Avrupa’da, politik bakımdan küçümsenemez derecede önemli ve önümüzdeki yılların sınıf mücadelelerinin seyrini de belirleyecek gelişmeler yaşanmaktadır. Bu gelişmeler; bir yandan sosyal kutuplaşma ve öfkenin büyümesiyle birlikte işçi ve emekçi mücadelelerinde belirginleşen yükseliş eğilimi, diğer yandan politik sarsıntılarla istikrarsızlık ögelerinin artacağı bir döneme girilmiş olması olarak özetlenebilir…
“AVRUPA BİRLİĞİ PROJESİ”NİN GELDİĞİ NOKTA
Bu gelişmelerle ilgili değerlendirmemize, Avrupa’nın politik yaşamında önemli bir rol oynayan bir kurumuyla, yani Avrupa Birliği (AB) ile başlayalım. Pek çok olgu, AB’nin esas olarak gelişme ve ilerlemeyle karakterize olan bir döneminin kapanıp, istikrarsızlık ve kriz ögelerinin artıp birikeceği yeni bir döneme girmiş bulunduğuna işaret etmektedir. Birkaç noktaya dikkat çekerek bu tespitimizi somutlaştırmaya çalışalım.
Birincisi; “AB projesi”, “savaş ve barışı belirleyen” bir “ülkü”, “ideal” olma yönüyle iflas etmiştir. Bu bakımdan, Avrupa anayasasıyla ilgili Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumlar, balona batırılan iğne misali, bu “ideal”in bir illüzyondan ibaret olduğunu açığa çıkartmıştır. “AB projesi” süreci, zirvesindeyken (olağanüstü hızlı genişlemeden ortak anayasaya geçiş!), tersine dönmüştür.
Bilinmektedir ki, halkın, bu referendumlarda “Hayır!” oyu vererek karşı çıktığı şeyler, bu “proje”nin gerçekleşmesinin olmazsa olmazlarıydı. AB’nin, emperyalist bir mihrak olarak, daha da ilerlemesinin ekonomik ve politik gerekleri, Avrupa işçi ve emekçi halklarının en temel kazanımları, hak ve özgürlükleriyle giderek daha doğrudan ve açıktan çelişen bir noktaya gelmiş; dahası, bu gereklerin tek tek ülkelerdeki dolaylı ve dolaysız yansıma ve etkileri, işçi ve emekçilerin somut mücadele ve karşı koyuşlarını adeta kışkırtmıştır. Dolayısıyla, “AB projesi”nin referandumlarla yediği şamarı koşullayan nedenler, referendumun düzenleniş şekli veya yapıldığı ülkelerdeki iç politik durumun özgünlükleriyle açıklanamaz.
İkincisi; her ne kadar kurumsal bir krizle yüzyüze değilse de, AB’nin aldığı (ve “proje” olarak baştan itibaren bağrında taşıdığı çelişkileri açığa çıkartan) bu politik darbenin, onun emperyalist bir mihrak olarak yol alma hızı üzerinde bugünden görülebilir etkileri olmuştur ve daha da olacaktır. Görünen o ki, AB’ne yüklenen misyon eksenindeki ezeli tartışmalar (geniş bir ortak pazar/büyük bir serbest ticaret bölgesi mi yoksa dış ve güvenlik politikasının da ortaklaştırıldığı hakiki bir federasyon mu?), kuşkusuz pek çok başka etken ve çelişkilerle ilişki ve karşılıklı etkileşim içinde derinleşirken; AB içinde var olan gruplaşma eğilimleri de daha da güçlenecekleri bir mecraya girmiş bulunmaktadır. Özellikle, kaderini adeta AB’ne endeksleyen Almanya’da (burada referendum olmamış ama, sonuçları da en fazla Alman sermayesinin yüreğini yakmıştır!), bu olumsuz yöndeki gidişatı daha da hızlandırabilecek söylem, tutum ve politikalardan kaçınma ve güven tazeleme amaçlı adımlar atmanın Angela Merkel hükümetinin dış ve Avrupa politikasının baş görevlerinden biri olacağının bugünden netleşmiş olması, bu bakımdan şaşırtıcı değildir.
