidardaki güç dengeleri içinde önemli bir pozisyonda bulunuyordu ve ona yapılan suikast kulağına fısıldandı. Ama Doğan Bayazıt’ın, 1990 yılındaki brifingte Doğu’da faaliyet gösterdiğini açıkladığı Özel Harp Dairesi’nin bu görev alanında yaşanan yüzlerce faili meçhulün hiçbiri için şu ana kadar kulaklara fısıldanan bir şey yok. Onlar devlet sırrı kapsamında.
Ve bugün bu kurumun hâlâ varolması, onu savunmak için eski Başkanları’nın kitaplar yazması hangi güncel dengelerin ürünü? Bu sorunun yanıtı araştırılırken akıllara gelen manzaralardan bir tanesi, ülkeyi derin bir kamplaşmaya sürükleyen, Mersin’de geçtiğimiz yıl düzenlenen Newroz kutlamaları sırasındaki “bayrak provokasyonu”dur kuşkusuz. Çocukların eline o bayrağı tutuşturan ve hala kimliği gizli tutulan kişi, Özel Harp ile ilgili tartışmalar ışığında daha bir netlik kazanıyor. Ancak ondan bir hafta önce yapılmış bir açıklama da Mersin Newrozu’na nasıl gelildiği konusunda fikir verir nitelikte.
BÜYÜKANIT’IN SÖZLERİ “İŞARET FİŞEĞİ” OLDU
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın “Irak’ta söz hakkımız yok. Irak politikamız yok. Biz 1999’daki terörle mücadele etme gücünün gerisindeyiz. Bu konuda bizimle gerekenleri konuşan olmadı” sözleri, Mersin Newrozu’ndan bir hafta önce, 15.03.2005 günü söylenmişti. Büyükanıt bu açıklamasında, “Terör örgütünün Türkiye içindeki silahlı varlığı 1999’da Öcalan’ın yakalandığı seviyeye çıktı” demiş “Terör örgütü üyelerinin sayısı 1999’daki rakama ulaşırken, biz 1999’daki mücadele gücünün gerisindeyiz. Bu çok tehlikeli bir durum” ifadelerini kullanmıştı.
Büyükanıt’ın bu açıklaması, günümüze kadar gelen gelişmelerle birlikte değerlendirildiğinde, görülecektir ki, tam bir “Çılgın Türkler”i harekete geçirme açıklamasıdır. Mersin’de yaşananlar ve daha “aşırı sağ”ın Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ndeki “tehdit” unsurları arasından çıkarılması, Şemdinli’de halka kurşun çıkan üniformalıların yakayı ele verdiği JİTEM olayı, son olarak da Ağca’nın gayri-meşru bir tarzda, adeta kaçırılırcasına cezaevinden çıkarılması.
Tüm bu gelişmeler, birbirini destekleyen ve adeta tetikleyen niteliktedir. Aralarındaki örgütlü bağ, gerçekleşmelerindeki “emir-komuta” sürecinden de bağımsız olarak, bu olaylar dizgesine dışarıdan bakıldığında, kamuoyunun baskısı sonucu Başbakan Erdoğan’ın “Kürt realitesini tanıyorum” demesinin ardından, Turgut Özal’ın benzer sözleri söylediği dönemden sonra yaşananlara benzer olaylar sahnelenmektedir. Ve Ağca’nın bırakılması, Şemdinli olayının İçişleri Bakanlığı Başmüfettişlerinin raporu ile örtülmek istenmesi, olayla ilişkisi açık seçik ortada olan çavuşun bırakılması, Kürt sorunu ile ilgili çözüm tartışmalarını yine “terör baskısı” ile gerileten, derin ilişkileri öne çıkaran gelişmelerdir. Bunlara ek olarak, DTP’ye yönelik olarak başlatılan kuşatılma harekatı da bunu tamamlar niteliktedir.
TBMM üyelerine ve devlet erkanına Kürtçe yılbaşı mesajı gönderdiği gerekçesiyle Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir hakkında dava açılmasının istenmesi, yine Baydemir ve 55 DTP’li Belediye Başkanı’nın ROJ TV’nin kapatılmaması için Danimarka Başbakanı’na gönderdikleri mektup nedeniyle dava kıskacına alınmaları ve 72 kişiyi “partiden atın” diyen Yargıtay Başsavcısı Nuri Ok tarafından DTP’ye uyarıda bulunulması… Tüm bunlar, “terörle mücadele” konseptinin devrede tutulmak istenmesi ve bu politikaya kumanda eden derin güçlerin direnişe geçmesinin işaretleridir.
Bunun yanında, TÜSİAD içinde örgütlü burjuvazinin bir kesiminin ve onun inisiyatifindeki yayın organlarının, Susurluk sürecindeki noktanın biraz daha gerisinden girdikleri çatışmanın bir sonucu olarak da Musa Anter cinayetinin Hürriyet tarafından manşete taşınarak takip edilmesi gösterilebilir.
Ancak açıktır ki, Türkiye’de kontrgerilla örgütlenmesi ancak güçlü bir halk muhalefeti ile alt edilebilir, tarihe gömülebilir. Onun dışında, çeşitli nedenlerle burjuvazinin kendi iç çatışması biçiminde gelişen süreçler, Susurluk sürecinde görüldüğü gibi, bir süre sonra başka bir noktada bir dengeye oturarak sönümlenmektedir. Ortak bir sınıf karekteri taşıyanlar arasında böylesi bir dengenin kuruluyor olmasından daha doğal bir şey de olamaz. Tam da bu nedenle, bu konuda en tutarlı karşı koyuşu işçi sınıfının örgütlü gücü etrafında birleşik bir halk muhalefeti gösterebilir. Özel Harp’in zulmunü üzerinde en çok hisseden Kürt yoksulları, ilericileri, demokratları ve devrimcileri de kuşkusuz bu sürecin önemli bir potansiyel dinamiği durumundadır. Bu konuda girişilecek ortak bir mücadele, Kürt sorunun demokratik ve halkçı bir tarzda çözülmesinin de anahtarlarından birisidir.