İlerleme temposundaki yavaşlama, yani bir iki vites düşürme zorunluluğu, önünde sonunda, “farklı viteslerle farklı hızda yol alanlar”ın gerekliliğini favorize eden eğilimleri güçlendirecektir (en ileriden yol alanlar olarak, çekirdeğini Fransa ve Almanya’nın oluşturduğu iki-üç gelişme aşamalı bir AB). Yani bir yandan “dönen dönsün biz dönmeyiz”, diğer yandan “bizden buraya kadar” diyenlerin AB içinde kendi hukuksal ve kurumsal ifadelerini bulmaları… Bu, her ne kadar “AB ülküsü”nü canlı tutmanın yegane yolu olması anlamıyla, bir ilerleme olarak yansıtılmak istense de; böylesi bir pozisyona düşülmesinin, gruplaşmaları resmileştirmekle sınırlı kalamayacağı açık olsa gerek.
Üçüncüsü; AB’nin tam da, sertleşen bir dünyada emperyalist bir mihrak olarak daha etkin hareket etme zorunluluğunun arttığı koşullarda hız kaybına uğramasının sonuçları, kendisini öncelikle iki açıdan ortaya koyacağa benzemektedir:
a) Var olan görüş ayrılıklarına ve anlaşmazlıklara tahammül etme sınırlarının belirtilen nedenle giderek daralmasıyla birlikte, AB içi “krizleri çözme” teamül ve mekanizmalarının aşınması, ve bu aşınmayla birlikte, AB’nin, sorunlarını çözüp azaltan değil, çözemeyip giderek biriktiren bir sürece girmesi. (Bu sürecin etkilerine tek yanlı bakıldığında, Almanya-Fransa çekirdeğinin daha da “yoğunlaşacağı” sonucuna varılabilir. Ama bunun tersi de görülmelidir: Bu süreç, bu çekirdeğin; bileşenlerinin farklı konum ve olanakları nedeniyle –örneğin Fransa, BM Güvenlik Konseyi üyesidir, sömürgeciliğinden gelme mevzileri vardır, nükleer güce sahiptir vb., yani dış ilişkilerinde Almanya kadar “AB projesi”ne mahkum değildir vb.–, kendi içindeki zıtlaşmaları artırabilir, hatta daha ileri bir safhada parçalanmaları bile gündeme getirebilir. Benzer şeyler, bu çekirdeğin dışındakilerinin, çekirdekle sorunlu ilişkileri açısından da söylenebilir kuşkusuz. Bu, özellikle AB’nin nispeten küçük ve zayıf ülkelerinde –Polonya bir örnektir sadece– milliyetçi eğilim ve politikaları güçlendirecektir.)
b) AB’nin emperyalist bir mihrak olarak genel çıkarlarıyla, tek tek üye ülkelerinin tekil çıkarları arasındaki farklılıkları derinleştirmekte olan bu süreç; bir yandan AB kurumunun, Avrupa işçi ve emekçilerinin çıkarları aleyhine, hak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı politika ve kararlarını artırma baskısını büyütürken; diğer yandan üye ülkelerindeki işçi ve emekçi hareketleri, bugünkünden daha fazla AB karşıtı bir pozisyona sürükleyecek, bu kurumu ve kararlarını hedef alan talep ve mücadeleleri daha da artıracaktır. Tek tek hükümetlerin saldırı politikalarını Brüksel üzerinden meşrulaştırma çabalarıysa, kitleler nezdinde bugünkünden çok daha az prim yapacaktır.
Kısacası; AB’ni zor günler bekliyor. Gündeminde, bir adım daha ileri atmak değil, bütünü riske sokmayacak tarzda elde edileni tahkim etmek bulunmaktadır. Ama dünya yerinde durmayacağı için, emperyalist bir mihrak olarak ihtiyaç duyduğu bu soluğu bulup bulamayacağı veya yol katetme bedelinin küçük tutulup tutulamayacağı oldukça tartışmalıdır.
AB’nin son 20-25 yılını karakterize eden başdöndürücü bir hızla ilerlemesiydi. Bu ilerlemenin motor gücü Almanya idi. Ne var ki, Alman emperyalizminin Doğu Almanya’yı olanca açgözlülüğüyle yuttuktan sonra yaşadığı hazmetme sorunu, şimdi kamçılayarak sürüklediği “AB projesi”yle de karşısına çıkmış bulunmaktadır. Bugün, bu sabırsızlık ve açgözlülüğünün bedelini hem Avrupa politikasında ve hem de iç politikasında ödemekle yüzyüzedir.
ERKEN SEÇİM SONUÇLARININ POLİTİK ANLAMI
“Seçimler mi? Önemi yok!” Alman sermayesinin borazanlığını yapan Handelsblatt gazetesi, Almanya’da 18 Eylül 2005’te gerçekleşen erken seçim sonuçları karşısındaki tepkisini böyle dile getirmişti. Gazetenin bu yaklaşımında, Alman sermayesinin seçim sonuçları karşısındaki hoşnutsuzluğunu, ve ama, aynı zamanda kararlılığını okuyabilmekteyiz.
Bilindiği gibi, erken seçimlerde sermayenin favorize ettiği CDU/CSU ve FDP partileri, birlikte bir koalisyon hükümeti oluşturabilecek çoğunluğu sağlayamadı. Dahası, sermayenin bu istemi gerçekleşmediği gibi, halk, iktidardaki SPD/Yeşiller koalisyonunu da onaylamadı. İki büyük “halk partisi” (SPD ve CDU/CSU), ciddi boyutlarda oy kaybetti. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, bu iki parti, hiçbir zaman bu kadar az oy toplamamıştı. Erken seçim kararının kuruluş sürecini hızlandırdığı WASG ve PDS’in ortaklığından doğan Sol Parti ise, büyük bir başarı kaydetti. Oyların yüzde 8,7’sini (dört milyonu aşkın oy) alan Sol Parti, 54 milletvekiliyle meclise girerek, Yeşilleri de geçmek suretiyle, ülkenin dördüncü büyük partisi haline geldi! Sonuç itibarıyla, Alman meclisinde bir “pata durumu” ortaya çıktı. Öyle ki, CDU/CSU ve SPD’den oluşan büyük koalisyon, tek gerçekçi seçenek haline geldi.
Böylelikle, Alman burjuvazisinin Avrupa Anayasası referendumlarıyla yediği darbeyi, ülke içindeki bu darbe izledi. Özetle, her iki olayda da, emekçi halk, pervasızca izlenen sosyal hak ve özgürlükleri kısıtlama/tasfiye etme politikalarını reddetti. Başka bir deyişle, Alman sermayesi, ülke içindeki “temel reformlar”la ilgili programını yaşama geçirmede de hız kaybıyla yüzyüze geldi.
Burada şu söylenebilir: Almanya’da, özellikle ekonomi ve sosyal politikada, zaten bir tür büyük koalisyon bulunuyordu; Schröder Hükümeti’nin işçi ve emekçiler aleyhine çıkardığı birçok yasa, her zaman CDU/CSU ve FDP’nin desteğini alıyordu, muhalefet, sadece “az bile bunlar” söylemiyle hükümetten ayrılıyordu vb…
Yine denilebilir ki, büyük koalisyon; Almanya’nın federatif yapısını bir ayakbağı olarak hisseden Alman sermayesi için, başta “federalizm reformu” olmak üzere, talep ettiği bir dizi “yapısal reformlar” açısından oldukça elverişli bir durumdur. Federal Konsey ile Federal Meclis arasındaki birbirini bloke eden politik durumun sona ermesi, dörtte üç çoğunluk gerektiren yasaların kolaylıkla çıkartılabilmesi vb.; kuşkusuz bütün bunlar, meclis aritmetiği ve yasama bakımından önemli ve sermayenin de sonuna kadar kullanmakta tereddüt göstermek istemeyeceği mevzilerdir. Bunlar işlerin daha hızlı yürümesi demek değil midir; o halde, hız kaybı bunun neresinde diye sorulabilir.
Elbette soruna, seçim sonuçlarının gerçek politik anlamı yerine, meclis aritmetiği üzerindeki etkisiyle sınırlı bir perspektiften bakıldığında, yeni durumun, Alman sermayesi için daha elverişli bir sonuç yarattığı bile iddia edilebilir. Aynı şekilde böyle bir yaklaşımda, Sol Parti’nin 54 milletvekiliyle mecliste bulunmasının da pek bir anlamı olamaz. Ama bu yaklaşım hem dar ve hem de yanlıştır. Dahası, Almanya’da birçok bakımdan yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuzun görülmemesi demektir.
Bir kere, büyük koalisyon seçmenin seçtiği bir koalisyon değildi. Tersine; seçmenlerin çoğunluğu, saldırı politikalarını reddetmiştir. Büyük koalisyonun bileşenleri ise, bu saldırı politikalarını savunan ve uygulayan partilerden meydana gelmektedir. Kuşkusuz, işçi ve emekçilerin bu reddi, bu reddedişten doğan politik sonuçları esas alan bir siyasi partiyi de iktidar yapmaya yetmemiştir. Bu durum ise, seçmenler tarafından reddedilenlerinin büyük bir koalisyonuna vesile olmuştur. Yani, büyük koalisyon görüşmelerinde ileri sürülen, “ne yapalım, büyük koalisyon seçmenin iradesidir” argümanları basit bir yalandan ibarettir. Bundan da öteye, bu hükümetin meclisteki meşruiyetiyle sokaktaki meşruiyeti arasındaki potansiyel orantısızlığı hasıraltı etmektedir.
Nitekim büyük koalisyon, daha yeni yapılan bir genel seçimde işçi ve emekçiler tarafından reddedildiği açıkça ortaya çıkmış saldırı politikalarını uygulamak durumundadır. Bu politik koşullarda işbaşına gelmiş bir hükümet, herhangi bir hükümetten çok daha fazla ve hızlı yıpranma ve dağılma riski taşımaktadır. Büyük koalisyonun (ve aynı zamanda sermayenin de) buradaki politik açmazı şudur ki; “temel reformlar” için gerekli olan en elverişli meclis aritmetiğine, bu “reformlar”a karşı halk tepkisinin en yüksek olduğu koşullarda kavuşulmuş olunmasıdır. Meclisteki istikrar sağlam bir zemine dayanmamaktadır. İki büyük partinin, bu koalisyonun geçiciliği bilinciyle, geleceklerini dikkate alarak birbirini nötrleştirecekleri; verili durumda her birisinin, sezdirmeden bir sonraki dönemi düşünerek, bugünden profil kazanmaya çalışacakları, iki büyük partinin acizliklerinden doğan bu koalisyondan güçlenerek çıkma gayretlerin kaçınılmaz kıldığı sürtüşme ve çekişmeler vb. vb.; bütün bunlar bir yana; tek başına yukarıda dikkat çektiğimiz tayin edici politik sonuç (emekçi halkın saldırı politikalarına öfkesinin sarsıcı bir biçimde kendisini açığa vurması) nedeniyle, büyük koalisyonun, “nerede kalmıştık” edasıyla, saldırı politikalarına sermayenin çıkarlarının buyurduğu dozaj, boyut ve hızda devam edemeyeceği ortada olsa gerek.
Kısacası, genel saldırı programı bakımından bu hükümet, ister istemez sermayenin şarabına su katmak zorundadır. Büyük koalisyonun, bir yandan sermayenin ihtiyaç duyduğu saldırı politikalarını izleme kararlılığını ortaya koyarken, öte yandan da öngörülen saldırıları hemen bir paket halinde açmak yerine, bunları sürece yaymayı tercih etmesi, bunun bir göstergesidir. Zaten, birçok bakımdan muğlak bırakılan koalisyon sözleşmesinin açıklanmasından sonra, ülkedeki atmosfer de bu taktik ve söylemle (“herkes katkıda bulunmalı” edebiyatı) şekillendirilmeye çalışılmıştır. Açıktır ki, bu yanıltma politikasında ne kadar başarılı olunabilinirse, o denli sermayenin şarabına katılan suyun miktarı azaltılabilecektir.
Eklemek gerekir ki, hükümet, şaraba su katma taktiğiyle, kısa bir süre için de olsa başarılı da olabilir. Özellikle sendika bürokrasisinin “en kötü şeyler engellenmiştir”, “eleştirel bir gözle takip edelim”, “fırsat tanıyalım hele” söylemleriyle aldığı tutum, işçi ve emekçilerdeki duyarlılığı köreltme ve seferber olma eğilimini zayıflatmada hükümete somut bir imkan sunmaktadır. (Hükümetin, sendika bürokrasinin de desteğini gören bu taktiği karşısında uyanık olmanın gerekliliği ve özellikle kitleleri uyarma görevinin yakıcılığı açıktır sanırız. Zira hükümetin bu taktiği, işçi ve emekçi mücadelesi açısından, mücadelenin önde gelen unsur ve güçlerinin en kısa sürede teşhir edip boşa çıkartmaları gereken bir tehditi oluşturmaktadır.)
Öte yandan ama, belirtilen türden taktik başarıların dahi, Almanya’da içinde bulunduğumuz sürecin niteliğini değiştirecek özelliklere sahip olamayacaklarını vurgulamak gerekir. Büyük koalisyonu da, Sol Partiyi de ortaya çıkaran nedenler aynıdır. Her ne kadar bu nedenler, burjuva basınında, seçmen kitlesinin bir seçimdeki fevri protestosu olarak yansıtılmak istense de, gerçek şudur: Almanya’da işçi ve emekçiler, sermayenin emrindeki hükümetlerin saldırı politikalarına “yeter artık!” demiştir. Ve bu duygu ve düşüncesini, geçtiğimiz yıllarda giderek artan bir öfke ve mücadeleyle ortaya koymuştur. Schröder Hükümeti’nin, Mayıs 2003’te, başta “Agenda 2010” olmak üzere, saldırı politikasını yürürlüğe koymasıyla birlikte, bu saldırılara karşı protesto eylemleri, miting ve yürüyüşler de yaygınlaşmaya başlamıştır. 1 Kasım 2003’te, sendika merkezleri desteklememelerine rağmen Berlin’de 100 bin kişinin yürümesi; 3 Nisan 2004’te, sosyal hak kısıtlamalarına karşı Avrupa çapında düzenlenen eylem gününe, Berlin’de 250 bin, Stuttgart’ta 120 bin ve Köln’de 100 bin işçi ve emekçinin katılması; Hartz IV yasasının yürürlüğe girmesiyle birlikte, Ağustos 2004’te, Almanya çapında ortaya çıkan “Pazartesi Yürüyüşleri”ne on binlerin katılması (yaz sonuna doğru Almanya’nın 230 kentinde 200 binden fazla emekçi bu yürüyüşlere katılmıştır); aynı yılın 2 Ekim’inde, “Pazartesi Yürüyüşü” düzenleyenlerin çağrısıyla Berlin’de 50 bin insanın sokaklara çıkması; 6 Kasım’da İş ve İşçi Bulma Ajansı’nın Nürnberg’teki merkezinin önünde 10 bin emekçinin protesto gösterisi; ve 2005 yılında gerçekleştirilen çeşitli merkezi ve yerel eylem ve gösteriler… Üstelik bu eylemlerin birçoğu, sendika merkezleri tarafından değil, yerel ve tabandan gelen sendikal güçlerin, sosyal birlik ve inisiyatiflerin girişimleri sonucu gerçekleşmekteydi. Öte yandan sadece hükümetin sosyal politikalarına karşı yürüyüşler değil, başta Bochum Opel işçileri olmak üzere, sermayenin işyerlerinde pervasızca izlediği şantaj politikalarına karşı mücadele ve öfke de –başarı ve yenilgilerden bağımsız olarak– giderek artan bir oranda ortaya çıkmaktaydı.
Başka bir deyişle; SPD’nin peşpeşe eyalet seçimlerinde yenilgi kaydetmesi, SPD’nin parti olarak hızla onbinlerce üye kaybetmeye başlaması, WASG’nin ortaya çıkar çıkmaz, SPD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası tarihinin en büyük yenilgisini kaydettiği Kuzey Ren Vestfalya seçimlerinde (Mayıs 2005) kendi çapında iyi bir sonuç alması (%2’lerde bir oranla), Schröder hükümetinin bunun üzerine erken seçim kararı alması, bu kararın SPD’ce hedeflenilenin aksine WASG ile PDS’in Sol Parti olarak ortaklaşa seçime girme sürecini hızlandırması ve Eylül ayında yapılan erken genel seçimlerde iktidarı ve meclisteki muhalefetiyle saldırı politikalarını izleyen ve izlemek isteyen partilere hayır anlamına gelen bir sonucun çıkması; bütün bu süreç ve gelişmeler, söz konusu olanın, sosyal bakımdan durumu kötüleşen seçmen kitlesinin tepkisel ya da anlık ve gelip-geçici bir protestosu olmadığını yeterince göstermektedir sanırız.
ALMAN SOSYAL DEMOKRASİSİNİN İŞÇİ VE SENDİKAL HAREKET ÜZERİNDEKİ TEKELİNİN SARSILMASI
Hiç şüphesiz; erken seçim sonuçlarıyla, Alman tekelci burjuvazisinin ’89-91 dönemeciyle ele geçirdiği ve işçi ve emekçilere karşı saldırılarında kullandığı manevi üstünlüğü derinden sarsılmıştır. Öte yandan, mevcut saldırı politikalarının alternatifsiz olmadığını ortaya koyan ve en azından sınırlı da olsa işçi ve emekçilerin güncel çıkar ve taleplerini savunan yeni bir partinin –Sol Parti’nin– güçlü bir fraksiyonla meclise girmesi, sermayenin meclisteki bir tür “tek partili sistemi”ni de sona erdirmiştir. Fakat açıktır ki, olup bitenin, bunların ötesinde bir anlamı vardır. Ve işçi hareketinin geleceği bakımından bugün özellikle altı çızilmesi gereken de bu anlamıdır.
Nitekim; Sol Parti’nin kazandığı politik başarı ve bulunduğu pozisyon; sendikaların taban ve orta kademelerinde mücadeleci sendikacıların artan girişimi ve etkinliği; işçi kitleleri arasında gelişen mücadele eğilimi; bütün bunlar; İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanyası’nda SPD’nin işçi ve sendikal hareket üzerindeki boğucu ve bağlayıcı etkisinin ciddi bir biçimde sarsılması anlamına gelmektedir. SPD’nin bu tekeli, Almanya’daki sınıf mücadelesinin en özgün özelliklerinin başında gelmekteydi, ve bu, aynı zamanda, Alman işçi hareketinin en önemli zaafını oluşturmaktaydı. Örneğin Almanya’daki işçi hareketinin yakın zamana kadar Batı Avrupa’nın diğer bazı ülkelerine göre nispeten daha geriden seyretmesi, başka şeylerin yanı sıra, SPD’nin Alman tekelci burjuvazisi açısından paha biçilmez bir mevzi oluşturan bu tekelinde kaynağını bulmaktaydı. Bu bakımdan, Alman sosyal demokrasisinin bu tekelinin sarsılması, işçi hareketinin dinamiklerinin gelişmesi açısından pek çok başka olanakların da önünü açacak tarihi önemde bir olaydır. Sol Parti’nin, ana gövdesini “Doğu’nun partisi” sayılan PDS’in oluşturmasına karşın, PDS’in bütün çabalarına rağmen başaramadığını başarıp Batı Almanya’da iki milyon oy toplaması yeterince aydınlatıcıdır sanırız!
Sol Parti’nin ideolojik-politik niteliği bellidir: Seçim partisi olarak kurulan ve WASG ve PDS olarak Birlik Kongresi’ni Nisan 2007’de gerçekleştirmeyi planlayan Sol Parti, heterojen yapısının yanı sıra, sosyal reformist bir partidir. İktisadi alanda Keynesçi, sosyal ve toplumsal alanda “sosyal devletçi” politikaları savunmaktadır. Başka bir deyişle, programı ve çizgisi itibarıyla sosyalist bir parti değildir.
Fakat bu durum tek başına, bu partinin, işçi hareketinin bugünkü koşullarında olumlu bir rol oynamasını engellememektedir. Açıktır ki, bu parti, işçi ve emekçilerin somut ve yakıcı talep ve çıkarlarını savunduğu, onların mücadelesine destek verdiği ve onların sesi olduğu ölçüde olumlu bir rol oynayacaktır. Yani; Sol Parti, ancak işçi ve emekçi mücadelelesinin katalizatörü olmaya dönük bir pratik sergilemesi koşuluyla, işçi ve emekçi halkın lehine bir işlevi yerine getirebilir.
Gerek bu partinin içindeki samimi ve dürüst unsurlar ve gerekse fabrika ve sendikalardaki ileri işçiler, bu partiyle işçi hareketi arasındaki ilişkinin bu özgün niteliğinden doğru sonuçlar çıkarıp, çabalarını, işçi sınıfının bağımsız politikası ve örgütünü yaratma doğrultusunda ilerletmezlerse, bu partiyle doğan olanağın değerlendirilemeyeceğini vurgulamak gerekir.
* * *
Almanya’da emek ile sermaye arasındaki ilişkinin göstergeleri; emek güçlerinin moral bozukluğu, umutsuzluk, dağınıklık ve özgüven yoksunluğuyla karakterize olan bir dönemin kapanıp, yeni bir döneme; mücadele eğiliminin yükseleceği, uyanışın ve toparlanmanın gelişeceği bir döneme geçilmeye başlandığına işaret ediyor. Belirtilenlerden de anlaşılacağı gibi, bu döneme geçişin diğer bir özelliği de, Almanya’nın aynı zamanda politik istikrarsızlık ögelerinin artacağı bir döneme yol alıyor olmasıdır…
Bütün bu gelişmeler ise, günümüz Avrupası’nda kaba hatlarıyla şu hareketliliğin olduğu koşullarda cereyan ediyor:
Fransa’da en sonu Ekim başı olmak üzere bu yıl iki kez milyonlarca işçi ve emekçinin katıldığı genel grev ve yürüyüşler yapıldı. Banliyölerdeki öfke patlamaları; çeşitli ekonomik-sosyal saldırılarla ilgili yapılan pek çok grev ve onbin ve yüzbin insanın katıldığı kitle gösterileri de cabası.
İtalya’da Berlusconi hükümetinin bütçe tasarısı, seçim yasası ve anayasa değişikliklerine karşı Ekim ayının başında 100 bin insanın Roma’da sokağa çıkması; çeşitli sosyal kısıtlamalara karşı ülke çapında düzenlenen günlük ve yarım günlük grevler yaşanırken, önümüzdeki ilkbahar yapılması düşünülen genel seçimlerde, oluşma aşamasındaki “sol partiler”in yeni bir ittifakının seçilme şansının çok yüksek olduğu bildirilmektedir.
Belçika’da geçtiğimiz Ekim ayının başında ve sonunda, yani dört hafta zarfında, başta emeklilik yaşının yükseltilmesine karşı olmak üzere, çeşitli sosyal saldırılar nedeniyle iki genel grev gerçekleşti.
Veya başka örnekler: Geçtiğimiz Eylül ayında İngiltere’de TUC’nin (sendika konfederasyonu) yıllık kongresindeki 1500 delege; TUC’nin, Venezuella’da darbecilerle ortak hareket eden sendika konfederasyonu CTV ile ilişkilerini kesip, “Bolivar devrimini” destekleyen yeni sendika konfederasyonu UNT ile ilişkiye geçip dayanışmasını talep eden bir önergeyi onayladılar.
Avusturya’da yine Ekim başında muhafazakar parti ÖVP’nin kalesi sayılan Steiermark eyaletindeki seçimlerde, Avusturya Komünist Partisi (KPÖ) oylarını yüzde 1’den yüzde 6,3’e çıkartarak, 1970’den beri ilk defa, yeniden eyalet meclisine 4 milletvekiliyle girmeyi başardı.
Örnekler çoğaltılabilir. Fakat görülmesi gereken, Avrupa’da işçi ve emekçi mücadeleleri bakımından yeniden bir canlanmanın yaşandığı bu koşullarda, işte, bu kıtanın adeta merkez ülkesi sayılabilecek Almanya’da, yukarıda genel hatlarıyla tarif edilmeye çalışılan politik ve sosyal gelişmeler cereyan etmektedir.
Olaylar, neticede tam nasıl gelişir, bunu bugünden bilemeyiz. Ama Almanya’da birçok badireden geçerek kendine gelme doğrultusunda önemli adımlar atan bir işçi hareketinin Avrupa’daki bu genel tabloyu tamamlaması bile, Avrupa işçi hareketinin başlı başına büyük bir ivme kazanması demektir.